Düşünce ve Kuram Dergisi

İkinci Dünya Savaşında Kürtler ve Komintern

Ömer Ağın

Savaş sözcüğünün bizzat kendisi ürperti yaratmaya, korku salmaya yetiyor. İnsanlık evriminin binlerce yıllık tecrübesi, savaşın yıkıntılarının ne olduğunu fazlasıyla göstermiştir. Savaşlar; yalnız insana zarar vermekle kalmamış, doğayı tahrip etmiş, iklim değişikliğine yol açmış, hayvanları telef etmiş, üretim araçlarını yıkıma götürmüş, toplumsal değerleri ve kültürleri yok etmiş, hümanist değerleri silip süpürmüş, insanı adeta vahşi bir yaratık haline dönüştürmüştür. Savaş, insanlığın kavrayış yeteneğini bile yıkar, felce uğratır ve sonunda def olur gider.

Savaş politikanın başka araç ve gereçlerle devamıdır

Ancak kimi savaşların taraflarının duruşu, niyetleri ve felsefik konumlarının birbirinden farklı olduğuna da tanık oluyoruz. Bu nedenle savaşan taraflar açısından kimi savaşların haklı, kimi savaşların da haksız olmasından söz etmek olasıdır. Hangi savaşların haklı, hangi savaşların haksız olduğunu anlamak için savaşın niteliğine bakmak gerekir. Politika, ekonominin yoğunlaştırılmış biçimi olduğuna göre, savaş da politikanın başka araç ve gereçlerle devamıdır. Bu tanımdan da rahatlıkla anlaşıldığı gibi, her savaşın temelinde ekonomik ve toplumsal çıkarlar yatmaktadır. İstila peşinde koşan, başka sınıf ve katmanları sömüren, halkların kimlik ve kültürlerini asimile ederek, onları tarih sahnesinden silmeye çalışan ve emperyal güçlerin Pazar paylaşımı için aralarında çıkardıkları savaşlar haksız savaşlardır. Tamamen çıkar güden davranışlardır. Sömürüye karşı çıkan, kimliklerini ve kültürlerini savunmaya çalışan, yayılmacı, istilacı güçlere dur diyen, doğayı, üretim araçlarının gelişkinlik düzeyini korumaya çalışan “savaşlar” haklı savaşlardır.

En büyük yıkım yaratan savaşlar, emperyalizm çağında vuku bulan savaşlardır. Çünkü en barbar, en sömürücü, kârları için yapamayacağı hiçbir kötülük olmayan, hak ve hukuk arayan sınıfları, halkları kanla, barutla boğmaya çalışan sistem kapitalizm ve onun egemen sınıfı olan burjuvazidir. İnsanlık tarihine kara bir leke olarak geçen faşizm bu ekonomik sistemin en kanlı yönetimidir. Bir yandan soykırım uygulayan, diğer yandan üretici güçlerde yaptığı tahribatla insanlığı yüz yıllarca geriye götüren, bugün hala insanlığın başına bela olan faşizm ve onun yeni versiyonlarıdır.

Savaşlar kapitalizmin doğasından kaynaklanıyor. Üretim araçlarının özel mülkiyette olması ve üretimin toplumsal karakteri her zaman çelişki doğurmuştur. Bu çelişkiyi bastırmak ve toplumsal muhalefeti dağıtmak ancak ve ancak şiddet uygulamasıyla olasıdır. Buhar makinesinin İngiltere’de keşfedilmesi, başka bir ifadeyle İngiltere’de kapitalizmin boy vermesiyle İngiliz politik yapısı da değişmeye başlamıştır. Bu değişim bir yandan ulus-devletleri yaratırken diğer yandan sermayeyi merkezileştirdi. Avrupa’nın birçok yerinde egemen olan ulus-devletlerin dünyanın birçok yerinde yeşermesine İngilizlerin öncülük etmesi tesadüfî değildir. İngiltere, o gün var olan büyük devlet ve imparatorlukların kendi hegemonik yapıları önünde engel teşkil ettiği için onları küçük devletlere bölme ihtiyacını duydu. Bu küçük devletleri bir biçimiyle kapitalist ekonomik ilişkilerle ilişkilendirerek, yapısal olarak da kendisine bağlaması gerekirdi. En önemlisi ortaçağın sonlarında oluşan demokratik toplum geleneğini kapitalizmin önünde engel olarak gördü ve demokratik toplum örgütlenmesinin önünü tıkamak için öncülük yaptı. Bütün bu girişimlerin hepsi kapitalist ilişkileri yerleştirmek ve ulus-devlet hegemonyasını yerleştirmek için gerekliydi. Hegemonik ulus-devlet inşası için savaşlar kaçınılmaz bir hal alıyordu. İngilizlerin “böl-yönet” politikası bu ihtiyacın sonucunda doğmuştur. Kimilerin iddia ettiği gibi “eğer Osmanlı İmparatorluğu Almanlarla işbirliği yapmasaydı dağılmayabilirdi” iddiası nesnel temellerden çok uzaktır. Çünkü Osmanlı imparatorluğu ümmet temeli üzerinde feodal hegomonik bir devletti ve tarihi olarak da miadını doldurmuştu. Almanlar savaşın galibi olsalardı bile Osmanlı İmparatorluğu kaçınılmaz olarak dağılır, küçük devletlere ayrılırdı. Çünkü ulus-devletlerin hegemonik yapıları kapitalizmin çıkarları gereği olarak oluşacaktı. Onun tek alternatifi demokratik toplum ve onun üzerinde yükselen demokratik ulustu. O da o günkü koşullarda fiili bir güç olarak oluşmamıştı. Anadolu’daki halklar bölünüp kendi aralarındaki diyaloglar kopartılmıştı.

İngiltere ulus-devletler eliyle dünyaya nizam vermeye çalıştı

Birinci paylaşım savaşı İngilizlerin hamiliğinde yol almıştır. Çünkü İngilizler kendilerini dünyaya nizam vermek zorunda hissediyorlardı. Bu hissiyatları yeni oluşan kapitalist hegomonik yapıdan gelmekteydi ve dünyanın zenginliklerine el koyma gereksiniminden kaynaklanıyordu. Kapitalizmin gelişmesi için yeni pazarlara ve kaynaklara ihtiyacı vardı. Bunu da dünyayı küçük ulus-devletlere bölerek sağlayabilirlerdi. İngilizlerin daha o günlerde Yahudi-Siyonist milliyetçiliği ile sıkı bir ittifaka girmeleri boşuna değildi. Bu ittifak daha o günden Pro-İsrail’in amacına uygun olarak sermaye sahibi olan “liberal” Yahudileri yanına almayı amaçlıyordu. O günlerde Avrupa’da boy veren ve sonradan ittihat ve terakkiyle bütünleşen Jön-Türk hareketi de bu gaye için yaratılıyordu. Daha o günden İngilizler “böl-yönet” politikalarını uygulayabilmek için Arapları küçük devletçiklere bölerek bir İsrail devleti kuruluşunu hesaplıyorlardı. Bu hegemonik yapı Anglosakson ulus-devlet (Teritoryal: toprağa dayalı ulus-devlet) tipinde bir yapılanmaydı. Tarımda kapitalist gelişmenin de bir biçimini oluşturan teritoryal kapitalist gelişme olarak da bilinen bu yöntemin temel özelliği, tarım burjuvazisinin feodal beylerle hiçbir ittifaka girmeden tepeden kapitalist ilişkileri yerleştirmek için feodaliteyi radikal olarak tasfiye etmesidir. Prusya burjuvazinin oluşturduğu Prusya ulus-devlet (etnik kimliğe dayanan uluslaşma ve onun oluşturduğu hegemonya) ile Anglosakson ulus-devlet (teritoryal) arasında ciddi çelişkiler vardı. Prusya ulus devlet oluşumu, “tarımda Prusya tipi kapitalist gelişme” yöntemini temel alıyordu. Burjuvazinin feodal beylerle ittifak yaparak, onlarla sarmaşarak ve onları tarım burjuvazisi düzeyine çıkararak oluşturduğu bir yöntemdi bu. Emperyalistler arası çıkar çelişkisi, birinci paylaşım savaşının en temel nedeni olmuştur. Ayni zamanda bu iki kapitalistleşme yöntemi arasındaki farkın oluşturduğu çelişki daha sonraları Hitlerin Yahudilere uyguladığı soykırımın da nedenlerinden birini oluşturdu.

İngilizler daha 1912’de Basra körfezini fiilen ellerine geçirdiler. Artık paylaşım savaşının kaçınılmaz olduğunu tüm dünyaya duyurmuş oldular. İngilizler ittifak kurdukları devletlerle planını adım adım uygulamaya koydu. Thomas Edward Lawrence’in istihbarat şefi olarak görevlendirilmesinden sonra Arap ülkeleri hızlı bir şekilde ayrıştılar ve işbirlikçi bir tabaka her şeyiyle İngilizlerle birlikte hareket etmeye başladı. Bu, daha sonra Arapların 22 devletçiğe bölünmesinin ilk adımları olmuştur. İtilaf devletleri olarak bilinen İngilizler, Fransızlar ve Ruslar birlikte hareket ettiler. Almanya’nın başını çektiği İttifak devletleri, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu, Osmanlı İmparatorluğu ve İtalya’dan oluşuyordu. İtalya, savaş başlar başlamaz İttifak devletleri grubundan ayrılıp İtilaf devletleri grubuna katıldı. Savaş sürerken ABD de İtilaf devletleri saflarına katıldı. Rusya, 1917 devriminden sonra İtilaf devletlerinin saflarından ayrıldı ve hiçbir anlaşmaya da imza koymadı. Savaşın sonunda Alman İmparatorluğu küçüldü, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu dağıldı, Osmanlı İmparatorluğu ise parçalandı, galip devletlerce işgal edildi. Osmanlı imparatorluğunun yenilip parçalanmasını Almanlarla yapılan ittifaka bağlayan kimi çevreler yanılmaktadır. Almanlar savaşı kazansaydı bile Osmanlı İmparatorluğu dağılmaya mahkûmdu. Çünkü Jön Türkler liderliğindeki İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin (1908) ikinci Meşrutiyetin ilanı ve 31 Mart 1909 darbesiyle iktidara gelmeleri, Yahudi sermayesinin idareye el koymasından başka bir şey değildi. Daha o günden itibaren Hıristiyan halklar, Komünistler, Çerkezler, İslam Ümmetçileri ve Kürtler için zor günler başlamıştı. Yahudi-Siyonist sermayesi ve jön Türkler (Türk bürokratik burjuvazisi) İngilizlerin hegemonyasında birleşerek ulus-devlet kurma konusunda anlaşmıştı. Bu anlaşma, hem Anadolu ve Kürdistan’da oluşabilecek bir ittifaka engel olacak; hem de ileri ki yıllarda kurulacak İsrail devletinin oluşumuna harç olacaktı. Ulusal Kurtuluş yıllarında bu politika kendini daha net gösterdi. Komünistler Karadeniz’de boğduruldu, Çerkez Ethem hareketi iki ateş arasında bırakılarak Yunan tarafına kaçmak zorunda kaldı. Kürtlerin tüm demokratik haklarının inkârıyla Anadolu’da gelişebilecek bir demokratik halk hareketinin daha o günlerden önü kesilmiş oldu. Bu, demokratik ulusun oluşmasına vurulan en büyük darbe oldu. Bu hareketle İngilizler sadece hegemonik bir ulus-devletin oluşumuyla kalmadılar, aynı zamanda Ortadoğu’da hegemonik yapıların oluşumunda da temel taş olarak kullandılar.

Savaşın başlamasıyla birlikte Rusya Kürdistan topraklarını işgal etti. Kimi Ermeni grupların desteğiyle Bitlis’e “Kevirê Kun”a (Delikli Taş) kadar geldiler. 1917’de Rus devrimi olunca Bolşevikler tek taraflı olarak ordularını geri çektiler ve İtilaf devletler birliğinden de ayrıldılar. Osmanlı orduları Enver Paşa’nın girişimiyle Osmanlı-Rus sınırına sevk edildi. Amaçları Rus ordusunu geriletip Kafkaslar-Polonya üzerinden Almanlarla birleşmek ve Alman ordularına nefes aldırmaktı. Ancak savaşacak takati ve imkânı olmayan Osmanlı orduları yenilerek çil yavrusu gibi dağıldı. Bunun sonucunda bilinen 30 Ekim 1918 Mondros Mütarekesi imzalandı. Artık Osmanlı İmparatorluğu fiilen yok olmuştu. İtilâf Devletleri ile Osmanlı İmparatorluğu hükümeti arasında 10 Ağustos 1920’de Fransa’nın başkenti Paris’in 3 km batısındaki Sevr banliyösünde bulunan Seramik Müzesi’nde ünlü Sevr anlaşması imzalandı. Sevr Antlaşması 433 maddeden oluşmaktaydı. Bu antlaşma, 24 Temmuz 1923’te Lozan’da imzalanan Antlaşmadan çok farklı değildir.

Neden mi? En başta söylemek gerekirse, Sevr’de kabul ettirilen tüm maddeler Lozan’da da kabul ettirildi. En önemlisi Osmanlı imparatorluğu bir iki küçük değişiklikle Sevr’dekine benzer bir şekilde parçalandı. Türkiye’de İngilizlerin hegemonik etkinliğinde bir ulus-devlet inşa edildi. Farklı halkların ve inançların birlikte demokratik bir yapı oluşturması bu şekilde engellenmiş olundu. Kürdistan üç parçaya bölündü. Böylelikle Kürtlerin toprakları toplam dört parçaya bölünmüş oldu. Türkiye’de bir ulus-devlet kuruldu. Türkler ve Kürtlerin demokratik bir Cumhuriyette buluşmaları engellendi. Kürtlere ulus-devlet olma olanağı bile verilmedi. Hem Kürtlerin birliğini parçalayıp her parçanın yeni bir psikolojiye sahip olmalarını sağlamak ve her parçada Kürtlerle o parçadaki devletlerin çatışmasını yaratıp onları daha kolay yönetmek İngilizlerin en başta gelen politikalarından biriydi. Musul-Kerkük olayını bilerek Lozan’da çözümsüz bırakarak oyalama politikası uygulandı. Sonraları “Haliç Konferansları” adı altında yapılan “danışıklı döğüşle” bu bölgeleri Irak devletine bağlamayı başardı. Bilerek telaffuz edilen “Edirne’den- Kars’a kadar” söylemiyle küçük bir parça Türkiye olarak adlandırıldı. İngilizler bir manada tüm emellerine kavuşmuşlardı. Bunun en önemli göstergesi İstanbul’u büyük bir askeri güçle işgal etmelerine rağmen, daha sonraları onlara tek bir kurşun atılmadığı halde “tıpış tıpış” İstanbul’u terk etmeleridir.

İngilizler 13 Kasım 1918 yılında İstanbul’u işgal ettiler. 6 Ekim 1923 yılında da İstanbul’u “terk ettiler.” 29 Ekim 1923 yılında Cumhuriyet ilan ediliyor. “Lozan barış konferansı” 20 Kasım 1922 Lozan toplantısı yapıldı. Lozan toplantısının tarihine baktığımızda, İngilizler toplantı olduğu zaman halen İstanbul’u işgal etmeye devam etiklerini görürüz. Ankara ise 13 Ekim 1923’te tek maddelik bir kararla yeni devletin başkenti oluşunun hilafetin kaldırılmasıyla alakalı olduğunu ve bu kararı da Lozan’da İngilizlerin herkese kabul ettirdiği hep konuşuldu, konuşuluyor.

En önemlisi, birçok tarihçinin İngilizlerin daha o zamandan beri “İsrail devleti” kurmak istediklerini yazmaları boşuna mıydı?

14 Mayıs 1948 Tarihinde Yahudiler İsrail Devletinin Kurulduğunu İlan Ettiler

11 dakika sonra ABD başkanı Harry Truman İsrail devletini tanıdığını ilan etti. NATO’nun kuruluşuna öncülük eden bu zat, Amerika Komünist Partisini de kapatandır. Türkiye ise 28 Mart 1949’da İsrail’i tanıyan dünyada ikinci ve ilk Müslüman devlettir. Bu bir tesadüf müdür?

Konumuzla ilgisi olmasa bile İngilizleri Ortadoğu ve uzak doğu politikalarını iyice kavramak için Kıbrıs’ta uyguladıkları politikaya bakmak gerekir. Özelikle Kıbrıs’ın AKEL (Kıbrıs Komünist Partisinin) yönetime geçme şansının artması ve de Kıbrıs’ın Sovyetlerle ilişki geliştire bileceği kaygısı içine girildi. Bu kaygıyı anlamak için İngilizlerin 1956’dan bu yana Kıbrıs’ta neler yaptıklarına ve kimlerle nasıl bir iş birliği içine girdiğine bakmakta yarar vardır. Özelikle o dönem başsavcılık yapan Rauf Denktaş’ın kimliğine iyi bakmak gerekir…

Devam edersek: Ortadoğu sınırları adeta cetvelle çizildi, sayısız çadır devlet kurulup İngilizlerin hegemonik yapısı altına girdi. O günden bu yana Ortadoğu’da sorunlar bir türlü bitmek bilmedi, çatışmalar ve isyanlar bir türlü dinmedi. En önemlisi Türk ulus-devletiyle Sovyet Devrimi’nin Ortadoğu’ya yönelik gelişmesinin önü alındı. Cumhuriyet tarihi boyunca Türkiye devletinin iç ve dış politikası bu temel üzerinde biçimlendi.

Rusya’da devrim: Sovyet tipi örgütlenme

Rusya’da Bolşevik Devrimi olduktan sonra Rus ordusu tek taraflı olarak Kürdistan topraklarından çekildi. Bolşeviklerin iktidara gelmesiyle birlikte o güne dek görülmemiş bir iktidar yapısı ve devlet biçimi oluştu. Bu yazının amacı Sovyet deneyimini ve oluşturduğu devlet yapısını tahlil etmek değil. Ancak reel sosyalizmin iktidarda kaldığı zaman zarfında geçirdiği evreler ve oluşturduğu devlet biçiminin reel sosyalizmin yıkılışında gösterdiği kimi zaaflara değinmek zorundayız. Bolşevikler gelir gelmez savaştan çekilme kararını aldılar ve itilaf devletlerinden ayrıldılar. Almanlarla 3 Mart 1918’de Brest Litovsk barış antlaşmasını imzaladılar. Troçki bu anlaşmaya karşı çıkıyordu. Lenin bu antlaşmaya imza atarken “zaman kazanmak için… Mekandan ödün vermek istedim… Onlar düşmandır. Gelecekte onları yenmek için bugün barış antlaşması yapmak zorundayız” diyerek ilerlemeyi, gelişmeyi ve zaferi coğrafi genişlik ve yayılma olarak görmediğini anlatmak istediği anlaşmadır. Bolşevikler kendilerini anti demokratik olan ulus-devlete karşı tarihsel-toplumsal bir şekilde örgütlemek istemesine rağmen, pratikte çeşitli nedenlerden dolayı bunu başaramadı ve reel sosyalizmin yıkılışına kadar gidildi. Bolşevikler iktidara geldiklerinde halkın oluşturduğu demokratik Sovyet tipi örgütlenmeyi örnek aldılar. Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nde “Sovyet” sözcüğünü, halkın oluşturduğu yapılanma anlamında aldılar. Ama ne iktidar demokratik toplum iktidarı olabildi ne de “Cumhuriyetler” “Demokratik Cumhuriyetin” temelini oluşturan demokratik ulus oluşturabildiler. Onlarda sosyalizmi demokratik halk yapılanması şeklinde değil de devlet eliyle (Sovyet Devleti) inşa etmeye çalıştılar. Bu yeni bir ulus-devlet olmaktan öteye gidemedi. Halk ikinci plana itildi, devlet kutsal bir kurum olarak anıldı ve ondan korkulan bir aygıt oluştu. Stalin’in “insan sosyalizmin vidasıdır” sözü bu anlayışı yeterince açıklamaya yetmiştir. Oysa sosyalizm insan içindir. Devlet kutsal bir varlıktı ve her şey devlet çıkarı temelinde ele alındı. Devleti yöneten parti adeta bürokratik bir sınıfa dönüştü. Halk soyutlandı. Brejnev döneminde “Halk Devletinden” söz edildiyse de bu göz boyamadan başka bir şeye yaramadı. Sovyet devleti her şeyi bir tarafa bırakıp “devletin” çıkarına uygun politikalarla ve emperyalist devletlerle “devletsel” rekabete girdi. İlk uzaya giden onlar oldu. Füzeleri göğü fethederken halkın evindeki buzdolapları çalışmaya başladığında gürültüden o mekânlarda durabilmek imkânsızdı…

Söz konusu “devletin” çıkarları olunca komşu devletlerle bu temelde ilişkiler geliştirilmek istendi. Afganistan, İran ve genç Türk devletiyle ilişkileri bu temelde oldu. Bu devletlere “Emperyalizmle ilişki kurmamaları” için gereğinden fazla duyarlı davranıldı. Mustafa Suphi ve arkadaşları Türk devleti tarafından Karadeniz’de öldürülmelerine rağmen Sovyet Devletinin Türkiye’ye bir protesto notası bile vermediği bilinmektedir. Türk devletini “ürkütüp emperyalizmin kucağına itmeyelim” diye böyle davranılmıştır. Bu davranış Sovyet devletinin temelini oluşturdu ve sürekli yürürlükte kaldı. Dersim isyanı sırasında Komintern Türkiye temsilcisi ve TKP MK üyesi R. Davos imzasıyla 29 Temmuz 1937’de Komintern’e yazdığı yazılan raporda “Kemalizm, Kürt Beylerini ve feodaliteyi tasfiye ediyor” demesi bu politikanın ürünü olsa gerek. “Yükselen Hitler faşizminin Türkiye üzerindeki etkisini kırmak, Türkiye devletini kızdırmamak için” böyle davranmak zorunda kalındı diye hep savunma yapıldı. Türk Sovyet ilişkileri Aralık 1921’de Sovyet heyetine başkanlık yapan Kızıl Ordu generali Mihail Vasilyeviç Frunze’ nin (Taksim meydanında bulunan anıtta heykeli olan Sovyet generalidir) Ankara’da M. Kemal’in de içinde olduğu Türk heyetiyle yaptığı görüşmeden sonra daha da gelişmiştir. Frunze, 1.100.000 altın rubleyi Ankara’ya hibe etmiştir. Bu olay Mutafa Suphilerin katledilmesinin üzerinden ancak bir yıl geçmişken olmuştur. Bu olaylar Sovyet devletinin yapısını ve dış politikasını anlatmaya yeterlidir. Kimileri bu politika gerekliydi diyebilir. Amacım bu politikanın doğruluğunu-yanlışlığının burada tartışmaktan çok resmi olduğu gibi çekmektir.

Sovyet Devleti’nin merkezi bir karakter taşıması, onun merkezden ekonomik politikalar yürütmesine de neden oluyordu. “Beş yıllık kalkınma planları” adı altında hangi Sovyet Cumhuriyeti’nde ve onun hangi bölgesinde neler yetiştirmek gerektiği kararı bile merkezden veriliyordu. Bir nevi “devlet kapitalizmi” oluşmuştu. Bütün bu uygulamalar demokratik toplum yaratma ve demokratik ulus oluşturma önünde engel teşkil etmekteydi… Sovyet devleti toplumu farklı ve yeni bir modernite haline getirmediği için çöktü demek abartı olmayacaktır. Başka bir ifadeyle toplum kendini modernite temelinde örgütleyip, demokratik ulus yaratamadığı için Sovyetler dağıldı.

Komintern: (Komünist Enternasyonal Birliği-Üçüncü Komintern) Üçüncü Enternasyonal’in birinci kongresi Mart 1919’da Kremlin Sarayında toplandı. Lenin başkanlığında toplanan Kongreye çok sayıda komünist parti katıldı. Türk Komünistleri adına Mustafa Suphi katılır. Kominterin ikinci kongresi 19 Temmuz 1920’de Petrograd’ da açılmış Moskova’da çalışmalarını tamamlamış. Kongreye 67 Komünist Partisi (Mustafa Suphi ve İsmail Hakkı da katılanlar arasındadır) temsilcileri katılmış. Lenin tarafından kaleme alınan “21 şart” olarak bilinen kararlar alınmış. “Dünya Komünist Hareketinin” tüzüğü olarak bilinen 17 maddelik ilkeler kararlaştırılmış. Sonraki yıllarda Bulgar Komünist Partisi Genel Sekreteri Dimitrov’ da başkanlık etmiştir. Komintern, Sovyet politikasının dışına çıkmamıştır. Komintern’ e üye olan komünist partilerde onun birer şubesiydiler. Bu kısa açıklama o dönem komünist partilerin politikalarının nasıl biçimlendiğine dair bizlere yeterli bilgi verdiği kanısındayım… TKP bu politikanın dışında değildi. Komintern’in Türkiye temsilcisi olarak çalışıyordu. Zaten güçlü bir parti olamamıştı. Daha kurulduğunda tüm yöneticilerinin Karadeniz’de boğulması onu başsız bırakmış ve içine çok sayıda provokatörün sızması kolaylaşmıştı. Demokratik bir toplum yaratmak, işçi ve emekçilerin çıkarlarını birincil politika olarak yürütmek yerine, Sovyet Devlet çıkarına olan politikaları benimsedi. Zaten bütün dünya komünist patilerinin de yürüttüğü politikalar bundan farklı değildi. Sovyet Devlet çıkarını yansıtan Komintern kararıyla TKP, “Separat Kararı” olarak tarihe geçen kararla Türkiye’de faaliyetlerini durdurduğu kararını almıştır. Amaç Türk devletini “ürkütüp emperyalizmin kucağına itmemek” ti. Oysa bu devlet İngilizlerin, emperyalizmin kucağında doğduğunu çok geçmeden “İzmir İktisat Kongresiyle” göstermiştir. TKP, Kürt gruplarıyla ilişkide, Kürt toplumuyla diyalog kurmada yönlendirici fonksiyonu yerine getirmemiştir. 1973 yılında TKP’ nin politikasında değişiklik oldu ise de o konumuzun dışında kalmaktadır.

Kürtlerin durumu neydi?

Dünyada yeni çalkantıların yaşandığı bir dönemde Kürtlerde de ufak tefek ulusal bilinçlenmenin başladığına tanık olunuyor. Kürtler Osmanlı imparatorluğunda görece bağımsız, kendi kendini birçok konuda yöneten eyalete bölünmüş şekilde yaşıyordu. Osmanlı İmparatorluğun dağılmaya başlaması ve Türkiye’de Jön Türkler eliyle ulus-devlet kurma çalışmaları hızlandıkça ve balkan uluslarının Osmanlı’dan kopmaları artınca, Kürtlerde de ciddi kıpırdanmalar olduğu gözleniliyor.

İlk Kürt örgütü 2 Ekim 1908 yılında İstanbul’da Kurulan Kürt Teavün ve Terakki Cemiyeti’dir. Kurucuları arasında Ali Bedirhan, Muhammed Şerif Paşa, Seyyid Abdulkadir (Şeyh Ubeydullah’ın oğludur.) vardı. Ondan sonra “Kürt Talebe Hêvî Cemiyeti (Hêvî) 27 Temmuz 1912’de kurulur. Kurucuların büyük çoğunluğu Halkalı Ziraat Okulunda okuyan öğrencilerden oluşuyor. Örgütün ilk sekreteri Ömer Cemil’dir. Örgütün Diyarbakır Bölge temsilcisi Kadri Cemilpaşa’ dır. Çağdaş bir Parti niteliğini taşıyan Kürdistan Teali Cemiyeti ise Mayıs 1918’de İstanbul’da kurulur. Erzurum, Van, Malatya, Elazığ, Bitlis, Mardin, Bingöl, Diyarbakır’da şubeler açar. Cemiyet başkanı Seyyit Abdulkadir’dir. İkinci başkan Emin Ali Paşa’dır. Kurucuları arasında Ferik Fuat paşa, Mehmet Ali Bedirhan, Süleymaniyeli Mehmet Emin, Hacı Ali Efendi gibi tanınmış Kürt şahsiyetleri bulunur. Bu Cemiyet Jîn (yaşam) adında İstanbul’da bir dergi çıkarır. İlk sayı 7 Kasım 1918’de yayına başlar ve 25 sayı yayınlanır. Jîn hem Kürtçe, hem de Türkçe yayınlanır.

25. Sayısı 2 Ekim 1919 tarihinde çıktıktan sonra kapatılır. Cemiyetin başkanı Seyyid Abdulkadir, Osmanlı Ayan Meclisi’nin başkanıdır. Sevr Antlaşması imzalanırken ona sorulan bir soruya cevap olarak “Türk halkı bu kadar zor bir durumda iken, bizim bağımsız Kürdistan kurma peşinde koşmamız ahlaki” değildir diye cevap verir. Seyyid Abdulkadir 1925 yılında oğluyla birlikte Diyarbakır’da idam edilir.

O dönem Kürtlerin oluşturduğu en organize örgüt 1922’de Erzurum’da kurulan “Civata Azadîya Kurdistan” (Kürdistan Özgürlük Cemiyeti ) kısa adıyla “Azadi”. Bu örgüt bütün Kürtleri bünyesinde toplamayı başarır. Seyyid Abdulkadir, Memduh Selim, Arif Bey… bu örgütte yerlerini alırlar. Azadi, 1924’te önemli bir kongre toplar. Diyarbakır İsyanı kararının bu kongrede alındığı söylenir. Kongreyi organize edenlerin başında Cibranlı Halid Bey (miralaydır), Mutki Aşiret Reysi Hacı Musa Bey (Erzurum Kongresini organize edenlerin başında gelir),Yusuf Ziya Bey, (Birinci Mecliste Kürdistan Mebusudur) Kemal Fevzi (subaylıktan ayrılmadır). Kemal Fevzi Bey, İstiklal Mahkemelerinde yargılanırken “İngiliz ajanlığıyla” suçlanması üzerine, “Benim İngilizlere hizmet ettiğim ispatlanırsa, kendi ipimi kendim çekerim” sözleri tarihi gerçekleri sergilemeye yetiyordu. Bu kongreye Fehmi’ye Bilal ile birlikte katılan Şeyh Said de katılır ve aktif rol oynar. Bu kongreden alınan kararlardan cumhuriyet yöneticilerinin haberi olacak ki Azadi’ nin önde gelenlerini hemen tutuklanmaya başlar. Halit Bey, Musa Bey, Yusuf Ziya Bey başta olmak üzere sayısız Kürt lideri tutuklanıp Bitlis cezaevine konulur. Göstermelik bir yargılamayla idam edilirler. Cibranlı Halit Bey’e “sizin vatana ihanet içinde olduğunuz söyleniyor…” diye sorulunca Halit Bey “ceddim ve bütün ailemin kanıyla yoğrulmuş bu topraklarda yetişen biri olarak ben bu topraklara ihanet ediyorum da, nereden geldiği belli olmayanlar vatanperver oluyor. Bana bunun cevabını verin…” diyor. Musa Bey, Halit Bey, Yusuf Ziya Bey idam edilirken son sözleri “ya istiklal, ya hicret” oluyor.

Bu idamların temelinde Kürtleri örgütsüz bırakmak ve yanlış anlamalara zemin hazırlamak. en önemlisi örgütsüz ve kontrolsüz kalmış Kürtleri kolayca provokasyonlara getirmeye çalışmak yatmaktadır. Nitekim de böyle oldu. 1924 yılında Kürtler üzerindeki baskılar yoğunlaştırıldı. Kürt dilinin kamu alanlarında konuşulması yasaklandı. Kürt gelenekleri baskı altına alındı. Kürt giysi ve kıyafetleri yasaklandı. Bu uygulamalar Kürtler arasında büyük tepkiler doğurdu. Kurtuluşları için Türklerle birlikte yola çıkmış ve birinci Mecliste 75 mebusla temsil edilmiş Kürtler artık yok sayılıyordu. Çok geçmeden, baskı, yok sayma ve provokasyonlarla Kürtleri hazırlıksız olarak çatışmaların içine çektiler. 13 Şubat 1925 yılında Şeyh Said’e ve beraberindeki bir gruba Diyarbakır’ın Piran nahiyesinde baskın yapmaları sonucu ölen kimi askerler bahane edilerek “Kürtler isyana başladı” deyip hükümet güçleri her yerde Kürt halkına saldırmaya başladı. Bu tehlikeyi önceden gören “Azadî” örgütünün lideri Cibranlı Halit Bey, “bunlar bizim ilerde boynumuzu kesecek olan kılıçlarını biliyorlar” diyerek Sovyetlerden yardım istemek amacıyla 22 Aralık 1922’de Sovyetler Birliği Erzurum Elçisi olan Pavlovski’ ye 10 maddelik bir mektup verir. Mektup Sovyetlerin Ankara’daki büyük elçisi Aralov’a iletilir, ama bir sonuç alınmaz. 1922 dönemi ayni zamanda İngilizlerin “Kürtleri defterlerinden sildikleri” tarih olarak da bilinir.

1908’de Meşrutiyet’in ilanından sonra Kürtlerde faaliyetlerine hız verirler. Bu dönemle birlikte Kürtler de birçok örgüt kurmaya başlarlar. 1910’lu yıllarda kapitalizmin başta Balkanlar olmak üzere Anadolu’da, Ortadoğu’da etkinliğini artırmaya başlamasıyla Osmanlı İmparatorluğu sallanmaya başladı. Kürtlerde bu dünyanın içindedirler. Salih Bey, “Serbesti” gazetesinde kaleme aldığı yazıda, “kardeşlerim uyanma vakti geldi. Bundan sonra gözlerimizi açıp o derin uykudan uyanmazsak, Kürtlük diye bir şey kalmaz” diyerek Kürtlerin içinde bulunduğu durumu özetlemiştir. O günlerde Kürtlerin içinde bulunduğu durumu anlamak için Jîn Dergisine bakmak yeterlidir.

Kürtlerle Osmanlı İmparatorluğu arasında kimi zaman ciddi sorunlar yaşansa bile ittifakları 1514 yıllarına Çaldıran Savaşına, Yavuz Selim’le İdris-i Bitlisi arasında yapılan antlaşmaya kadar gider. Kürtlerin Osmanlı’yla yaptığı bu anlaşma olmasa Osmanlı İmparatorluğu batıda ne bu kadar gelişirdi, ne de bir dünya devleti haline gelebilirdi. Osmanlı ordusunda sayısız Kürt vardır. Erzurum’daki 8. ve Diyarbakır’daki 7. Kolordunun Cumhuriyet döneminin ilk yıllarına kadar çoğunluğunun Kürtlerden oluştuğu bilinmektedir. 1925 Kürt isyanını bastırmada 7. Kolordu askerlerinin katılmayışları bundan dolayıdır…

30 Ekim 1918 Mondros ateşkes antlaşmasıyla Osmanlı imparatorluğu hızla çökmeye başlar. Dünya tarihi en önemli döneminden geçiyordu. Türkler, Kürtler, komünistler, muhafazakârlar, Çerkezler ve Anadolu-Kürdistan halkların tümü bağımsızlık, özgürlük ve demokrasi için yeniden harmanlanıyorlardı. Buna en somut örnek Erzurum kongresinde alınan kararlar ve delegelerin bileşimidir. Erzurum Kongresi, 17 Haziran 1919’da “Erzurum Vilayet Kongresi” olarak toplanır ve bu toplantıda 10 Temmuz 1919 tarihinde “Erzurum Kongresinin toplanmasına” karar verir. Yani tarihe geçen kongrenin toplanmasının kararı 17 Haziran 1919’da toplanan “Erzurum Vilayet kongresinde alınır ve 10 Temmuz 1919’da toplanacak olan kongrenin delegeleri de bu kongrede seçilir. M. Kemal 3 Temmuz 1919’da Erzurum’a gelir. Erzurum’a geldiğinde “Erzurum Vilayet Kongresi” yapılmış ve 10 Temmuz 1919 toplanacak kongreye katılacak delegeler seçilmiştir bile. M. Kemal seçilen delegeler arasında yoktur. Kazım Karabekir’in devreye girmesiyle ve Mutki aşiret lideri Musa Bey’in desteğiyle seçilmiş olan delegelerden ikisi istifa eder, onların yerine M. Kemal ve Rauf Orbay delege olur… O dönem Kürtlerin tercihini anlamak için bir de şu iki belgeye bakmak yeterli olur. Mustafa Kemal, “Vilayet-i Şarkiye Müdafa-i Hukuk-i Milliyeti Cemiyeti” Diyarbakır şubesine yazdığı bir mektupta :

“Yabancı istilaya uğrayan memleketin düşmandan temizlendikten sonra, Kürt kardeşlerimin haklarına riayetkâr olacağız”. O zaman bu Cemiyetin başkanı Cemil Paşazade Mustafa Bey’dir. Cemil Paşazade Mustafa Bey’de M. Kemal’e yazdığı mektupta “Türklerin, Kürtlerin, Çerkezlerin ve Lazların çıkarlarının ortak olduğunu” yazar.

Bu kısa tespitler bile Kürtlerin o günkü durumlarını ve tarihi tercihlerini net olarak ortaya koymaya yeter.

Birinci dünya savaşı başta Ortadoğu olmak üzere Balkanlara, Anadolu’ya ve başka birçok bölgeye kapitalist ilişkileri ulus-devlet hegemonyası altında ve sömürgecilik temelinde yerleştirmeyi sağladı. Bu uygulamanın baş mimarı İngilizler olmuştur. Bu uygulamalar günümüze kadar süre geldi. Ancak ikinci dünya savaşından sonra Balkanlarda ve kısmen de Ortadoğu’da durumlar değişti. Ortadoğu’da sonraları birkaç devlet Sovyetlerin nüfuz alanına girdiler. Nasır’ın Mısır’ı, Irak, Suriye, Afganistan, Libya, Güney Yemen vb. Günümüz Afganistan, Irak,

Suriye, Libya yeniden kaynayan birer kazana dönmüş durumdadır. Adı konulmamış bir dünya savaşı yaşanıyor. Birinci dünya savaşında yarım kalmış görevler tamamlanmaya çalışılıyor. Her şey yerinden oynamış, her ülke ve toplum yeniden biçim almaya çalışıyor. Biryandan emperyal güçlerin hegemonik yöntemiyle ulus-devletlerin ve kapitalist modernitenin egemenliği at koşturmak istiyor. Diğer yandan Reel sosyalizmin deneyiminden dersler çıkarmaya çalışan ve ulus-devletlerin hiçbir toplumsal sorunu çözemeyeceğini gören, toplumu yeniden demokratik modernite temelinde yani demokratik ulus ve onun kendi kendini yönetme biçimi olarak demokratik özerklik ve de demokratik konfederalizm temelinde kurtulmayı önüne koyan mücadele sürüyor. Bu savaşımın içinde Kürt halkı en başta yürüyor. Kürtler hem geliştirdikleri toplumsal felsefe olarak, hem de bu felsefenin hümanist bir modeli demokratik ulusu yaşamda etkin kılmak için en ön saflarda savaşıyorlar. Bu konu başlı başına bir yazı olacaktır.

 

 

 

 

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.