Düşünce ve Kuram Dergisi

Demokratik Modernite: Politika ve Özgürlüğün İmkan Referansı

Hasan Kılıç

Politika yapma ve politik süreçlere katılmanın her geçen gün daha fazla aşındığı, demokrasinin yerine plebisiter anlayışın ikame olduğu 21. Yüzyılda, politika ile birlikte en çok özgürlük fikrini kaybediyoruz. 21. Yüzyılın ilk günleri ile birlikte gerçekleşen 11 Eylül saldırıları sonrası küresel hegemonya, güvenlik söylemi altında özgürlüklere kast ederken, siyaseti prosedürler yığını ve bu yığın içinde parıldayıp kaybolan seçim sandığı ve oy pusulası arasına sıkıştırıyor.

Demosun (halk) kratostan (yönetme yetkesi) ayrıştırılması, toplumsalın yitimini ve siyaset hakkının özelleştirilmesini getiriyordu. Siyaset hakkının özelleştirilmesi, toplumun siyasi kararlara müdahil olma gücünün aşındırılmasına işaret ederken, özellikle neoliberal kapitalist evrenin iddiaları bu aşınmanın örtüsü haline geliyordu. Bu kapsamda, neoliberalizmin siyaset ile iktisadı kati suretle ayırması, siyaset kurumunu iktisat politikaları ve uygulamalarına karar veren teknokrasi ile çevrelemesi ideolojik rıza üretim süreçlerinin temel düsturu olarak gelişti. Kapitalist modernite hegemonik söyleminde işlevsel hale getirdiği şirket-devlet ortaklığını hak, demokrasi, politika kavram setleri yerine kar, verimlilik, büyüme gibi kavramlardan oluşan setlerle meşrulaştırırken, toplumun iptaline işaret fişeğini atıyordu.

Öte yandan bu kapitalist modernite özgürlüğü, tüketim toplumunun inşası ile bir kez daha yorumluyor; insan yaşamının farklı veçheleri ve politika özgürlüğünü yokluk sahasına sevk ediyordu. Bu kapsamda özgürlük tüketim çılgınlığı hariç -ki bu da katı sınıfsal çerçevelemeler içinde mümkün olabiliyor- bir yokluk sahası olarak inşa ediyordu. Bu inşa sürecinin temel belirleyeni ise yurttaşların haklarından ayrıştırılması, hakkın sadece artı-değer üretim sahasında bir tür etkinlik olarak kabul edilmesi üzerinden şekilleniyordu.

Kapitalist modernitenin neoliberal aşaması salt iktisadi hakikat rejimleri dayatmak yerine daha bütüncül, bir bütün olarak yaşamı hedefleyen hakikat rejimleri üretiyor. Hakikat rejimi, bir toplulukta/zamanda/mekanda yanlışa ve doğruya işaret eden, bu işareti ederken de sadece iktisadı değil, siyaseti ve toplumsal olanı; ölçekleme açısından toplumdan bireye kadar her ölçekte sarmaşık halinde işleyen söylemler, kurallar, prosedürler ve mekanizmalar bütünüdür. Bu açıdan neoliberalizmin ürettiği hakikat rejimleri, bir yandan serbest piyasa ekonomisini, küreselleşmeyi, ulus üstü kurumları diğer yandan bunlara dair ulusal ve uluslararası kuralları var ederek hükmediyor. Sadece bununla da kalmıyor, bireylerin bilgi biçimlerini yapılandırıp yönetim sanatının nesnesi haline getiriyor. Dolayısıyla kapitalist modernitenin neoliberal aşaması ürettiği hakikat rejimleri ile politikaya ve özgürlüğü de çeşitli şekillerde müdahale ediyor.

 

Kapitalist Modernitenin Güncel Görünümü: Politikanın İptali

Politika, kelime kökeni itibariyle iki referansa sahiptir. Bunlardan birincisi topluluğu yönetme, diğer ise yönetim meselesinde diyalog kanallarını kurarak birlikte karar vermedir. Bu iki referansın ilki, yönetenlerin lenslerini sıkı sıkıya hayata geçirirken diğeri bir etkinlik ve ortak idealler arasındaki salınıma işaret ediyor. Oysa politika tarihsel deneyimler ışığında hem bu iki referanstır hem de ötesidir. Ötesi olan tarafı şudur: Her ne kadar politika bir etkinlik sahası ise de esasında varoluşsal temeli consensusa değil, disconsensusa dayanır. Bu yönüyle politika, konsensüs sağlanmayan hususlarda gündeme gelir ve konsensüsü sağlamaya dayanmayı bir ihtimal olarak içinde barındırır. Politikanın disconsensüs ile kurduğu bağ, toplumsal realite ile reel politik arasındaki gerilimlerle ilişkilidir. Kapitalist modernitede reel politik eşitsizlikler üzerine kurulmuş ve yapılandırılmıştır. Reel politiğin bu yapısı, politikayı imkân haline getiriyor; fakat kapitalizm bu imkânı iptal etmek için toplumsal realiteler üretiyor.

Siyaset, iktisat ve topluma dair hakikat rejimleri inşa edilerek disconsensüsler kapitalizmin potasında, onun ekonomi politik öncülerine boyun eğdirmek isteniyor. En kaba haliyle “kıt kaynaklar” yapılandırılmış bir hakikat olarak kabul edildiğinde kapitalizmin en bayağı biçimlerde eşitsizlikler üreten rejimine tabi kılınıyor. Neoliberal aşamada politikanın toplumla bağının kesilmesi, bir katılma ve değiştirme rejimi olarak değil de bir yönetme sanatı olarak kabul edilmesi bizatihi politikanın iptalini gerçekleştirmeye yöneliyor. Nitekim politika olarak katılma ve değiştirme süreci ile bağı koparılan kitleler de yapılandırılıyor. 1980’lerden itibaren neoliberalizme geçiş yapan Türkiye’deki gelişmeler bu açılardan dikkat çekicidir. 12 Eylül’ün tank paletleri ile neoliberalizme adım atan Türkiye’de toplumun hatırı sayılır bir kesimi tüketim toplumunun birer parçası haline getirildi.

Türkiye’de 1980 ve 1990’lar bir yandan köy boşaltmaların, infazların, vurgunların adresi haline gelirken diğer yandan tüm bu korkunçluklara gözlerini kapaması istenen milyonlarca insan televole programları ile gerçeği görmez hale getirildi. Bu insanların gözleri yanı başında mezarından çıkarılan insanları değil, vitrinleri süsleyen elbiseleri gördükçe iktidarın hakikat rejimi hem politikanın iptalini sağlıyor hem de insan toplamının bir toplum olma özelliğinden uzaklaşmasına neden oluyordu.

Abdullah Öcalan’ın politikasız bırakılmanın tehlikesine işaret ettiği bu pasaj, politikanın hayati önemine vurgu yapıyor: “Bir toplumu işlevsiz ve güçsüz bırakmanın en etkili yolu, kendi öz varlığı, temel maddi ve manevi ihtiyaçları için zorunlu tartışma ve karar organı olan Politika’dan (…) yoksun bırakmaktır.”[1] Politikanın müzakere etme, katılma ve değiştirme veçheleri iptal edilirken, topluluk hakkında kararlar gittikçe merkezileşiyordu. Bu merkezileşme süreci bizatihi politikasızlığa su taşıyor ve imkânsızlık mertebesini güçlendiriyordu. İktisatta kararların bir avuç ulusal ve uluslararası teknokrat, siyasette kararların bir avuç üniformalı veya takım elbiseli elit tarafından alınması neoliberalizmin amentüsünün işlerlik kazanmasını sağlıyordu.

Toplumun ve bireyin her alanına yönelik söylemsel, prosedürel ve kurumsal saldırı düzenleyen kapitalist modernite ilk olarak politikayı iptal ediyor; yerine basit karar alma süreçlerini küçük bir elitin eline bırakıyordu. Politikanın iptali, böylece, Foucaultçu anlamda toplumun nüfusa indirgenmesi ve yönetim sanatının bir nesnesi haline getirilmesine sebep oluyordu. Dolayısıyla politikanın iptali, kapitalist modernitenin var olması ve var kalmasını sağlıyor; toplulukların politikaya erişimini bizatihi politikanın kendisini iptal ederek imkânsız hale getiriyordu. Politikayı plebisiteye indirgeyerek kapitalist modernitenin krizini otoriter popülistlerle aşmanın yollarını arıyor. Topluluklar açısından politikanın olmadığı durum ile oluşan boşluğun otoriter popülistlerle doldurulmaya çalışılması, kapitalist modernitenin 21. Yüzyılda içerisinde bulunduğu çaresizliği de gösteriyordu. Temsili demokrasinin sızıntılarından türeyen otoriter popülizm hem temsili demokrasinin sahih ve sorun çözücü olmadığını gösteriyor hem de kendisinin bir çözüm kapısı olmadığını kanıtlarcasına pratik sergiliyordu.

 

Kapitalist Modernitenin Güncel Görünümü: Özgürlüğün Yokluğu 

Kapitalist Modernitenin neoliberal aşaması ile 15. Yüzyılda ilkel sömürü ile başlayan kapitalist birikim süreci arasındaki temel sürekliliklerden biri, özgürlüğü hedef almasıdır. 15. Yüzyılda sömürgelerdeki özgürlük karşıtlığı, dönüşerek bugün tüm yerküreye yayıldı ve toplumsal kimlikleri ve ezilen sınıfları farklı iktidar teknolojileriyle hedef almaya devam ediyor. Kapitalist modernitenin mütemmim cüzü olan kar, her daim özgürlüğün siyasal alandan silinip atılmasını kendisi açısından gerçekleştirme referansı olarak görmüş, görmeye devam etmektedir. Dolayısıyla kar, kapitalist modernitenin Amok Koşucusu gibi etrafı dağıtarak kendi sonuna ilerlerken en sert hamlelerini özgürlük fikri üzerine yöneltmektedir.

Özgürlük, siyasal olana akan bütün kanalların hedef alınması ile yokluk sahasına terk edilmek istenmiştir. Böylece özgürlükten geriye sadece piyasa mekanizması içerisinde alan-satan ve tüketen kategorileri bırakılmış, yani bir yaşam aktivitesi olarak özgürlük yok edilmiştir. Siyasal olana akan kanalların hedef alınmasının en bariz örneklerinden birisi kültürdür. Kültürün yaratıcı edimi ve toplumsallığı kuran mahiyetine karşı piyasa içileştirme ile eleştirel kültürün kapitalist devlet aracılığı ile cezaya tabi tutulması, özgürlük alanlarının esaslı olanlarından birinin yokluk sahasına terk edilmesi anlamına gelmiştir.

Özgürlüğün yokluğa sevki açısından yurttaşlıktan düşürme önemli bir momenti oluşturmaktadır. Kapitalist modernite, yurttaşlık haklarını gasp ederek, yaşamın her alanını birer meta sahasına çevirmeye yönelmiştir. Sağlığa erişim, ulaşım gibi liberalizmin dahi saf kamusal hizmet-mal saydığı alanların belli fiyatlara-ücretlere indirgenmesi esaslı bir yurttaşlık problemidir. Sadece piyasalaştırarak homo-economicusu yaratma değil aynı zamanda kimliklerin reddi, örgütlü mücadelenin imkânsız kılınması da kapitalist modernitenin saldırıları arasındadır. Yurttaşların haklarını talep etmek için örgütlenmesi, işçilerin sendikalaşması gibi konularda kapitalist modernite, engelleyici ve soğutucu çeşitli iktidar stratejilerine başvurmaktadır. Özgürlüğün deneyimle olan irtibatını koparmak amaçlı bu muktedir müdahaleleri bir yandan toplumsal hafızayı yıkıma uğratan Şok Doktrini ile birlikte ilerler. Şok Doktrinin uygulanmaya başlandığı tarihsel aralık ile neoliberalizmin devreye konduğu tarihsel aralık arasındaki örtüşme rastlantıya yer bırakmayacak kadar sarihtir. Tüm bunlardan hareketle; liberal ütopya olarak homo-economicus ile neoliberalizmin kesiştiği noktada özgürlük fikrinin tasfiyesi muktedirler açısından varoluşsal şartların başında gelmektedir. Çünkü özgürlük fikri, toplumda hayat bulduğunda geri döndürülmesi çok zor bir güç ortaya çıkarır. Muktedirlerin iktidar stratejileri, baskı aygıtları ve tahakküm tekniklerinin gücüne rağmen ortaya çıkan enerji, özgürlüğün gücünden beslenerek kurucu momentlerin zeminini var edebilir. Dolayısıyla özgürlük fikri, hem potansiyeli hem de aktüele dönüşme ihtimali ile birlikte muktedirler için her zaman yok edilmesi ve/veya manipüle edilmesi gereken bir gerçektir.

 

Kapitalist Modernitenin Krizini Yeniden Düşünmek

Neoliberalizmin geç safhalarında dünya şok terapilerinin etkisi ile korkunç bir hafıza kırım ile karşı karşıya kaldı. Şili’den ABD’ye, AB’den Ortadoğu’ya kadar halklar her an yeni bir şok terapisinin gölgesinde yaşamaya devam ettiler. Bu şok terapisinin bir göstergesi kimi zaman drone dehşeti kimi zaman ise ekonomilerin ani durma süreçleri oldu. Şok terapileri muktedirler tarafından tüm topluluklara ve kimliklere ayrı ayrı uygulandı. Buradaki temel hedef kapitalist modernitenin hegemonyasını itiraz olmadan inşa etmekti. Şok terapileri ile yıkıma uğratılan toplumsal hafızanın üstüne bir hegemonya inşa edilmek istendi.

Bu hegemonyanın en doğrudan ve açık hedefi hafıza kırımdı. Hafıza kırımın en önemli etkilerinden biri ahlak ile politika arasına ayrımlar konmasıydı. Ahlak ve politika arasına konulan ayrımlar, siyasalın iptali ve özgürlüğün metaya indirgenmiş yokluğu dünyanın nomosunu kaybetmesine zemin hazırladı. Etik ve politik bağlayıcılığın yokluğunda direniş hatları (geniş anlamda) kendi hukuklarını ve yaşam alanlarını var ederken, siyaset kurumu Makyavelizmin içerisine debelenip durmaya başladı. Bir arada yaşamı mümkün kılan devrimci gelenek ve toplum olma gereklilikleri kendisini yasladığı dayanakları kaybetmekle karşı karşıya kaldı. Kapitalist modernite tarafından dünya koca bir pragmatizm çarkına dönüştürülmeye çalışıldı.

Böylesi bir zamanda kapitalist modernitenin krizini salt iktisadi değil, siyasal olanı da içeren bütüncül bir kriz olarak tanımlamak kaçınılmazdır. Kapitalist modernitenin iktisattan sosyal yaşama, politikadan kültüre kadar her alanda yaşadığı krizi yeniden düşünmeye, kurucu fikirlerle bir yaşam tahayyülü kurmaya; kapitalist modernitenin toplumdan bireye, ekolojiden sanata kadar her alanda kesişim kümeleri yaratan ve bütüncüllük arz eden tahakkümüne karşı her alanı özgürlük ve politika ekseninde yeniden düşünen bir kurucu müdahaleye ihtiyaç var. Kuşkusuz ki bu kurucu müdahaleyi düşünmek Demokratik Moderniteyi bir daha düşünmeye çağrı yapmaktır.

Kapitalist modernitenin krizi yaşamın kaosuna dönüşmeden Walter Benjamin’in “Kıvılcım dinamite ulaşmadan fitilin kesilmesi gerekiyor”[2] uyarısına kulak kabartmak gerekiyor. Kulak kabartmak bugün içerisinde bulunduğumuz krizlere karşı fikri bir sorumluluktur. Fitili doğru zamanda ve yerde kesmek, kurucu fikrin doğmasını sağlar. Kurucu fikrin doğmasının yolu da doğru ve bütüncül bir alternatifi örgütlemekten geçer.

 

Demokratik Modernitede Politikanın İmkânı ve Potansiyeli

Politika her şeyden önce bir potansiyeldir. Bu potansiyelin imkanını var eden koşullar ise aktüalite içerisinde bulunabilir. Potansiyel ile aktüel arasındaki ilişkide, tarih okuması, ideolojik perspektif, tarih felsefesi, etik-politik tutum gibi çok sayıda unsur belirleyicidir. Potansiyelin ifade edilen hali olarak ağ, bu unsurları içerisinde barındıran ve aktüelin gerçekleştirmesine hazır bir bütünlük teşkil eder.

Politikanın devlet katında tekelleşmesi toplumu sönümleyen durumlar açığa çıkarmaktadır. Oysa devlete karşı demokrasiyi, tahakküme karşı politikanın yaratıcı potansiyelini açığa çıkarmak ve örgütlemek kapitalist modernite dairesindeki düşünce yapılarından sıyrılmakla, ilk olarak tekelleşmeye ve özelleşmeye karşı çıkmakla mümkündür. Çünkü Öcalan’ın dediği gibi “Devlet soyut bir kurum değildir. Baskı ve sömürü araçlarının hakimiyetini ele geçirenlerin ortak örgütlenmesidir.”[3]

Bu açıdan Demokratik Modernitenin devlete karşı toplum, endüstriyalizme karşı ekoloji ve iktidara karşı özgürlük gibi temelden kurduğu birçok dikotomik ilişki içerisinde bulunan krizlere bütüncül çözümler bulmanın kapılarını aralayabilir. İdeolojik-dinsel yönetim tekeline karşı özgürlüğü savunmak Karl Marx’tan hareketle, insanlığı bir afyon gibi saran halden kurtulmayı getirir. Dinin inananlara döndüğü ve demokratikleştiği bir moment, ilk başta dini ideoloji ile cari yönetimlerin elinden çekip alır.

Askeri organizasyon ile birleşerek tahakkümün merkezi kurumu haline gelen devlet tekeli, zamanla ticaret tekeli ile birleşerek üç başlı canavar gibi toplumların üzerinde tahakkümünü sürdürmüştür. Kapitalist modernitenin kristalize olan tahakkümü karşısında bugün dünyadaki eşitsizlikler had safhaya çıkmıştır.[4] Bu konuda yazılan bir raporda eşitsizlik çarpıcı şekilde ortaya konmaktadır: “Dünya Eşitsizlik Raporu’na göre küresel milyarder sayısı, 2021’de rekor kırdı. Milyarderlerin toplam serveti bir yıl öncesine göre yüzde 75 arttı. Rapora göre Avrupa en eşit bölge, eşitsizliğin en derin olduğu bölge ise Orta Doğu ve Kuzey Afrika.”

Her türlü eşitsizliği, sömürüyü ve haksızlığı örgütleyen kapitalist moderniteye karşı Demokratik Modernite çağrı yaparken, yaslandığı en güçlü zemin Demokratik Uygarlık zeminidir. Öcalan, “Demokratik uygarlığı hem bir düşünce sistematiği, düşünce birikimi, hem de ahlaki kurallar ve politik organların bütünlüğü olarak ifade ediyorum”[5] şeklinde tanımlamıştır. Kapitalist modernitenin birikerek büyüyen tahakkümüne karşı bugünü ve yarını kurtarmak için ilk kurtarılması gereken tarihtir. Çünkü kapitalist modernitede tarih “Gerçek tarihi yazdırmama ve anormal çarpıtma, insan zihnini teslim almanın en etkin yoludur.”[6] Abdullah Öcalan’ın belirttiği gibi “Tarih günümüzde gizli ve biz tarihin başlangıcında gizliyiz.”[7] Bu iç içe geçmiş matris biçimindeki yaklaşım egemenlerin devletli, erkek, iktidarcı tarih anlayışına karşı Demokratik Modernite ezilen ve direnen cins, etnisite, halklar, diller, kültürler, inançlar gibi geniş toplumsal grupların tarihini yazmayı; yani yeni bir tarih felsefesini üretmeyi talep etmektedir.

 

Demokratik Modernitede Özgürlük 

İktidarın saldırıları direnişlerle karşılaşmaktadır. Özgürlüğün yokluk sahasına sevk edilmesi iktidarın stratejisi olarak yürürlükte iken, bu yazı boyunca ifade edilen fikri olarak özgürlüğe saldırılar ve buradan çıkış sağlanmasına dair Demokratik Modernite alternatifidir.

Çünkü her ne kadar direnişler büyük anlamlar taşısa da özgürlüğü iktidarın saldırılarından kurtarmak için radikal bir özgürlük fikrine ihtiyaç var. Bu radikal özgürlük fikri, kendinden menkul değil ancak bütüncül ve kurucu bir fikir içerisinde anlam kazanabilir. Bu açıdan bütüncül ve kurucu bir fikir olarak Demokratik Modernite, özgürlüğe gerçek anlamı ve kıymetini verme potansiyeline sahiptir. Demokratik Uygarlık “Afrika halklarının tarihi yoktur. Çünkü onların devleti yoktur” diyen Hegel ve Hegelyen anlayışa karşı etik politik bir yaşamı kuracak güçlü fikirler ve örgütlenmeye yönelmektedir.

Özgürlük bir yandan devlet tahakkümü diğer yandan piyasa saldırısı altında iken, özgürlüğü yerli yerine oturtmak onu etik-politik bir momentte yeniden düşünmekle ilgilidir. Çünkü özgürlük, kapitalist modernitenin en çok saldırdığı, kirlettiği, dejenere ve manipüle ettiği olgulardan biri olarak önümüzde duruyor.

Özgürlük ile devlet ve özgürlük ile piyasa arasındaki derin çelişkiler, özgürlüğe yönelik hamleleri sürekli kılmakta ve beslemektedir. Devlet özgürlüğü kendi iktidarı için tehdit olarak görmekte, bizatihi kendisi devlet-demokrasi dikotomisini antagonistik bir düzeyde yeniden kurmaktadır. Piyasa ise özgürlüğü salt alışveriş çılgınlığına indirgeyerek özgürlük fikrini manipüle etmeyi tercih etmektedir. Demokratik Modernite ise devlete karşı demokrasi ve toplum, piyasaya karşı komünal yaşam alternatifleri ile özgürlüğü gerçekleştirmenin imkân referansı haline gelmektedir. Bu imkân referansı, Aydınlanma fikrinin bilimsel özgürlüğü bükmesinden tutalım da hak taleplerinin örgütlenerek sokağa taşmasına kadar her açıdan bir özgürlük tasavvurunu içermektedir.Kapitalist modernitenin aynılaştırma rejimine karşı farkı, farklılığın politikasını savunmak; düz çizgisel aydınlanmacı yaklaşımlar yerine sarmalları toplumsal yaşamın merkezine yerleştirerek doğurgan döngüler üretmek özgürlüklerle mümkündür. Özgürlük, fark ve doğurgan siyasetin yuvasıdır. Bu yuvadan çıkarak büyüyen özgürlük fikri, kapitalist modernizmin kriz döneminde büyük sıçrayışları mümkün kılar. Tarih bu sıçrayışlara Rönesans’ta, Rojava’da tanıklık etti. Şimdi bunu güncel ve küresel bir fenomen haline getirmek için özgürlük fikrini daha radikal biçimde kurmak ve Demokratik Modernite içerisinde düşünmek imkân referansları yaratabilir.

Öcalan’ın belirttiği gibi “İster bireysel, ister toplumsal boyutlarda olsun, tahakkümlülük hüküm sürdükçe, özgürlük ihtiyacı ve mücadelesi de devam edecektir.” Önemli olan özgürlük fikrini kurucu gücüyle buluşturmak ve Demokratik Modernite içerisinde konumlandırmaktır. Çünkü kurucu fikir yapısal dönüşümleri, Demokratik Modernite ise bütüncül bir yaklaşımı mümkün kılar.

 

Sonuç Yerine;

Kapitalist Modernite züccaciye dükkanına girmiş fil gibi insanlığa, doğaya ve yaşama dair ne varsa yıkıp geçmeye devam ediyor. 21. Yüzyılda bu yıkım kendi limitlerini test ederken krizlerin birbirine eklemlendiği zamanları da var ediyor.

Covid-19 öncesi Latin Amerika’dan Ortadoğu’ya kadar gençlerin öncülük ettiği özgürlük ve eşitlik fikri etrafındaki isyanlar, kapitalist modernitenin “böl-yönet” ve “çelişkileri perdele-yönet” taktiklerine karşı yeniyi çağırmaya başlamıştı. Covid-19 ile daha fazla ortaya çıkan kapitalist modernitenin çarpıklığı, özgürlük ve politikaya olan ihtiyacı da belirginleştiriyor. Bu ihtiyacı aktüel içerisinde Demokratik Modernite fikri ile birleştirmenin en sağlam dikişleri kuşkusuz ki, özgürlük fikrini bir kez daha düşünmek ve politikayı hak ettiği değerde konumlandırmaktan geçer.

Özgürlük. Öcalan’ın bahsettiği gibi, endüstriyalizmi, militarizmi, kar kanununu lağvetmeden, bunlar yerine toplumu ve ekolojik yaşamı ikame etmeden gerçekleştirilemez.

 

[1] Abdullah Öcalan, Demokratik Uygarlık Manifestosu- III- Özgürlük Sosyolojisi Üzerine Deneme, Aram Yayınları, 2009.
[2] Walter Benjamin, Son Bakışta Aşk, 6. Basım, Der. Nurdan Gülbilek, Metis Yayınları, 2012, Sf. 71.
[3] Abdullah Öcalan, Bir Halkı Savunmak, Amara Yayınevi, 2015.
[4] https://www.bbc.com/turkce/haberler-dunya-59564178 
[5] Abdullah Öcalan, Demokratik Uygarlık Manifestosu 1. Kitap, Uygarlık Maskeli Tanrılar ve Örtük Krallar Çağı, 2013.
[6] A.g.e, 2015.
[7] Abdullah Öcalan, Tarih Günümüzde Gizli ve Biz Tarihin Başlangıcında Gizliyiz, 2000, Aram Yayınları.
Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.