Düşünce ve Kuram Dergisi

İdeolojiler Öldü Mü?

Muhammed İnal

Giriş

Toplumsal bilinçte ve ideolojiler kategorisinde serüveni en ilginç kavramlardan biridir ideoloji. İde’lerin neden lojikleştirilmeye ihtiyaç duyduğu ve logosla gerçekten ne kadar ilişkili olduğu da ayrı bir tartışma konusu. Ancak sistemsel kaosun ve mücadelelerin en yakın ve yakıcı tarzda yaşandığı günümüzde ideoloji kavramı ve tarihsel içerikleri önemli bir tartışma konusudur.

Bu yazıda “ideolojilerin öldüğü ve tarihin sonuna geldiği” tezleri kapsamında ideoloji kavramı ele alınacak ve toplumsal özgürlük idealleri bağlamında 19 ve 20. yüzyıl ideolojilerinin temel sorunsalları sadece ana başlıklar halinde incelenmeye çalışılacaktır. Özellikle sistem karşıtı hareketler açısından ideoloji, politika ve özgürlük kavramlarının hâkim paradigmadan kopuşu ve ideolojinin 20. yüzyıl büyük anlatılarıyla ilişkileri yeniden tartışılmak durumundadır. Birinci bölümde, ideolojinin serüveni ile kavramın içeriği ele alınmakta; ikinci bölümde ise kapitalizme alternatif olma iddiası taşıyan yapıların ideoloji ve politika ekseninde yaşadıkları temel sorunlar bağlamında özgürlük ideallerine ne kadar cevap olabildikleri incelenmeye çalışılacaktır.

 

1- İdeolojinin Serüveni

19. yüzyıl çok ideal bir biçimde “ideolojiler çağı” olarak tanımlandı. Fakat bu çağın bitiminden hemen sonra 20. yüzyılın ikinci yarısına bile gelinmeden ideolojilerin öldüğü iddia edildi. Her iki söylemin çarpıcılığı ve yol açtığı tartışmalar ilginçtir. Bilimsel gelişmelerin doruk yaptığı ve bilimin her sorunun devası olduğu yönündeki aydınlanmacı aklın egemen olduğu bir dönemdir. Tüm geleneksel düşünce ve inanç kalıplarının aşınmış olduğu ve bu çağın artık pre-modern inanç-zihniyet kalıplarına ihtiyaç duymadan “fikirler bilimi” ile yaşamın sürdürebileceği iddiası -muhalefetlerin tüm itirazlarına rağmen- makul karşılanabilir. Ancak binlerce yıl süren dinler çağının uzunluğu ve etkililiği göz önüne getirildiğinde 19. yüzyıl ortalarında ilan edilen ideolojiler çağının neden modern bilim ve teknik gelişimin doruğu sayılan 20. yüzyılın bitmesini bile beklemeden sona erdiği ciddi bir şekilde tartışılmalıdır. İfadenin örtük anlamı kadar zahiri boyutları da ilgi çekicidir.

Her bir kavram, bir toplumsal zihniyetin ürünüdür ve inşa edilmiş gerçeklerdir. Bu inşanın düşünsel kategoride olması, gerçekliğini zedelemediği gibi daha ziyade önemli kılar. Kavramların bir inşa süreci içinde gelişimi ve farklılaşması, zenginleşmesi ve zayıflaması, hatta karakter değiştirmesi de mümkündür. Zaten kavramsal yapıların varlıklarını devam ettirmeleri, ancak yeniden tanımlama yoluyla toplumsal inşada kalmalarına bağlıdır.

18. yüzyıl sonlarında Destutt de Tracy, toplumsal fikirlerin oluşum süreçlerini, kaynaklarını ve hareket tarzlarını inceleyecek bir bilim dalı olarak ilan eder ideolojiyi. İdealler (fikirler) bilimi ile topluma hâkim olan fikirler, bilimsel analize tabi tutulabilecek ve toplumun yeniden biçimlendirilmesi amacıyla kullanılabilecektir.[1] Her gün yeni bir bilim dalının kuruluşunu ve özerkliğini ilan ettiği bir dönemde fikirleri inceleyen bir bilim dalının çıkışı doğaldır. Ama bu kavram ve etrafında gelişen tartışmalar neredeyse bütün bir 19 ve 20. yüzyılı etkiler. Fikirleri incelemek ve gerekirse topluma hâkim olan fikirlere yön vererek, topluma da yön verebilmek oldukça etkili bir iddia olarak yer alır. Bu yönüyle ideoloji kavramının ilk çıkışının bir “iktidar mühendisliği” olarak tasarlandığı söylenebilir. Fakat bu aynı zamanda çok güçlü bir aydınlanmacı aklın varlığını da işaret eder. Zira aydınlanmacı akla göre insanlık; aydınlanmayla beraber eski çağın, çocukluk korkularının ürünü olan inanç ve dinden kurtulmuş ve ilk sefer aklını kullanarak yaşamına yön verebilecek rüşte ulaşmıştır. O, artık inanca değil, bilime ve fikirlere dayalı olarak yaşamını sürdürebilecektir. Bu nedenle ideoloji yani fikirler bilimi yeniçağın dininin adı olur.

Belki de modern dönemin siyasal yapılarında ilk “ideolojik kurum” olan “Institut de France”, Napolyon tarafından desteklendi. Bu kuruluşun amacı, kuruluş bildirisinde de yer aldığı gibi fikirler bilim aracılığıyla, Hegel’in “tanrının yeryüzündeki yürüyüşü” olarak adlandırdığı yeni ulus devlet formunu topluma kabul ettirmek idi. Aynı şekilde Napolyon, kendi fikir bilimi dışında kalan ideolojilere de “karşı ideoloji” tanımını yapıştırarak kötülemiştir de. Ona göre ideolojiler, güzel Fransa’nın başına gelen tüm musibetlerin kaynağı idiler.[2]

İdeoloji kavramının toplumsal dinamik içinde önem kazanması kadar olumsuz bir içerikle tanımlanması da esas olarak kapitalizme karşı işçi sınıfı mücadeleleri ve çatışmasının yükselmesiyle oldu. Marks’ın ideoloji tanımlaması, muhtemelen hayatının sonunda kimi değişimlere gitmişse de genel olarak olumsuzdur.[3] Marks’ın ele alışında ideoloji, düşüncenin yabancılaşmasıdır. Zira toplumda hâkim olan ideoloji, her daim hâkim sınıfın ideolojisidir.[4] Yani topluma hâkim fikirler sistemi olan ideolojiler, egemenler lehine toplum üzerindeki tahakküm ve sömürüyü meşrulaştırma araçlarıdır. Bir diğer yönü ise Marksizm’in materyalist yorumunun ideleri maddi oluşumunun yansımaları olarak ele almaları ve bir nevi yansıma, “epifenomen” biçiminde tanımlamalarıydı. Sebebi ne olursa olsun Marks’ın gözünde ideoloji kavramı oldukça olumsuz bir anlamdadır. Ona göre ideolojiler de ideler gibi toplumsal yapıya hâkim olan ilişkilerin düzenleyicisi değil, ancak yansıması olabilir. Ve bu yansıma gerçekliği ifade eden bir yansıma değil, “insanlar ve aralarındaki ilişkiler camera obscuradaymış gibi baş aşağı görünmesine yol açan”[5] tarzındadır. “Buradan üç sonuç çıkar. Birincisi, ideolojinin olumsuz bir anlam taşıdığıdır. Çünkü ideoloji gerçekliği çarpıtılır. İkinci sonuç, ancak gerçekliği çarpıtan fikirlerin ideolojik olduğudur. Demek ki bütün fikirler ideolojik değildir. Üçüncü sonuç, ideolojinin olumsuzluğunun ve gerçekliği çarpıtma işlevinin insanların söylediklerinden, imgelerinden, kavrayışlarından yola çıkmasından kaynaklandığıdır.”[6] Marks’ın ideoloji hakkındaki görüşleri olumsuz olmakla beraber Marks sonrası Marksizm kendisini bir ideoloji, hatta tek bilimsel olarak tanımlardı. Bu biraz da ideolojinin içeriği ve tanımlamasındaki değişimle ilgilidir.

Marks, kendi sistemli düşüncelerini belki ideoloji olarak görmüyordu. Fakat Marks sonrası Marksizm kesinlikle bir ideoloji olarak ele alındı. Bu gelenekte üç farklı ideoloji tanımına rastlarız. Birincisi, maddi temel yapının diyalektik karşıtı olarak ideolojik üst yapı. İkincisi, temel toplumsal sınıfların dünya görüşü olarak ideoloji. Üçüncüsü de, ideolojiyi insanların gündelik pratiklerine, eylemlerine ve yönelimlerine esin veren hâkim fikirler olarak algılıyordu.

Birincisi ilk dönem Marksistlerin görüşü iken; sınıfsal mücadelelerin keskin çatışmalarla iktidar olma mücadelesi verdiği dönemin görüşü ikincisinde anlam bulur ve Lenin tarafından bir programa kavuşturulur. Lenin, ideolojiye kategorik olarak kötülemez, ancak hangi sınıfa ait olduğuna göre ayrıştırır. Lenin’e göre kapitalizm çağında ya burjuva ideolojisinden ya da sosyalist ideolojiden bahsedilebilir. Burada ideoloji tümel olarak kötülenmiş çarpık fikirler değil, toplumsal sınıfların doğru çıkarlarının, politik yöneliminin sistemli ifadesidir ve topluma aktarılması, taşırılması gereken bir olgudur. Öncü partinin asli işlevi de budur. Üçüncü eğilim ise Antonio Gramsci’nin temsilini yaptığı işçi sınıfı ideolojisinin bir blok olarak iktidarlaşması sonrası karşılaştığı somut gerçeklik çerçevesinde yeniden yapılandırma çabasıdır. Ancak ikisinden tümüyle uzak da değildir. Birinci Dünya savaşı sonrası dünya siyaset sahnesine damgasını vuran esas çelişki ve çatışma da hâkim iki ideolojik kamp arasında gerçekleştiği. Ve ideoloji burada temel bir unsurdur. Her iki kutbun amacı ekonomik, siyasi, askeri ve hatta kültürel başarılarla ideolojinin güçlülüğünü ve zaferini ilan etmektir.

Bu, rekabetin en yoğun yaşandığı bir dönemdir. 20. yüzyılın ikinci yarısında Amerikalı sosyal bilimciler Daniel Bell ve S. M. Lipsett, politik ve toplumsal alana yön veren ideolojilerin yani liberalizm ve sosyalizmin artık önem ve değerlerini yitirdiklerini, toplumsal kitleleri harekete geçirebilme ve taleplerine karşılık verebilme yetilerini kaybettiklerini ileri sürdüler. Zira bu her iki büyük anlatı da toplumsal çatışmaları, iki büyük dünya savaşını, ekonomik depresyonları ve krizleri önleyememişlerdir. Dolayısıyla bu ideolojiler “ölme” sürecine girmişlerdir ve bunun yanında terazinin kefesinin biraz liberalizm lehine bastığı yorumlarına yansıtmıştır. Bu bilimciler, kapitalist ülkelerde ortaya çıkan sosyal refah devleti ve demokratik değerler sistemini katı bir ideolojik ve sınıfsal çatışmayı gereksiz kıldığını her tür sosyal-sınıfsal talebin büyük değişimlere ihtiyaç duyulmadan sistem içi demokratik yöntemlerle çözülebileceğini belirttiler. Bu bakış açısında her ne kadar liberalizmin de sosyalizm gibi erime sürecine girdiği belirtilse de eğilimlerinde liberalizmin zaferi sezinlenmektedir. Zira çözüm olarak gösterilen adresin kendisi “liberal değerler” olarak ele alınmıştır. Daha sonra Francis Fukuyama neredeyse benzer görüşleri savunacak ve bu tartışma 1990’larda sosyalist blokun siyasi olarak yıkılmasıyla liberalizmin zaferi olarak sunulacaktır.

Ancak ilginç olan nokta; bu görüşün sosyalist hareket içinde çıkan revizyonistler tarafından daha 20. yüzyıl başlarında benzer bir biçimde savunulmuş olmasıdır. Leonard Bernstein dahil revizyonistlerin görüşüne göre tarihin zorunlu ilerlemesi nedeniyle kapitalizm, dıştan müdahaleye bile gerek kalmadan iç evrim yoluyla çözülecektir. Bu nedenle ona karşı politik-askeri mücadele vermeye dahi gerek yoktur. Sovyet sistemi blok olarak yıkıldıktan sonra dünyanın çeşitli yerlerinde kimi sosyalist hareketler de benzer biçimde ideolojik mücadele çağının sonuna gelindiğini ileri sürdüler.

Lipsett, Bell ve Fukuyama üçlüsünün öncülüğünü yaptıkları ideolojiler öldü tezi, somut durum tespiti gibi sunulsa da, açıktır ki reel sosyalist blokun çözülüşünü işaret ederler ve daha çok burjuva kapitalizmine karşı bir blok oluşturan reel sosyalizme dönük bir temenniyi de içerirler. Bir “dünya görüşünün” tezahürüdürler. Dünya görüşü olmalar hasebiyle de öldüğünü iddia ettikleri fikirler biliminin konusu olmaktan kurtulamazlar.

 

Tarihin Sonu ve İdeolojiler Öldü 

İdeolojilerin öldüğü 20. yüzyıl sisteminin öncü gücü olan Amerika’da pragmatizmin yegâne felsefe olarak hüküm sürdüğü bir düşünce coğrafyasında ileri sürülmüş olması, bir yönüyle sebep ve amaçlarını da ihsas ettirmektedir. Belki Lipsett ve Bell’i liberalizmin savunucuları olarak ele alıp söylediklerinin gerçeklikle bir bağlantısının olmadığını ileri sürmek bizi rahatlatabilir. Ancak bu iddianın açık veya örtülü bir şekilde sistem karşıtı hareketler içinde de boy verdiğini inkâr edemeyiz. Son dönemlerde dini hareketlerde, dini bir ideoloji olarak yeniden yapılandırma girişimleri olmaktadır. Sosyalist bloğun yıkılmasıyla büyük bir travma yaşayan sosyalist hareketlerin yeni ideolojik arayışlarla paradigmatik değişimleri gerçekleştirerek toparlanmaya çalıştıkları bir dönemi yaşıyoruz. Ancak neredeyse her ideolojik yapının çağda yaşanan krizi diğer ideolojilerin onu ve kendi ideolojik kampının bir zaferi olarak ele aldığı ve bu formu tarihin sonu olarak mutlaklaştırmayıp çalıştıklarını görmezden gelemeyiz. Sanki her ideoloji, kendisinin mutlaklığı iddiasıyla diğerlerinin sona geldiği iddiasını içinde taşıyor.

Şu açık ki ideolojiler öldü tezi ile tarihin sonu kavrayışları arasında birebir ilişki vardır. Bunu Hegel felsefesi üzerinden kısaca incelemekte fayda vardır. Modern dönem düşüncesinde önemli bir kilometre taşı olan Hegel’in fikirleri ve sistematiği kendisinden sonra gelen neredeyse bütün düşünce akımlarını bir şekilde etkilemiştir. “Hegel felsefesi önemlidir ve hala güncelliğini korumaktadır. Kapitalist birikimin ve güç biçiminin felsefesi olarak gerçekten doruk aşamasındadır. Bu sistemin son sözüdür. Daha sonra sağ ve sol felsefeler adına yapılanlar, ayrıntılı program çalışmaları ve propagandalardan öteye gitmez. Her türlü Marksizm, liberalizm ve konservatizm ideolojileri buna dahildir.”[7] Hegel’in tarih felsefesinde açık bir “tarihin sonu” belirlemesi aranmamalıdır. Ancak Hegel felsefesi kendi içinde bütünsel ve sistematik bir yapı oluşturur. Tarihin sonu tezi bu sistematiğin bir sonucudur. Ki bu tezi alenen bir felsefi sistem olarak savunan Alexandre Kojeve, bunun bir iddia değil, somut bir durum tespiti olduğunu söyler.[8]

Hegel’in tarih felsefesi, tarihin başıboş ve rastlantısal veya kaba teleolojik -ereksel- bir yapı olmadığı, ancak Tin’in kendisini gerçekleştirme ve özgürleştirme edimi olduğu iddiası üzerinde şekillenir. Tin’in aslı ereği, kendi özgürlüğüne ulaşmaktır. Bu ereğe ulaşmak için Tin, kendini halkların tarihsel eyleminde somutlaştırır. Özgür olmayandan özgürlüğe, kendi bilincinde olmayandan kendi bilincinde olan özneye doğru akan ilerlemeci bir tarihtir. “Tin’in tözü özgürlüktür. Tin’in tarihi sürecindeki ereği böylece söylenmiş oluyor; öznenin özgürlüğü. Yani ereği kendi vicdanına ve ahlakına sahip olmasıdır. Öznenin sonsuz bir değer kazanması ve bu sonsuzluğun bilincine varmasını sağlayacak genel ereklere sahip olmasıdır. Dünya-tininin ereğinin içerdiği bu töze herkesin özgür olmasıyla ulaşılabilir.”[9] 

Tin’in gelişimi, zıtların çatışması ve aşılmasına dayalı bir diyalektik gelişimdir. Tarihte toplumsal gerçekleşmede bu diyalektik kutuplar, efendi ve köle şahsında somutlaşır. Tarih, bu ikisi arasındaki mücadeledir. Kölenin özgürlüğünü kazanması, Tin’in ereğine ulaşması ve mükemmeliyetin sonsuz dinginliği içinde devinimsizliğe ulaşmasıdır. Zira devinim ancak diyalektik kutupların varlığına bağlıdır. Köle ile efendi ortadan kalktığında, Tin’in özgürleşme erekli olarak kendini açımlaması gerçekleşmiş yani tarih sona ermiş olacaktır. Bu tez, basit olmakla beraber “mükemmel” bir sistemsel bütünlük ortaya koyar. Diyalektiğin tarihe oldukça bütünlüklü uygulanması vardır.

Hegel’in Tin kavramı, her ne kadar teolojik bir içerik sunsa da aslında oldukça sekülerdir ve bu dünyaya aittir. Marks, Hegel felsefesini baş aşağı bir felsefe olarak tanımlar ve kendi müdahalesinin onu ayakları üstüne dikmek olduğunu söylerken, aslında Hegel felsefesinden ne kadar etkilendiğini ve ona çok fazla da müdahale etmeden benimsediğini ima etmektedir. Bu gerçekten de doğrudur. Marks, Hegel felsefesinin temel yapı taşlarına dokunmadan onun Tin ideler belirlemesine dönük kimi düzenlemeler dışında bir müdahalesi söz konusu değildir. Hegel’in tarih felsefesi, en baştan ilerlemecidir. Bu, tarihin ve dolayısıyla toplumların aşamalı olarak bir hedefe doğru ilerlediklerini anlamındadır. Motor ise, tinselin pek de net cümlelerle açıklanmayan amacıdır. Marks açısından ise bu, maddi altyapı ve üretim güçleridir. Herhangi bir ideolojik yapı, bu ilerlemeciliği kolayca ödünç alabilir ve politik amaçlarının gerçekleşmesi için uyarlayabilir. Marks’ta efendi-köle çatışması, burjuva-proleter biçiminde formüle edilmiştir. İkincisi bu ilerleme köle-efendi ikiliğinde ortaya konan zıt kutuplu bir diyalektik çerçevede gelişir. İlerleme, düz ve çizgiseldir. Maddi olarak görülebilirdir. Diyalektik ve çizgisel algılama, kendisiyle beraber determinist akışı da getirir. Her ne kadar Hegel bu determineyi Tin’in edimine bağlasa da bu, kolayca bir başka unsura, örneğin ekonomik yapılara veya ulusa indirgenebilir.

Hegel’e göre Tin’in kendini açımlaması olarak tarihte bireyin ve toplumun kendi bilincine vararak özgürleşmesi ancak “devlet”te somutluk kazanır. Ve tarih boyunca en mükemmel devlet, modern devlet ulus formudur. Daha somut bir ifade ile Napolyon ile kurumlaşan devlettir. Ancak bu devlette tüm insanların özgürleşme imkânına kavuştuğu ve köle-efendi çelişkisini ortadan kalkma aşamasına geldiği söylenebilir.

Hegel üzerine yorumlarda bulunan Alexandre Kojeve’in yorumu burada konuyu daha iyi açımlar.[10] Kojeve, Hegelyen köle-efendi diyalektiğinden yola çıkar ve bunu her birinin ediminin bir diğer özne tarafından tanınma arzusu ile güdülen bir özneler-arasılık ilişkisiyle yorumlar. Tarih sahnesi bu ikilinin diyalektik çatışmasıyla var oluyorsa, o halde bu sahnede artık köle ve efendi yoktur ve sahne son temsilini oynamıştır.[11] Modern dönemle beraber Hegel’in deyimiyle Germenik halkların ediminde somutlaşan “herkesin özgürleştiği” aşamaya ulaşılmıştır. Ve tarih artık köle ve efendinin ortadan kalktığını görmek istemektedir. Kojeve, modern devlette herkesin, köle ve efendinin “yurttaş” olarak bir diğer özne tarafından tanındığını ve tanınma arzusunun herkes açısından karşılandığını ve bu nedenle tarihin itici gücü olan köle-efendi çatışmasının ortadan kalktığını belirtir. Bu nokta, tarihin sonudur. Zira bu karşılıklı tanınma, çelişkileri ortadan kaldırmıştır. Modern devlette yeryüzü yürüyüşüne geçen Tin’in, artık mükemmeliyete eridiği için yeni tezahürleri ortaya çıkmayacaktır.

Marks, kapitalizmin vahşi bir sistem olduğunu, bu sistem içinde köle-efendi çatışmasının en keskin sınıf çatışması halini aldığını belirtirken doğru bir noktada durmaktadır. Ve bu noktada Hegelyen felsefeye aykırı durmaktadır. Ki gençliğinde sol Hegelci olarak hareket etmişti. Ancak Marks kapitalizmden sonra bir nevi tarihin zorunlu yasasının sonucu olarak gelecek olan sosyalist-komünist toplum aşamasında “esas çelişkinin” tümden ortadan kalkacağını ileri sürerken, Hegel’i sadece revize etmiştir. Üstelik kapitalizmi, sosyalist toplumun zorunlu öncüsü olarak tanımlayarak istemeden de olsa kapitalizme en büyük övgüyü gerçekleştirmiştir.[12]

Kojeve, köle-efendi çelişkisini sona erdiren durumun yorumunu tipik bir tarzda yapar. İçinde tarihin sona erdiği siyasal yapı ve hukuk artık ne değişecek ne de sönecektir. Burada açık ki Kojeve, Engels’in Anti-Dühring’de belirttiği “işçi sınıfının devlet iktidarını ele geçirdikten sonra (…) insanların yönetiminin yerini şeylerin yönetimi alır. Devlet ortadan kaldırılmaz, devlet sönümlenir.”[13] belirlemesini hem desteklemektedir, hem de farklı bir yoruma kapı aralamaktadır. Kojeve’e göre, zaten devlet ortadan kalkmayacaktır fakat bu devlet sönümlenmeyecektir de. Zira eğer tarih, devletin içinde sona ermişse, devletin sönümlenmesini de beklememek gerekir. “Bu aşamaya bir kez erişildiğinde, yani her tür anlaşmazlık bir kez sona erdiğinde hukukun evrimi durur. Ve denilebilir ki son biçimiyle hukuk, (yurttaşın hukuku) mutlak bir hukuktur. Tek ve artık değişmez bir hukuk olarak evrensel olarak geçerlidir, mükemmeldir, çünkü hiç değişmediğinden daha iyiye gidemez.”[14]  Bu da tarihin şu an sona erdiği değil, o sona götüren evrimin genel yönünün bu anda somutlaştığı anlamındadır. Kojeve, Hegel’in Napolyon’da gördüğü sandığı “tanrı yürüyüşünü” Stalin’de gördüğünü sanır.[15] Ancak Rusya’da komünizmin ilanından sonra yaşananlardan hayal kırıklığına uğrar ve tezini gerçek kurtuluşun komünizmde değil, kapitalizmde, Amerikan zenginliğinde olduğu yönünde yeniden formülleştirir. Ölümüne yakın ise Amerikan rüyasından da umutsuzluğa kapılır ve derin bir hayal kırıklığıyla bu tarihin insanın demirden kafeslere kapatılmasıyla sonuçlandığını ifade eder.

İdeolojiler neden öldü? Kojeve’in özneler-arası köle efendi diyalektiği nihayetinde köle efendinin ortadan kalkışıyla sonuçlanır. Kojeve’in köle efendi tahlili, modern ulus devletin önerdiği “özgür yurttaş”ın gerçek niteliğini anlamak açısından önemlidir. Hayatın son dönemlerinde kapitalizmden de ümidini kestiğinde, insanın ölümü olarak tanımlar. Modern yurttaşta somutlaşan kölenin kurtuluşu, efendi karşısında zaferi olarak yorumlanabilecek bir durum değildir. Tam tersine kölenin efendisinin sistemine dâhil olarak onun yenilgisidir. Köleyi köle yapan koşulların ortadan kalkmasından ziyade, kölenin yenilgisiyle biraz da herkese sus payı olarak bir parça efendilik bahşedilmesi ve bunun sonucunda kölenin kölelik bilincinden kopuşu demektir. Bunun için artık köle için bir kurtuluş ideolojisine de, efendinin köleyi tahakküm altında tutacak bir egemenlik ideolojisine de ihtiyaç duyulmaz.

Bu noktada işte Lipsett ve Bell’in tezinin başladığı noktaya ulaşıyoruz. Herkesin efendileştiğini sandığı ve her kölenin diğer kölelerce tanındığı ve kabul edildiği tarihsel politik zemin; liberal değerlerine hâkim olduğu ulus devlettir. Refah devleti tanımı bunun arızi bir tanımıdır. Tüm köleler ve efendiler burada “yurttaş”tır. Bu yurttaşlık, en nihayetinde tüm fertlerin tüm sosyal-sınıfsal, etnik ve dini kimliklerinden soyutlandığı ve çırılçıplak kaldığı bir durumdur. Eşitlik böyle tanımlanır. Ancak bu kölenin kendisini de kendi içinde değil, tam egemenlik boyutuna ulaşmış devlet aygıtı karşısında eşit hale gelmesidir. Yurttaşı devlet karşısında koruyacak hiçbir sosyal (devlet-dışı) tampon bırakılmamıştır. Köle ve efendinin eşitliği, asla birbirine karşı değil, yürüyüşe geçen Tin nezdindedir. Lipsett ve Bell’in tezleri bu nedenle tam da Hegelyen ruhun içinde doğmuşlardır. Ancak tarihe diyalektik bir son öngören tüm tezler, kaçınılmaz olarak ideolojinin ölümüne de ulaşırlar. Bu durum sadece spekülatif felsefi bağlamda değil, çok daha canlı olarak sosyo-politik alanda kesin ve çarpıcı sonuçlar üretme eğilimindedir. İdeolojiler için öngörülmeyen tuzak buradadır. Zira lineer-determinist tarih anlayışı, kendini en çok da politik alanda pratikleştirmek ister. Tarihin sonuna gelindiğinde ve ideolojiler ortadan kalktığında politikanın bağlı kalacağı evrensel doğru ve amaçsallık kalmamıştır. “Etik”in ölümü ve “pragmatik”in sonsuz yayılımıdır. Burada artık tek kesin gerçeklik vardır; o da var olacak olan (ütopya) değil, geçmiş (tarih) de değil, ancak şu anda var olandır. Kojeve’in liberal sistem lehine tarihin sonu kararı verdiğinde, diğer kutupta Stalinist Sovyetler artık sınıf çelişkilerinin kalmadığı, komünizme ulaşıldığını ilan etmişti. Yegâne hakikat “bu var olandır ve var olduğu gibidir. Şu halde mevcut olanın olumsuzlayıcısı her eylem kötüdür.”[16]

Bu noktada sistemlerin neden var olan durumu ideolojiler olarak tanımlamaktan kaçındıkları bir sorun olmaktan çıkar ve zaten cevaplanmış bir soruya dönüşür. Zira tarihin sona erişi, toplumun mükemmel doğal duruma ulaştığını gösterir. Büyük mücadelelerin, tarihin veya ekonominin doğal yasalarının zorunlu sonucu olarak ulaşılan “doğal durum”, bir nevi ideolojinin artık görevini yerine getirdiğini gösterir. Zaten ideoloji, en olumlu tanımlamalarda bile “belirli bir sosyal sınıfın veya sosyal grubun dünya görüşü ve eylem yönelimli siyasi fikirler kümesi”[17] olarak var olan doğal duruma karşı, mevcut olanın olumsuzlayıcısıdır ve günahtır. İnsanları doğal durumdan uzaklaştırmayı ve ifsad etmeyi amaçlayan bir yıkıcılık dürtüsüdür veya ilerici insanlığın, gerici bir tarih-öncesi yaşama döndürmeyi amaçlayan gerici fikirler yığınıdır. Bu tanım daha çok egemenleşmiş ve iktidarlaşmış yapılar tarafından esasa alınır. Oysa doğal durum, ister Stalin’in komünizm ilanı, isterse liberal refah devletinin kendinin tarihin sonu olarak ilan etmeleri olsun, kendi içinde sosyal sınıf farklılıklarının yok olduğu iddiasını açık olarak taşır ve değişimin reddini öngörür. Var olabilecek her tür değişim talebinin sistem içi argümanlar ve parametrelerle çözülebileceğini kabul eder. Bu anlayışta sistemler kendilerini ideolojik olarak tanımlamaktan kaçınırlar; zira kendini ideolojik olarak tanımladığı anda doğal durum olmaktan çıkıp sınırlandırdığının farkındadır.

Gerçi “doğal durum” tanımı da zaman içinde oldukça farklılaşmıştır. Bu değişim hâkim ideolojik-politik yapının egemenleşme süreciyle de bağlantılıdır. Modern dönemin kendini inşa sürecinde doğal durum “eski yapı”nın ifadesidir ve oldukça kötü bir çağrışıma sahiptir. Hobbes, “insanların birbirinin kurdu olduğu” metaforunu devlet öncesi topluluklar için kullansa da Avrupa kapitalist sisteminin kuruluşunda bu tanım tüm modern öncesi topluluklar ve özelde ise Avrupalı olmayan toplumlar için kullanıldı. Ancak yeni sistem hâkim hale geldikçe doğal durum, daha çok hâkim sistem durumunu ifade etmeye başladı. Napolyon ideolojiye her tür olumsuz anlamı yüklerken de, Marks ideolojiyi insanlar arasındaki ilişkilerin tersyüz edilmesi olarak tanımlarken de bir “doğal durum” varsayımından yola çıkarlar. Fakat sosyalizm için o doğal durum, daha ulaşılmamış ve gelecekte komünist toplumda ulaşılacak olandır.

 

2- Modernizmin İflası

Hegel, Napolyon’u ve onunla somutlaşan modern devlet Tin’in yeryüzünde yürüyüşe geçmiş hali olarak tanımlarken yanıldı mı? Acaba Napolyon’a gösterdiği bu hayranlık, bu sistematik düşünce dehasının basit bit politik yanılgısı mıdır? Aslında Hegel’in bu yorumu simgesel anlamları tartışılmadan kolayca reddedilebilecek kadar basit değildir kanımızca. Napolyon, ölümünden kısa bir süre önce “Benim gerçek başarım, kırk tane muharebe kazanmış olmak değildir. Waterloo muharebesi, bunca zaferin anısını silecektir. Hiçbir şeyin silemeyeceği şey, ebediyen yaşayacak olan benim Medeni Kanun’umdur”[18] (Burda Medeni Kanunu ile kastedilenin Anayasa olduğunu vurgulayalım.)

Son iki yüzyıllık dünya sistemi gerçekten de 1789 Fransız Devrimi ile kurumlaşan siyasal-sosyal ekonomik yapının kendini açımlaması ve kurumsallaştırmasından öte bir şey değildir. Napolyon, bunun sadece mükemmel bir prototipidir. Modern devlet; yasal sistemleşme, ekonomik ve sosyal yapısı, partileşme, askeri kurumları, eğitim kurumları ve diğer kurumları ile neredeyse Napolyon’un Medeni Kanunu’nun tezahürü ve açılımı gibidir. Hegel modern sistemin tüm imkân ve potansiyellerine bilkuvve olarak Napolyon’da görürken haksız değildir. Daha sonra gerçekleşen reel sosyalist denemeler de bunun birer versiyonu olmanın ötesine geçemediler.

Peki bunu sonsuz bir başarı olarak tanımlayabilir miyiz? Hegel, bu devlet toplumunun mükemmeliyetine övgüler dizerken aslında onun kapanan ve baş aşağı gidecek olan tarihine de işarette bulunmaktadır. Bir son tartışması varsa bu “tarihin sonu” değil, “tarihte bir son”dur. Bu da tüm paradigmasıyla iflas eden sistemin kendi sonudur. Son iki yüzyıllık pratik, kapitalist sistemin tüm mezhepleriyle, sahte demokrasicilik, totaliter despotluk ve faşizmleriyle homojen toplum oluşturma projelerinin ve mühendisliklerinin iflas ettiklerini gösterir. Hegel’in köle-efendi diyalektiğinin sonuna gelinmiştir. Ama bu bir tür mutlak özgürlük inşasının tersine, özgürlüğün yitirilişine doğru bir serüvendir. Kapitalizmin ve reel sosyalizmin modern yurttaşı, köle ve efendiyi kutsayan ve aklileştiren birer kölelik sistemleridir. Herkes bir parça efendi ve herkes bir parça köledir. Hegelyen sentez budur.

 

Hegelyen Ruh Yaşıyor

Zira egemen sisteme muhalefet adına ortaya çıkan ulusal, dinsel veya sınıfsal hareketlerin iki yüzyıllık tecrübeleriyle 19 ve 20. yüzyıl sistemlerinin ürettikleri vahşet ve yozlaşma göz önüne getirildiğinde bu ideolojilerin yeniden ele alınmaları gerektiği açıktır. Şu açık ki 19 ve 20. yüzyıl ideolojileri gerçekten öldüler ve ölmeleri gerekiyordu (Burada insanlığın gerek dinlerde, gerekse de sosyalizm veya anarşizmde somutlaşan özgür, eşit ve adil bir dünya idealinden, özleminden bahsetmediğimizi net bir ifadeyle vurgulayalım). Yeni bir doğuş için bu gerekli bir şarttır.

Hâkim “ideoloji” tanımını, en başta toplum-üstü bir aydınlanmışlar zümresinin varlığını gerekli kılmaktaydı. Platon’un 250 yıl önceki filozoflar yönetiminin bu yeni duruma kıyasla masumiyeti tartışılamazdır. Marks’ın aydınlanmış, Lenin’in devrimci önder teorisi, bundan ilhamla Georg Lukacs’ın doğrunun herkes tarafından kavranamayacağı, daha tam bir ifadeyle “doğruyu kavramak herkesin ulaşabileceği, bütün insanlara özgü bir akıl yetisinin yönlendirdiği bir süreç olmadığı”[19] idealarının tümü, doğruyu elit bir zümreye hasreden totalitarizmin dogmalarıdır. Aklı özgür kılmayı amentü olarak belleyen aydınlanmacılığın faşist ve “komünist” formlarının aslında tam da aklın reddi, inkârı ve kitlelerin doğru düşünceye ulaşmalarının önündeki engel oldukları açığa çıkmış bulunmaktadır. Totaliter rejimlerin tümünde ideolojik propaganda hakikati inkâr ve çarpıtma aracına dönüştürülmüştür. Burada dil bir araca ve makineye dönüşmüştür. Mutlak azınlık iktidarına dönüşmeyecek bir politik düzenleme tartışılmalı ve ortaya konulmalıdır. Totaliter bürokratik toplum sürekli “şimdiki zamanda” yaşar. Olup biten her şey sadece politikanın alanına indirgenmiştir.

İdeoloji, her bir sınıfın “çıkarları”nın sistemleşmiş hali olarak tanımlandığında basit bir politik aygıt halini almaktadır. Ki bu politik aygıtın yegâne amacı da bu “sınıf çıkarları”nı korumaktır. “Çıkar”ın bu derecede ideolojinin genlerine işlemesi, ideolojiyi toplumsallığın ve etiğin de karşı kutbuna yerleştirmektedir. Ve “gerçeklik” bu ideolojiye hapsedildiğinde, hakikat en büyük darbesini almaktadır. Burada gerçeklik nesnel dünyaya değil, sınıfların çıkarlarına bağlanmıştır. Öyleyse her sınıf ancak kendi öznel çıkarlarıyla ulaşabildiği gerçekliği yaşar ve böylece nesnel dünyayı kendi çarpıtmalarıyla ele alır. Dolayısıyla bu nesnel çarpıtmalar yığınına ideoloji der. Oysa toplumsal gerçekliğin bilgisi, tikellik karşıtı ve kısmi olmayan bilgi olmalıdır. Grup, zümre, ulus, din veya sınıflara değil bütüne ait olmalıdır. “Sınıf ideolojisi” olarak tanımlandığında bu durumda bunun tüm topluma taşırılması gerekmektedir. Zira bu bilgi ya da bu dizge gerçekten tam da toplum-dışıdır. Toplumsallıkla bir alakası olmadığında, bu bilgiyi topluma taşıyacak bir zümreye ihtiyaç vardır. Bu da 20. yüzyılın yükselen zümresi olan “entelijansiya”dır. Böylece entelijansiya, ideolog olmayı seçer ve halktan kopuk, sistemin resmi öğretisini halka taşıran, kariyer olarak da, ekonomik ve zihniyet olarak da tamamen sisteme bağlı bir zümre olur. “Nomenklatura” tanımlaması en çok da bu entelijansiya için geçerlidir. Temel görevi sistemi korumaktır. Bu bilimin, ahlakın ve evrensel değerlerin ayaklar altına alınması pahasına olsa da.

Burada sorun gerçekten de sadece politik değil, aynı zamanda ideolojiktir. Daha doğrusu ideolojinin aşırı derecede aydınlanmacı akıl ile örtülmüş olmasındandır. Aydınlanmacı akıl, insan toplumunun muazzam tarihsel mirasını büyük oranda “çocukluk hastalığı ve henüz rüşte ulaşmamış aklın hezeyanları” olarak yokluğa mahkûm etti. “Hiçbir açıklama getirmeksizin diğer tüm ruhsal gıdalardan çilekeş bir vazgeçiş öngören bu soğuk ve kapalı düşünce (hakikatin yegâne sahici kaynağının nesnel bilgi olduğu düşüncesi) bunaltıyı yatıştırmaktan öte, çok şiddetlendiren bir düşünceydi. Bir hamlede insan doğasının bir parçası haline gelmiş binlerce yıllık geleneklerin kesilip atılması sevdasındaydı.”[20] İdeoloji gerçek manada kendisini sadece tinsellikten koparmamış aynı zamanda tinsellik karşıtı bir pozisyona yerleştirmiştir. İdeolojinin aşırı derecede rasyonel bilimci bir içeriğe saplanması aynı zamanda insan toplumunun gerçek tinselliğiyle olan bağını yitirmesine de yol açtı. Bu noktada Benjaminci anlamda bile olsa ideolojinin -ya da diğer deyimle materyalizmin- tinsellikle yeniden bir ilişki kurması ve kendini yapılandırması gerekmektedir. Tinsellikten kastımız nedir? Burada elbet soyut bir “teoloji”den bahsetmiyoruz. İnsanın sadece madde olmadığı, gerçekten de tam kavrayamadığımız bir manevi boyutunun olduğu, tarih içinde bu manevi arayışların çok çok farklı şekillerde tezahür ettiği, “metafizik bir varlık” olduğunu kabul etmek gerekir. Buna göre onun tarihsel zihniyet formlarını, yani dinlerin ve inançlarının aydınlanmacı aklın tanımladığı gibi tanımlamamakla işe başlanabilir. Doğru bir tinsellik, pozitivizmin ve çıkarcılığın hatalarını telafi edebilir. Walter Benjamin, klasik sosyalist ideolojinin tinsellikten koparak insan gerçekliğinden ne kadar uzaklaştığının açık bir şekilde görmüştü. “Benjamin için teoloji kendinde bir amaç değildir, ne ebedi hakikatler konusunda sözle ifade edilmeyecek bir tefekküre dalmayı, ne de etmolojik kökeninden de çıkartılabileceği gibi tanrısal duanın varlığı üzerine düşünmeyi hedefler. O, ezilenlerin mücadelesinin hizmetindedir. Daha kesin bir şekilde söylemek gerekirse, tilmizleri tarafından zavallı bir otomata indirgenmiş bulunan tarihsel maddeciliğin patlayıcı mesiyanik gücünü geri getirmeye yaramalıdır.”[21] Tinsellik aynı zamanda var olan gerçeklik içinde yani olguda hapis kalan zihnin doğru bilgeliğe ulaşmak için eleştirisinin temel kaynağıdır. Her ne kadar geniş ve kapsayıcı olursa hiçbir lojik, insan zihnini ve toplumsal zihniyetin tümünü kapsama gücünde olamaz. Lojikler anca gerçekliğin birer temsili olabilirler ki hiçbir temsili gerçekliğin yerini alamaz. Fakat aynı zamanda tüm temsiller de paradoksal bir biçimde bu iddiada bulunur. Öyleyse yeni eleştiri kendi gerçekliğinin sınırlarına hapsetmeyen bir duruşu yakalamalıdır. Joel Kovel’in belirttiği gibi “Logos/lojikler, görünüşü ve temsili, gerçeklikle özdeş kıldıkları için, bilgelik; logos/lojik’in eleştirisi ile başlar” (…) “yeni tinsellik gerçek olanı olumsuzlayan ama aynı zamanda onu kendine de çeken bir diyalektiktir. Öyle ki sentez ne oradadır ne burada. O, şeylerin ötesindedir.”[22] Totaliter rejimlerde “ideolojinin yüksek rahipleri” tüm toplumsal düzlemi kendi ideolojik argümanlarına uydurmaya çalışırlar. Özellikle tarihi yeniden düzenleme sevdası totalitarizmin en belirgin alamet-i farikası haline dönüşmüştür. “Bu yüzden rejimin programının ve fiili gücünü korumanın zorunlu bir sonucu olarak önceden var olan gruplaşma, örgütlenme ve kurumlara, daha doğrusu rejimin denetiminden sürekli bağımsız kalmalarıyla rejimin ütopyacı projesinin gerçekleşmesinin önünde engel olarak duran toplumsal yaşamın bütün ögelerine saldırılması olmalıdır.”[23]

Bu durumda 19 ve 20. yüzyıl ideolojilerinin hak ettikleri en gerçek tanımlama Z. Baumann’ın yaptığı “bekçi köpekliği” tanımlamasıydı.

19 ve 20. yüzyılda Marksizm dahil tüm ideolojik yapıların kendilerini yanılmaz bilim olarak dayatmalarının altında yatan saik iyi anlaşılmalıdır. Baumann’ın dediği gibi “kendisi de kesin ve kati bir bilim olan ideoloji, bilim dünyasında bekçi köpekliği yerini işgal etmeye çağırılıyordu. Davası, insan bilgisinin diğer bütün dallarını gözlemek, denetlemek ve düzeltmekti. İnsanın bütün bilişsel çabalarını araştırmak, düzenlemek ve gerekirse hizaya getirmekti (…) İdeolojilerin bilimler arasındaki bu merkezi yeri, pratikte ideologlarında aydınlanmış bir toplum yapıcıları ve birleşik vekil harçları arasında merkezi yerlerini almaları demekti.”[24] Destutt de Tracy’de Comte’a, oradan Marks’a kadar temel amaç toplumsal gerçekliğe yön verdiği düşünülen hakikatin tekelini ele geçirmekti. İdeoloji, burada bir araç hatta temel araç olarak ele alınmıştı. Aralarında kimi fikir ayrılıkları olsa da “geriye dönüp bakıldığında bütün bunlar aydınlanma kampı içindeki aile kavgası gibi görünmektedir.”[25]

Bu şartlarda ideoloji gerçekten ölmelidir! Ancak bu zorunluluk, büyük anlatılar çağının sonuna gelindiğini, iktidarlaşmaya, tahakküm kurmaya dayalı ideolojilerin ya da inançların sonuna gelindiğini gösterir. Egemen kapitalist sistem de kendi açısından ideolojiyi ve inancı öldürmeye çalışır. Zira sistemin kendi doğal durumunu sürdürmesi ancak ezilenlerin, mustazafların özgürlük taleplerinin ve ideallerinin öldürülmesiyle mümkün olabilecektir. Lipset ve Bell’in geleneksel ideolojilerin sonuna gelindiği iddiaları da her ne kadar bunu kastetmeseler de bu tarzda anlaşılmalıdır. “Kapitalist modernitenin tüm mezhepleri”[26], ideolojileri, toplumsal özgürlük ideallerine cevap verme gücünde değildir. İnsanı gerçek tinsel bir amaçsallıktan koparma, amaçsız, idealsiz insan yetiştirme, rıza imalatının hedefidir. Sisteme rıza; reddin inkârı ve kabulün zorunlu hale gelmesiyle kurulur.

 

Sonuç 

“Kapitalizm, insanda idealizm bırakmamıştır. İdeayı, umudu öldürmüştür. Tarihin sonu demek insanda umudun, ideanın tükenmesi demektir.”[27]

Klasik ideoloji tanımlamaları büyük oranda politik alana endekslidir. Maddi yapıların ve kurumların dönüşümü, temel amaçlardan biridir. 19 ve 20. yüzyılda ortaya her bir ideoloji aslında bir nevi politik bir devrim hedefleyen yapıların parti programları niteliğindeydi. Politik devrim, neredeyse birincil ve tek hedef konumundaydı. Bu nedenle insanın amaçlılık ve metafizik özelliklerini büyük oranda reddettiler veya en azından görmezden geldiler. Oysa kapitalist sistem, tam da bu alanlarda insana saldırmaktadır. İdeolojinin aşırı derece politik alana endeksli tanımlanması, insanı bir yandan homopolitikus derecesine indirgemeye götürdü ki, insanı asli boyutlarından olan ahlak ve metafizik reddedildi. Bunun altında modern devletin bir tahakküm düzlemi olarak bellediği toplumsal sahaların devletin veya kendisine hangi isim verirse versin hâkim politik sistemin yayılım sahası olarak seçmesi yatar. Şu da unutulmamalıdır ki; yaşamın tüm veçhelerinin politize edilmesi, tüm totalitarizmlerin en temel arzusudur. Zira politik bir tahakküm alanına, hem de mutlak gücün dayatıldığı bir alana dönüştürülmüştür. Kültür, sanat, aile, cinsellik vb. alanların ise politikaya bağımlı bir alt alana dönüştürülmeleri amaçlanmaktadır. Toplumsal yapıların özelliklerinin reddi, yani hepsinin özünde politik oldukları, politikanın birer fonksiyonuna dönüştürülmeleri nihayetinde egemen erk sisteminin etki ve denetimine tabi kılınmaları ve giderek kontrol ve düzenlemesine (regülasyonuna) açık hale getirilmeleri anlamına gelecektir. Maalesef çok da düşünülmeden “her şey politiktir” sloganı ilginç bir şekilde muhalif hareketlere de sirayet etmiştir. Böylelikle tüm toplumsal katmanların ve kurumların politik kuruma içerimlenmesi gerçekleşmekte ve politika topluma yön veren yegâne alan haline getirilerek bir tahakküm aracına dönüştürülmektedir.

Devletin politik sahasından kurtulmadan ve buna karşı toplumsal politik alanı kurup korumayı hedeflemeden her bir ideolojinin politik zaferi ancak yeni bir tahakküm ve kölelik zinciri oluşturur. İdeoloji ve inanç, insana dair bir hakikat ise eğer, insana dair tüm fizik ve metafizik boyutları içermesi gerektiği ve böyle yaklaşması gerektiği açıktır. Hele hele devletçi paradigmanın politika kavrayışından kurtulmadıkça her tür politik mücadele ideolojinin ölümüyle sonuçlanacaktır.

Sistem karşıtı hareketler açısından ideoloji sorunsalının ölümden yaşama evrilmesinin ana çıkış yolu, pozitivist aydınlanmacı bilimcilikten ve onların ideolojik tezahürlerinden kurtulmaktır. İnsanlığın gerçek maddi ve manevi mirasını sahiplenmek, binlerce yıllık gelenekleri elbette doğru akli bir süzgeçten geçirmek fakat ret tuzağından uzak durmak gerekir. Her tür kendini yegâne ve tek doğru ilan etme ve kendini tarihin sonu ilan etme arayışları, nihayetinde insanın ve ideolojinin ölümüne ulaşmaktan kurtulamayacaktır. Lineer ve determinist tarih anlayışı nihayetinde diyalektik kutupların eridiği, Hegelyen deyimle öznel ve nesnel Tin’in “Mutlak Tin” haline gelmesi ve sonuçta tarihin son bulmasına yol açacaktır. “Tarih ne düz kaderci bir çizgide seyretmektedir ne de kendi başına beklenen amaca doğru evrilmektedir. Ne kendi başına kötülüğün ne de er geç iyilik sunucusudur.”[28]

 

 

 

 

 

[1] Felsefe Sözlüğü, Ahmet Cevizci, “ideoloji” maddesi, Paradigma Yayınları
[2] Anahtar Sözcükler, Raymond Williams, sayfa 185, İletişim Yayınları
[3] “Marx ve Engels “ideoloji” projesini, tarihsel idealizmin yeni bir çeşitlemesi olduğu, idealist felsefenin boşluğunu paylaştığı ve bu idealizmin diğer örnekleri gibi, kendisi de baş aşağı çevrilmiş gerçekliğin bir yansıması olduğundan “dünyayı baş aşağı oturttuğu” gerekçesiyle reddederler…” (Z. Bauman-Siyaset Arayışı- Sy. 121 Methis Yayınları İst. 2000)
[4] “Egemen sınıfın fikirleri her dönemde egemen fikirlerdir. Yani toplumun egemen maddi gücü olan sınıf aynı zamanda egemen entelektüel gücüdür de. Maddi üretim araçlarını elinde bulunduran sınıf, sonuçta zihinsel üretim araçlarını da denetler. Öyle ki zihinsel üretim araçlarından yoksun olanların fikirleri tamamen ona tabidir.” Alman ideolojisi.
[5] Felsefe Sözlüğü, Ahmet Cevizci, camera: fotoğrafçılıkta kullanılan karanlık oda, görüntüleri ters gösterir.
[6] Siyaset Bilimi, Hazırlayan: Gökhan Atılgan, sayfa 268, Yordam Kitap
[7] Hegel’in Felsefesi
[8] Bkz. J. Besnierre, İmkansızın Politikası, Ayrıntı Yayınları, İstanbul 96.
[9] Hegel, Tarihte Akıl, sayfa 66, Kabalcı Yayınları
[10] Koejeve’in görüşlerine ilişkin yorumlar ve alıntılarda J.M. Besnier’in “İmkansızın Politikası” eserinden yararlanılmıştır, Ayrıntı Yayınları
[11] J. M. Besnier, İmkansızın Politikası, sayfa 78-79, Ayrıntı Yayınları, İstanbul 1996
[12] A. Öcalan, Demokratik Uygarlık Manifestosu (5 ciltlik)
[13] Engels, Anti-Dühring, sayfa 400, Sol Yayınları 3. baskı, Ankara 1995
[14] Besnier, AGE, Sayfa 79
[15] “Hegel, yüz elli yıllık bir zamanlama hatası yapmıştı. Tarihin sonu Napolyon değil, Stalin idi ve Stalin’i penceremin önünden at ile geçerken görme şansım olmamakla beraber bu sonu ilan etme görevi bana düşüyordu.” Kojeve’den alıntılayan J. M. Besnier’in “İmkansızın Politikası” adlı eseri, Sayfa 80
[16] Besnier, age, Sayfa 74
[17] Siyaset Bilimi, Hazırlayan: G. Atılgan
[18] Besnier, age, Sayfa 81
[19] Baumann, Sayfa 126. (Zygmunt Bauman, Siyaset Arayışı, Metis Yayınları İstanbul 2000)
[20] Jacques Monad, Rastlantı ve Zorunluluk, Alıntılayan Paul Feyerabend, Yönteme Karşı, Ayrıntı Yayınları
[21]  Walter Benjamin; Yangın Alarmı, Michel Löwy sayfa 35, Versus Yayınları, İstanbul 2007
[22] Joel Kovel, Tarih ve Tin, Ayrıntı Yayınları
[23] Simon Tourney, Totalitarizmin Kaynakları
[24] Z. Baumann, Siyaset Arayışı, sayfa 120, Ayrıntı Yayınları
[25] Baumann, age, Sayfa 122
[26]  A. Öcalan, Demokratik Uygarlık Manifestosu)
[27] A. Öcalan, Demokratik Uygarlık Manifestosu
[28] A. Öcalan, Demokratik Uygarlık Manifestosu
Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.