Düşünce ve Kuram Dergisi

Ortadoğu’da 3. Dünya Savaşının Karakteri ve Çıkış Umudu

Mesut Yurtsever

Reel Sosyalizmin çöküşü ve Sovyetlerin dağılmasından bu ya Ortadoğu üzerinde çok katmanlı bir savaş yaşanmaktadır. Pek çok siyasi, askeri analist-stratejist bu savaşı ya anlamlandırdığı şekilde tanımlamış ya da tanımladığı şekilde anlamlandırarak bir çerçeveye oturtmak istemiştir.  “Medeniyetler Çatışması”, “Yeni Dünya Düzeni Savaşı”, “BOP Savaşı”, “Teröre  Karşı Savaş”, “Haçlı Savaşları”, “İslam Karşı Savaş” vb. tanımlar yapıla gelmiştir. Abdullah Öcalan ise ortadoğu bu savaşı “3. Dünya Savaşı” olarak tanımlar. Bu savaş, kapitalist sistemle yaşadığı kaostan çıkışa bir cevaptır. Bu özelliğinden ötürü kendine özgü karaktere sahiptir. Bu savaş fiilen 1991 Körfez Savaşı ile başlar. 2001 Afganistan, 2003 Irak, 2008 Libya, 2011 Suriye, Yemen, Filistin vb. müdahalelerle genişleyip derinleşerek devam eder. Olası bundan sonraki çatışma ve müdahalelerin genişleyip derinleşeceği mekanların başında İran olduğu sıkça dile getirilse de İran’la vesayet savaşları adı altında Suriye, Irak Lübnan, Yemen vb. yerlerde çatışmalar yaşamaktadır zaten. Direkt İran toprakları üzerinde fiilenn askeri müdahale olmasa da  İran, Türkiye olmak üzere bölgenin diğer tüm devletleri üzerinde yoğun bir ekonomik, siyasi, kültürel, diplomatik vb. bir müdahale ve savaşın yürürlükte olduğu aşikardır. Ortadoğu bölgesi bu anlamda küresel hegemonik güçlerle, bölgesel, yerel hegemonik güçler arasında sürekli değişkenlik gösteren bir ilişki, çelişki ve ittifak mücadele alanı olmak kadar, her türlü askeri operasyonların yürütüldüğü sahne konumundadır. Ortadoğu karşıt hegemonik güçlerin, hegemonyalarını koruma, yeniden tesis etme ve başat kılmanın arenası durumundadır.

Ortadoğu’nun küresel, bölgesel ve yerel hegemonik güçlerin çelişki ve çatışma merkezi olması tesadüfi olmadığı gibi, kendiliğindenliğin de bir sonucu değildir, bu durumu hem kapitalist modernist sistemin yaşadığı yapısal kriziyle, hem de Ortadoğu gerçekliğiyle ilişkili görmek gerekir. Devletli uygarlık, kapitalist modernite şahsında yapısal yani sürdürülemezlik krizini, çöküşün evresini yaşamaktadır. Ortadoğu’nun tarihsel-toplumsal gerçekliğinin bir yanı iktidar-devletin anayurdu, doğuş beşiği iken, öteki yanı ise, temel kültürel toplum olarak tanımladığımız; sınıf, sömürü ve hegemonyanın karşıt kutbunu bağrında taşıyan demokratik toplum geleneğinin anayurdu konumundadır. 3. Dünya Savaşı olarak tanımlanan olgu, Ortadoğu’nun bu iki gerçekliği ve de devletli uygarlığın krizi ile yakından bağlantılıdır. Bu savaş halinin aşılmasının yolu da kapitalist sistemin yaşadığı kaostan demokratik toplumcu değerler hattı üzerinden yeni alternatifler oluşturmakla mümkündür. Hegemonyaya karşı hegemonya ile cevap olmak savaşı derinleştirip, sorunlar süreklileştirmekten öte anlam taşımayacaktır. Ortadoğu’nun tarihsel-güncel gerçekliğinin bu ikili yönü, onu kapitalist modernist sistemin yapısal krizi içinde en hassas yer kılmaktadır. Bu, hem kapitalist sistemin kendini restore-reforme edebileceği ve hem de çözülüp dağılmasının potansiyellerini bağrında taşıyan bir zemin anlamını taşır. Merkezi hegemonik iktidarın temsilcisi ABD-İngilterenin Ortadoğu’ya böle kapsamlı yönelimlerini birde bu yönüyle incelemek, irdelemek ve düşünmek gerekir. Trilyonlarca dolar harcamalarına ve istedikleri sonuçları alamamalarına karşın, yönelimlerindeki ısrarın sadece maddi boyut olmadığı, bunu da kapsayan “sistemi korumak” gibi stratejik bir önem taşıdığını göz ardı etmemek önemlidir.

Ortadoğu hem hegemonyanın hem de merkezi hegemonik iktidarın doğuş coğrafyasıdır; devlet ve iktidarın yeşerdiği ilk topraklardır. İktidar ve devlet olguları burada doğup, büyümüş ve tüm dünyaya yayılmıştır. Farklı biçimlere bürünse de onu bir varlık kılan özler bu topraklara aittir. Sümer Rahip tapınağından başlayan yürüyüşün, Beyaz Saraya varması onu özsel anlamda hiç değiştirmemiş, sadece her uğradığı ve en son vardığı topraklardan beslenmesinin bir sonucu, formsal değişikliklere uğramıştır. Devlet bu anlamıyla, oluşumundan günümüze çoğalıp çeşitlenen bir olgu olsa da özü hiç kesintiye ve değişime uğramayan bir varlıktır. Günümüz Merkezi hegemonik iktidarın, sistemlerinin yapısal krizine çareyi burada araması, bu anlamda manidardır. Doğduğu topraklarda derdine derman arama yaklaşımı gibi görünüyor. Fakat son otuz yılın pratiğine bakınca, derdine derman bulmadan öte; doğduğu topraklara geri dönen  yaşlı-hastalıklı bir insanın son demlerini yaşaması gibi bir durumla karşı karşıya olduğu görülür. Kendi kuyruğunu ısıran yılan misali ABD’nin, devletin ilk doğduğu yerden kendi imalatı Irak ulus-devletini ortadan kaldırması da devleti uygarlığın sonunu geldiğini sembolize eder gibidir.

Devletli uygarlık, Sümer devleti ile doğdu. Köle devlet formu ile büyüdü. Feodal devletle olgunluk sürecini yaşadı. Kapitalist devlet ile de çöküş ve kriz evresini yaşamaktadır. Kapitalist devlet, bu anlamda özünde Devletli uygarlığın çöküş evresini temsil etmektedir. Kapitalist sistemin beş yüz yıllık tarihi, günümüzde tüm dünyada başat hegemonik sistem oluşu, onu temsil ettiği “devletli uygarlığın çöküş evresi” statüsünden çıkarmaz. Tersine, sadece son yüzyıllık uygulamalarının insanlığa, toplumlara ve doğaya yaşattığı yıkım-tahribatlarını düşünürsek, nasıl bir toplum ve doğa kırım özelliği taşıdığı görülür. Kriz üreten bir sistem olduğu için yaşadığı iç yapısal krizleri insanlığın, toplumların ve doğanın tepesinde (Misal 1. ve 2. Dünya Savaşları, endüstriyalizm, ulus-devlet canavarları vb.) patlatmaktan geri durmaz. 1970’lerden itibaren içine girdiği kriz ise yapısal nitelikte olup, krizin karakteri sadece kendisini değil, kendisi ile birlikte çöküş evresini yaşayan devletli uygarlığın sonunda getirir niteliktedir. Hala ayakta oluşu, karşı kutupta yer alan demokratik toplumcu güçlerin tüm çaba ve mücadelelerine karşın, onu aşma gücünü ideolojik, politik, ahlaki ve örgütsel-kurumsal anlamda oluşturamamalarıdır. Son yüz yıldır kapitalist modeniteye karşı toplumcu güçlerin önemli kazanımları söz konusu olsa da 2000’lere kadar özelde kapitalist sistemi, genelde devletli uygarlığı aşacak ve de alternatif oluşturacak kavramsal, kuramsal ve kurumsal bir çerçeveye sahip olamamalarından ötürü kendilerini ona eklemlenmekten kurtaramamışlardır.

 

Hegemonik Mücadele, Özünde Özgürlükçü Eğilimi Önleme Mücadelesidir

Küresel hegemonik güçlerin (ABD-İngiltere, AB, Rusya, Çin vb.) ve bölgesel, yerel hegemon güçlerin (İran, Türkiye, İsrail, Mısır, Suriye vb.) Ortadoğu özelindeki mücadelelerinin sonucunda kim baskın çıkarsa çıksın, dayandıkları düzlem kapitalist modernist sistem olduğu için sorun çözmekten çok sorunları derinleştiren bir konumda olacakları açıktır. Çünkü Ortadoğu’daki sorunların ana kaynağı binlerce yıllık iktidar ve devlet geleneğidir. Bu geleneğin kapitalist modernite süreci toplumsal sorunların “intihar çizgisi”nde seyretmesinin de belirleyicidir. Bölgede inşa edilen ulus-devletler ve onların dayandığı milliyetçilik, dincilik, devletçilik bunun baş sorumlusudur. Ortadoğu’da hiçbir ulus-devlet oluşmuş değildir. Hepsi oluşturulmuş, yapay birer olgudur. Bölgenin kültürel kimliğine karşıtlığı bağrında taşıyan bir öze sahiptir. Bu özelliğinden ötürü, ulus-devlet gerçekliği, Ortadoğu toplumlarının ortasında patlatılan bir atom bombası gibidir. Sadece Arap toplumunun 22, Kürtlerin dört parçaya bölünmesi bile bunun göstergesidir. Mevcut ulus-devletler birde sadece kendilerini inşa eden Batı sisteminin birer ajanı, acentası değil, onlar adına kendi toplumlarını kontrol ve sömürü altında tutan birer yapı konumundadır. Geleneksel iktidar ve devlet olgusu ile ortaya çıkan toplumsal sorunlar, ulus-devlet olgusuyla sadece derinleşmemiş, toplumları kendi kendini çürütecek bir noktaya taşınmıştır. Bu açıdan sorun üreten sistem ile (kapitalist sistem) ve onun maddi-zihni araçlarıyla (ulus-devlet, kapitalizm, endüstriyalizm, milliyetçilik, pozitivizm, cinsiyetçilik ve dincilik) sorunlara göre olunamayacağı Irak, Suriye, Libya, Afganistan, Yemen, İsrail, Filistin, Türkiye vb. örnekler bize çarpıcı bir şekilde gösterir. Bu açıdan, Ortadoğu’daki hegemonik güçlerin mücadelesinden kim “başarılı” çıkarsa çıksın; şayet halklar alternatiflerini oluşturmaz ise, kaybeden halklar, toplumlar olacaktır. Çünkü, sömürü ve baskı, düzenin de hiçbir değişiklik olmayacaktır. Hatta şayet doğru bir önderlik ile karşı durulmaz ise “halklar” adına Afganistan, Irak vb. yerlerde görüldüğü gibi daha ucube, ilkel, zamanını çoktan geride bırakmış yapılanmaların iktidar devri başlayabilir. Bu, toplumların ruhuna Fatiha okumak demek olur.

Toplumsal dönüşüm dinamiklerini bu anlamda doğru analiz etmek önemli hale gelmektedir. “Tarihin zorunlu ilerleme hattı” anlayışı ile ne gelişmeler doğru okunabilir ne de yetkin cevaplar geliştirilir. Yine, yaşananları kendiliğine bırakıp çözümün açığa çıkmayacağı da bir gerçek! Buna da ayrıca şunu da vurgulamak önemlidir. Toplumsal dönüşümler de “Zorunluluk İlkesi” diye bir şey söz konusu değildir. Böyle bir zorunluluk ilkesi yoktur. Marksistlerin en temel hatalarından biri, toplumların gelişim yasası adı altında gelişimi, zorunluluk ilkesine bağlanmaları olmuştur. Böyle bir felsefe ile dönüşümlere yaklaşan güçlerin (Marksistler dahil) tümünün amalarının tersine, sınıflı-devletli toplumu temsil eden kapitalist sistemle buluşması veya içinde erimesi bunu gösterir. Dönüşümleri daha çok “Dönemin ideolojik, politik ve ahlaki duruşlarının mücadele tarzıyla bağlantılandırmak çözümleyici” olur. Böyle yaklaşılırsa o zaman bir dönem komünistleri iktidara taşıyan Afganistan’ın nasıl Taliban iktidarına evrildiği de çözümlenir, anlamlandırılır ve dersler çıkarılır. Sınıflı ve devletli güçlerin, gelişimleri kendi lehlerine göre olması için içine girdikleri çok yönlü mücadele ile (ideolojik, ekonomik, kültürel, siyasi, askeri vb.) “zorunlu ilerleme” yasasına göre davranmadıklarını bize gösterir!

Bunu, şunun için vurguluyoruz: Hegemonik güçlerin bir mücadele arenası olması Ortadoğu’da halklar, toplumlar lehine bir alternatifin çıkmayacağı veya kendiliğinden açığa çıkacağı anlamına gelmiyor. Tüm hegemonik güçlerin kıran kırana mücadelesi biçimde birbirine hegemonyalarını kabul ettirme gibi görünse de özünde, en dip ya da temel amaç, halklar lehine bir alternatifin ortaya çıkmasını önleme, varsa bastırma ve ortadan kaldırmadır! Sadece 1970’lerden günümüze ortadoğu’daki halk özgürlük eğilimli güçlere dönük direkt veya dolaylı yapılan tüm operasyonlar ve darbeler bunun ifadesidir. Filistin Kurtuluş Örgütüne karşı Hamas’ın Türkiye devrimci demokratik güçlerine karşı milliyetçi ve siyasi İslam’ın; İran’daki TUDEH vb. halk özgürlük eğilimli güçlere karşı Humeyi’nin, Irak’ta KDP çizgisinin ve bir bütün tüm Ortadoğu’da “yeşil” kuşak” projesinin geliştirilmesi ve halk özgürlükçü güçlere operasyon, suikast, komple vb.nin yapılması bunun sonucudur.

Öcalan’a karşı 1980’lerden itibaren başlayan ve 1999’da küresel çapta bir komploya dönüşen NATO müdahalesi de bu kapsamdadır. Bu müdahalelerin tümü özünde Ortadoğu halklarının özgürlükçü eğilimine yapılan müdahalelerdir. Toplumları sınıf, iktidar ve devlet düzleminde tutma operasyon ve darbeleridir. Kapitalist modernist sistemin kendisi dışında bir alternatif modernite oluşumuna izin vermemedir!

Ortadoğu’daki hegemonik iktidar güçlerin mücadelesi bu anlamda, halk özgürlükçü eğilimin gelişmesi ve güçlenmesini önleme mücadelesi olarak tanımlayabiliriz. Bu kapsamda yürütülen siyasi, asker, ekonomik, ideolojik, kültürel, sanatsal vb. yönelimlerin tümü aynı amacı taşımaktadır. Yani halkların toplumcu, komün eğiliminin güçlenmesini önlemektir.

Hegemonik iktidar güçlerinin çok kapsamlı ve yoğunluklu yönelimleri bize ayrıca Ortadoğu’nun kapitalist modernist sistemin en “zayıf halkası” olduğunu işaret eder. Benzer şekilde üstü örtülmüş, daraltılmış, bastırılmış olsa da özgürlükçü ve eşitlikçi eğilim potansiyelinin en yoğun olduğu yerlerden biri olduğunu gösterir. İki yüzyıldır kapitalist sistem bütün yönelimlerine rağmen, bir türlü ortadoğu’da tutunamaması, benimsenmemesi, dirençle karşılanması bunun işaretidir. Ortadoğu coğrafyası nasıl ki beş bin yıllık iktidar, sınıf ve devlet kültürünün mekanı ise, ondan daha fazla iktidar ve devlet dışı toplumsal değerlerin üretildiği yerdir. Bu, toplumsal değerlerin bir sisteme dönüşmemesi, çok dağınık, parçalı ve örgütsüz olması ve hatta yerel, bölgesel, küresel iktidar-devletçi güçlerce baskılanması, yok olduğu veya olmadığı anlamına gelmiyor. Diyalektiğin en temel özelliklerinden biri zıt kutupların karşıtıyla beslenerek var olması olgusudur. İktidarcı-devletçi güçlerin varlığı,  beslendiği devlet dışı toplumların varlığının ispatıdır. Bu zaviyeden bakınca, sadece Ortadoğu’da değil, tüm dünyada hakim olan kapitalist sistemin beslendiği çok geniş ve yaygın bir devlet dışı toplum gerçekliğinin varlığını serimler. Bu gerçekliğin tarihsel-kültürel yapısından ötürü en yoğun olduğu yer; çarpıtılmış, bastırılmış çağın çok gerisinde de kalmış olsa Ortadoğudur. Ortadoğu’daki çok yoğun ve yaygın klan, kabile, aşiret, etnisite, din mezhep, tarikat, dil, kültürel topluluk vb. bunun nişanesidir. Çok kimlikli, dilli, dinli, kültürlü toplum gerçekliği ile üzerine inşa edilen, ona giydirilmeye çalışılan ulus-devletinin homojenleştirici “tek” li yapıları arasındaki derin çelişki ve çatışmanın kaynağı burasıdır. Ortadoğu’nun tarihsel ve güncel toplum gerçekliği ile doku uyumluluğu olmayan hiçbir yapılanmanın kabul görmeyeceği gibi sorunları derinleştirmekten öte anlamda taşımayacaktır. Bölge toplumlarının bağına birer hançer gibi saplanılan ulus-devletlerin son iki yüz yıl içinde kendi toplumlarına yaşattıkları acı, trajedi ve dehşeti göz önüne getirildiğinde toplumsal sorunlara çözüm ve cevabın farklı renkte iktidara ve devletçi formlar olmayacağı da görülür. Böylesi formlara dayanarak, toplumsal sorunlara çözüm aramanın sonucu bitmek bilmeyen savaşlar (iç ve dış) gerçekliğidir. İsrail-Filistin, Türkiye-Kürdistan gerçekliğinin yüzyıla, yarım asra varan mücadeleleri bunun en iyi örnekleridir.

 

3. Dünya Savaşından Kapitalist Sistem Kaosundan Demokratik Ulusla Çıkmak!

Hegemonik iktidar mücadelesinin en çok yoğunlaştığı anlar sıcak savaş zamanlarıdır. Fakat bu anlar sadece hegemonyaların yeniden tesis edildiği süreçler değildir. Ayrıca, toplumcu özgürlükçü güçlerin çıkış yapabileceği, en elverişli zaman ve anlardır. Sağlam bir teorik-kuramsal perspektif ve doğru bir stratejik ve taktik önderlikle bu zemin, önemli tarihsel çıkışlara vesile yapılanabilir. Bu kapsamda yakın tarihe bakıldığında; birinci hegemonik paylaşım savaşı sürecinde Sosyalist Ekim Devrimi; İkinci hegemonik paylaşım savaşında ise ulusal kurtuluş hareketleri dünya tarih sahnesine çıkışı yapmış ve tüm ezilen halklara umut ve moral olmuşlardır. Halen devam eden üçüncü hegemonik iktidar savaşından da Rojava Devrimi ve Arap Baharı denilen oysa Halklar Baharı olan direnişler çıkış yapmış, despotik ve otoriter yönetim ve rejimleri sarsmış iktidarlarını al aşağı etmiş, insanlık için yeni bir umut kaynağı olmuşlardır. “Arap Baharı” çıkışının üzerinden çok geçmeden kısa sürede, hegemonik güçlerin vesayeti altına girmesi yozlaşmasını, oynayabileceği tarihsel misyonundan sapmasını; selefi-radikal İslami hareketlere dönüşerek, gerçek özüne halkları ayaklandıran çıkış gerekçelerine ters düşüp, Ortadoğu insanının başına bela olmasıyla sonuçlanmıştır.

Rojava devrimi ise, başta kadın ve gençlik olmak üzere tüm ezilen ilerici, demokratik insanlığın moral ve umudu haline dönüşmüştür. Halen yerel, bölgesel ve küresel hegemonik güçlerin baskı, yönelim ve saldırıları altında kendini koruma, varlığını kalıcılaştırma mücadelesi içinde olsa da çıkışı tüm bölge ve dünya halkları adına tarihsel nitelikte bir olaydır. Çıkış yaptığı mekan küçük olsa da, üstlendiği rol ve misyon emsalsiz ve büyüktür. Varlığını koruyup kalıcılaştırılabilirse, başta Ortadoğu halkları olmak üzere tüm dünya halklarına, genelde sınıflı ve devletli uygarlık, özelde kapitalist modernist sistemi aşmanın prototipi olabilir! Bu, Ortadoğu halklarının beş bin yıl aradan sonra, tekrardan kendi kaderlerini, kendi ellerine alma imkanına kavuşması anlamına gelir.

İktidar ve devlet geleneğinin en büyük mirasçısı, küresel hegemonik güç ABD’nin devletin doğduğu yerde, Irak ulus-devletini ortadan kaldırması “her ot kendi kökü üzerinde kurur” a bir örnekse; Kuzey Doğru Suriye özyönetimi de beş bin yıl aradan sonra demokratik ve toplumcu geleneğe dayanarak, kendini varlıksallaştırması da “her bitki kökü üzerinde yeşerir”e örnektir. Biri zirveyi yaşarken (devlet geleneği) sondan solmaya, ölmeye doğru evrilirken, öteki(demokratik toplumcu gelenek)yeniden doğuşunu, en dip noktaya düşürülmüş bir toplumsal gerçeklikten yola çıkarak geliştirmeye çalışır.

Kuzey Doğu Suriye özyönetimi kendini iktidar ve devlet dışı bir düzlem olan demokratik toplum düzeni üzerinden varlıklaştırır. Bu yeni varlıklaşma, iktidar ve devletin tüm toplumsal sorunların ve hatta ekolojik felaketlerin ana kaynağı, müsebbibi olduğunu bildiğinden, zihnen ve bedenen oluşumunu, bu iki olgunun tüm maddi ve zihni yapılarından uzak tutar. Tarihte çok az, belkide hiçbir topluluğa nasip olmayan bir durumdur. Rojava devriminin çıkışını emsalsiz ve eşsiz kılan da bu yöndür. Tarih ezilenler adına ortaya çıkan tüm oluşum ve hareketlerin muazzam çaba ve direnişlerine karşın, en sonun da amaçlarının tersine, iktidar ve devlet düzlemine eklemlenmekten kurtulamadıklarının sayısız örneği ile doludur. Bunun en temel nedeni, karşı oldukları sistemin (İktidar, devletli sistemi)  genel kalıpları dışına zihnen çıkmamalarıdır. Zihnen bu kalıpları aşmayan oluşumlar, iktidar-devlet düzlemine eklenmekten kurtulamazken, bu düzlem dışında yaşamak isteyen toplumsal formlar ise varlık ve özgürlüklerini korumak için çağın dışında kalmayı göze alıp dağ, orman ve çöllerin kuytuluklarına sığınmak zorunda kalmışlardır. On binlerce yıl önce oluşan klan, kabile formaları ile dört-beş bin yıl önce oluşan aşiret, etnisite ve binlerce yıl önce oluşan dinsel temelli mezhep, tarikat ve kültürel toplulukların günümüz Ortadoğu coğrafyasında yaygın yaşaması bu gerçekliğin sonucudur

Toplumsal gelişmenin çok gerisinde kalmış toplumsal formal olsalar da farklı klan, kabile, aşiret, etnisite, mezhep, tarikat ve kültür de ısrar, özünde sınıf ve devletleşmeye karşı bir duruşu ifade eder. Bu yapıların ağırlık üst tabakasının iktidarlı ve devletli veya işbirlikçi bir pozisyonda oluşları, bu toplumsal olguların iktidarcı-devletçi düzlem dışındaki toplumcu duruşlarını ortadan kaldırmaz. Günümüzün toplumsal gelişim formunun çok gerisinde kalmaları, kendilerinde barındırdıkları toplumsal kimliğe bağlılık ve komünal değerler anlamlaşmasını görmezden gelmeyi gerektirmez. Tersine bu toplumsal formlar, toplumcu özgürlükçü güçlerin dayanacağı birer tarihsel mirastır. Bu formları, günümüzün çağdaş demokratik değerleriyle buluşturup, demokratik ulus formunun birer öğesi haline yükseltilmesi alternatif modernite olan demokratik modernitenin hızlı inşasına önemli katkıya yol açacaktır. Sol-sosyalist hareketlerin, bu toplumcu formları görmezlikten gelmesi, gericilik ve ilkellikle yaftalayıp iktidarcı güçlerin bu yapılar üzerindeki her türlü baskı ve şiddetini mazur görmesi sadece yanılgı değil, yanlış düzlemde olduğunu görmemesini ifade eder. Bu yaklaşım, özünde toplumu geliştiren, yaşatan iktidar ve devlettir  anlayışından kaynaklanır. Bu anlayış en eski olduğu kadar, zihinleri en çok işgal eden ilk büyük ve sistematik yalandır. Toplum bu ideaya inandırıldıkça, aleyhine olan süreci de meşrulaştırmış olmaktadır. Pek çok sol-sosyalist hareketin sistem içileşmesi bu yalana kapılmasının sonucudur. Rojava devrimi işte tam da zihni bu “ilk büyük ve sistematik yalan” ile bulanmamış hiçbir kimsenin kalmadığı, kapitalist sistemin kendini ebedi ilan ettiği bir çağda, bu ideanın yalan olduğunu kavramsal, kuramsal ve kurumsal pratiği ile ortaya koyar. 3. Dünya Savaşının hegemonik güçlerinin “bize bağlanırsanız yaşar, gelişirsiniz” ideası ve yönelimine, toplumcu yaşatanın, geliştirenin iktidar ve devlet düzlemi değil komünalite olduğunu ifade ederek, kendini demokratik, ekolojik ve kadın özgürlüğünü eksen alan bir toplum oluşturup cevap olmaya çalışır.

Bu cevabıyla, beş bin yıldır bir toplumsal sapma olarak akıp gelen devletçi toplum tarihinin karşı ucundaki toplumcu değerler ırmağını paradigmatik, sistematik bir karaktere büründürerek, alternatif sistem ve modernite olduğunu söylemselleştirir, oluşturur. Kapitalist modernite nasıl ki kendi ulus-devlet, endüstriyalizm ve kapitalizm temel sütunları üzerinden inşa edip yaşatıyorsa; Rojava varlıklaşmasıda demokratik moderniteyi esas alarak, onun demokratik ulus, demokratik konfederalizm ve eko-ekonomi veya komünal ekonomisi üzerinden kendini hem oluşturur hem de alternatif sistem haline getirir. Kapladığı mekanın küçük çaplılığına nazaran etkisinin dünyanın pek çok yerinde ve kesimin de hissedilmesi bundan kaynaklanmaktadır. Yerel, bölgesel ve küresel hegemonik güçlerin ilgi ve karşı yönelimlerine maruz kalması da bağrında taşıdığı alternatif modernite özelliğidir. Demokratik modernitenin prototipi olmasıdır. Bu prototip ayakta kalma başarısını gösterirse kapitalizmin Londra ve Amsterdam; İslamiyetin Mekke ve Medine’den ve hatta ilk devletin Uruktan tüm dünyaya yayılması gibi yayılabilir. Demokratik moderniteye dayanan demokratik uluslaşmada Kobane ve Şengal’den tüm dünyaya yayılma potansiyelini bağrında taşıyan mekanlar olarak karşımıza çıkıyor. Kobane ve Şengal’in kendilerinde barındırdıkları büyük anlam gücü ve çözümleyici yapısal kurumlarla çok kısa bir sürede Kobane’den Kuzey Doğu Suriye’ye Şengal’den Musul-Ninova ovasına yayılmaları bu potansiyelin gücünü gösterir. Her iki mekan muhtevalarında barındırdıkları anlam gücü ve kurumsallıkla kendilerini yoğunlaştırdıkça Uruk’un beş bin yıl önce bir tapınakla-Ziggurat-başlayıp tüm dünyaya taşırdığı devlet rolüne benzer ama tersi düzlemde ve istikamette bir işlev görebilirler. Toplumların, kendi kendini yönettiği ve de kendilerini devlet aygıtına ihtiyaç duymadan sosyal, ekonomik, kültürel, sağlık, eğitim, diplomatik, öz savunma, özyönetim vb. boyutlarda yöneteceği bir dönemi başlatırlar.

Çünkü Ortadoğu toplumsal sorunları en ağır, en kangrenli halini yaşayan bir coğrafyadır. Mevcut hakim sistem ve onun maddi-düşünsel yapıları (ulus-devleti, milliyetçilik, dincilik vb.) bundan birinci derecede sorumludur. Bunların çözüm üretme kapasitesi yoktur. Hatta iktidar ve devletle ulusun buluşturulup, ulus-devletin ortaya çıkışı “Çağın sorunlarının” ana kaynağıdır. Kobane ve Şengal’deki zihniyet ve onun kurumsallaşması bu sorunlarının panzehiri gibidir. Bu iki mekandaki çözüm doğalığında “çağın sorunlarının” çözümünün ana rolündedir.

İktidarın toplumun tüm hücrelerine ve doğa ile olan ilişkiye taşırılması, nasıl toplumun ve doğanın çözülmesine, parçalanmasına ve dağılmasına yol açıyorsa, demokratik ulusta, ulus-devletin bu olumsuz tahribatını, toplumu demokratikleştirerek ilişkileri (hem toplum içi hem toplum-doğa ilişkisini) optimal bir dengeye oturtarak hem toplumun ve doğanın sağlıklı gelişmesine, hem de toplum ile doğanın simbiyotik bir şekilde birbirini beslemesine yol açarak cevap olur. Ucu açık bir kimlik anlayışına sahip olduğu için farklı kimlikleri uzlaştırıcı, barışçı ve hoşgörülü kılar. Milliyetçiliğin, dinciliğin ve cinsiyetçiliğin kangrenleştiren çelişkilerinin aşılmasını sağlar. Her kimliğin kendini rahatça ifade etmesi, yaşatması kadar, daha üst bir kimlikle, kimliklerle buluşma imkanının zihinsel kodlarına sahiptir. Hiyerarşi, sınıf ve iktidar esas alınmadığından özgürlüğün ve farklılıklar içinde eşitliğin zihinsel zemini olur. Toplumun zihnen ve bedenen gelişmesini ve toplumda doğanın ekolojik birlik ve dengesini esas aldığından ekonomi, sanayi, bilim-teknik, sanat vb. olgular bu ilkelere göre işlevsellik kazanırlar. Toplumların ve bireylerin gelişmesine, refah düzeyinin artmasına ve sorunlarının çözümünü işlevli kılarlar.

Ortadoğu toplumlarının kölelik ve gerilik düzeyinin derinliği, kadının içinde tutulduğu kölelik ve gerilik düzeyinden kaynaklanmaktadır. Bu kölelik ve geriliğin kaynağı erkin, iktidar ve devlet olgusudur. Kobane ve Şengal’de varlıksallaşan anlam gücü, toplumun özgürleşme ve gelişme düzeyinin ölçüsünü, kriterini kadını duruşuyla orantılı ele alındığından demokratik toplumcu kadın özgürlüğü üzerine oturtur. Kadını da bu toplumun öncü-inşacı gücü olarak görür ve tanımlar. Hiyerarşi, sınıf ve iktidar olgularıyla kadın aleyhine gelişen toplumsal cinsel kırılmayı, binlerce yıl aradan sonra kadın lehine, eril erkek aleyhinde bir cinsel kırılmaya çevirerek, tarihsel-toplumsal gelişmeyi yeniden ayakları üzerine oturtarak, doğal, evrensel gelişimle uyumlu hale getirmeyi hedefler.

3. Dünya Savaşı bu coğrafyada otuz yıldır devam etmektedir. “Modern Tanrılar” (hegemonik güçler) en üstün teknolojik silahlarıyla kuşanıp, toplumlara nefes aldırmayan bir hegemonya mücadelesi vermektedir. Böylesi bir iklim ve mücadele arenasında bölgenin en ezilen topluluğu ve onun en ezilen kesimi kadının öncülüğünde, kendisini demokratik ulus kimliği çıkış yapar. Hiçbir hegemonik güce ve onun zihni-bedensel yapısına dayanmadan kendi kendini yönetebileceği adımlar atar. Bu çıkış ve adımlarıyla, hem kaostan çıkışın yol göstericiliğin öncülüğünü üstlenir hem de binlerce yıl önce neolitik toplumun oluşumunda öncülük ettikleri gibi, demokratik toplumun oluşumuna da öncülük ederek, tüm insanlığa örneklik teşkil ederler. Geçmişte “1, 2, 3 daha fazla Vietnam” denilirdi. Günümüzün temel sloganı ise “1, 2, 3 daha fazla Kobane, daha fazla Şengal” deyip dünyanın her yerinde toplumların kendilerini nefessiz bırakan kapitalist modernitenin iktidar-devletin her türlü maddi düşünsel etkilerinden arındırıp, kendi kendini yöneteceği demokratik, ekolojik ve kadın özgürlüğünü esas alan Kobaneleşmeyi, Şengalleşmeyi çoğaltmak gerekir.

 

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.