Düşünce ve Kuram Dergisi

Her Devrim, Bir İttifaktır

Ali Fırat

Bilindiği üzere tarihte ilk Sümer krallarına, Rahip-Krallar denmektedir. Rahip-Krallar, Kent Toplumunun ilk krallarıdır. Her kentin, ilkin bir Rahip-Kralı vardır. Bilim ve İlahiyat temelinde sağladıkları meşruiyet, krallık yönetimlerinin esas nedenidir. Bu durum, aynı zamanda zayıf yanlarını teşkil edecektir. Belli bir dönem sonra Hanedanlıklar Dönemine geçilecektir. Bunda ise, hanedan başının ittifaka gittiği ‘güçlü adam’ın etrafındaki askeri maiyet, temel rol oynayacaktır. Zor, ‘rahip oyununu’ yenecektir.

Hanedanlık, ideoloji ve uygulama olarak bu düzeni tersyüz etme sonucunda gelişecektir. Ataerkillik olarak da adlandırılan bu düzende, tecrübe sahibi ‘Yaşlı Erkek’, askeri maiyeti bulunan ‘Güçlü Adam’ ve bir nevi rahip öncesi kutsallık lideri olan Şamanın ittifakıyla Ataerkil Yönetim kök salacaktır.

‘Güçlü Adam’, Ana-Kadın kıskacından kurtulmak isteyen erkeğin, etkili avcılık konumuyla sağladığı güçtür. Fiziki gücü ve avcılık tekniği, başarılı av yapma şansını arttırır. Bu özelliğinden yararlanmak isteyen gençlerle kurduğu birlik, daha da başarılı olmasını sağlar. Belki de tarihte İlk Askeri Maiyet bu temelde ortaya çıkmıştır. Avcı Erkek, tarihte kadın karşısında bariz bir üstünlüğe geçmiştir. Kabilenin yaşlılarıyla kurduğu ittifak, Ataerkilliği, Anaerkillik karşısında güçlendirecektir. Son ittifak halkası, toplumun şifa dağıtıcıları, mucize sahipleri olan Şamanlardır. Şaman, rahip ve büyücünün ortak fonksiyonlarını taşır. Eğitimcidir, belki de toplumdaki İlk Uzmandır. Biraz şarlatanlıkla karışık da olsa, Şamanın Uzmanlığı, toplulukta giderek kurumlaşır. Şaman da daha çok erkektir. Hanedanlık İnşasında bu güçlerin ittifakıyla, Anaerkil Düzen, büyük bir darbe yer.

Eldeki kanıtlar, daha yaygın tanrıça dinsel düzeni, dildeki dişil öğeler, yontular, ana-kadının yükselen gücünün açık göstergeleridir. Erkeklerin önemli bir kısmı doğal olarak bu düzenin uzağındadır. Ana-kadının yararlı bulmadıkları ve yaşlılar, ağırlıklı olarak bu sistemin dışında kalabiliyorlar. Başlangıçta çok zayıf olan bu çelişki, giderek gelişir. Avın gelişmesi, erkeğin savaş gücünü ortaya çıkarırken bilgisini de arttırır. Dışlanan yaşlılar bu temelde erkek egemen bir ideolojiye doğru gelişim gösterirler. Özellikle ‘Şamanizm’ bu olguyu çarpıcı olarak karşımıza çıkarmaktadır. Şamanlar daha çok rahiplerin prototipini temsil etmektedir. Kadınlara karşı çok sistemli olarak karşı bir hareket, bir ev düzeni geliştirmek istiyorlar. Daha önce ana-kadının gelişmiş evcil düzeni karşısında basit kulübelerde yarı-vahşi gibi barınan erkek, Şamanizm ile karşı bir ev düzeni oluşturabiliyor. Şamanlarla yaşlı ve tecrübeli erkeklerin ittifakı, önemli bir gelişmedir. Aralarına aldıkları bazı genç erkekler üzerinde kurdukları ideolojik güçle topluluk içindeki konumları giderek güçleniyor.

Şamanizm’e yakından bakıldığında, yanıltma ve güç gösterisi ağır basan bir meslek olduğu hemen anlaşılır. Doğal toplumun saflığı üzerine yayılacak kurnazca otorite için güç ve mitoloji özenle hazırlanır. Şaman artık rahipleşme, din adamı olma yolundadır. Yaşlı atayla ilişkiler ittifaka varır. Tam hâkimiyet için güçlü avcının adamlarına ihtiyaçları vardır. Gücüne ve av yeteneklerine en çok güvenen grup, ilk askeri çekirdeğe dönüşme eğilimindedir. Bu üçlünün elinde giderek değer ve yetenekler birikmektedir. Kadın-ananın etrafı kurnazlıkla yavaş yavaş boşaltılır. Evcil düzen gittikçe kontrol altına alınır. Önce kadın, erkeklerin etkileyici gücü ve söz geçireni iken, yavaş yavaş yeni otoritenin hükmüne girer… Bilgenin bu işten yararı ise, yaşlılığın sıkıntılarını kolay aşmaktır. Çevresinde toplanan gençlerden yetenekli olanlar, tecrübesinden yararlanarak daha da başarılı olabileceklerini kavramaktadır. Dinî yorumcunun ilk örneği olarak Şaman da yakın bir müttefik olabilir. Şamanın giderek din alanındaki sözcü olması, rahibe dönüşmesi anlamına gelir. Avda ustalık kazanmaları erkek gençleri bir şefin etrafında askeri maiyetin prototipi haline getirir. Rahip-Şef-Bilge ittifakı, yükselen hiyerarşiyi ifade eder. Henüz devlet kurumsallığına ulaşılamamıştır. İlişkiler kişiseldir. Evcil-ana etrafındaki güç giderek dağılmaktadır.

Komünal Toplumun yaratıcı gücü Ana, bu yeni üçlü ittifaka karşı büyük bir mücadele verir. Tüm tarihsel kalıntılar, bu aşamanın güçlü bir biçimde yaşandığını göstermektedir. Neolitik Toplumda (M.Ö. 10000 – M.Ö. 4000) zirveye ulaşan Evcil-Ana Çağı, ataerkilliğin doğuşunu ifade eden şaman-şef-bilge ittifakıyla aşılır. Sümer Mitolojisindeki İnanna-Enki, Marduk-Tiamat ikilemi, bu tarih öncesi çağı simgelemektedir.

Sınıf kapsamındaki bu yeni kul, bir özgürlük isyancısı değil olsa olsa bir özgürlük hainidir veya özgür yaşam anlayışından boşaltılmış bir vakıadır, farklı bir olaydır. Hanedan şefi de devlet-iktidar ilişkilerine yönelirken benzer bir uygulama içinde olacaktır. Temel ittifak güçleri içinde daha görünür, sağlam çıkarlara dayalı güçlü bir örgütlenme ilk şarttır.

“Uygarlıklar arası çatışma mı, ittifak mı?” sorusu, günümüzde pratikte tartışılan bir sorun olsa da tarihsel anlamı daha kapsamlıdır.

Uygarlık Toplumu, gerek kendi içinde gerekse farklı uygarlıklar arasında esas olarak çatışma üreten bir yapılanmadır. Bu yapılanmanın anlamı ve amacı, dayandığı sınıflaştırma, bunun için uygulanan baskı ve istismar, sürekli yanıltma ve perdeleme gerçekliği, neden sürekli çatışma üreten karakterde olduğunu açıklamaktadır. İktidar ve sınıflaşmanın kendisi, çatışmadır. Bu çatışmanın içte olması veya dışa karşı cereyan etmesi, özünü değiştirmemektedir. Uygarlıkları vasıflandırarak özünü değiştirmek, farklı özdeymiş gibi yansıtmak da gerçekçi görünmüyor. Savaşçı veya barışçı, tek tanrılı ya da çok tanrılı, verimli ya da verimsiz, kültürlü ya da cahil, aynı kavimden veya farklı kavimlerden oluşları, özselliklerini değiştirmez. Yönlendirici gücü, dünyanın tamamını fethedinceye kadar kendini görevli sayar. Uygarlık için cihan gücü olmak, bünyesel bir hastalıktır, iktidar kaynaklıdır. Genişlemesi durduğu an gerilemeye başlar. Bunun sonu, normale çekilmek değil yıkılıştır. Çünkü tüm iktidar sistemlerinin normali yoktur. Kanser hastalığı gibi ya yok etmek ister ya da yok edilme zorunluluğuyla karşılaşır. Basit bir aşiret şefi olup da uygarlık atına binerek kendini tanrılaştıran çok kişilik vardır.

Tanrısallık iddiasının altında, insanlığı yok etme gücü yatmaktadır. Savaşla büyük yok eden, büyük yaratacağını da sanır. Benlik kontrol edilemezse, psikolojik olarak kendini sınırsız abartma hastalığına yakalanır. Uygarlık Sistemi, bu hastalığın ortam bulduğu toplumu sunar. İktidarın yozlaştıramayacağı hiçbir toplumsal değer ve kişilik yoktur denilir. Bu değerlendirme, iktidarın özüyle ilgilidir. Uygarlıklar, iktidar toplumları olduğundan, yaşamla en yoğun çelişki içindeki sistemlerdir. İktidar uğruna kardeşten tutalım eşe dosta kadar gözden çıkarılamayacak değer yoktur. Uygarlıkların yönetim güçleri incelendiğinde, neredeyse işlemedikleri cinayetler ve geliştirmedikleri komploların bulunmadığı görülecektir. Uygarlık güçleri, yalanın sistemleştirilmesine ‘Politika’ adını verirler. Eğer Tarih ve Şimdi, birbirine çok yakınsa, yine Mekânlar, bir merdivenin basamakları gibi peş peşe gelip birbirlerini tamamlıyorlarsa, o zaman, insanlığın bir bütün olduğunu, kavimler, dinler, devletler, uluslar, ittifaklar, BM’ler ve Enternasyonaller olmadan da zaten birliğini ve bütünlüğünü yaşadığını daha iyi yorumlayacağız. Demek ki sözde birlik arayan kurumlar, bunun tam tersini gerçekleştirenler oluyor. Uygar Toplum, garip bir oluşumdur. Söylediği her şeyin tersinin doğru olması gibi bir özelliği vardır. O halde şaşırmamak için Uygar Toplumu hep tersten okumalıyız.

 

1919-1922’de Gelişen Demokratik Ulus Devrimleri, Halkların Eseriydi

Cumhuriyet’in anti-Kürtleştirilmesi, geleneksel ittifakı bozmuş, Kürtler, tümüyle sistemden dışlanmıştır.

1919-1922’de Anadolu ve Mezopotamya’da gelişen Demokratik Ulus Devrimleri, gerçekten halkların eseriydi. Bu devrimlerin zaferini, halkların ittifakı sağlamıştı. Bu devrimlere önderlik eden M. Kemal’in o dönemdeki bütün demeçleri, bu gerçeği ifade eder. Ulusal Devrimin iki asli unsuru Türk ve Kürt halklarıydı. İdeolojik ve politik olarak da Türk, Kürt, Yahudi (Sabetayist) ve Çerkez Yurtseverliği, İslâm Ümmetçiliği ve Komünistlik, ittifak halindeydi. Dolayısıyla bu ittifakla kazanılan zafer, emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı bir Demokratik Ulusal Devrimdi.

Peki, burjuvazi diyebileceğimiz klik ne yaptı? Jön Türkler (ezici çoğunluğunun Türklükle ilgisi yoktur) denilen ve İttihat ve Terakki Cemiyeti adı altında bir araya gelen Masonik burjuvazi kimlerden oluşuyordu ve hangi komplolarla iktidara ve Ulusal Devrime damgasını vurdu?

İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin bir komplo ve darbe örgütü olduğunu, bütün vicdanlı bilim insanları ve aydınlar bilmektedir. İktidarı gasp ederek önce İkinci Meşrutiyet Devrimine, Birinci Dünya Savaşında da tüm iktidara damgasını vurduğunu konuyla ilgili herkes bilmektedir. 1919-1922 Ulusal Devrimine nasıl sızdıklarını, özellikle İngiliz hegemonyasıyla işbirliği içinde olanların geliştirdikleri komplo, suikast ve darbeleri de çok iyi bilmek gerekir. TKP (Türkiye Komünist Partisi) Önderi Mustafa Suphi ve onbeş kişilik tüm Merkez Komite üyelerini, komployla Karadeniz’de boğduranlar bunlardı. Hâlbuki temsil ettikleri Bolşevikler, Ulusal Devrimin başarısında stratejik rol sahibiydiler. Yine komployla Yunan ordusuna sığınmak zorunda bıraktıkları Çerkez Ethem ve güçleri, Ulusal Devrime gidişte birçok karşıdevrimci ayaklanmayı bastırmışlardı. Yobaz diye öldürdüklerinin büyük kısmı, yine ulusal kurtuluşta stratejik rol oynayan İslâm Ümmetçileriydi. Zaferden sonra sürgüne gönderilen Mehmet Akif ve Said-i Nursi, zafere kadar Ulusal Devrimin hizmetindeydiler. Koçgiri’den Dersim’e, Süleymaniye’den Diyarbekir’e kadar M. Kemal’in stratejik ittifak çağrılarına olumlu yanıt veren Alevi ve Sünni Kürtlerini, Ulusal Devrimin zaferindeki rolleri stratejik olmasına rağmen gerek devrim sırasında ve gerekse devrim sonrasında acımasızca imha ve inkâr edenler de bu komplocu güçlerdir. Önce İzmir suikastıyla, sonra mitolojik tanrısallıklarla M. Kemal’i etkisizleştirenler ve derin bir bunalıma itenler de bunlardır.

Kimdir bunlar? Ağırlıklı kesimi Türk olmayan Beyaz Türkler diyoruz bunlara, İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin artıkları diyoruz. İsmi önemli değil özü önemlidir bunların. Çok açıktır ki bunlar, ele geçirdikleri devlet iktidarı vasıtasıyla burjuvalaşan hem Meşrutiyet hem de Cumhuriyet süreçlerinde gelişen Demokratik Ulusal Hareketi, komplolar, darbeler ve suikastlarla vuran ve kontrolünü ele geçiren, Hitler’in bile kendilerini örnek aldığını itiraf etmekten çekinmediği Devlet-Ulusçu Karşıdevrimcilerdi. Eğer Anadolu ve Mezopotamya’nın, Türkiye ve Kürdistan’ın Modern Tarihini, ittifak halinde gerçekleştirilen Ulusal Devrimini ve Demokratik Ulusal Toplumunu gerçekçi olarak anlamak istiyorsak, Devlet-Ulusçu Karşıdevrimi ve bu karşıdevrimin karşıdevrimcilerini çok iyi tanımak zorundayız. Başka türlü yakın tarihi ve Cumhuriyet Tarihini doğru kavrayamayız.

KCK, Kürt Demokratik Ulusunun İnşasında, Cumhuriyet Tarihi boyunca inkâr edilen ve Kürtlerin asli unsur olarak katıldığı 1919-1922 Ulusal Devrimindeki rolüne sahip çıkar. Bu Ulusal Devrimi, Türklerin olduğu kadar Kürtlerin ve katılım gösteren diğer müttefiklerinin de ulusal devrimi olarak görür. Daha sonraki süreçlerde müttefiklerin dışlanmasını, tarihleri ve kültürlerinin inkâr edilmesini, devrimin halkçı karakterine karşı darbe sayar. Bu darbeye karşı Kürtlerin direnişini meşru, ilerici ve özgürlükçü olarak değerlendirir. Ayrıca Kürtlerin, Türklerle Malazgirt Savaşıyla (1071) başlayan stratejik ittifakının, gönüllülük esasına dayandığını, çeşitli kopmalara uğratılsa da bu tarihten beri iktidar ve devlet oluşumlarında Kürtlerle Türklerin iki esaslı ortak olduğunu, dolayısıyla her iki halkın tarihi ve kültürü arasında sıkı bir ortaklık ve iç içelik bulunduğunu beyan eder. Türkler ile Kürtlerin, Ortadoğu’nun son bin yıllık tarihinde ortaklaşa stratejik bir rol oynadığını kabul eder. Diğer halklarla ucu açık Demokratik Ulus anlayışıyla daha geniş Demokratik Ulusal Birlikler ve İttifaklara açıktır. Tarih boyunca Ortadoğu Kültüründe yaşanan birlikleri, evrensellikleri (en açık örneği İslâm Ümmetçiliğidir) güncelleştirip inşa etmeyi, Ortadoğu halklarının gerçek kurtuluş ve özgürlük yolu sayar.

İngiltere Hegemonyası, özellikle Hindistan’a kadar olan egemenlik yolu üzerinde bulunan Ortadoğu’ya, stratejik bir rol biçmişti. Napolyon’dan sonra Ortadoğu üzerindeki denetimini adım adım geliştirirken, sistemin bütünselliğini göz önünde bulunduruyordu. İspanya ve Fransa İmparatorluklarını bu amaçla minimize etmişti. Rus İmparatorluğu’nun güneye inmesinin önüne set çekmişti. Osmanlı İmparatorluğu’nu da kullandığı süre boyunca tampon statüsünde tuttu. Yükselen Alman Hegemonyasıyla ittifaka girince de parçalanma sürecine soktu. Birinci Dünya Savaşı ile amacına ulaştı. Bu tarihten sonra Ortadoğu’da kurulan tüm ulus-devletler, önce İngiltere’nin, sonra stratejik müttefiki ABD’nin damgasını taşırlar. Başta TC olmak üzere kurulan tüm ulus-devletler, merkezî ulus-devletin rızası olmadan varlıklarını sürdüremezlerdi.

Osmanlı İmparatorluğu, İslami Hegemonyanın son büyük temsilcisiydi. Önce Bizans Hegemonyasına, sonra başını Habsburg Avusturya’sının çektiği Avrupa Haçlı Hegemonyasına, ayrıca kuzeyden Rus Çarlığı’nın güneye doğru yayılışına, en son İngiliz Hegemonyasına karşı savaşlarla geçen altıyüz yılın sonunda yıkıldı. İmparatorluğun enkazından çıkarılan Cumhuriyet’i, sık sık çözümlemeye tabi tuttuk. Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılışını, Almanya ile ittifakına bağlayanlar yanılmaktadır. Almanlar kazansaydı bile yine dağılacaktı. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunu da önce Hıristiyan Halkların, sonra müttefikleri olan Komünistlerin, İslâm Ümmetçilerinin, Çerkezlerin ve Kürtlerin tasfiyesine; Yahudi-Siyonist milliyetçiliği ile Türk bürokratik burjuvazisinin ittifakına bağlamak mümkündür. İngiltere Hegemonyasında kurulan bu ittifakla, Ortadoğu’da İsrail’in oluşumuna giden yolda önemli bir kilometre taşı döşenmişti. Bütün göstergeler, Türkiye Cumhuriyeti’nin minimal gerçeğini, proto-İsrail’e bağlamaktadır. Kuzey Kürdistan’da Kürt varlığının tasfiyesiyle Güney Kürdistan’da minimal bir Kürt siyasi oluşumuna gidilmesi de Cumhuriyet’in proto-İsrail rolüyle yakından bağlantılıdır. O dönemin konjonktürü, bunu emretmektedir. Arapların çok sayıda ulus-devletçiğe bölünmesi de İsrail’in oluşumuyla bağlantılıdır. Günümüzde yeni kurulmakta olan Filistin ve Kürt ulus-devletçikleri de aynı program kapsamındadır.

 

İsrail, Sadece Bir Yahudi Ulus-Devleti Değildir

1919-1922 Ulusal Kurtuluş Savaşında, iki temel unsur olarak rol oynayan Türkler ve Kürtlerin bu tavrı, tarihsel geleneklerine uygundu. Selçuklu, Eyyubi ve Osmanlı Hanedanlıklarında görüldüğü gibi kurulan tüm iktidar-devlet oluşumlarında, ortak bir tutum benimsemişlerdi. 19. Yüzyılda, her iki tarafla oynayan İngiltere Hegemonyasının etkisiyle bu ortaklık bozulmak istendiyse de bunda başarılı olunamadı ve ortaklık sürdürüldü. Dizginleri Yahudi milliyetçiliği ve Masonluğun ellerinde olan Jön Türklerin, sonraki adlarıyla İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin komplo ve provokasyonları da aynı tarihsel ortaklık geleneğini bozamadı. Ulusal Kurtuluş Savaşının zaferini belirleyen de son tahlilde bu tarihsel ortaklıktı.

Burada sorulması gereken temel soru, dokuzyüz yıllık stratejik müttefik ve Cumhuriyet’in asli kurucu unsuru olan Kürtlerin varlığının neden yadsındığıdır. Türkiye Cumhuriyeti’nin kurgulanış mantığını çözümlerken, Fransız ve Rus Devrimlerindeki Yahudi milliyetçiliğinin etkisini ve sermayesinin gücünü, kesinlikle hesaba katmak gerekir. Bilindiği gibi Fransız kralları, katı Katolik olup Yahudi aleyhtarıydı. Ortaçağdan beri Yahudileri gettolara kapatmada ve antisemitizmi geliştirmede önemli rol oynamışlardı. Rus Çarları da katı Ortodokstular ve Katoliklerden daha fazla Yahudi pogromlarında (katliamlarında) rol oynadılar. Gerek Yahudi entelektüelleri (yazarları da diyebiliriz; daha önceleri peygamber unvanını taşıyorlardı) gerekse Yahudi sermayedarları (Tarih boyunca marjinal sermayenin önde gelen birikimcileriydi), bu krallık hanedanlarını iyi tanıyorlar ve bunlara diş biliyorlardı. Uygun buldukları zamanda bunlardan intikam almak için bileniyorlardı. Fransız ve Rus Devrimleri, onlara bu fırsatı fazlasıyla sundu. Her iki devrime de boşuna burjuva devrimleri denmemiştir. Devrimlerin ideolojik ve pratik hazırlanışında etkindiler. Her iki kralın idam edilmesinde ve devrimlerin burjuvazinin hegemonyasında gelişmesinde rolleri, katalizör düzeyinde belirleyiciydi.

Şüphesiz bunların etkileri, niceliklerinden değil niteliklerindendi. Kaldı ki, burjuvaziye öncülük edecek kadar sermaye ağırlıkları da vardı. Londra-Amsterdam hattında bir hegemonik yükselişi yaşayan Protestan Anglosaksonlarla ittifaklarının, her iki devrim üzerindeki etkisi oldukça yüksekti. Liberal veya reel sosyalist çizgide gelişen devrimlerin arkasındaki temel itici güçlerdi. Anglosakson Protestan burjuva ulus-devletçiliği, Avrupa’daki Katolik ve Ortodoks imparatorlukları hegemonik amaçlarla yıkıp parçalarken, temel yol göstericileri ve müttefikleri, Yahudi entelektüelleri ve sermaye güçleriydi. Yahudi entelektüellerinin ve sermaye güçlerinin etkisini hesaba katmadan, Avrupa burjuva devrimlerini çözümlemek çok yetersiz ve dogmatik kalacaktır.

Osmanlı İmparatorluğu’nda kademeli olarak önce kontrolü, sonra iktidarı eline geçiren İttihat ve Terakki Cemiyeti, özünde Yahudi militanları ve sermaye güçlerinin ideolojik ve pratik öncülüğünü ifade eder. Cemiyette, diğer milliyetlerden kurucular ve yöneticilerin rolü belirleyici değildir. Türk ve Kürt katılımcılar da buna dahildir. Türk ve Kürt öğeler, daha çok Yahudi etkinliğinin maskeleyicisi rolünü oynadılar. Kuruluşunda Cumhuriyet’in Ulusal Kurtuluşçu yönü kadar Demokratik Kurtuluş yönü de vardı. Devrim olarak başlangıçta Demokratik Ulusal Güçlerin İttifakı ile başarılmıştı. Komünistler, İslâm Ümmetçileri, Çerkezler, Kürtler ve Türklerden oluşan bir ittifak söz konusuydu. Fransız ve Rus Devrimlerinde olduğu gibi Anadolu Devriminde de demokratik ulus karakterli yapı, komplocu yöntemlerle diktatoryal ulus-devlete dönüştürüldü. Burada da başrolü oynayan, İngiliz Hegemonyacılığıydı. Fakat Cumhuriyet ulus-devletçiliğinde sadece demokratik ulusal unsurlar tasfiye edilmedi. Yine öncü rol oynayan beş paşadan Mustafa Kemal dışındakilerin tasfiyesiyle de yetinilmedi. İngiltere’nin yeniden düzenlemek istediği Ortadoğu’daki minimal ulus-devlet sisteminin (İngiliz Hegemonyasında kalacak büyüklükte ulus-devletler) köşe taşlarından olan Türkiye Cumhuriyeti, Ulusal Kurtuluş Savaşında düşünülenden çok farklı biçimde âdeta yeniden tasarlanıp inşa edildi. İsrail’in kuruluşuna giden yolda proto-İsrail olarak kurgulandı. Musul-Kerkük Meselesi (Kürdistan’ın parçalanması), bu konuda bir manivela olarak kullanıldı. Mustafa Kemal Paşa’nın önüne konulan ‘ya Cumhuriyet ya Musul-Kerkük’ ikilemi, bu anlama gelmekteydi. Burada da bir taşla iki kuş vuruluyordu. Hem Musul-Kerkük ellerinden alınıyor (Misak-ı Milli’ye aykırı olarak) hem de orada İsrail’in kuruluşuna giden yolda bir ikinci proto-İsrail Kürt oluşumunun temeli atılıyordu. Büyük Kuzey Kürdistan parçası ise, Cumhuriyet Tarihi boyunca kan revan içinde bırakılarak kıpırdayamaz hale getiriliyordu.

Kendi ümmet dincileri, baş müttefikleri komünistler ve Kürtlerle sürekli kavgalı olan, onların varlığını sürekli inkâr eden, sık sık provokasyonlarla imha ve idam eden bir Cumhuriyet’in, gelişme ve büyüme şansı elbette olamazdı. Küçük bir azınlık olan bürokratik Türk burjuvazisiyle Yahudi unsurların bu yeni sınıf jargonuna Beyaz Türkler denilmektedir. Bunlar, laik milliyetçiliği çok katı bir din olarak benimseyip Cumhuriyet’in tüm demokratik unsurlarını ötekileştirmişlerdi. Cumhuriyet Tarihi, bu özün korunmasından ibarettir. Menderes, Özal, Erbakan ve Ecevit gibi bazı devlet adamları, Cumhuriyet’in bu özünü biraz aşıp içerde demokratikleştirme, dışarıda ise Ortadoğu’da minimalizmi aşıp maksimize etme sürecine girmek istediklerinde hemen tasfiye edildiler. Minimal diktatoryal özün ‘tunç kanunu’, ısrarla korundu. Bunun için Kürtlere, Müslümanlara ve Komünistlere hatta Çerkezlere yönelik provokasyonlar ve komplolarla tasfiyeler, sürekli gündemde tutuldu. Katliamlar, tutuklamalar ve idamlar, hiç eksik olmadı. NATO’ya girildi. 1952’den bu yana Türkiye’yi fiilen Alman merkezli Gladio adlı gizli NATO ordusu yönetti. Ordu vesayeti ve darbeleri denilen süreçlerin arkasında hep Gladio vardı. Gladio yönetimi için sağ-sol, Alevi-Sünni, Türk-Kürt gerginlikleri sürekli çözümsüz bırakılarak, askeri ve sivil diktatörlüğe gerekçe kılındı. 1925’ten sonra benzer rolü, Kürtlere yönelik provokasyonlar oynuyordu. Soğuk Savaştan sonra Türkiye Cumhuriyeti’ne yeni roller biçilmek istendi. Ne de olsa İsrail’in kuruluşu tamamlanmış, Ortadoğu’daki hegemonya ilerleme sağlamıştı. Sovyet Rusya tehdidi ortadan kalkınca (1990), Ortadoğu’da ABD’nin tam hegemonyası için tarihî gün doğmuştu.

Bu tarihî günün önemini anlamak için temel göstergemiz yine İsrail’in konumu olmak durumundadır. İsrail kurulmuş ama güvenlik sorunları halledilememişti. Arap milliyetçiliği tarafından her an yutulabilirdi. Bunun için kalıcı müttefiklere, yeni strateji ve taktiklere ihtiyacı vardı. 1920’lerde Türkiye Cumhuriyeti’nde Beyaz Türk ulus-devletçi diktatörlüğün oynadığı rolü, bu sefer Kürdistan’da Beyaz Kürt ulus-devletçiliği oynayacaktı. 1990’lar dönemi, ikinci bir 1920’ler dönemidir. 2000’lerin başlangıç yıllarındaki İkinci Körfez Savaşı için de aynı şeyleri söyleyebiliriz. 1990’ların başlarında Sovyetler Birliği’nin çözülüşü, Kapitalist Dünya Hegemonyası (önder güç ABD) için yeni bir düşman belirleme sorununu ortaya çıkarmıştı. Sonuçta İsrail’in güvenliği temel alınarak, İslâm radikalizmi, yeni tehdit veya düşman olarak ilan edildi.

Açığa çıkan bu yeni gerçeklik, İsrail’in bölgedeki konumu üzerinde yeniden düşünmeyi zorunlu kılmaktadır. İsrail’in inşası, herhangi bir bölge ulus-devletinin inşası değildir, olamaz da. İsrail, sadece bir Yahudi ulus-devleti de değildir. Böyle anlamakla yetinilemez. İsrail’in kuruluşuna giden süreci yeniden göz önüne getirdiğimizde, Siyonist Kongre’nin toplanması (1896), Sultan Abdülhamit’in kıskaç altına alınması (1876-1909), İkinci Meşrutiyet darbesi, 31 Mart 1909’da Abdülhamit’in düşürülüşü, 23 Ocak 1913’te İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin bir darbe ile iktidarı ele geçirmesi, 1914’te bir oldu bittiyle Birinci Dünya Savaşına girilmesi, Sykes-Picot Antlaşması temelinde Ortadoğu’nun İngiltere ile Fransa arasında parçalanması, Balfour Deklarasyonu (1917 Filistin’de bir Yahudi yurdunun, İsrail’in kurulması planı), Filistin’de İngiliz mandacılığının kurulması ve TBMM’nin ilanı (aynı tarih, 1920), Ulusal Kurtuluş Savaşı sonrasında Lozan Antlaşması’nın kabulü ile birlikte Beyaz Türk ulus-devletçiliğinin, Demokratik Ulus Cumhuriyetçiliğini tasfiye edip (Ulusal Kurtuluş Savaşındaki ittifakı dağıtma ve azınlık diktatörlüğünü kurma) CHP diktatörlüğünü kurması (1923), 15 Şubat 1925’te Şeyh Sait’in provoke edilmesiyle Kürt katliamları sürecinin başlatılması (1925-1938), İngiltere-TC ittifakı (1939), İsrail’in kuruluşunun resmen ilanı (1948), TC’nin NATO’ya girişi (1952), 27 Mayıs darbesi (1960), 12 Mart darbesi (1971), 12 Eylül darbesi (1980), Çiller-Demirel darbesi (1993), Çevik Bir darbesi (1997) ve en son Ecevit’e darbe ve AKP’nin hükümete getirilişi (2002), bunlara ek olarak Birinci (1990) ve İkinci Körfez Savaşları (2001’de görünüşteki Afganistan’ın işgali aslında İkinci Körfez Savaşı ve Irak’ın işgali için bir prova niteliğindedir) gibi olayların ve benzer birçok olayın birbirlerine zincirlemesine bağlı ve İsrail eksenli olduklarını görürüz. Ayrıca bölgede kurulan ulus-devletleri de bu olaylar bağlamında düşünmek ve bu zincire eklemek gerekir. Kilometre taşları niteliğindeki tüm bu olayların iç bağlantısına girmeden rahatlıkla diyebiliriz ki, İsrail’in inşa süreci, bölgede Anglosakson Hegemonyasının gelişmesinin temel göstergesi durumundadır. İsrail, Osmanlı İmparatorluğu’nun bilinçli yıktırılışından sonra bölgenin yeni hegemonyasının ÇEKİRDEK GÜCÜ olarak tasarlanmış ve inşa edilmiştir. İngiltere-ABD Hegemonyası dünyada neyse, bölgenin yeni hegemonik gücü olan İsrail de Ortadoğu için odur. İsrail, küçük bir Yahudi ulus-devleti değildir sadece aynı zamanda büyük bir hegemonik güçtür.

 

AKP’nin, Hegemonik Sistemle Tam Uyumu Kaçınılmazdır

Birinci Cumhuriyet döneminde de proto-İsrail olarak ciddi ve kanlı geçen çelişkiler yaşanmıştı. Genç Türk bürokrat burjuvazisi, Yahudi sermayesiyle olan ittifakını sürekli kendisinden yana yontmaktaydı. Yahudilerin, Masonların payını sürekli azaltmak istiyordu. İngiliz yanlısı Maliye Bakanı Cavit Beyin (İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin önde gelen liderlerinden) 1926’da idam edilmesinden, 1943’te Varlık Vergisi adı altındaki el koymalara kadar varan birçok uygulama, Yahudi sermayesini sürekli kırpma amaçlıydı. Tüm bu olaylara rağmen Türk Yahudiliği, sistemin ideolojik, politik ve ekonomik yapısına hep damgasını vuran belirleyici güç konumunda kaldı. Ordu ve dış politikada da ağırlıkları, hep belirleyici oldu.

AKP ile Türk burjuvazisinin yeni bir kanadı, Konya ve Kayseri merkezli Anadolu özel sermayesi, Yahudi sermayesinden ve devletteki (Birinci Cumhuriyet’teki) gücünden daha fazla pay istemektedir. ABD-İngiltere-İsrail üçgeninin Ortadoğu’daki hegemonyasına hizmet etmek için bizzat bu üçlü tarafından oluşturulan AKP, hegemonyaya hizmet karşılığında payının arttırılmasını talep etmektedir. Bunun yolu da ordunun kendisine yönelik vesayetinin hafifletilmesi, kendisine karşı yeni darbelerin düzenlenmemesi ve Ortadoğu’daki sömürü pastasından daha fazla pay ayrılmasıdır. İsrail, bu yeniyetme Anadolu burjuvazisini biraz aşırı bulmakta, taleplerini kısmasını beklemektedir. Ayrıca ‘bölgesel güç’, ‘küresel güç’ teranelerini fazla abartılı bulmakta, bölgede ve dünyada kimin hegemon olduğunu doğru okumasını istemektedir. AKP’ye biçilen rol, İran Şii milliyetçiliği ile Arap radikal İslâmcılığını ve laik milliyetçiliği yumuşatıp hegemonik sisteme entegre etmektir. Bunun için ordu ve dışişlerinde, kendisine bir rol tanıdıkları açıktır. AKP de bu rolü oynuyor. Bu kısma ilişkin çatışma görüntüsü, danışıklı dövüştür ama pay arttırımına ilişkin çelişkileri gerçektir, ancak bunlar, sistem içinde çözülebilecek çelişkilerdir. Orta ve uzun vadede AKP’nin, hegemonik sistemle tam uyumu kaçınılmazdır. Dik kafalılık ederek, hele İran’la ve radikal İslâm’la hatta ılımlı İslâmcılıkla ittifak kurup hegemonik sistemi zorlarsa, eski seleflerinin ve CHP’nin başına gelenlerden farklı bir durum yaşamayacaktır.

Türkiye’nin, sistemin zayıf halkası olduğu rahatlıkla söylenebilir. Sistemden kopması ihtimali, zayıf bir olasılık değildir. Kopma, iki eksende gelişebilir: Birinci eksen, eğer aldatmaca değilse, İran, Suriye hatta Rusya ve diğer BRIC ülkeleriyle (Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin) geliştirmek istediği, eksen kayması olarak da yorumlanan ve küresel güç olmaya kadar varacak kuvvetli bir bölgesel güç olma, böylelikle İsrail, ABD, İngiltere ve AB hegemonyasına karşı çıkma yoludur. İmkânsız olmasa da mevcut Türkiye Cumhuriyeti’nin öz varlığı ve somut dengeleri itibariyle bu yol, çok zor geçilebilecek bir yoldur. İkinci kopma eksenine giriş, Cumhuriyet’in Ulusal Kurtuluş Savaşındaki ittifaklarının Demokratik Ulus temelinde güncelleşmesiyle mümkündür. Kapitalist Moderniteden kopmayla sonuçlanabilecek bu yolda, ulusal ve bölgesel düzeyde yaşanan temel sorunlar ancak Demokratik Modernite ile köklü çözüm şansına kavuşabilir.

1979 İran İslâm Devrimi, siyasi olduğu kadar kültürel bir devrimdir. Bu devrim, gücünü sadece Şii ulemanın örgütlenmesinden almadı; tersine esas gücünü İran halkının kökleri tarihin derinliklerinde olan toplumsal kültüründen aldı. Devrim, başlangıçta tıpkı Fransız, Rus ve Anadolu Devrimlerinde yaşandığı gibi demokratik ulusal nitelikteydi. Geniş bir demokratik ulusal güçler ittifakına dayanıyordu. Komünistlerden, Şii ümmetçilerinden ve başta Kürtler olmak üzere diğer İrani halkların yurtsever kesimlerinin geniş dayanışmasından kaynaklanan Demokratik Ulus İttifakı, zaferin esas sahibiydi. Ama tarihsel ve toplumsal yönetim geleneği daha güçlü olan Şii ulema ve orta tüccar (bazar) zümresi, kısa süre içinde kendi hegemonyasını kurdu. Diğer müttefiklerini acımasızca ezdi. 1920’lerin Türkiye Cumhuriyeti’nde de benzer hegemonik bir süreç yaşanmıştı. Devrimin Demokratik Ulus temeli, Şii ulema tarafından saptırılsa da özünde Kapitalist Moderniteye aykırılık teşkil etmekteydi. Şii oligarşi, tarihsel ve kültürel anlamı oldukça büyük olan bu antikapitalist birikimi, kapitalist sistemin hegemonik güçlerine karşı varlığını meşrulaştırmada bir koz olarak kullanmak istedi. Halen de bu temelde kullanmak istemektedir. İran oligarşisinin tüm çabası, devrimin anti-modernist (antikapitalist) temelini, Batılı hegemonik güçlere karşı bir silah olarak kullanarak, Ortadoğu ulus-devlet dengesinde onaylanmış ve itibarlı bir konuma yerleşmektir. Farklı bir modernite anlamında özünde Kapitalist Moderniteyle çelişkisi yoktur. Sistemle var olan çelişki, tıpkı Arap ulus-devletlerinde ve Türkiye Cumhuriyeti’nin birinci ve ikinci aşamalarında, taktik hesaplarla sistem içinde azami pay elde etme, onaylanma ve desteklenme karşılığında yararlanmalarına benzer bir amaçla kullanılarak, aynı sonuçlar elde edilmek istenmektedir. İran geleneğinde güçlü bir konumda olan bazar’ın, tipik tüccar pazarlığı söz konusudur. İran’da çelişki, tam da bu noktada başlamaktadır. Güçlü kültürel gelenek, Kapitalist Moderniteyle uzlaşmış bir Şia oligarşisini de kabul etmemektedir. Dolayısıyla İran’daki çelişkinin, iki alternatif modernite arasında bir mücadeleye dönüşme şansı her zaman vardır. Türkiye ve Arap ulus-devletlerinin aksine kolayca tasfiye edileceğe de benzememektedir.

Ağırlıklı olarak söylem düzeyinde sürdürülse de İran oligarşisi, günümüzde İsrail’le Ortadoğu üzerinde hegemonik bir çatışmaya girişmiş bulunmaktadır. Özellikle nükleer çalışmalarını, bu amaçla ikinci bir koz olarak kullanmaya çalışmaktadır. Şia geleneği, tarihte de hegemonya peşinde koşmuştur. Arkasında binlerce yıllık hegemonik bir İran’ı, silah olarak tutmakta fakat Kapitalist Modernite koşullarında kendi gücünü abartmaktadır. Sistemin azami küreselleştiği bir çağda, eğer köklü modernite tercihine yönelmezse, İran Şia oligarşisinin başarı şansı çok zayıftır. Kendisini BRIC ülkelerine benzeterek blok oluşturma hesapları da yapmaktadır. AKP’nin İkinci Cumhuriyeti ile de anti-PKK temelinde kurmaya çalıştığı ittifakı, Suriye ile birlikte genişletmek istemektedir. Tüm bu hesapların, hiçbir kıymet-i harbiyesi yoktur.

Diğer bölge ulus-devletleri gibi İran ulus-devletinin önünde de sorunlarını, iki eksenli çözme yolu vardır. Birinci eksenin çözüm vaadi, tıpkı Şahlık rejimi gibi sistemle uzlaşmaktır. Aslında Şia oligarşisi buna hazırdır. Ama sistem, kendisini olduğu gibi kabul etmemektedir. Fakat yürütülen uzlaşma görüşmeleri ya barışçı yolla ya da savaş yoluyla kapitalist hegemonik güçler lehine sonuçlanmak durumundadır. İkinci olarak, sorunların çözümü gündeme girdiğinde, sistemden radikal bir kopuş söz konusu olacaktır. Bu da hem Şia oligarşisi hem de Batılı hegemonik güçler (başta İsrail) çözümsüz ve güçsüz kaldıklarında devreye girmesi kaçınılmaz olan Demokratik Modernite Çözümü olacaktır.

Açık ki Kürdistan ve Kürtler, 2000’ler Ortadoğu’sunun hem Ulus-Devlet hem de Demokratik Toplum dengesinde etkin ve dinamik bir realite olarak yerlerini almışlardır. Türkiye Cumhuriyeti önderliğinde, İran ve Suriye ile girişilen anti-Kürt ittifakının, fazla başarı şansı yoktur. Çünkü kapitalist sistemin hesaplarına terstir. Bu yöndeki ittifak çabasının temelinde, Kürtsüz ve Kürdistansız bir sistem işbirlikçiliği yatmaktadır. Ama özellikle İsrail ve ABD’nin, bu yaklaşımı kabul etmesi artık mümkün değildir. 1920-2000 yılları arasında uygulanan bu Kürtsüz ve Kürdistansız emperyalizm işbirlikçiliği, artık uygulanabilir bir politika olmaktan çıkmıştır. Irak’la zaten ittifak içinde inşa edilen Kürt ulus-devletinin, yakında İran, Suriye ve Türkiye tarafından tanınması, güçlü bir olasılık dahilindedir. Fakat güçlük, bu tanınma karşılığında PKK ve KCK’nin tasfiyesinin dayatılmasından kaynaklanmaktadır. Bu da boş bir taleptir. Bundan sonra Kürdistan’ın ve Kürtlerin kaderini hem KCK’nin Demokratik Toplum gerçeği hem de Kürt burjuva ittifakın Ulus-Devlet gerçeği, iç içe ve belli bir yasal uzlaşma temelinde belirlemeye çalışacaklardır. Ortadoğu Modern Tarihinde ilk defa Demokratik Toplum Erki ile Ulus-Devlet Erki birlikte rol oynamaktadır. Özellikle Irak, Afganistan ve İsrail-Filistin’de hatta Türkiye’de yaşanan savaşlar ve yol açtıkları derin çıkmazlar, Kürtler için önemli dersler içermektedir. Katı sınırlara sahip ulus-devletçi politikaların, kanlı geçmişlerini tekrarlamamak için ikili bir sistemi, yani Demokratik Moderniteyi esas alan KCK ile Kapitalist Moderniteyi esas alan Irak Kürt ulus-devletinin uzlaşmasına dayalı bir sistemi esas alacaklardır. Böylece reel sosyalizmin ulus-devletçiliğinden de ders alınmış olacaktır. Kürtler ve Kürdistan, ne ikinci bir İsrail ne de diğer ulus-devletler gibi olacaktır. Hepsinin de içinde boğuştuğu temel sorunları aşan, yeni bir modernite sentezinin öncü güçleri ve mekânı olacaktır.

Cumhuriyet’i kendine dayanak yapan İngilizlerle işbirliği içindeki Yahudilerin, Kürdistan’da yurt arama çabası, yerini Filistin’de bir yurt kurma projesine bırakmıştı. Bolşeviklerin himayesinde Küçük Ermenistan’ın kurulması, Anadolu Ermenilerinin tasfiyesi ve Mezopotamya’daki Süryanilerin aynı akıbete uğraması, İngiltere’nin Kürtler ve Kürdistan politikasında kısmi değişiklikler yapmasına yol açtı. İngiltere, Musul-Kerkük’ü yani bugünkü Irak Kürdistan’ını alma karşılığında, Kuzey Kürdistan’ı tümüyle yeni Cumhuriyet rejiminin insafına terk etti. Kürdistan ve Kürtler için bu, stratejik ve ölümcül bir gelişmeydi. Rejim de bunun karşılığında sadece Musul-Kerkük’ü vermekle yetinmiyor, korunması karşılığında sonuna kadar bağlılık ve birlik içinde kalmayı vadediyordu. Buna ilişkin olguları, tek tek yeniden sıralamaya gerek yoktur. Mühim olan, bu ittifaktan, ölü Kürdistan ve öldürülmesi gereken Kürtler politikasının çıkmasıydı. NATO’ya girişle birlikte bu politikanın sorumluluğu, ABD ve diğer müttefiklerle paylaşıldı. Bu ittifakın, Ümmetçi Türkler ile Emekçi Türk Özgürlük ve Eşitlik Hareketlerini de hedeflediğini belirtmeye gerek yoktur.

Açık ki bu kadar anti’den sonra rejimi nitelemek, zor değildir. PKK ortaya çıkarken, bu statüden habersizdi. Genelde sol muhalif güçler içinde küçük bir grup olarak 1980’lere kadar özel bir dikkat çekmemişti. Sadece Gladio denetiminde olduğu tahmin edilen KDP kaynaklı bazı provokasyon örgütleri, özel olarak yönelim geliştiriyorlardı. Muhtemelen KDP, milliyetçilik bağlamında Kürdistan üzerinde kendini sorumlu gördüğünden, başka hareketlere sınırlama getirmek istiyordu. 12 Eylül askeri darbesinden beklenen, içteki gelişmelere ilişkin olarak Kürt-Türk, sağ-sol, Alevi-Sünni ayrımı yapmadan, kontrolü dışında olan tüm güçleri tasfiye etmekti. NATO Gladiosu’nun Türkiye kapsamında da 1960’lardan itibaren yoğunlaşan denetimi, 12 Eylül 1980 darbesiyle zirve yapmıştı. Dolayısıyla tasfiye planının arkasında, tüm ittifak güçleri vardı. Böylelikle kuruluşundan itibaren Cumhuriyet’e biçilen rol, ufak değişikliklerle esas olarak devam etmekteydi.

15 Ağustos 1984 Hamlesi hiç hesapta yoktu. Sovyetler Birliği ile yaşanan son hegemonik hesaplaşmalar, Kürdistan’da Özgürlük Hareketi’ni geliştirmek için elverişli bir ortam yaratmıştı. Bunu değerlendirmek, zor olmadı. Gecikmeli ve yetersiz de olsa 15 Ağustos Hamlesi başladığında, hiç kimse, sonuçlarını kestiremezdi. Zaten bu, mümkün de değildi. Çünkü günlük müdahaleler, her an yeni gelişmelere yol açıyordu. Hamle, ilk yılını doldurduğunda, iddia edilenin aksine NATO, 5. maddeyi, ilk defa Almanya üzerinden başlattığı saldırıyla kullandı. Ama bu uygulama, resmi ve meşru çerçevede değil gayriresmi ve meşru olmayan Gladio tarafından geliştirildi. Cumhuriyet’in kuruluşundan beri (daha öncesi de var) Türkiye’nin politik yaşamı üzerindeki etkilerini hiç yitirmeyen hegemonik güçler, 1950’lerden sonra Türkiye’nin NATO’ya girişiyle birlikte bu etkilerini, çok daha güçlendirdiler.

Ayrıca önce proto-İsrail rolünü oynayan Cumhuriyet, İsrail’in resmen kuruluşundan sonra bölgedeki tek izdivacı oldu. İlişkileri, ittifaktan da öte gayrimeşru evlilik düzeyindeydi. Ortaklığın biçimleri değişiyor, özü değişmiyordu. Hegemonik güçlerin 1945’ler sonrası Kürt politikası (İngilizlerin yerini ABD alıyordu. Ama hep stratejik ittifak halinde kaldılar), Irak Kürdistan’ını önce otonomi, sonra küçük bir ulus-devlet olarak inşa etmekti. Diğer Kürdistan parçalarındaki Kürtleri, işbirlikçileri olan Fars, Arap ve Türk ulus-devletçiliklerin inkâr ve imha politikalarına terk etmişlerdi. Irak Kürt Hareketi, esas olarak 19. yüzyıldan beri Kürtlere ilişkin çizilen rolün gerekleri için yeterliydi. Bu hareket üzerinden hem İran ve Türkiye’den hem de Irak ve Suriye’den beklentilerini hissettirebiliyorlardı. Dolayısıyla ayakta tutmak için var güçleriyle destekliyorlardı. İsrail de benzer amaçlarla bu hareketin arkasındaydı. Çıkarları gereği bazen ihanet etmekten de geri kalmıyorlardı. Bu temelde diğer parçalardaki Kürtlere ölü muamelesi yapmak, sistemin çıkar mantığı açısından anlaşılırdır.

 

Kürtlerin Müttefiklik Açısından Konumları Stratejiktir

Kapitalist hegemonyanın başındaki ABD, İngiltere ve İsrail ittifakı açısından, Suriye-İran-PKK üçgeninde ortaya çıkan gelişmelerin PKK ayağı etkisizleştirilmiştir. Fakat bu yönlü gelişmenin, pek de sistemin çıkarına olduğu söylenemez. PKK’nin yerine taktik amaçlı da olsa Türkiye’nin ikamesi gerçekleştirilmiştir. Anti-Kürt kapsamında da olsa, Türkiye-Suriye-İran dayanışması, hegemonik sistem için son derece rahatsız edicidir; hatta PKK’nin konumundan daha tehlikeli sonuçlara gebedir; özellikle İsrail açısından asla kabul edilemez bir durumu ifade etmektedir. Türkiye, bu dayanışmanın içine elindeki kozları güçlendirmek için girmiştir. Türkiye’nin, ABD-İngiltere-İsrail bloğundan beklentisi, Irak Kürtlerinin kontrolünü kendine bırakması ve özerk veya bağımsız herhangi bir egemenlik peşine düşmemelerinin garanti edilmesi, Ortadoğu’daki ranttan kendisine biraz daha fazla pay bırakılması ve İran’ın Irak’ın durumuna düşürülmemesidir.

Hegemonik sistemin, son ikiyüz yıldır uyguladığı politikalar açısından bu beklentiler, gerçekçi değildir. Türkiye ya sisteme uyacak ya da Irak ve İran’a uygulanan politikaların kendisine de uygulanmasına katlanacaktır. Sisteme tam uyması, Kürtlerle uzlaşmasını, Suriye ve İran’la olan ilişkilerine mesafe koymasını gerektirmektedir. Sistemden kopup yeni eksenler araması veya oluşturması halinde, kesinlikle Irak’takine benzer bir operasyona tabi olmayı göze alması gerekmektedir. Bu durumda sistem tüm gücüyle Kürt ulus-devlet hareketini destekleyecek ve Irak’taki Kürt ulus-devlet çekirdeğini genişletecektir. Bölgede büyük sonuçları olacak İsrail-Irak Kürt yönetimi-KCK bloklaşması beklenebilir ki, bu da Ortadoğu’yu büyük dönüşümlere zorlayacaktır. Türkiye şimdilik Araf’tadır. Kesin tercih yapamamakta, her iki tarafla klasik dengeci bir politika gütmektedir. Hegemonik sistem, Ortadoğu’da geri adım atamaz. Atması durumunda İsrail’in tasfiyesinden tutalım irili ufaklı birçok Arap devletinin ortadan kaldırılmasına kadar dünyayı kökünden sarsacak gelişmeler kaçınılmaz olacaktır.

Üçüncü Dünya Savaşı derken, bu olası gelişmeleri de göz önünde bulunduruyoruz. Nükleer silah dâhil en gelişkin silahlar kullanılacaktır. Sonuç, herhalde İkinci Dünya Savaşı sonrasının Avrupa’sından pek farklı olmayacak hatta çok daha ağır olacaktır. Şu son on yıllık aşamadaki gelişmelerle kıyaslandığında, olası gelişmelerin dehşeti, daha anlaşılır olacaktır. Bölgede kalması halinde hegemonik sistem, mevcut durumla yetinemez. Her hegemonik sistem gibi galebe çalmak isteyecektir. Bu da İran’ın Şia eksenli bölgesel etkinliğinden vazgeçip, Şahlık dönemindeki gibi uysal bir konuma gelmesini gerektirecektir. İran rejiminin olası bu durumu kabul etmesi, ölümüyle özdeştir. Bütün belirtiler, bölge üzerindeki etkinlik çabalarının artarak devam edeceğini göstermektedir. ‘Üçüncü Dünya Savaşı’nın yeni bir aşaması, olasılık dışı değildir. Şu anki kararsız denge durumu, uzun süre devam edemez. Her üç durumda da Kürdistan’ın, coğrafya olarak ve Kürtlerin de müttefiklik açısından konumları stratejiktir. Dengenin hangi taraf lehine veya aleyhine sonuçlanacağını belirleyecek konumdadır. Kürdistan ve Kürtler, tarihin bundan sonrası için geleneksel satranç tahtası ve piyon olma rollerini terk edip özne konumuna gelebilirler. Bunda takip edilecek siyaset, iç ve dış ittifaklar, belirleyici rol oynayacaktır. Sistemin ve Türkiye’nin komplocu güçleri açısından kesinlikle olumsuz olmuş, uzlaşmacı güçler açısından ise önemli bir fırsat sunmuştur.

AKP’ye yol açan güçler ittifakının dağılması ve yerine yeni bir iç güçler koalisyonunun kurulması beklenebilir. Bu açıdan CHP’deki gelişmeler dikkat çekicidir. Türkiye’yi bu çelişkili konuma iten Kürt Sorunu açısından tam bir yol ağzına gelinmiştir. Türkiye ya kendi Kürt Sorununu barışçıl, tutarlı ve içeriği en azından Demokratik Özerkliğe açık demokratik yoldan çözmeye razı olacaktır. Öyle ki bu durum, farklı koşullarda Ulusal Kurtuluş İttifakına dürüst ve programlı olarak yeniden dönüşü anlamına gelecektir. Komplocu temelde saptırılan Cumhuriyet yeniden demokrasiye ve demokratik uluslaşmaya açık bir rejime dönüşecektir. Ya da giderek daha fazla İran ve Suriye’ye bağımlı hale gelip Kürtlerle savaşa daha çok ağırlık verecektir. Suriye ve İran kendileri açısından Kürtlerle savaşı tırmandırmayacaklardır. Geleneksel politikalarını daha çok uzlaşma yanlısı kılacaklar, savaşın ağırlığını Türkiye’nin omzuna yıkacaklardır. Şimdiye kadar olduğu gibi Kürdistan’daki savaşlara daha da artan bir ağırlıkta katılması, Türkiye’yi Afganistan ve Irak’tan farksız, belki de daha beter hale getirecektir. Türkiye askeri yolla alabileceği mesafeyi çoktan almıştır. Bundan sonrası ancak politik ve demokratik diyalogla lehine gelişebilir. Tabii çok köklü olan komplocu ve darbeci gelenek buna izin verirse.

 

Devrimci Halk Savaşı ve İttifaklar

Her devrim, bir ittifaktır. Devrimlerde saf güçler değil, iki dünya karşı karşıya gelir. Devrimlerin ideolojisinde, Evrensel Toplumun gelişimi özetlenmiştir. Karşıdevrim ideolojisinde de aynı kural geçerlidir; karşı güçlerin evrensel deneyiminin özetiyle hareket ederler. Politik gerçeklikte ittifaklar, daha somuttur. Politikanın güncelliği, ittifakları daha çok görünür kılar. PKK’nin ideolojisini mümkün kılan, reel sosyalizm deneyimidir. Reel sosyalizm ise, enternasyonal karakterini açıkça ortaya koymuş bir gerçekliktir. Enternasyonalizmin kelime anlamı da uluslararası dayanışma ve ittifakı içerir. PKK, politik olarak reel sosyalizm koşullarında varlık bulmaya çalışmıştır. Ulusal ve uluslararası koşullarda tercihinin reel sosyalist kamptan yana olması, çıkışından itibaren önceden tayin edilmiş gibidir. Sorun, teorik ittifak anlayışından kaynaklanmıyor, ittifakın, pratikte nasıl şekilleneceği ile ilgilidir. Kürt Sorununu, Türkiye Sosyalizmi koşullarında çözme çabaları, doğru bir tercihtir. PKK’nin çıkışında, Türkiye Sosyalist Hareketi’nin rolü yadsınamaz. Türkiye Sosyalist Hareketi’nin savaşa cesareti olmasaydı, PKK’nin tek başına devrimci savaşa cesaret edebileceğini idea etmek, ancak varsayım değeri taşır. Demek ki kaderleri aynı devlet çatısı altında örülmüş halkların devrimci öncülerinin, öncelikle kendi aralarında ittifak içinde hareket etmeleri, toplumsal doğaları gereğidir.

Teorik olarak Türk, Kürt ve diğer kültürel gruplar ve sınıfların dayanışması, tartışılamaz. Tartışma konusu olan, pratikleşme düzeyinde yaşanan kopukluktur. Bunda da çıkarları zedelenen ve devrimci harekete sızmış olan tasfiyeci ve hain güçlerin çabaları rol oynamıştır. Türkiye Devrimci Hareketi içinde bir parça olarak gelişen PKK Hareketi’ne tahammül edememek ve kendini ondan soyutlamak, kesinlikle hâkim ulus ideolojisinin devrimci saflara sızmış bilinçli veya kendiliğinden ajanları olmakla mümkündür. Farklı milliyetler ve sınıflardan gelmek, ittifakların önünde engel değildir. Bilâkis ittifaklar, bu farklılıkların sonucu olarak daha da önem kazanırlar. Devrimci amaçlarda asgari birlik, ittifakları gerektirir. İttifak, aynı örgüt içinde olduğu gibi farklı örgütler arasında da gerçekleştirilebilir. Türkiye Demokratik ve Sosyalist Hareketlerinde tutarlı ve kalıcı ittifakların gerçekleşmeyişi, antidemokratik ve anti-sosyalist güçlerin çabalarıyla yakından bağlantılıdır. Sosyal şoven ideoloji, politik güç haline gelmemekle kendini belli eder. Kürt Sorununda ve bu sorunun çözümünde uygulanan tecrit ve ötekileştirme, karşıdevrimin etkileri ve böl-yönet politikalarıyla ilgilidir. PKK’nin çıkışında yaşanan tüm bu gerçekler, turnusol kâğıdı işlevi gördü; devrimci mücadeleye sızmış tüm unsurların, gerçek kimliğini açığa çıkardı. Sosyal şoven grupların, 12 Eylül darbesi sonrasında faaliyetlerini neredeyse askıya almaları, sadece faşizmin baskı ve sindirme politikasıyla izah edilemez. Bu güçlerin tutarlılıkları ve gelişme sağlamaları, ancak Kürt Kimlik ve Özgürlük Savaşında taraf olmaları dolayısıyla PKK ile ittifaklara cesaret etmeleriyle mümkündü.

1980 sonrasında, Ortadoğu’da, PKK’nin yeniden örgütlenme ve devrimci savaşa yönelme fırsatını, bir kez daha tüm demokratik ve sosyalist güçlerle paylaşmak istendi. Bu amaçla çok sayıda görüşme ve toplantı yapıldı. Faşizme Karşı Birleşik Direniş Cephesi platformunu kuruldu. Fakat sıra pratik adımlar atmaya gelince, bu güçlerden çoğu, içimizdeki tasfiyecilerin daha sonra yapacaklarını daha önceden gerçekleştirip Avrupa’nın yolunu tuttular. Orada, kendi hareketlerinin devrimci özünü tasfiye etmekle uğraştılar. Özellikle Dev-Yol’dan hâkim unsurlar, kendi örgütlerininkiyle birlikte PKK’nin devrimci özünü tasfiye etmek için büyük çaba harcadılar. Halbuki Dev-Yol’un ilişkileri ve olanakları, sempatizan, kadro ve kitle desteği, her bakımdan PKK’ninkinden daha gelişkindi. Devrimci Halk Savaşı Stratejisi kabul edilip, bu ilişkiler ve olanaklar harekete geçirilse ve ortak taktik adımlarla hareket edilseydi, Türkiye’nin demokratik ve sosyalist dönüşümü, çok daha ileri boyutlar kazanır ve farklı aşamalarda olurdu.

Özellikle Dev-Yol’un Avrupa yapılanması olan Devrimci İşçi’nin başında bulunan Taner Akçam şahsında kendisini dayatan tasfiyecilik, Türkiye Demokratik ve Sosyalist Hareketinin tasfiye edilmesinde büyük rol oynadı. Bu tasfiyeci eğilim, birçok gücü kendisiyle birlikte Avrupa’ya sürükleyerek, PKK’nin Devrimci Halk Savaşı Stratejisini tecrit etmeye çalıştı. Avrupa’daki PKK yetkili unsurlarını, kendisine alet ederek, büyük tahribat yaşattı. Zaten Dev-Yol, ondan sonra bir daha kendine gelemedi. Eğer bu grup, Ortadoğu’da üslenip sınırlı da olsa bir direniş sergileseydi, MHP’nin faşist gücünün çok üstünde bir devrimci sınıf gücüyle CHP’nin sosyal demokrat maskesini yırtarak, düzene karşı temel muhalefet partisine dönüşebilirdi. Dünya genelinde bu yönlü çok sayıda örnek yaşanmıştır. Ayrıca bu grup, PKK ile ittifak etmiş olsaydı, hem Kürt Ulusal Sorununun çözümünde hem de genel demokratik açılımlarda öncü güç olabilirdi. Böylece AKP’nin sahte açılımlarına ortam sunulmamış olurdu. Tasfiyeci eğilim, bu tarihsel fırsatı bilinçli olarak harcadı. Tutarlı devrimci sosyalist öğelerin, bu kısa tarihçeyi çok iyi incelemeleri gerekir. Bu tasfiyeci eğilimin, hareketin çok değerli öğelerini harcadığı iyi biliniyor. Dev-Sol önderliği de tutarlı davranmadı. Ortadoğu’da üslenmeye ve devrimci direnişi Kürdistan üzerinden tüm Türkiye’ye yaymaya yanaşmadı. Bazı dostça yaklaşımları geliştirmek istemedi, ortak hareket etmeye yanaşmadı. Eğer Dev-Sol kadrolarından bazıları, özellikle PKK’yle ilişkiye geçen Bedri Yağan ve Grubu İstanbul’a çekilip imha edilmeseydi, kardeşçe ortaklaşa hareket etselerdi, Dev-Yol’un devrimcilik konusunda bıraktığı boşluğu doldurabilir ve Türkiye devrimci muhalefetinin en güçlü hareketi olabilirdi. İttifak politikalarındaki tutarsızlık, onları da tasfiyeye uğrattı. Şüphesiz Türk halk geleneğinden gelen ve kendilerini sol üzerinden tanımlayan birçok yiğit kişi ve grup, PKK’nin Enternasyonalist Kimlik ve Özgürlük Mücadelesinin içinde ve yanında oldu. PKK ile ittifak ve birlik halinde bulundu. Kemal Pir ve Haki Karer başta olmak üzere, çok sayıda Türk kökenli genç erkek ve kadın yoldaş, PKK’nin en değerli kadroları olarak, şahadete erişinceye kadar mücadelenin en ön saflarında yer alıp savaştı. PKK saflarında hâlâ benzer birçok yoldaş vardır. Ayrıca başlangıçtan günümüze kadar çok sayıda kişi ve grup, dostluk ve ittifakın gereklerini yerine getirdi. Fakat sol güçlerin büyük çoğunluğu, Beyaz Türk Faşizminin ideolojik ve askeri hegemonyası altında ya susturuldu ya da bilinçli bir şekilde veya kendiliğinden bu hegemonyanın destekçisi haline geldi. Hegemonyayı bu destekleme tavrı, özünde Modern Türk Toplum unsurlarının geleneksellik arz eden ve 1071’de Malazgirt’te Bizans İmparatorluğu’na karşı verilen ortak Türk-Kürt savaşı ve zaferinden beri geçerli olan veya olması gereken stratejik ilişkiyi unutmuş olmaları ve bu ilişkiyi kavramak istememeleri anlamına gelmektedir. Yine bu tavır, Anadolu ve Mezopotamya arasındaki ilişkilerde ortak iktidar ve ortak toplumsal yaşamın tarihsel kilometre taşlarının döşeli olduğunu inkâr etmelerinden kaynaklanmaktadır. Beyaz Türk Modernite unsurlarının, tarihi, 1925 Kürt soykırımıyla başlatmaları, sahte ve inkârcı bir tarih ve toplum bilinci inşa etmelerinden ileri gelmektedir. Aynı biçimde eski ve yeni dönem Türk-İslâm Sentezcilerinin, Kürtlüğü dışlamaları ve asimile edilmesini desteklemeleri, aynı soykırımcı anlayıştan etkilenen Sahte İslâmcı ümmet ve kardeşlik paranoyasından kaynaklanmaktadır. Doğru bir tarih ve toplum bilinci, genelde Anadolu ve Mezopotamya Kültürleri özelde de Türk ve Kürt Toplumsal Kültürleri arasında derin bir ortaklığın, eşit ve özgür ilişkilerin mevcut olduğunu, bu ilişkilerin yaşamsal ve stratejik anlam ifade ettiğini ortaya koyabilecektir.

Modern Türklük İdeolojisi, bütün sağ, sol ve merkez unsurlarıyla birlikte benzer tarih ve toplum bilinç biçimlerini paylaşmaktadır. Bunlar, homojen bir Türklüğü, tarih ve toplum bilincini, kutsal ve değişmez görüş olarak paylaşırlar. Geleneksel ümmet anlayışını kısmen laik milliyetçiliğe, kısmen de Türk-İslâm Sentezciliğine dönüştürerek, ikame ederek, sahte ve inkârcı yanı ağır basan bir ideoloji inşa ettiler. Modern Türk İdeolojisinde Türklük, baştan beri homojen ve cihangir bir ulustur! Hep bağımsız ve hür yaşamıştır! Hiçbir ittifaka dayanmadan, tek başına cihana hükmetme peşinde koşmuş ve uzun süreler hep hükmetmiştir! Toplumsal yapısı bölünme kabul etmez bir bütündür! Ordu-millettir! Askerliği en yüce değer kabul eden toplumdur! Saf ırktan teşekkül etmiştir! Aslında yabancı özellikle Yahudi Siyonist ideologlarca Jön Türk adı altında inşa edilen bu ideolojinin, Tarihsel-Toplumsal gerçeklik olarak Türk Toplum Kültürüyle ilişkisi yoktur veya bu gerçeklik esas alınmamıştır. Mitolojik bir ifade tarzıdır. Türklük maskesi altında inşa edilen katı sınıf diktatörlüğü, daha doğrusu Modernist Unsur Tekelciliğidir. Proto-İsrail olarak tasarlanıp inşa edilmiştir. Dolayısıyla modern koşullar içinde oluşan ve ötekileştirilen diğer kültürler ve sosyal entiteler üzerinde hegemonik rol oynamıştır. Gerek ideolojik gerekse askeri hegemonya altında çarpık, inkârcı ve asimile edilmiş bir oluşum bütünlüğü söz konusudur. Tarih ve toplum bilincinin hâkikati yerine bu yapay, inkârcı, asimilasyonist ve imhacı ideolojiden payını alan tüm sağ, sol ve merkez görüşler, tekçi, kendini beğenmiş ve ötekileştirici şoven rolü oynamaktan ve aynı rolü paylaşmaktan geri kalmazlar. Daha da vahimi, resmi ideoloji payesine yükseltildiği, anaokulundan akademik seviyeye kadar zorunlu olarak herkese empoze edildiği için etkisi dışında kalmak, çok zordur. Memur olma, iş bulma ve kredi almanın, kısacası devlet nezdinde ve hâkim sınıf bloğunca yararlı kabul edilmenin temel şartı haline getirilmesi de buna eklendiğinde, paylaşmamak çok zordur. Düzene muhalif güçlerin, tek başlarına ve tecrit edilmiş olarak kalmalarının, dostluk ve ittifak geliştirememelerinin temelinde, inşa edilmiş bu gerçeklik yatar.

Sadece Kürt ve Türk demokratik ve sosyalist güçleri arasında değil tüm toplumsal halk güçleri arasında anlamlı dostlukların geliştirilmesi ve ittifakların kurulabilmesi için öncelikle gerekli olan, doğru tarihsel ve toplumsal bilinçtir. Tarih boyunca kültürler arasında yaşanan ilişki alışverişini doğru tanımlamadan, günümüzde adil, eşit ve özgür ilişkiler ve ittifaklar geliştirilemez; bu ilişkiler ve ittifakların en somut ifadesi olarak demokratik bir anayasa oluşturulamaz. Bunun için Türk Modernitesinin Türk Tarihini de inkâr eden ve kültürel değerleri yok sayan tekçi faşist zihniyeti terk etmesi, toplumun çok kültürlü yapısını ve zengin tarihini kabul etmesi gerekir. En azından çıkarları aynı siyasi sınırlar içinde dostça ve kardeşçe birlikte yaşamaktan yana olan toplumsal güçlerin, birbirlerinin tarihsel ve toplumsal gerçekliklerine saygılı olmaları, birbirlerini eşit ve özgürce kabul etmeleri, uzun vadeli, kalıcı dostluk ve ittifakların temeli olduğu gibi güncel güç ve eylem birliklerinin de esasıdır; birlikte demokratik anayasal bir rejim inşa etmelerinin özüdür.

PKK’nin politik güç olarak Ortadoğu, Avrupa ve diğer alanlardaki ittifakları da önem taşımaktadır. PKK’nin 1980 sonrasında üslenmede Ortadoğu’nun en sıcak bölgesini tercih etmesi, kendisinin devrimci özellikleriyle bağlantılıdır. Devrimci mücadeleden kopmaması açısından bu alanın rolü, stratejik bir öneme sahipti. Avrupa’ya biçilen rol, hep taktik düzeyde bırakıldı. Bu, doğru bir yaklaşımdı ve aynı zamanda çağın önemli bir dinamiği olan Ulusal Kurtuluş Hareketleriyle ittifakının da özünü teşkil ediyordu. Suriye, Lübnan, Filistin ve İsrail bağlamında ulusal kurtuluşçu ilişkiler geliştirmek, dünyanın en sıcak, canlı ve kapsamlı politik gerçeğiyle ilişkilenmek demekti. Yirmi yıla yakın bir süre içinde bizzat bu ilişki bağlamında sağlanan gelişmeler, sadece Kürt Kimlik ve Özgürlük Hareketini bölge çapında tanıtmakla kalmadı; onu dünyaya tanıttığı gibi stratejik bir konuma da taşıdı. Kaldı ki bu ilişkiler, bugün de özünü korumaktadır.

KDP ve YNK’nin operasyonda açıktan rol oynamaları, NATO Gladio’sundan ayrı düşünülemez. Bunun karşılığında da Türkiye, ‘Çekiç Güç’ ün Güney Kürdistan’da konumlandırılmasına izin vererek Irak Kürdistan’ındaki federe oluşuma razı olmuştu. Böylelikle 1925 ittifakı, devam ettirilmiş oluyordu.

ABD ve İngiltere, 1925’ten beri Türkiye’ye verdikleri sözü (Irak Kürdistan’ına dokunmamak şartıyla Türkiye Kürdistan’ını feda etmek) tutmak durumundaydılar. Türkiye bu temelde NATO’ya girmiş, kendisiyle bu temelde Kürt Sorunu üzerinde anlaşmışlardı. Konumumuz ve stratejimiz, geleneksel ve güncel olarak büyük önem arz eden Ortadoğu’daki bu dengeyi ve hegemonyayı tehdit ediyordu. Ya bu hegemonyanın yörüngesine girecek ya da tasfiye edilecektik. Türkiye Cumhuriyeti, 1925’ten beri bu hegemonik güçlerle yaptığı antlaşmaları (1926’da Musul-Kerkük konusunda anlaşma, 1952’de NATO’ya giriş, 1958 ve 1996’da İsrail’le yapılan anlaşmalar), Kürtleri tarihten silme temelinde kullanmak istiyordu. Laik milliyetçi pozitivist ideoloji, bu imkânı veriyordu. Cumhuriyet kadrosu, buna inandırılmıştı. Bu, aslında tarihsel Türk-Kürt ilişkilerinin ruhuna ve ittifakına çok aykırı bir durumdu. Ama İsrail’in kuruluş hesapları nedeniyle sistemin yapamayacağı çılgınlık yok gibiydi. Beyaz Türk gerçeği denilen yapay ideoloji, kadro ve sınıf oluşumu, bu temelde inşa edilmişti. Ayrıca PKK, bu oluşuma öldürücü darbe vurmuştu. Çünkü Kürt Kimliğinin kabulü ve Özgürlüğünün Tanınması, bu oluşumun inkârı anlamına geliyor, en azından bu ölümcül politikaların terk edilmesini gerektiriyordu.

 

Sistem Karşıtı Güçleri Yakından Tanımak 

1- Sosyalist hareketler: Sınırlı da olsa özeleştirisel bir konum almış olmakla birlikte, ikiyüz yıllık reel sosyalist hareketin bugünkü mirasçılarının köklü bir dönüşüm yaşadıkları söylenemez. Büyük bir güven bunalımı ve zayıflama döneminden geçmektedirler. Yine de tarihte yeri olan bir harekettir. Kapitalist sistemi aşmamış da olsalar, oldukça uğraşmışlardır. Bugüne gelmede olumlu ve olumsuz pay sahiplerindendir. Yaşadıkları bunalım, sistemin yapısal bunalımının bir parçasıdır. Buna rağmen tüm sistem karşıtlarını en çok etkilemiş bir hareket olan reel sosyalizmi, bir aşama kabul edip, mirasından çıkarılacak derslerle Demokratik Modernite inşasının bir parçası olarak değerlendirerek tavır ve ittifak geliştirmek, en doğru yaklaşım olacaktır.

2-Anarşistler: Anarşistlerin, reel sosyalistlere göre bir özeleştiri ile güncel pratiğe yönelmeleri daha fazla mümkündür. Ekonomik, sosyal, siyasal, entelektüel ve etik mücadelelerinde hak ettikleri yeri almaları önemini korumaktadır. Ortadoğu zemininde hızlanan uygarlık ve kültür boyutları da öne çıkmış bulunan mücadelelerde anarşistlerin hem kendilerini yenilemeleri hem de güçlü katkılarda bulunmaları mümkündür. Demokratik Modernite Sisteminin yeniden inşa çalışmalarında ittifak geliştirilmesi gereken önemli güçlerden biridir.

3-Kadın Hareketi: Demokratik Modernite, Kadın Doğası ve Özgürlük Hareketini temel güçlerinden birisi olarak bilip hem geliştirilmesini hem de ittifak yapılmasını başta gelen görevlerinden sayarak, yeniden inşa çalışmalarında değerlendirmek durumundadır.

4- Ekolojik hareketler: Kadın gerçeğinde olduğu gibi çevre olgusuna ilişkin bilim geliştikçe bilinç; bilinç geliştikçe de hareket gelişiyor. Sivil toplumun en yaygın hareket alanıdır. Reel Sosyalistleri ve Anarşistleri de gittikçe daha çok çekiyor. Sistem karşıtlığını en çok hissettiren hareket konumundadır… Demokratik Modernitenin de temelini oluşturan bu gerçeklikler, yeni inşa çalışmalarında Ekolojinin ne denli önemli rol oynayacağını bütün açıklığıyla göstermektedir.

5- Kültürel hareketler: Kültürlerin direnişi, kayaları delerek varlıklarını kanıtlayan çiçekleri andırır. Üzerlerine dökülen modernite betonunu parçalayarak tekrar gün ışığına çıkmaları, bu gerçekliği kanıtlar. Çeşitli gruplara ayırabileceğimiz bu hareketleri, kısaca sıralarsak:

a- Etnisite ve Demokratik Ulus Hareketleri 

b- Dinsel Kültür Hareketleri: Dinsel Geleneğin Canlanışı: Tıpkı farklı etnik kültürleri, Demokratik Ulus kapsamında bir arada tutmak mümkün olduğu gibi dinsel kültürün demokratik muhtevasını da Demokratik Ulus içinde eşit, özgür ve demokratik bir unsur olarak değerlendirmek ve çözümde yer vermek oldukça önemlidir. Demokratik Modernitenin, tüm sistem karşıtı hareketlere karşı geliştirdiği uzlaşmacı ittifak anlayışını, demokratik muhtevalı dinî kültür için de geliştirmesi, yeniden inşa çalışmaları açısından hayati önem taşıyan diğer önemli bir görev kapsamındadır.

c- Kentsel, Yerel ve Bölgesel Özerklik Hareketleri: Üstten küresel sermaye, alttan kültürel hareketler tarafından sıkıştırılan ve çözülmeyi yaşayan klasik modernitenin katı merkeziyetçi ulus-devlet yapıları, en çok kentsel, yerel ve bölgesel özerklik yönetimleriyle ikame edilmeye çalışılmaktadır. Günümüzün gittikçe güçlenen bu eğilimi, Demokratik Ulus Hareketiyle de iç içe gelişmek durumundadır. Demokratik Ulus, yönetim biçimi olarak konfederalizme çok yakındır. Konfederalizm, bir nevi demokratik ulusların siyasal yönetim biçimidir. Güçlü kent ancak yerel ve bölgesel özerk yönetimlerle varoluş kazanabilir. Yönetim biçimi itibariyle her iki hareket de özdeştir ve çakışma durumundadır. Demokratik uluslaşma ve uluslar; kentsel, yerel ve bölgesel özerklikler olmadan yönetim gücü kazanamaz. Ya kaosa girip dağılır ya da ulus-devletçiliğin yeni bir modeliyle aşılır. Her iki duruma düşmemek için Demokratik Ulus Hareketi, mutlaka kentsel, yerel ve bölgesel demokratik özerklikleri geliştirmek zorundadır. Buna karşılık kentsel, yerel ve bölgesel özerk yönetimler de hepten yutulmamak, ekonomik, sosyal ve siyasal güçlerini tam kullanabilmek için Demokratik Ulusal Hareketle Demokratik Ulus olarak bütünleşmek ihtiyacındadır. Her iki hareket, ulus-devletçiliğin kendileri için sürekli kapıda tuttuğu ve dayattığı aşırı merkeziyetçi güç tekellerini ancak kuracakları sağlam ittifakla aşabilirler. Aksi halde her iki hareket ve hatta olgu olarak, geçmişte çokça yaşadıkları gibi yeniden homojenleştirme tehdidi altında tasfiye olmaktan ve erimekten kurtulamazlar. Tarihsel koşullar nasıl 19. yüzyılda daha çok ulus-devletçilikten yana idiyse, günümüz koşulları (21. yüzyıl gerçeklikleri) da Demokratik Uluslardan ve her düzeyde güç kazanmış kentsel, yerel ve bölgesel özerk yönetimlerden yanadır.

 

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.