Düşünce ve Kuram Dergisi

Hegemonya ve Gramsci

M. Şirin Bozçalı

“Hegemonya, tahakküme alternatif ya da ona karşıt olmaktan çok rıza, liderlik ve nüfuz etme anlamında kullanılır. Bir bütün olarak toplumda liderlik için başka toplumsal grupların rızasını almak amacıyla onlarla belli uzlaşmalara giden bir toplumsal grubun diğerlerini etkilemesiyle alakalı bir kavramdır. Böylece kısmi ve özgül çıkarlar dönüştürülür ve genel çıkar kavramına yükseltilir. Hegemonya kültürel, politik ve ekonomik görünümlere sahiptir ve modern devletin bir sınıfın sınıf kendi dar çıkarları için kullandığı bir araç olmadığı anlamında Gramsci’nin savının temelini oluşturur.”[1]

Verili siyaset bilimi roteriğinde hegemonya terimi müphem bir özellik gösterir. Kavrama hem olumlu hem olumsuz anlam yüklenmektedir. Politik propaganda söylem ve nitelemelerini bir yana bırakırsak; hegemonya kavramı, toplumsal sınıflar yada grupların arasındaki, kendiliğinden rızaya dayalı ideolojik üstünlük, denetim, yönlendirme ve bağımlılık ilişkilerini anlatır. Egemen ve ezilen sınıfların diğer sınıf ve toplumsal kesimler karşısında sergilediği ahlaki ve entelektüel yeteneği, siyasal iktidar pratiklerinin baskı ve zora dayanmaksızın gerçekleşmesini sağlar. Bu kavram, toplumsal yaşamın birçok alanında var olan egemenlik ve iktidar ilişkilerinin analizinde işlevsel olması nedeniyle hem akademik hem kamusal politik söylemde yaygın olarak kullanılır.

Hegemonya kavramının sosyal bilim alanında kuramsallaştırılmasının tarihi henüz yeni olmakla birlikte, siyasal literatürde yer almasının tarihi antik çağlara kadar uzanır. Hegemonya kavramının uzun tarihsel geçmişine bakıldığında, bir biriyle bağlantılı birçok farklı kullanım biçimini saptamak mümkündür.  Antik Yunan siyaset felsefesindeki “Hegemonia” terimi, bir birey, toplumsal zümre ya da devletin, başka toplumsal kesimler veya devletler üzerinde uyguladığı yönlendirici üstünlük anlamına geliyordu; hegemon ise, böyle bir üstünlük konumunda bulunan birey, grup veya devletler için kullanılıyordu. Bu bağlamda Antik Çağ’da, özellikle çeşitli ve farklı polis’ler (kentler) arasındaki siyasi ittifaklar bağlamında bir kent devletinin öteki kent devletleri karşısında elde ettiği siyasal ve askeri egemenlik, önderlik veya yöneticilik niteliği “Hegemunia” terimiyle tanımlanıyordu. Antik Çağdan günümüze kadar ki klasik siyaset felsefesinde kavramın içeriği ve anlamı böyleyken, bilimsel sosyalist ekolin ortaya çıkmaya başlamasıyla birlikte Anti-Kapitalist mücadele güçlerinin söyleminde yeni bir içerik ve biçim kazanır.

Hegemonya kavramı, 19. Yüzyılın sonlarından itibaren Rus’da çarlık despotizmine karşı mücadele etmekte olan devrimci hareket ve sosyalist akımlar tarafından kullanılmaya başladığında yeni bir içeriğe kavuşmuştur. “1890’ların sonunda 1917 yılına kadar, Rusya sosyal demokrat hareketi içinde “gegomoniya” (hegemonya) terimi en merkezi siyasi sıloganlardan biriydi.”[2]

Özellikle, G.Plehanov, V.İ. Lenin, L.Troçki gibi Rus devrimcileri, çarlığa karşı yürütülecek siyasal mücadelenin stratejik yönelimini tanımlamak amacıyla hegemonya kavramına başvurmuşlardır.

“Proleteryamızın tarihsel konumu nedeniyle(bütün ulusu kapsayan devrimciliğin önemi) Rus sosyal demokrasisi mutlakıyet idaresine karşı mücadelesinde hegemonyayı (gegemoniya) ele geçirebilir” (Plekhonav)[3]

“Marksizmin görüş açısından, sınıf, hegemonya fikrini reddettiği veya değerini anlamadığı sürece, sınıf değildir. Yahut yine de sınıftır ama bir lonca yada çeşitli loncaların toplamıdır. Loncaları bir bütün olarak sınıfa dönüştüren şey, hegemonya düşüncesinin bilincinde olmak ve bizzat kendi eylemleriyle bunu hayata geçirmektedir.”(V.İ.Lenin)[4]

Bu anlamda hegemonya, çarlık rejimini devirmek ve devlet/iktidarı ele geçirmek amacıyla bir araya gelen değişik toplumsal sınıflar, gruplar ve siyasal eğilimler arasındaki ittifak içerisindeki işçi sınıfının yönlendiriciliğini, devrimci mücadele önderliğini siyasi stratejisini ifade ediyordu. Kapitalizmin eşitsiz bir biçimde gelişim gösterdiği çarlık Rusya’sında işçi sınıfının başta köylülük olmak üzere toplumun tüm ezilen, sömürülen kesimleriyle birleşerek demokratik devrimin yönetici(hegemon) gücüne dönüşeceği öngörülüyordu. Rus sosyal demokrat işçi partisi içerisinde gelişen Bolşevik eğiliminin önderliğini yapan V.İ.Lenin “Ne yapmalı?” adlı eserinde hegemonya kavramını kuramsal çerçevede geliştirerek sınıf mücadelesinde ideolojik, teorik ve örgütsel öncülüğün önemini vurgular. Kavram kapitalizmin henüz gelişmediği sömürge ülkelerde kurtuluşçu, devrimci hareketlerin izleyeceği siyasal stratejiye ilişkin tartışmalarda da kullanılacaktır.

İktidar ve devlet odaklı devrimci önderlik perspektifinde hegemonya terimi, Antonyo Gramsci’nin “ hapishane defterleri”  isimli eserinde yeni bir kuramsal bağlama yerleştirilmiştir. Rus devrimcilerinin yaklaşımından da yararlanarak kendi özgün bakış açısını geliştiren Gramsci, hegemonya kavramını sınıfsal egemenlik ve iktidar ilişkilerinin yeniden üretimini açıklamak amacıyla işlevselleştirir. Batı ülkelerinde gelişiminin doruğunda olan kapitalizm, kimi tarihsel süreçlerde yaşanan derin kriz ve bunalımlara karşı burjuva egemenliğinin varlığını nasıl sürürebildiğini aydınlatmak önemli ve ciddi bir kuramsal çabayı zorunlu kılmıştır.

Gramsci, özellikle gelişmiş kapitalist ülkelerde sınıf ilişkilerini ve devlet-sivil toplum ilişkilerini çözümlerken sınıf egemenliğinin sadece tahakkümle sürdürülemeyeceği varsayımına dayanır. Bundan hareketle, kapitalizme özgü toplumsal egemenlik ve siyasal iktidar süreçleri, burjuvazi ile bağımlı sınırlar arasındaki ilişkiler söz konusu olduğunda, tahakküm ve rıza’nın birlikte ele alınmasını gerektirir.

Gramsci, kendi teorik yaklaşımında merkezi rol atfettiği hegemonya kavramını zorlama ve rıza ikilemi bağlamında, sınıf egemenliğinin iki biçiminden biri olarak kuramsallaştırır; tahakküm ve hegemonya. Egemen sınıf uzlaşmak karşıtlık içindeki sınıf ve kesimler üzerinde tahakküm (baskı, zorlama) uygular, buna karşılık ittifak halinde olduğu işbirlikçi kesimlere önderlik yapar. Zorlama ve rıza’nın diyalektik bütünlük içinde birbirini tamamladığı bu yaklaşıma göre hegemonya, egemen sınıfın ideolojik düzlemde görünmeleri açığa çıkan sosyo-kültürel üstünlüğünün kendiliğinden rızaya dayalı oydaşma süreçleri üzerinde etkili olduğu bir yönlendirme ilişkisidir. Bu noktada tarihsel materyalizm perspektifinden hareketle, Gramsci üretim sürecindeki özgül konumları nedeniyle sadece temel sınıfların, yani modern çağda burjuvazi ve proleteryanın hegemonya kurma yeteneğinde olduğunu vurgular. Proleterya ya devrimci özne rolünü atfeder. Gramsci, işçi sınıfının iktidarı sorununun hegemonya kuramıyla çözümlerken, ekonomik alanda ortaya çıkan sınıfsal belirlenim ilişkilerine ve bağlantılı gelişen ideolojik süreçlere işaret etmekle birlikte, ekonomist ve ideoloji yaklaşımları da eleştirir. Ekonomizm, belirli bir tarihsel süreçte hakim üretim tarzının içerdiği maddi-ekonomik süreç ve ilişkilerin ideolojik, hukuksal ve siyasal yapı ve süreçleri üst yapıdaki tek yönlü olarak belirlediğini varsayar. Böyle belirlenimci kaba materyalist bir bakış açısının benimsenmesi, durumunda, toplumsal formasyonun oluşum ve gelişiminde özel bir rol oynayan ideoloji, politik, ahlak hukuk ve devlet gibi “üst yapı” öğeleri ekonomik yapının basit yansımalarına indirgenir. Buna karşın, aynı kuramsal hatanın diğer yönünü oluşturan ideolejizm ise, nesnel etkenlerle kıyaslandığı yapısal uğrağın yadsınmasına ve ideolojik-düşünsel süreçlerin abartılmasına yol açar.

Bu sorunlu yaklaşımlardan farklı olarak Gramsci’in hegemonya kuramı “ekonomik yapı” ile “ üst yapıları” bütünlüğünün organik bütünlüğü anlamına gelen “tarihsel blok” kavramına dayanır. Buna göre hegemonyanın siyasal ekonomik ve ideolojik düzeydeki yansımaları bütünselci bir bağlama yerleştirilir. Her ne kadar rıza ve konsensü süreçlerinin içerse de, ideolojik yada siyasal iknaya indirgenmemesi gereken hegemonya egemen sınıfın ayrıcalıklı ekonomik konumuna bağlıdır. Hakim sınıfının hegemonik üstünlüğünün yeniden üretim, salt grupsal çıkarlarının savunulmasını hedefleyen ekonomik kooperatif bakış açısının aşılmasını zorunlu kılar. Tamda bu nedenle egemen sınıf ve ekonomik alanda kimi tavizler vererek, yönetilen sınıf ve toplumsal kesimlerin talep ve çıkarlarına da ilgi göstermelidir. Çünkü hegemonya özünde etik-politik olsa da, aynı zamanda ekonomik niteliğede sahip olmak durumundadır.

Gramsci perspektifinde hegemoya, kendiliğinden rıza süreçleriyle yaygınlık kazanan egemen sınıf ideolojisinin toplumda “ortak duygu” haline gelmesini ifade eder. Bu nedenle hegemonya, egemen sınıfın diğer sınıf ve kesimler üzerindeki ahlaki-entelektüel önderlik yeteneğiyle doğrudan ilişkilidir. Gramsci, egemen sınıfın dünya görüşünün geniş toplumsal kesimler üzerinde yarattığı hegemonik yönlendirme etkisini açıklamak için ideoloji çözümlemesine başvurur. Gramsci, ideoloji kavramını yanlış bilinçle özdeşleştirmekten kaçınarak, toplumsal yapının yeniden üretiminde zorunlu olan örgütlenme ve birleştirme işlevlerinin ideolojik hegemonya dolamıyla gerçekleştiğine dikkat çeker. Bu açıdan yaklaşıldığında ideolojinin mutlaka tutarlı bir düşünceler dizgesi olarak anlaşılması gerekmez. Belirli aydınlar ya da düşünürler tarafından oluşturulan keyfi düşünce dizgeleriyle kıyaslandığında, tarihsel açıdan organik özellikler taşıyan bir ideoloji toplumsal kesimlerin örgütlenmesine ve bilinçlenmesine yardımcı olur. Bu niteliklere sahip bir ideoloji, insanların siyasal, ekonomik ve toplumsal etkinliklerinin dışında varlık bulmaz: tam tersine, geniş toplumsal kesimlerin ortak hareket etmesine katkı sağladığı ölçüde, toplumsal yaşamı dönüştüren somut bir gerçeklik haline gelir.

Hegemonyanın oluşumundaki işlevi nedeniyle, ideolojinin sınıf bilincinin gelişmesiyle yakından bağlantılıdır. Gramsci ekonomik, siyasal ve askeri düzeylerde ele aldığı güç ilişkilerini çözümlerken, sınıf bilincinin ideolojik düzlemde gelişiminin üç temel aşamaya göre incelenebileceğini öne sürer.

Birincisi, sınıfı meydana getiren farklı toplumsal kesimlerini sadece kendi varlık ve çıkarlarına ilişkin bilinç edindikleri fakat ait oldukları sınıfın tamamının örgütlenmesine yönelik olarak henüz bir bakış açısı kazanamadılar “ekonomik-korporatif” aşamadır.

İkincisi, içinde yer alınan sınıfın bütünlük halinde kavranılmasıyla birlikte çıkar dayanışmasına girildiği, ancak sınıfın ortak çıkarlarının salt ekonomik ilişkiler düzeyinde dile getirildiği ekonomik bilinç evenseldir. Bu aşamada iktidar/ devlet sorunu gündeme gelse bile, siyasal ve hukuksal eşitlik talepleri verili siyasal toplumsal sistematiğin sınırları içinde kalır.

Üçüncüsü ise, kendi varoluşuna ilişkin bütünlüklü bir bilince ulaşan sınıfın toplumdaki öbür sınıf ve kesimlerle ideolojik, siyasal entelektüel önderlik yapmaya başladığı hegemonik aşamadır. Sınıf bilincinin gelişimi açısından en gelişkin düzeyi temsil eden hegemonik aşamada, egemen sınıfın diğer sınıflar üzerindeki ideolojik yönlendiricilik yeteneği açığa çıkar.

Bir ideoloji-kavramı olarak kullanılan Hegemonya terimi iktidarı elde etmek ve bırakmak istemeyen her toplumsal grubun sahip olması gereken dünya görüşünü tanımlamanın bir yolu olarak ortaya çıkar. Bir başka ifadeyle, meşru ve tutarlı bir dünya görüşünün gelişmesi, devrimin başarısı için bir ön koşul halini alır. Bu nedenle Gramsci, proleter hegemonya içerik bakımından burjuva hegemonyasından farklı olsa da biçim açısından ikisinin birbirine çok benzer olduğunu vurgular. Gramsci’nin çözümlerini, çoğunlukla burjuva hegemonyasının hangi süreçlerle inşa ve devam ettirildiği konusuna yöneltmesinin nedeni budur.

Gramsci, ideolojilerinin peforatif bir anlam kazandığının farkındadır. Tarihsel-toplumsal inşanın zorunlu düşünsel bilgisi ve bunun düzenlenme şekli olarak ideolojiyle sadece belli bir grubun çıkarı için oluşturulan “belli bireylerin keyfi lafazanlıkları” olarak ideoloji arasında ayrım yapar. Dolayısıyla Gramsci için olumlu organik ideolojiler meşrudur, “insan kitlelerini organize eder” ve bu yüzden etkilidirler “dünyanın kavranılmasıyla buna uygun düşen davranış tarzı arasında bir anlamda inanç birliği” sağlar.

Gramsci’nin kuramsal modelinde hegemonya, egemen sınıfa özgü dünya görüşünün toplumun bütün kesimlerinde yarattığı etkinin ne denli geniş kapsamlı olabileceğine işaret eder. Hegemonik süreçlerin ideolojik alandaki yansımalarının boyutlarını görünür kılmak amacıyla üç önemli düzeyi birbirinden ayrıştırır: felsefe, ortak duygu, foklor. Felsefe, dünya görüşü bağlamında anlamlandırılabilecek olan ideolojinin en yoğun ve sistematik bir biçimde geliştirildiği düzeyidir. Hegemonyanın oluşumunda esaslı bir rol oynayan ortak duyu, ideolojik öğelerin ve halk inançlarının çelişkili bir eklemlenmesi olarak, kitlelerin psikolojisini ve algılama düzeyini yansıtır. Ortak duygunun başlıca özelliği eleştirel olmaması ve kitlelerin “kendiliğinden felsefesi”ni gündelik yaşamın eyleminde dışa vurmasıdır. İdeolojinin en alt basamağında yer alan foklor ise, toplumun tarihsel birikiminden güncelliğe aktarılan dağınık ve bağlantısız kültürel, ahlaki gelenekler düşünceler ve pratikler toplamıdır. Hegemonik üstünlük, ideoloji alanına ilişkin oluşum ve gelişim sürdürme süreçlerinin her üç düzey ve boyutta da iç içe sürdürülmesini gerektirir. Bu bağlamda, hegemonik ideolojinin toplumsal kesimler üzerindeki etkisinin en geniş biçimde ortaya çıkabilmesi için egemen sınıf entelektüel- ahlaki işlevini ulusal ölçekte yerine getirmek durumundadır. Gramsci’nin hegemonya sorunsalının temel tartışma başlıklarının arasında yer alan “ulusal popüler” kavramı sınıf egemenliğinin derinleşme ve genişleme olanaklarına göndermede bulunur: Hegemonik sınıf, kendi dar grupsal çıkarlarını aşarak, toplumun birçok sınıf ve grubun ulus-halka dönüştürebildiği ölçüde gerçek bir önderlik geleneğine kavuşur.

Sınıflar arasındaki iktidar ilişkilerini içermesi nedeniyle, hegemonyanın aynı zamanda siyasal süreçlerin belirleyici bir niteliği olarak da kurumsallaştırılması zorunludur. Gramsci hegemonyanın siyasal pratikler alanında açığa çıkan görünümlerini tartışırken ideolojik üstünlük biçimlerinin oluşumunda devletin oynadığı özgül rolün altını özenle çizer. Bu yaklaşım kendiliğinden rızanın üretilmesi ile hegemonya arasındaki ilişki düşünüldüğünde, bir yandan politika kavramının içeriğinin genişlemesini sağlar, diğer yandan güçler ayrılığı ilkesi bağlamında düzenlenen yasama, yürütme ve yargı erklerinin de politik hegemonya aygıtları olarak kavranmasına katkıda bulunur.

Hegemonya sorunsalı Gramsci’nin kuramsal modelindeki biçimiyle, tarihsel blokun üst yapısında yer alan iki ayrı düzeyin karşılıklı ilişkilerinin dikkate alınmasını gerektirir: sivil toplum ve Gramsci’nin tanımıyla politik toplum yada devlet. Bunlardan sivil toplum hegemonyanın kurulduğu genellikle özel diye adlandırılan örgütlenme alanıdır. Kapitalist çağda sınıflar arasındaki siyasal ve ideolojik savaşımın hegemonik özellikler kazanmasına sebebiyet veren geniş kapsamlı toplumsal ilişkiler örüntüsü bu alanın karakteristik görünümünü oluşturur.

Buna karşılık “politik toplum” yani devlet ise, özellikle zorlama ve baskı işlevinin uygulandığı bir yöntem alanıdır. Fakat devletin ağırlık olarak baskı ve zor işleviyle tanımlanması rızanın üretilmesiyle alakalı etkenlerin “Politik toplum” un dışında tutulmasını gerekli ve zorunlu kılmaz. Bu bakımdan Gramsci’nin “Entegral Devlet” kavramı zorlama ve rızanın tahakküm ve hegemonyanın diyalektik  bir bütünlük içinde yorumlanmasına dayanır. Bu kavram, devletin yerine getirdiği siyasal hegemonya işlevini açıklamaya ve “politik toplum” devlet ile sivil toplumun organik bütünlüğünü vurgulamaya yöneliktir.

Toplumsal alandaki sınıfsal üstünlük formları soyut bir tarzda ortaya çıkmayacağına göre hegemonik faaliyetlerinin hangi öznelerin tarafından yürütüldüğü sorusu önem kazanır. İkna, rıza ve konsensüs işlevlerine bir kuramsal çözümleme; aydınların oynadığı temel role odaklanmayı gerektirir. Toplumsal formasyonun bütün düzeylerinde (ideoloji, politika, ekonomi, hukuk vb. sanat) Aydınların yerine getirdiği başlıca işlevlerden biri, hegemonik rızanın yeniden üretilmesiyle doğrudan bağlantılıdır. Aydınlar, yeni düşünce formlarının oluşum, gelişim ve yaygınlaşmasındaki rolleri dolayısıyla, sınıf bilincinin topluma aktarılmasını sağlayan temel sosyal gruplar arasında yer alır. Bu bakımdan aydınlar sınıflar arasındaki ilişkilerde dolayım öğesi olarak işlev görürken, aynı şekilde devlette sivil toplum arasındaki organik ilişkilerin kurulmasında da etkinlik gösterirler. Entelektüel faaliyet kavramını olabildiğince genişleten bu yaklaşıma göre sadece düşünürler, yazarlar, sanatçılar değil toplumsal sistemin her alanında görev yapan, farklı düzeydeki örgütleyiciler, yöneticiler, kamusal ve devlet görevlileri, siyasal liderler, kanaat önderleri gibi kişilerde kategorisine dahildir.

Tarihsel bloğun bütünlüğü içerisinde egemen sınıf üstünlüğünün göstergesi olan hegemonyanın sonsuza dek yeniden üretilmesi olanaklı değildir. Çünkü, hegemonik üstünlük çeşitli nedenlerden dolayı varlığını sürdüremezse organik ve süreğen krizler patlak verir. Kapitalizmin eşitsiz gelişim karakterine bağlı olarak biçimsel görünümleri her ülkede farklı olmakla birlikte, bu yapısal krizlerin içeriğini egemen sınıf hegemonyasının kesintiye uğraması oluşturur. İdeolojik, siyasal süreçlerde önemli dönüşümlere yol açabilecek hegemonya krizi, yapısal düzeydeki çelişkileri derinleştirdiği ölçüde organik krize eklemlenir. Gramsci’nin kavramsal modelinde, hegemonya krizi, öncelikle iki durumda ortaya çıkar;

Birinci durum; egemen sınıf yönetilen kesimlerin yoğun desteğini elde ettiği büyük ve olağanüstü bir siyasi hamlede (örneğin savaş) başarısızlığa uğradığı dönemde gündeme gelir.

İkinci durum ise, geçmişte pasifiklik içinde bulunan geniş toplumsal geniş toplumsal kesimler ani bir hareketlenmeyle devrimci talepleri ileri sürmeye başladığında gündeme gelir. Bu anlamda egemen sınıfın bu iki durum karşısında göstereceği yöneticilik yeteneği, tarihsel bloğun yeniden yapılanması üzerinde kararlaştırıcı bir etki yapar.

Hegemonya krizinin başlıca göstergelerinden biri, sınıflarla temsilcileri arasındaki geleneksel yönetim ilişkilerinin sürdürülemez duruma gelmesidir. Temsil krizi olarak da değerlendirilebilecek olan böyle bir durumda, siyasal alanın olağan süreçleri aksamaya başlar ve ideolojik yönlendirme ilişkilerinde açığa çıkan gerilimler, özellikle toplumsal sınıfların kendi siyasi partilerinden uzaklaşmalarıyla somutluk kazanır. Siyasi partiler o zamana kadar temsil ettikleri toplumsal kesim ve sınıfların özlem ve taleplerine karşılık vermeyince, siyasal katılım ve temsil süreçlerinde ciddi kırılmalar yaşanmaya başlar. Bu bakımdan toplumun alışıldık yönetim mekanizmalarının işlevsiz kalması genel anlamda “otorite krizi” yada “devletin genel krizi” biçiminde bir görünüme bürünür.

Devlet ve iktidar blokları alanında kalıcı sonuçlara yol açması bakımından hegemonya krizini olağan hükümet ve parlementer krizlerden ayırmak gerekir. Çünkü temsil ilişkilerindeki kırılma ve kopmalar sadece siyasi partiler alanıyla sınırlı kalmaz. Bütün bir parlementer sistemi, siyasal düzeni ve ideolojik düzeni ve sosyal yapıları etkisi altına alan bu durum ekonomik politik ve yönetsel süreçlerin her uğrunda boy verir. Hegemonik kriz tarihsel bloğun hem yapısal hem üst yapısal alanlarını derinden etkiler. Bu şartlar altında öncelikle devleti oluşturan kurumlarla ilgili olarak  ortaya çıkan yeni koşullara göre eğişim ve yeniden yapılanma zorunluluğu ortaya çıkar; böylece toplumun gündelik yönlendirmelerinden görece bağımsız konumda varlık bulan kurumların, örneğin askeri ve sivil bürokrasinin yada finans kapital odaklarının siyasal iktidar üzerindeki etkileme gücünde artış görülür.

Organik nitelikte gelişim gösteren hegemonya krizi verili siyasal sistemin yıkılışı ile sonuçlanmak zorunda değildir. Hakim sınıf hegemonyasının yeniden üretimindeki sorunlar, alternatif bir hegemonik sistemin kendiliğinden kurulmasını ya da karşıt hegemonya süreçlerinin başarıyla sonuçlanması da gerektirmez.

Hegemonya krizi, karşıt sınırlar veya mücadele halinde olan taraflar arasındaki göreli güç dengesinin açığa çıkan yeni koşullara uygun bir tarzda oluşturulmasını sağlamak üzere, sivil-toplum-devlet ilişkilerinin kısmi dönüşümüyle de sınırlı kalabilir. Bu bağlamda egemen sınıf, ezilen sınıf ve kesimlere oranla daha fazla ekonomik, ideolojik, politik ve askeri olanağı tek elinde bulundurması dolayısıyla, denetimindeki güçlerden yararlanarak kendi hegemonyasını yeniden kurmaya yönelir.

Gramsci hegemonik krizin egemen sınıf tarafından iki farklı tarzda çözüme kavuşturulacağını ileri sürer. Birinci çözüm yolu egemen sınıfın yönlendirdiği siyasi partilerin ortak bir program ya da tek bir strateji tarafından birleşmesi sonucunda yeni hegemonik bloğun yaratılmasıyla sağlanır. Temsil sorunu nedeniyle ayrı düşen siyasal toplumsal güçler arasındaki ortak paydanın yeniden oluşturulması hegemonya krizinin organik çözümü anlamına gelir. İkinci çözüm yolu, çatışma halinde olan toplumsal sınıflrdan herhangi birinin iktidarı ele geçiremediği koşullarda taraflardan görece bağımsız bir üçüncü siyasal gücün örgütlenip devreye girmesiyle gerçekleşir. Gramsci’nin “sezarizm” terimiyle ayrıştırdığı bu çözüm yönteminde daha önce toplumda yeterince tanınmayan bir siyasal odak (kurum veya kişi) kendi iktidarını oluşturup güç dengelerini yeniden inşa eder. Bu mücadele sezarist çözüm, çatışan taraflar-iktidar blokları karşısındaki özgül konumuna bağlı olarak, “ilerici” yada “gerici” formlar altında açığa çıkabilir.

Hegemonya kavramı karşıt sınıfların ideolojik ve politik alandaki tüm faaliyetlerinin de dikkate alınması gerektiğini ileri sürer. Buna göre bağımlı sınıfların varlığı ortadan kalkmadığı sürece hiçbir egemen sınıf kendi hegemonyasını rakip toplumsal güçlerle çetin bir savaşıma girmeksizin yeniden üretemez. Hegemonik üstünlük, dinamik ve kuşatıcı bir süreç olmakla birlikte, tarihsel blokun bütün düzeylerini kapsayacak ölçüde bütüncül değildir. Çünkü hegemonik sistem içinde, karşıt-hegemonya  eğilimlerini de her zaman varlık bulur. Siyasal-toplumsal yaşamın, yine egemenlik ve iktidar biçimlerinin durağan olmaması ve dinamik bir özellik göstermesi sebebiyle hegemonya değişen koşullara bağlı olarak sürekli yeniden tehkim edilmek zorundadır. Siyasal iktidar süreçleri ana sınıfın devletleri ele geçirmesi ve kendi egemenliğini kurması sonrasında tamamlanmış olmayacağı için hegemonya mücadelesi özellikle rızanın üretilmesinde ciddi aksamaların ortaya çıktığı dönemlerde yoğunlaşarak devam eder.

İktidarın ele geçirilmesinden önceki süreçte, ezilen sınıfların sürdürdüğü hegemonya savaşımının temel amacı, egemen sınıfın ideolojik ve siyasal bütünlüğünü sağlayan siyasal-toplumsal konsensüsün etkisizleştirilmesidir. Bu bağlamda Gramsci geniş halk kesimlerinin entelektüel-ahlaki bir önderlik etrafında toplanması yoluyla kurulacak olan politik blokun yeni toplumsal sistemin temel dayanağını oluşturacağının altını çizer. Geniş toplumsal kesimlerin rızasını kazanması durumunda böyle bir politik blok eski egemen sınıfın hegemonik üstünlüğünü ortadan kaldırmayı başarabilecektir. Sınıflar arası iktidar savaşında özellikle yeni bir toplumsal sistem inşasını hedefleyen sınıf mücadeleleri sırasında en önemli karşıt-hegemonya dinamikleri tarihsel blokun bütünlüğünü etkileyecek ağırlıkta olanlardır. Tam da bu noktada, Gramsci’nin egemen sınıfın ideolojik ve siyasal hegemonyasını ortadan kaldırmaya yönelik iki farklı savaşım stratejisine vurgu yapar: “mevzi savaşı” ve “manevra savaşı”. Mevzi savaşı, siyasal iktidarın/devletin ele geçirilmesinden önceki dönemde, sivil toplumda yürütülecek olan çok boyutlar ve geniş kapsamlı hegemonya faaliyetlerini içerir. Manevra savaşı stratejisi ise devlet iktidarının ani ve sonuç alıcı bir hamleyle ele geçirilmesine yönelik ayaklanma, darbe gibi kararlaşma yani devrim anını anlatır.

Devrimci mücadele her iki stratejinin de koşullara göre uygulanabileceğini vurgular. Bu bağlamda, öncelikle gelişmiş kapitalist ülkeler içinde  önerilen mevzi savaşı stratejisi toplumsal formasyonun değerler sistemini, ideolojik yapıları ve kültürel biçimleri dikkate alan uzun süreli bir mücadeleyi öngörür. Gramsci, kapitalist düzene özgü modern sınıf ilişkilerinin egemen olduğu ülkelerle, kapitalizmin yeterince gelişmemiş olması sebebiyle sivil toplum alnın henüz oluşmadığı  veya çok zayıf olduğu ülkeler arasında ayrım yapar ve bu ülkelerde manevra stratejisini önerir. Bu politik strateji yaklaşımı modern kapitalist ilişkiler örüntüsü açısından farklı gelişmişlik düzeylerinde bulunan siyasal-toplumsal yapılanmalardaki karşıt-hegemonya stratejilerinde de niteliksel değişimlerin olabildiğince kavranmasına olanak sağlar.

Siyasal sistem ve durum çözümlenmesinde bu farklılıkların göz önünde bulundurulmasının yanı sıra karşıt-hegemonya savaşımının en önemli boyutlarından birini organik aydınların yaratılması  süreci oluşturur. Gramsci, kapitalist ülkelerde egemen sınıf hegemonyasına karşı yürütülecek savaşım sürecinde işçi sınıfının kendi organik aydınlarını yaratmak zorunda olduğunu ileri sürer. Karşıt hegemonik  ideolojinin oluşumu, yeni düşünce tarzlarının ve değerler sisteminin, toplumsal yaşamın tüm boyutlarını içerecek ölçüde yaygınlaşmasına dayanır.

Bu noktada, sınıf savaşımında ezilen sınıf ve toplumsal  kesimlerin izleyeceği karşıt-hegemonya stratejisini belirlenmesi ve uygulanmasında işçi sınıfının siyasal partisi “kolektif aydınlar” olarak, faaliyet gösterir. Gramsci devrimci mücadelenin öncü örgütlenmesi olarak “modern prens” diye nitelendirdiği siyasal partinin işçi sınıfı ve organik aydınları arasındaki ilişkiyi sağlamlaştıracağını varsayar. Bu bakımdan hegemonya sorunu, entelektüel faaliyet ile siyasal mücadelenin güçlü bir biçimde eklemlenmesini hedefleyen bir programsal yaklaşımın geliştirilmesine olanak sağlar. İktidar odaklı yeni hegemonik blokun oluşumu halkı kitlelerindeki duygusal boyutun, önderlik düzeyindeki entelektüel-ahlaki öncülük yeteneğiyle ilişkilendirilmesini zorunlu kılar. Böyle bir ilişkiselliğin somutluk kazanmasının yolu teori ile pratiğin en yetkin düzeyde birleştirilmesini ifade eder. “praksis” kavramının temel ilke haline getirilmesinden geçer.

Hegemonya sorunsalı bağlamında, Gramsci’nin kuramsal yaklaşımında, “modern prens” in başlıca fonksiyonu modern kapitalizme özgü  koşullar altında ulusal-halksal, siyasal-toplumsal “kolektif irade” nin yaratılmasına katkıda bulunmaktadır.

Praksis felsefesiyle kendi teorik-pratik yönelimini, pragmatik stratejik doğrultusunu geliştirecek olan siyasal parti, toplumsal mücadele önderliğinin gerektirdiği bütün alanlarda, karşıt hegemonyanın sağlam temelleri üzerinde inşa edilmesine katkı sağlayacaktır. Bu bağlamda devrimci önderlik, diğer bir ifadeyle siyasal parti kendini iradeci bir öznellik formunda değil, tarihsel bir nesnellik ve zorunluluk aracına dönüştürmelidir. Dolayısıyla Gramsci, bu niteliğe sahip devrimci Partinin ortaya çıkışı ile işçi sınıfının bilinçlenme ve örgütlü mücadeleye yönelme süreci arasında belirleyici bir nedensellik ilişkisi olduğu görüşündedir. Emek sınıfının siyasal alandaki temsilini sağlayan Parti, karşıt-hegemonya savaşımında işçi sınıfına ve ezilen toplumsal kesimlere ideolojik-politik bilinç götürmenin temel aracıdır. Parti işçi sınıfının ve halkın siyaset okuludur.

Geniş kapsamlı bir ideolojik, kültürel ve siyasal mücadelenin yürütülmesini gerektiren karşıt-hegemonya savaşımının ana hedefi yeni bir tarihsel blokun kurulmasıdır. Maddi ve kültürel güçlerin yoğunlaşmasına dayalı bu savaşım tarzı, toplumsal dönüşümün radikal bir biçimde gerçekleştirilmesiyle somutluk kazanacak olan yeni tarihsel blokun oluşumunda işlevselleşen siyasal ve ideolojik kertelerin organik tarzda eklemlenmesini önemsemelidir. Bu noktada, Gramsci, sınıf ilişkilerinin yeniden yapılandırılması sonrasında, tarihsel blokun kalıcılaştırılması için devletin hegemonik kapasitesinin artırılmasının hayati önemde olduğuna vurgu yapar. Çünkü devlet, hukuk sistemi ve tahakküm aygıtlarından yararlanarak siyasal hegemonyanın inşasında son derece etkin bir rol üstlenir.

Gramsci’nin kuramsal düzeyde geliştirdiği hegemonya kavramı özellikle 1970’li yıllardan itibaren sosyal bilim alanında ilgi uyandırmaya başlamıştır. Örneğin hegemonya kavramını toplumsal yaşamın değişik görünümlerinin çözümlenmesinde kullanan “kültürel çalışmalar” okulu hegemonik süreçlerin kültürel yapıdaki etkisini araştırır.

Bu ekolün önde gelen temsilcileri arasında yer alan Staurt Hall, kültür alanındaki rıza ve tahakküm ilişkilerinin açıklanabilmesi için hegemonya kavramına başvurur. Yine Hall, 1980 yılların başında İngiltere’de iktidara gelen M.Tatcher’ın uyguladığı neoliberal politikaların çözümlenmesi çerçevesinde “otoriter popülizm” yaklaşımını geliştirirken toplumun geniş emekçi kesimlerinden elde edilen desteğin (rızanın) iyi anlaşılabilmesi için hegemonya kavramına başvurulmasını önermiştir. Thatcherizmin başarısının temelinde etkili bir biçimde yürütülen ideolojik hegemonya savaşı bulunan yönlü saptaması “kültürel çalışmalar” okulunun temel önermeleri arasındadır.

Gramsci’nin hegemonya kavramından esinlenen “eleştirel gerçekçi yaklaşım” okulu da bir başka önemli açıklama modelini oluşturur. Bob Jessop’un “düzenleme ekolünün kuramsal argümanlarından da yararlanarak geliştirdiği” eleştirel gerçekçi yaklaşım “birikim stratejisi” ve “hegemonik proje” kavramlarını stratejik- ilişkisel bir bağlama yerleştirerek sınıf egemenliğinin yeniden üretimini somut toplumsal formasyon analizine uyarlamaya çalışır. Bu çerçeveden üretimini somut toplumsal formasyon analizine uyarlamaya çalışır. Bu çerçevede “Birikim stratejisi” kavramı, burjuvazinin değişik kesimlerini farklı ölçeklerde şartlandırılan özgül bir ekonomik büyüme modeline dayalı stratejik yönelimleri ifade eder. “Hegemonik proje” kavramı ise, sınıfsal çıkarlar ile genel toplumsal çıkarlar arasındaki çelişkilerin özel bir tarzda aşılmasını amaçlayan bütünleşme tasarılarını anlatır. Eleştirel gerçekçi yaklaşıma göre, birikim stratejisine uygun hegemonik projenin ancak tarihsel blokun organik bütünlüğünün gerektirdiği yapısal eğilimlere denk düştüğünde başarıyla sonuçlanır. Bununla birlikte eleştirel gerçekçilik hegemonik üstünlüğün toplumun bütün kesimlerini aynı şekilde kapsamayacağına vurgu yaparak yayılmacı hegemonyaya dayalı “tek uluslu” projeleri ile hegemonyanın sınırlı kaldığı “iki uluslu” projeler arasında ayrım yapılması gerektiğini ileri sürer.

1980 yıllarının sonlarına doğru hegemonya kavramının sosyal bilim alanında yaygınlaşmasını sağlayan bir başka kuramsal eğilim, Einesto Ladav ve Chantel Mouffe gibi yazarlar tarafından geliştirilen post-marksizim içine ortaya çıktı. Gramsci’nin hegemonya kavramını farklı bir sorunsal bağlamında yoruma tabi tutan bu eğilim, ekonomik indirgemeci olmayan bir toplumsal kuram geliştirmeyi hedeflemiştir. Post-marksist yaklaşım toplumsal formasyonun şekillenmesinde salt maddi/ekonomik yapının belirleyici olduğu ve hegemonyanın ancak temel sınıflar arasında kurulabileceği tarzındaki klasik Marksist yaklaşımı reddeder. Bun göre söylem düzeyinde kurulan hegemonya, sınıf dışında tüm toplumsal öznelerin dikkate alınmasını gerektirir. Toplumda tek bir hegemonya odağı olmadığı biçimindeki kuramsal önerme, yeni toplumsal hareketler (örneğin kadın hareketi, çevrecilik, eşcinsel hareket vb.) aracılığıyla etkinlik kazandırılacak olan radikal demokrasi görüşünün kuramsal dayanağını oluşturur.

Hegemonya kavramı, Antik Yunan’daki anlamını içerecek bir biçimde ulus devletler arasındaki ilişkileri açıklamak amacıyla uluslararası ilişkiler teorisi alanında kullanılır. Bir devletin askeri, ekonomik, siyasal ya da kültürel üstünlüğüne dayanarak öteki devletler üzerinde uyguladığı tahakküm “hegemonyacılık” terimiyle ifade edilir. Kavramın bu kullanım tarzı siyasal-toplumsal alandan rızaya dayalı üstünlük formlarını tanımlamak için oluşturulan özgün hegemonya sorunsalından farklılaşır.

Yine marksizmin ekonomi politik perspektifini uluslararası ilişkiler alanına uygulayan kimi düşünürler hegemonik güç durumuna gelmeyi hedefleyen bir ülkenin temsil ettiği değerleri küresel düzeyde yaygınlaştırmalıdır. Önermesini ileri sürmüşlerdir. Bu yaklaşıma göre, uluslararası alanda hegemonyanın kuruluşu ya da hegemonik güç haline gelme sadece ekonomik ve askeri potansiyellere bağlı değildir, bu bakımdan dünya sistemiyle ilgili olarak evrensel olduğu varsayılan ideolojik değerlerde önemli bir rol oynar ve bunun dikkate alınması gerekmektedir. Çünkü devletler arası ilişkilerde sömürüye dayalı üstünlük tarzları ideolojik ve kültürel alanlardaki önderlik uygulamalarıyla desteklenmediği müddetçe sistematik bir hegemonik etkinlik geliştirilemez. Fakat küresel çapta kurulabileceği öngörülebilen hegemonik sistem hakim üretim tarzının bir biçimde tüm ülkelerde başat hale getirilmesini gerektirir. Öyle ki, evrensellik, iddiasındaki dünya hegemonyası siyasal, toplusal, ekonomik ve askeri yapıların karmaşık bir eklemlenmesini zorunlu kılar. Eleştirel kuramcılara göre, uluslararası kuruluşlar ve küresel sivil toplum hegemonik devletin kendi çıkarlarını geliştirmesine yardımcı olan yapılar olarak rol oynar.

Demokratik Modernite kuramının Hegemonya kavramına yüklediği anlam ve hegemonya yaklaşımı daha değişiktir. Bu okul, tarihi ahlaki-politik toplum birimi üzerinden çözümleyip kuramsallaştırdığından, hem felsefi yöntemsel yaklaşım açısından hem ideolojik-politik ve eylemsel açıdan anti-hegemonik bir karaktere sahiptir. Dolayısıyla modernist sosyal birim ekollerinin hegemonya kavramına yüklediği pozitif anlama mesafelidir ve herhangi bir sınıf, toplumsal kimlik adına diğer sinif ve kimlikler üzerinde hegemonya kurmayı olumlamaz.

Demokratik modernite okulu; Gramsci’den de esinlenerek hegemonyayı “merkezi hegemonik iktidar” terimiyle kuramsallaştırır. Buna göre toplumsal sorunun yaratıcısı iktidar ve devlettir. Bu nedenle toplumun özyönetim erki ile iktidar olgusunu birbirinden ayrıştırmak, sınıf, iktidar-devlet yapısallığını toplum karşıtı bir uygarlıksal gelişme olarak görmek gerektiğini vurgular. Her iktidar hegemonik karakterlidir. Çünkü iktidar doğal toplumun özyönetimi ile savaş halinde varlık bulur, ve erkek egemenlikçi, hiyerarşik zihniyetten kaynağını alır. Her düzeydeki iktidar odakları birbiriyle ilişki çelişki ve çatışma halinde olmak kadar bütünlük içinde hepsi topluma karşı savaş halinde gelişim gösterir. Ve sınıflı devletçi uygarlık sistematiği olarak tarihselleşir. Toplum, merkezi hegemonik iktidara karşı direnç halinde uygarlık tarihinin demokratik kutbunu oluşturur. Bu bağlamda merkezi hegemonik iktidar kuramı iktidar devlet yapısallığının tarihsel oluşum ve gelişimini toplumu nasıl bir sömürü ve baskı cenderesi altında tutuğunu anlamamıza olanak sağlar. Bu yaklaşım, kapitalist modernitenin hegemonik ilişki sistematiğinin her düzeydeki görünümlerini, bu hegemonyaya karşı direnç ve özgürlük sorunsalını tarihsel-güncel, siyasal-toplumsal bağlamda diyalektik bütünlük içinde çözümler. Demokratik, ekolojik ve kadın özgürlükçü bir toplum perspektifiyle iktidar ve devlet odaklı olmayan alternatif bir modernite inşasını öngörür.

Sonuç olarak, Gramsci’nin hegemonya kavramı, kapitalist ülkelerdeki egemenlik ve iktidar ilişkilerini çözümlemek amacıyla kullanılan önemli bir kuramsal yaklaşımdır.

Hegemonya çözümlemesi tarihsel ve uzamsal olarak belirlenen ideolojik-politik ilişki biçimlerini toplumsal yaşamın her alanında açığa çıkan bütün görünümleriyle birlikte kavramaya yardımcı olur. bu çerçevede Gramsci’nin kuramsal katkısı hegemonik zihniyet ve sistematiğin kendini yeniden üretme yeteneği koşullarına olduğu kadar, karşıt-hegemonya savaşımlarının açığa çıkarttığı toplumsal dönüşüm dinamiklerine de işaret etmesinde ifadesini bulur. Öz cümle

Gramsci’de hegemonya esasta politik bir ilke ve stratejik bir önderlik biçimidir. Gelişmiş kapitalist ülkelerde sosyalist dönüşüm sorununun farklı bir perspektiften görülüp yeniden formüle edilmesine olanak sunar ve toplumsal mücadele önderliğine yol gösterir. Bu sol liberal ve stalinist yaklaşımlardan uzak, sosyalizme demokratik bir yoldan gitme stratejisi olarak somutlaşır.

[1] Gramsci’ye Farklı Yaklaşımlar (s.271) A.S.Sassoon
[2] Antonyo Gramsciyle Yeni Bir Giriş(s.176) D.Ransonre
[3] Antonyo Gramsciyle Yeni Bir Giriş(s.177) D.Ransonre
[4] Antonyo Gramsciyle  Yeni Bir Giriş(s.177) D.Ransonre
Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.