Düşünce ve Kuram Dergisi

 Her Şey Özel Savaş Rejimi İçin!

Dalokay Polat

Devlet yönetiminde özel savaş uygulamalarına başvurulması çok eskilere dayanıyor. Sümerlerden bu yana devletin toplumu kontrol altında tutmak için özel savaş araçlarına başvurduğu ve bunları ustalıkla kullanarak varlığını sürekli kıldığı biliniyor. Şüphesiz günümüzde durum çok farklı bir seyir izliyor. Artık özel savaş araçlarını kullanan devlet gerçeğinden özel savaş devletine geçiş yaşanıyor. Geçmişin klasik devleti, yerini çoktan özel harp dairesinin denetimindeki devlete bırakmış durumda. Bireyin kontrol edilmesi, bağlantılı olarak tüm toplumun zapturapt altına alınması esasına dayanan bu yeni düzende doğal akış neredeyse yok gibidir. Her şey belli bir plan dahilinde, izin verildiği sınırlarda vuku bulmakta, aksi düşünce ve eylemler ise keskin bir biçimde engellenmektedir.

Çokça değerlendirme konusu yapılan ‘hapishane, hastane, okul’ üçlüsü artık verili olanı korumaya ve sürdürmeye yetmemektedir. Okul da, hastane de, hapishane de bir yere kadar yaşanan toplumsal sorunlara merhem olmakta fakat hayat bulan kriz çok daha derin olduğundan çare oluşturamamaktadırlar. Uzun vadeli sistemsel ‘çözümler’ yerini günlük zihinsel inşa faaliyetine bırakmış durumdadır. Bırakalım! Ayları, yılları günlük olarak fikirlerin değiştiği, değiştirildiği bir süreç yaşanmaktadır. Bilişim-iletişim alanındaki gelişmelerin yaşanan bu durumda payı olsa da, belirleyici olan iktidar-devlet sisteminin varlığını korumaya dayalı subjektif müdahaleleri olmaktadır. Günümüzde iktidar-devlet sisteminin klasik yol ve yöntemler ile ayakta durmasının, varlığını sürdürmesinin imkanları ortadan kalkmıştır. Kaba zorla, baskı ve şiddet mekanizmalarıyla varlığını korumak mümkün değildir. Ne oluşan toplumsal kültür buna elvermekte ne de böylesi bir meşruiyet söz konusudur. Halkın rızasını almadan, görünürde dahi olsa desteğine sahip olmadan söz söylemek-eylemek oldukça zordur, hatta imkansızdır. Bu nedenledir ki, her iktidar-devlet için öncelikli konu meşruiyet sorunudur. Yani halkın görece desteğini almak.

Dikkat edilirse, günümüzde her iktidar ya da devlet yönetimi için belirleyici konu seçimlerle iş başına gelmiş olmaktır. Temsili demokrasilerin bu vazgeçilmez ilkesi hala ulus-devletlerin temel yapıtaşı oluyor. Seçimler demokratik mi değil mi konusu bir ayrıntıdan ibarettir. Bu mevzu da önemli olan seçimlerin yapılıyor olmasıdır. Yakın bir örnek: Suriye’nin ancak üçte birinde kontrolü elinde bulunduran Beşar Esad, yaptığı seçimlerde yüzde 95 oy aldığını ifade etti. Gerçeklik farklı olsa da mevcut yönetimin bu seçim sonuçlarına dayanarak siyaset yapacağı, diplomatik faaliyet yürüteceği tartışma götürmez. Esad yönetiminin seçimlerin ardından yaptıkları açıklamalar, attıkları adımlar bu tespiti doğrular niteliktedir. Ülkeyi kan ve gözyaşı deryasına çeviren Suriye’deki yönetim dahi böyle davrandığında diğer ülkelerin nasıl davranacağını kestirmek zor değil.

Açık ki, görece bir toplumsal destek olmadan devlet yönetimi olunamıyor. Peki devletler bunu sağlamak için ne yapıyor, hangi yol ve yöntemlere başvuruyor? Kuşkusuz bu sorunun cevabı önemli oluyor. Devlet demek alenen demokrasi karşıtlığı olarak yorumlanıyor ki, gerçeklik böyledir, o halde demokrasi görüntüsü altında nasıl bir devlet yönetiminin yaşandığını iyi tahlil etmek büyük önem arz ediyor. Nasıl oluyor da toplum tümüyle kendisine karşıtlık üzerine kurulu bu sistemi kabul ediyor, onun dişlisi haline geliyor? Nasıl oluyor da devletin gönüllü vatandaşları olarak her gün bu sistemin ayakta kalması için çalışıyor, çaba harcıyorlar?

Elbette bunu sağlamak için sistemli bir zihinsel inşa faaliyetinin yürütüldüğü açıktır. Ulus-devletin ve onu idare eden iktidarın en temel işinin zihniyet inşası olduğunu, yatırımın esasen buraya yapıldığını görmemiz gerekmektedir. Kendisini tek-alternatifsiz gösteren bu sistemde bireyin tam itaati temel ilkedir. Kişi içerisinde yer aldığı sisteme ne kadar eklemlenir, bu doğrultuda çabalarsa o kadar mutlu olacak, aksi durumda başı beladan kurtulamayacaktır. Ne kadar hizmet eder, çalışırsa o kadar mükafatlandırılacak, daha iyi, daha konforlu bir yaşama kavuşacaktır. Kendisine verilen komutlar çerçevesinde hareket ettiği müddetçe rahat edecektir. Bu komutlar aileden başlayarak, okulda daha sonrasında iş yerinde ve genel olarak devlet ile muhatap olduğu her yerde verilmekte ve bireyin bunları esas alarak hayatını şekillendirmesi istenmektedir. ‘Hayat bir yarış’ düsturu en fazla tekrarlanan ezberlerdendir. Çok çalışanlar, kendisine gösterilen yolda kusursuz hizmet edenler öne çıkıp zenginleşmekte ‘hayatını’ yaşamakta diğerleri geride kalıp açlık ve yoksulluk ile boğuşmaktadır. Sistemsel bir sorun yoktur! Esasta yaşanan sorun bireyler ile ilgili olup, kişiseldir. Zeki, yetenekli olanlar, aklını çalıştıranlar mutlu olurken, diğerleri ‘doğal olarak’ mutsuzdur. Herkese ideal, makul insan modeli sunulur ve ona ulaşmak, onun gibi olmak bir nevi kurtuluş olarak addedilir. Makul insan devletine bağlıdır, onun hukuku temelinde hareket eder, önüne konulan ödevleri eksiksiz yerine getirir. Devletin belirlediği sınırlarda yaşar, herkesi buna davet eder. Ayrı düşünen ve hareket edenler huzuru bozanlar, kaos ve kargaşaya yol açanlardır ve onların yeri toplum dışına itilmek ya da kontrol altında tutulacakları bir hastane veyahut hapishanedir. Söylenen bu minvaldedir.

 

Devlet Kürt Toplumuyla Aralıksız Bir Savaş İçindedir!

Türkiye-İran gibi ülkeler bu konuda uç örnekler oluştursa da, hemen her ulus-devlet için benzer bir değerlendirme yapmak mümkündür. Ki, ulus-devlet mantığı özünde karşıtlıklar üzerinden kendisini var etme, bir etnik kimlik üzerinden diğerlerini tahakküm altına alma siyaseti olmaktadır. Zaten ulus-devletin özel savaş mekanizmasıyla bu düzeyde içli dışlı olmasının kaynağında da bu gerçeklik yatmaktadır. Devlet ve onun günümüzdeki ifadesi ulus-devlet, yapısı gereği toplum karşıtıdır. Toplumsal farklılıklar, zenginlikler ulus-devlette tehdit olarak görülmektedir. Hal böyle olunca, toplum karşıtlığını gizlemenin en kolay yolu olarak özel savaş araçları devreye konulup, halk teslim alınmaya çalışılmaktadır. Ulus-devletin bu konuda azımsanmayacak bir mesafe kat ettiğini de kabul etmek gerekir. Bugün yaşanan muazzam sistemsel krize rağmen hala ulus-devlet yapıları üzerinden birey-toplum denetim altında tutuluyor, yok olmayla yüz yüze gelmiş sistemin hizmetine koşuluyorsa, bunun köklü bir zihinsel arka plana dayandığı tartışma götürmez.

Evet! Sorgusuz-sualsiz itaat eden bir birey yaratılmıştır. Bu bireyin şekillendirilmesinde eğitim-öğretim sistemi belirleyici olmakla birlikte en az bunun kadar etkili bir diğer yanın da suç ve ceza hukukuna dayanan mantalite olduğuna şüphe yoktur. Birey eğer verili ölçülerde yaşama katılıyor, hayatını sürdürüyorsa sorun yoktur. Fakat bunun dışına çıkıp farklı davranışlar gösteriyor, aşınan sistemin daha fazla aşınmasına, ortadan kalkmasına neden oluyorsa, orada hemen imdada ceza hukuku girmektedir. Belirlenen sınırların dışına çıkmak bu haliyle yasaktır. Bu konuda oldukça katı davranılır ve en ufak bir gediğin açılmasına izin verilmez.

Şenyaşar ailesinin başına gelenler bu konuda yeterli bir örnektir. Bilindiği üzere Türkiye’de egemen devlet siyaseti karşısında alternatif olarak kendisini konumlandıran yegane toplumsal güç Kürt Özgürlük Hareketinin öncülüğünü yaptığı geleneğe dayanan- en genel tabirle HEP-HDP geleneği olmaktadır. Her ne kadar legal sınırlarda faaliyet yürüten bir parti olsa da HDP’ye diğer siyasal partilere yaklaşıldığı gibi yaklaşılmadığı açıktır. Alenen ya da saklı bir biçimde HDP’nin tasfiyesi için başvurulmadık yol ve yöntemin kalmadığı görülmektedir. Devletin böyle yaklaştığı bir siyasi partiye destek vermek, gelebilecek cezaya peşinen razı olmaktır. Zaten Suruç’ta yaşanan da bunun ötesinde değildir. Dükkanlarına gelen AKP’li heyete ‘biz HDP’liyiz’ deyip geri çevirmek isteyen Şenyaşar ailesinden önce üç kişi katledildi. Ardından ailenin diğer üyesi Fadıl Şenyaşar tutuklanıp hapse atıldı. Kameralar önünde gerçekleşen bu olayda esasen karmaşık bir durum söz konusu değildi. Her şey herkesin gözü önünde olup saldıranlar açıkça ortadayken hala tek bir saldırgan tutuklanmadı, aksine kendisini savunan Şenyaşar ailesinin üyesi cezaevine gönderildi. Aradan geçen zamanda yaşananlar Şenyaşar ailesinin olay günü hayatta kalan tek üyesinin de hapiste çürütüleceğine işaret etmektedir.

Anne ve kardeş Şenyaşar’ın Urfa adliyesi önündeki eylemleri ile daha fazla gündeme giren bu katliamın ardından yaşananlar, devletin kendisine muhalif olarak gördüğü kesimlere nasıl yaklaştığının ibretlik örneği olmaktadır. Tüm kamuoyunun gözleri önünde bir suç yaşanmış, bir aile bütünüyle ortadan kaldırılmış, fakat bu işi yapanlar deyim yerindeyse ellerini kollarını sallayarak ortalıkta dolanıp, yaşamlarına devam etmektedirler. Kuşkusuz, devlet aklının bu olay üzerinden özelde Urfa toplumuna genelde Kürt ve muhalif kesime bir mesaj iletmek istediği açık. Yine kendisi ile beraber olan kesimlere güçlü bir arka çıkma, kollama mesajının da verildiği görülüyor. Bu kesimlere ‘ne yaparsanız yapın, hangi suça bulaşırsanız bulaşın, arkanızdayız’ denilirken; muhaliflere teslim olmaları, itaat etmeleri salık verilmektedir. Elbette en etkili mesaj topluma verilmekte ve ‘devlet ile olursanız her halükarda rahat edersiniz, aksi davranışlar sergilerseniz başınıza gelmeyen kalmaz, pişman olursunuz’ denilmektedir.

Batman’da İpek Er’in ölümüne yol açan uzman çavuş Musa Orhan’ın her şeye rağmen korunmasını da aynı kapsamda değerlendirmemiz gerekir. Devletin memuru ne yaparsa yapsın arkasında durulacaktır. Musa Orhan’ın ‘bana bir şey olmaz’ sözüne bakılırsa meselenin daha planlı ve örgütlü olduğu da görülmektedir. Hatırlanırsa, meselenin gündeme geldiği dönemde başta kadın örgütleri olmak üzere birçok kurum ve kuruluş olayın münferit olmadığını, Kürt toplumuna yönelik sistemli bir yozlaştırma siyasetinin devrede olduğunu söyledi. Dikkat edilirse, başta Kürt halkı olmak üzere geniş toplumsal tepkiye rağmen devlet aklı geri adım atmamış, Musa Orhan tutuklanmamıştır. Hatta son mahkemede Musa Orhan’ın avukatı bunun da ötesine geçerek İpek’in babasını suçlamaya başlamıştır. Tüm bunlar kamuoyunun gözleri önünde olmakta ve doğal olarak verili hukuk sistemi sorgulanmaktadır. ‘Böyle hukuk mu olur’ sözleri herkesin ağzındadır. Fakat buna rağmen Musa Orhan’ın tutuklanmaması, devletin bir nevi teminatı olarak görülen hukuk sistemini de aşan hassas durumların olduğunu göstermektedir. Hukuk olmayabilir, adalet mekanizmasına güven kalmayabilir, bunlar normal görülebilir, yeter ki, halkın devlete tam itaatini zayıflatan bir gelişme olmasın. İpek Er’e tecavüz edildiği için ayağa kalkan toplum sonuç aldığını görürse başka bir gün başka bir itirazda da bulunabilir, esas olarak bunun önüne geçilmek istenmektedir. Hukuk, adalet olmasa da olur, önemli olan devlete bağlılığın aşınmaması, zayıflamamasıdır. Özcesi devleti devlet yapan sütunlar ortadan kalkabilir ama ruh kalsın denilmektedir. Yine ne olursa olsun devletle olanın güvencede olduğu algısı zayıflamamalı, sekteye uğramamalıdır. Eğer M.Orhan’a destek verilmez, yalnız bırakılırsa yarın öbür gün bu tür kişilikler bulup çalıştırmak zorlaşacaktır. Orhan tüm pratiği, yapıp ettikleriyle devletin kendisine verdiği görevi yerine getirdiğini anlatmaktadır. Esasen şahsi, münferit bir olay söz konusu değildir. Musa kendisine verilen toplumu yozlaştırarak, değerlerinden uzaklaştırma görevini yerine getirmiştir. Devlet böyle bir durumda Orhan’a sahip çıkmadığında hem güç kaybına uğrayacak hem de yeni suçları işletecek kişiler bulmakta zorlanacaktır. Bu nedenle her ne sebeple olursa olsun tecavüzcüye sahip çıkılmakta, arkasında durulmaktadır.

Kürt toplumuna karşı sistematik saldırıların bir parçası olarak gündeme gelen her iki olayda yaşananlar sistemli bir devlet politikasının devrede olduğuna işaret etmektedir. Klasik devlet hukuku dahi işletilse, her iki olayda suçluların kısa sürede yargılanıp ceza alması mümkünken, bu yapılmamakta aksine çok bilinçli bir biçimde bu kişiler korunup kollanmaktadır. Musa Orhan şahsında bu tür saldırılar teşvik edilirken, Şenyaşarların katilleri üzerinden devletle bağ içinde olan güçlere her türlü destek beyanında bulunulmaktadır. Elbette saldırı bununla sınırlı değildir. Kürt toplumunda gelişen mücadeleyle bağlantılı olarak özgürlük ölçülerinin yükseldiği bilinmektedir. Kendi yurduna, kültürüne aidiyet gün geçtikçe büyümektedir. Buna nazaran devletle olan aidiyet bağları zayıflamaktadır. Kırk elli yıl öncesindeki devletine sadık Kürt yurttaş profili, devlet karşısında iradi duruş gösteren bireye evrilmiş durumdadır. Bu bireyin devletle ve onun temsilcileriyle oldukça mesafeli bir duruş içinde olduğuna kuşku yoktur. Sıradan Kürt yurttaşı için asker-polis ya da devlet memuru sömürgecidir ve öyle bir yaklaşıma tabi tutulur.

Devletin askeri-polisiyle ilişki yok seviyesindedir. Buradan bakıldığında İpek Er şahsında özgürlük ölçüleri yükselmiş Kürt’e ciddi bir saldırı söz konusudur. Bu noktada İpek Er bir şahıs olmaktan öte Kürt’ün devlet ile yüzleşmesi olmaktadır. Devlet, İpek Er şahsında Kürt’ü kullanmaya devam etme, kendisi için sorun gördüğü noktada yok etme siyaseti izlediğini açık etmiştir. Yine, Kürt toplumu ile ilişkilerim eski ölçülerde sürüyor demektedir. Kürt’ü eskiden olduğu gibi ‘istediğim gibi kullanır, istediğim gibi yok ederim’ demektedir. Bu anlamda toplumda oluşan özgürlük değerlerine, yeni yaşam ilkelerine bir nevi savaş açılmaktadır. Yeni yaşamın değerlerine karşı eskinin kölelik hukuku ve yaşamı tekraren de olsa dayatılmaktadır. Yarım asırda geçse değişen bir şey yok denilerek toplumsal algılar ile oynanmak, toplumsal irade kırılmak istenmektedir. İradeli, kendi ayakları üzerinde duran, geleceği tasavvuru yapan Kürt hedeflenerek, geri geleneksel sınırlarda bir Kürt profili hakim kılınmak istenmektedir. Şenyaşarlar meselesinde de benzer bir durumla karşı karşıyayız. Katillerin yargılanmaması meselenin sadece bir yanıdır. Daha da ötesi örgütlü toplumsallığa saldırı olmaktadır. Kürt toplumu Özgürlük Hareketiyle birlikte önemli bir örgütsel güce kavuşmuş, bu sayede hem kendi tarihselliğiyle buluşmuş hem de geleceğini inşaya yönelmiştir. Kürt halkını bugün güçlü kılan yan bu toplumsal örgütlülük olmaktadır. Bu konudaki bir zayıflamanın Kürt’ü nerelere sürükleyeceği tarihsel örnekler ile sabittir. Şenyaşar ailesinin Urfa adliyesi önündeki görüntüleri biliniyor. Anne ve oğul her gün adliye önünde nöbet tutmakta, taleplerini dile getirmektedir. Fakat bu aileye örgütlü Kürt toplumunun destek vermesi her türlü yola başvurularak engellenmektedir. Yalnız bir aile görüntüsü bilinçli bir biçimde kamuoyuna servis edilmekte, bu biçimde örgütlü bir toplumun olmadığı, herkesin bir nevi kendi ateşinde yandığı söylenmektedir. ‘Şenyaşarların başına gelmeyen kalmadı fakat buna rağmen aileye sahip çıkan yok, dertlerine çare arayan yok’ algısı hafızalara yerleştirilmeye çalışılmaktadır. Bilindiği üzere Kürt halkının örgütlü kurumları aileye kitlesel destek vermek, eylemlerini büyütmek istemiş fakat devlet adeta seferberlik ilan ederek buna engel olmuştur. Temsili ziyaretlerin ötesinde ailenin yanına birilerinin gitmesi engellenmiştir. Benzer örnekler çoğaltılabilir. Fakat bu iki örnek bize, devletin Kürt toplumuyla aralıksız bir savaş içinde olduğunu göstermeye yetiyor.

Hülasa! Devlet aklı 80’li yıllardan bu yana gelişen özgürlük mücadelesine karşı her türlü zoru kullanarak sonuç almak istemekte. Köy boşaltmalardan faili meçhullere, gözaltı ve tutuklamalardan açlıkla terbiyeye kadar başvurulmadık yol kalmadı. Yakın zamanda Kürt şehirlerindeki özyönetim ilanlarına devletin cevabı onlarca kenti yıkmak ve yakmak oldu. Kürt demokratik siyasetine dönük baskılar artarak devam ediyor. Bu uygulamalardan ve daha da fazlasından kamuoyu haberdar ama, Kürt’e yönelik saldırıların sadece görünen kısmının bunlardan ibaret olmadığı, asıl saldırının perde arkasından yürütüldüğünü görmek gerekiyor. Kürt toplumsallığını dağıtmayı, Kürt’ü iradi olarak bitirmeyi amaçlayan bu saldırıların, farklı araçlar kullanılsa da önemli oranda basın ve medya yoluyla hayata geçirildiği aşikardır. Medya adeta Kürt’e karşı savaşın lokomotifi rolü oynamaktadır. Kuşkusuz tüm topluma karşı medya üzerinden bir dezenformasyon faaliyeti yürütülmektedir. Fakat biz özel olarak Kürt toplumuna dönük olanına mercek tutmak istiyoruz.

 

Direniş Özel Savaş Güçlerini Parçalıyor

21. Yüzyıl koşullarında-nasıl olduğu hala ciddi tartışma konusu olsa da-Türk medyasında bugünde Kürt esas olarak yoktur. Elbette birey olarak Kürt vardır, fakat bu Kürt hak ve hukuku olan bir birey değildir. Bireysel hakları da dahil olmak üzere kolektif haklarından mahrumdur. Kürt sosyal bir varlık olarak görülüp değerlendirilmez. Yani insan olarak görülmez. Her insan doğal olarak kendi kültüründen gelenler ile daha yakın diyalog kurar, alıp verir. Kürt’ün de tabiatı gereği Kürt ile daha fazla iletişim kurması normal olandır. Fakat devlet aklı ve onun ifadeye kavuşmuş hali medyada böyle bir hakikat yoktur. Kürt’ün Kürt ile diyaloğu yok farz edilir. Direkt söylenmese de amel böyledir. Hal böyle olunca Kürt’ün özgürlük kavgası, mücadelesi, eylemi hep negatif bir yoruma tabi tutulur ve ters yüz edilir. Kürt’ün devletten hakları ile ilgili bir talepte bulunması abesle iştigaldir. Ne demek hak talebi, zaten tüm haklara sahiptir! Kürt, olmayan haklarını toplumsal inşa ile gidermeye kalksa başına gelen Sur’da, Cizre’de, Nusaybin’de yaşananlardır. Yani ne hakları verilir ne de bu hakları elde etmek için verilen mücadeleye izin verilir.

Kuşkusuz ‘olmayan’ Kürt’ün her hareketi sorundur. En başta bölücüdür, kaos ve kargaşadan yanadır. Dış güçlerin elinde ülke için tehdittir. Güvenilmezdir. Adap-erkan bilmez, kültürsüz-görgüsüzdür. Elbette bunlar abartı değildir. Herhangi bir habere, programa bakıldığında, bir diziye ya da sinema filmine göz atıldığında hemen karşımıza çıkan tip böyledir. Bunların ötesinde bir Kürt tipi gösterilmez. Sürekli olumsuz yanlarıyla gösterilen, böyle lanse edilen bir Kürt vardır. Kürt her an maniple edilmekte, olduğundan farklı gösterilerek adeta öcüleştirilmektedir. Medyaya bakılsa Kürtten uzak durmak başvurulacak en iyi yoldur. Diğeri her an tehlikelerle yüz yüze gelmek, hayatta risk almaktır. Şimdi büyükşehirlerde hiçbir dönemde olmadığı kadar insanların etnik temelli bir ayrışıma gittiği dile gelmekte ve toplumbilimciler bu durumu tahlil etmekteler. Tabi ki, bu ayrışma, oluşturulan bu zihniyetten bağımsız gelişmiyor. Eğer ki, mahalleler bölünüyor, insanlar komşusunun etnik-inanç kimliği üzerinden ilişki kurar noktaya gelmişse, bunun yaratılan toplumsal psikolojiden bağımsız olmadığı aşikardır. Dikkat edilirse, AKP-Saray rejimi için her daim ‘biz ve onlar’ temel politik argüman oldu. İktidar destekçileri ülkenin huzur ve refahını temsil ederken, karşısında duranlar kaos özlemcileri ve ülkenin bekasını tehdit edenler oldu. Erdoğan’ın izlediği bu karşıtlık siyaseti üzerinden neredeyse çeyrek yüzyıl ülkeyi idare ettiği biliniyor. Erdoğan için kendisine destek veren kesimi kemikleştirip kalıcı kılmak her daim başvurulan yol oldu. Bu sayede uzun yıllar ülkenin yarısı kontrol edilerek diğer yarısına neredeyse kan kusturuldu. Şüphesiz, bu bilinçli bir politikaydı ve bugün de hakim politikanın bu çerçevede olduğu görülmektedir. AKP-Saray iktidarı kendisinden öncekilerin izlediği yolda emin adımlarla yürüdü, hatta onları da aşan bir pratik sergiledi denilse yeridir. Kuşkusuz bu bir devlet politikası olarak geliştirilmekte ve iş başına gelen kim olursa onu uygulamaktadır.

Türk devlet aklına göre ülkeyi bölenler Kürtlerdir. İktidar ya da değil, Türk medyasının ekseriyetine göre Kürtler bölücülük yapmaktadır. Kürt tarafının demokratik cumhuriyet-demokratik ulus-demokratik özyönetim söylemlerinin bu aşamada bir kıymeti yoktur. Varsa yoksa devletin-iktidarın söyledikleridir, meseleye nasıl yaklaştıklarıdır. İktidar erki Kürtler için bölücü diyorsa aksi söz konusu değildir. Açık ki, burada ciddi bir çarpıtma, manipülasyon devrededir. Türk ulus-devlet aklı her ulus-devlet gibi tekçidir, farklılıklara düşmandır. Kürtler başta olmak üzere diğer etnik ve inanç kimliklerinin tümü bu devlet mantığına göre düşmandır ve tasfiye edilmeyi gerektirir. Her şey Türkler ve özelde de beyaz Türkler içindir. Ülkeyi onlar kurmuştur! O halde nimetlerinden de onların faydalanması en tabii olandır. Hiç kuşku yok ki, asıl bölücülük bu zihniyetin sahipleri tarafından yapılmakta ve bu da çok ciddi bir plan dahilinde hayata geçirilmektedir. Diğer halkları-toplumsal kesimleri kabul etmek, ülkenin zenginliklerine onları da ortak etmek, ülke yönetimini paylaşmak anlamına gelmektedir. Bu göze alınmadığından, hatta bu durumdan büyük korku duyulduğundan kaynaklı daima tekçilikten söz edilip Türklükten dem vurulmaktadır. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş süreci, görece de olsa, demokratik bir inşanın yaşanmadığını bizlere gösterir. Devlet askerler eliyle üstten inşa edilir ve topluma biat dışında bir seçenek bırakılmaz. İtiraz edip, isyana kalkışanların akıbetleri bilinmektedir. Bu gelenek aradan yüz yıl geçse de hala capcanlıdır. Devletin sahipleri vardır. Halk bu sahiplerin çizdiği sınırlarda hareket etmekle mükelleftir. Gelinen aşamada toplum artık bu gömleğin kendisine dar geldiğini, yırtıp atmak istediğini söylüyor. Fakat iktidar sahipleri de var güçleriyle olana sarılıp kendilerini korumak istiyorlar. İşte tam da bu dönemde, özel savaş araçları daha fazla devreye girmekte, hiçbir dönemde olmadığı kadar özel savaş yöntemleri ile gündem belirlenmeye çalışılmaktadır. Adım adım bir özel savaş devletinin kurulduğu, bu konuda sona yaklaşıldığı görülmektedir.

Hemen her gün bu kapsamda yeni bir kurumun açıldığı, yeni mekanizmaların devreye konulduğu bilinmektedir. Görüldüğü üzere İktidarı elinde bulunduranların bu dönemdeki temel gündemi güya ülkenin bekası oluyor. Hem içerden hem de dışardan ülkenin saldırılarla yüz yüze kaldığı, buna karşı Türklük hukuku çerçevesinde toplumun kenetlenmesinin gerekliliğine vurgu yapılıyor. 1930’larda Mahmut Esat Bozkurt’un dedikleri bugün hayata geçirilmek, ülkede Türk dışında etnik kimlik bırakmayacak bir politika gün gün örülmektedir. Türkiye halkları ortak yaşam-farklılılara dayalı demokratik toplum inşası dedikçe onlar tekçilikten, milliyetçilikten dem vurmakta, katı-faşist yönetim için var güçleriyle halka saldırmaktalar. Kendileri bölücülük yapmakta fakat en fazla eşitlikten, ortak yaşamdan, özgürlüklerden bahsedenler bölücü olarak gösterilebilmekte ve böyle sunulabilmektedir. Elbette tüm bunlar halkların ortak yaşamını engelleme, demokratik bir ülkenin kurulması korkusu oluyor. İktidardakiler biliyor ki, demokratik bir rejim, demokratik bir ülkede onlara yer yoktur. Demokratik bir rejimde, topluma karşı işledikleri suçlardan kaynaklı yargılanacaklarını bu kesimler bilmektedir. Bundan dolayı ellerinden geldiğince ömürlerini uzatmak, ayakta kalmak için her yola başvuruyorlar. Devleti özel savaş devletine dönüştürmeleri de kaynağını buradan almaktadır. İpek Er olayında da Şenyaşar meselesinde de devletin açıktan taraf olması ve suçluları koruması tamamen izlenen bu politikanın ürünü olmaktadır. Toplumun rahat bir nefes alması, özgürlüğün tadına varması egemenlerin korkulu rüyasıdır. Ne yapıp edip toplumu denetimde tutma, kulluk sınırlarında yürütme temel yaklaşım olmaktadır. Şüphesiz bunun içinde milliyetçilik, dincilik, cinsiyetçilik sonuna kadar kullanılmakta, toplumun aydınlanmaması, tarihsel toplumsal geçmişine uygun bir gelecek inşasına yönelmemesi her yola başvurulmaktadır.

Toplumun eşit özgür bir gelecek özlemi engellenerek elit bir kesimin refahına dayalı bir gelecek tasarlanmaktadır. Şüphesiz, buraya kadarı egemenlerin, özel savaş güçlerinin yaratmak istedikleri dünya oluyor. Fakat bu konuda oldukça zorlandıkları hatta pul pul döküldükleri ülkede yaşanan mafya-siyaset ilişkileriyle daha fazla görünür oluyor. Elbette bu çatışma esasen halkların mücadelesinin bir neticesi olarak gündeme geliyor. İktidar güçlerini birbirine düşüren, dağılmanın eşiğine getiren temel güç devrimci-demokratik güçlerin direnişi oluyor. Tüm zorlanmalara, verilen bedele rağmen gelişen direniş ve mücadele özel savaş güçlerini parçalıyor ve yıkımın eşiğine getiriyor. İktidar sahipleri ne kadar bölmeye, parçalamaya çalışırsa çalışsın toplum egemenler karşısında birleşiyor ve daha fazla dayanışıyor. Dün halkları kendi çıkarları temelinde harekete geçiren, yönlendiren ve kirli emelleri için kullanan özel savaş güçleri bugün yılların mücadele birikimi ile aydınlanmış geniş toplumsal kesimler karşısında savunma pozisyonuna çekiliyor, kendilerini korumanın ötesine geçemiyor. Psikolojik üstünlük çoktan demokratik toplumcu güçlere geçmiş oluyor. Belli ki geleceği özel savaş yöntemleri ile ayakta duran karanlık odaklar değil, halkın aydınlık yüzleri belirlemektedir ki hakikatin kendisi de bu oluyor.

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.