Düşünce ve Kuram Dergisi

İlerlemecilik

Halil Dağ

İlerleme fikri her zaman için toplumları cezbeden bir fikir olmuştur. İlerlemek! Durulan yerden başka bir yere varmak ve sonra yeni yerler ve şeyler keşfetmek! Keşfettikçe varılan hiçbir yeri yeterli görmemek ve daha ilerisini istemek!

Bu terim, sadece fiziksel olarak “bir yerden başka bir yere gitmek” anlamını taşımıyor. Ama ilk bakışta insanın doğasıyla, analitik zekâsı ve keşfetme merakıyla ilgili masum bir kavram gibi görünüyor. Gerçekten de insanın zaman ve mekân olgusunu aşmasını sağlayan bir keşfetme arzusu vardır. Bu arzuyu her durumda olumsuz olarak değerlendirmek kolay değil. Öyle olsaydı toplumsal ve bireysel gelişim diyalektiğine etki eden zihinsel ve eylemsel tüm süreçlerin ve yaratıların anlamsız olduğunu iddia etmek gerekecekti -ki bu da ontolojik açıdan kendimizi inkâr etmek anlamına gelirdi.

İnsandaki arayış hali ve ilerleme, keşfetme arzusu, Platon’un o ünlü mağara örnekleminde olduğu gibi, insanı mağaranın dışına bakmaya ve dışarıda ne olduğunu öğrenme çabasına sevk etmiştir. Bu çaba tarih boyunca toplumsallaşma adına sahip olduğumuz ve yarattığımız her şeyi bize sağlamıştır. Peki ne oldu da ilerleme ve keşfetme arzusundaki o masumiyet yok oldu ve ilerleme kavramı gerilemeye tekabül eden bir kavrama dönüştü. Ay’a gidebiliyoruz, Mars’a, Jüpiter’e keşif araçları gönderebiliyoruz, güçlü teleskoplarla evrenin derinliklerini gözlemleyebiliyoruz, yakın zamanda Mars’a insan kolonisi yerleştirmeyi planlıyoruz, yer altında-yer üstünde ve ikisini çevreleyen o sonsuz boşlukta neler olduğunu çok az da olsa çözmüş durumdayız, henüz bilmediğimiz pek çok şey var ama daha ileriye gitmek için dizginlenemez bir arzuya sahibiz; dinozor fosillerinden elde ettiğimiz DNA’larla zamanı milyonlarca yıl geriye döndürüp soyu tükenmiş bu canlı türünü tekrar diriltmeyi bile planlıyoruz. Üstelik koca bir kentin ortasına 10 milyon TL ödenerek yapılan maketinden daha sahici ve onun kadar görgüsüz bir savurganlık da içermiyor bu planımız. Dahası da var; nano-teknoloji, siber uzay araştırmaları, yapay zeka, insansız hava ve kara araçları, klonlama, iletişim teknolojilerindeki büyük ilerlemeler vs. daha pek çok keşif ve kavram literatürümüze eklenmiş vaziyette. Cilalı Taş’lardan, tek bir düğmeye basıldığında milyonlarca insanı yok edebilecek nükleer silahlara vardık!

İlerliyoruz; ama nereye ve nasıl? Bu ilerlemenin bedeli nedir? Yolun sonunda neyle karşılaşacağız? Ya da ilerlemecilik bir yolsa eğer, bu yolun sonu var mıdır? Modern zaman düşünürlerinin gündemini meşgul eden bu gibi yığınca soru mevcut. Tarihin düz-ilerlemeci bir çizgide gerçekleştiği teorisini kabul etmiş olsaydık bu sorulara kolayca cevap verip “Dün şu oldu, yarın da kesin olarak şu olacak,” diyerek işin içinden çıkabilirdik. Ya da yaradılışla ilgili dinsel açıklamaları benimseyip bu soruları sorma ihtiyacı da duymadan mutlak sonu bekleyebilirdik, ama her iki durumda da belirsizlik ve “Ya anlatıldığı gibi değilse?” sorusu kafamızı kurcalardı. Aslında bu soruların cevabı o kadar da karmaşık değil, zira ilerlemecilik bir ideoloji olarak son birkaç yüzyıldır gündemimize girmiş bir terim. İlkçağ filozoflarına kadar uzanan fikri bir arka planı olmakla birlikte asıl olarak aydınlanmacı ideolojilerin ve sanayi devrimiyle birlikte ortaya çıkan bilimsel-teknolojik gelişmelerin bir ürünü. Sadece bir fikir değil bir eylem perspektifidir aynı zamanda ve en çok da kapitalizmin temelini oluşturur. Ama Marksizm de bu fikriyattan ziyadesiyle etkilenmiş ve onun tersten bir uygulayıcısı olmuştur. Özellikle, tarihi, düz-çizgisel bir ilerleme üzerinden okuması bu konudaki önemli zaaflarından birini oluşturmaktadır. Bu başlı başına irdelenmesi gereken bir konu ve üzerinde yoğunca tartışma da yürütülmektedir. Daha somut ele alındığında, bu ideolojinin zaman-mekân algılayışı, toplum tasarımı ve bu alanlarda yol açtığı yıkımlar güncel açıdan en fazla irdelenmesi gereken konular oluyor.

 

İlerlemeciliğin Zamanı ve Mekânı

“Eğer edebiyatın bize öğrettiği bir şey varsa o da istencin pençesi sonsuza uzandığında mümkün olan tek sonucun trajedi olduğudur. Tarihin bize öğrettiği bir şey varsa o da birinin istencini başkasına dayatmasının zulüm ve savaşın doğası olduğudur. Eğer insanlığın bize öğrettiği bir şey varsa o da saygılı olmamız gerektiğidir. Bu, en çok gelecek ile ilişkimiz için geçerlidir -ki vasiyetimiz de geleceğe hitaben yazılmıştır,” der Jay Griffits, “Zamana Kaçamak Bir Bakış”ta.

Gerçekten de uygarlık tarihi tam da edebiyatın, tarihin ve insanlığın öğrettiği bu üç dersin, tersinin yapıldığı bir tarihtir. İstencin pençesinin sonsuza, başkasına ve geleceğe dayatılmasının yol açtığı trajik sonuçlar uygarlık tarihinin en belirgin özelliğini oluşturur. Bu, bir yanıyla da kaçınılmaz bir sonuçtur. Çünkü sonsuzluk fikri etrafında ortaya çıkan tüm öğretiler önünde sonunda tahayyül ettikleri o noktaya ulaşmak için başlangıcı tahrip etmekte bir sakınca görmemişlerdir. Sadece tahrip etmekle de sınırlı kalınmamış o başlangıçların inkârına da gidilmiştir. İlerlemecilik işte bu inkârın ideolojisidir ve bugün sahip olduğumuz her şeyin zamansal ve mekânsal temelini reddeder.

Tarihin, istencin başkasına dayatılmasının zulüm ve savaş olduğu yönündeki dersini bu sonsuzluk iddiasının ve inkârın yol açtığı trajik ve kanlı pratiklerden öğrendik. Bir kere ilerleme ve sahip olma istenci doğduktan sonra bunun dizginlenmesi ve ahlaki sınırlarda tutulması mümkün değildi zaten. “Bugün bulunduğumuz yerden daha iyi bir yerde olacağız” iddiasına kim karşı koyabilirdi ki? Buna göre iktidar, devlet, sınıflar, imparatorluklar, tekno-hiyerarşi, bilimcilik “sonsuzluğa” ulaşma ve ilerleme sürecinde mutlak gereksinimler olarak ele alınmalıydı. Çünkü tüm bu kurumlar ve pratikler hayatlarımızı nizama sokacak, “vahşi doğa”ya karşı savaşma gücü elde etmemizi sağlayacak ve bu kurumlarla bütünleşmiş tüm dinsel/politik yapılar da “birbirinin kurdu” olmaya teşne olan doğamızı disipline ederek geleceğe ilerlediğimiz yolda engel oluşturabilecek pürüzleri gidermiş olacaklardı. Yol böyle belirlendikten sonra “insanlığa, geçmişe, zamana, mekâna, geleceğe saygı duymanın” romantik ve aptalca bir beklenti olarak görülmesi gayet doğaldı. Olduğumuz yerde kalmak! Bu istek aptalların ve bilimin “tanrısal” gücünü anlamayanların ileri sürebileceği bir görüş olabilirdi ancak! Oysa olduğumuz yerde kalmak, her koşulda gerilemek ve insanlığa, toplumsallığımıza yararlı olabilecek gelişmeler yaratmaktan uzak kalmak anlamına gelmiyordu; ama ilerlemecilere göre bunu istemek anakronizmden başka bir şey değildir.

Pascal, “İnsana dair tüm sorunlar durduğumuz yerde kalmak istememizden kaynaklanır,” derken yerden göğe kadar haklıdır. Bununla ilerlemeciliğin zaman ve mekânla ilgili yıkıcı etkilerine göndermede bulunur ve ikisi arasındaki kopmaz bağa dikkat çeker. Bu bağ, sonu mutsuzluk ve yeryüzüne yayılmış kolektif bir anksiyeteyle biten bir hikâyeyi anlatıyor. Modernitenin hikâyesidir bu. Modernite, sarıldığı o ilerlemeci ideolojisiyle insanoğlunun başlangıçtan kopuşuna ve bir daha oraya dair birikimlerini ve öykülerini hatırlayamamasına yol açtı. Bu hem tarihsel (zamansal) bilinçten hem de mekândan kopuştur. Mekân terk edildikçe tarihsel hafıza da çöküntüye uğradı; geriye dönülüp bakıldığında ise ilerlemeciliğin yol açtığı yıkımın toz bulutundan başka bir şey görünmemektedir. Daha da kötüsü bugünün insanı için, o geçmiş, merak konusu bile olmaktan çıkmıştır artık. Şu öğretilmiştir; “geride bıraktığın tüm zamanlar ve mekânlar geriliğin ve ilkelliğin taşıyıcısıydılar.” Seni mutlu edecek şey o küller ve mekânlar değil yeni zamanın ve ilerlemenin somut göstergeleri olan teknoloji harikası yaratımlar ve bu yeni düzene uygun dizayn edilmiş mekânlardır. O yüzden geriye değil, ileriye bak ve ilerlerken önüne çıkan hiçbir engeli tanıma!”

İlerlemecilik son derece politik ve hepsi de ortak olanı çalıp çok az kişiye veren modern kapitalizme dair tüm süreçleri kapsar. Zaten ilerlemeci ideolojilerin ortaya çıkışı kapitalizmin ortaya çıktığı döneme denk düşer. Başlıca hedefi; insanlığın tarihsel hafızasını oluşturan ve o hafızada yer edinen tüm süreçleri ve mekânları yok ederek kendi paradigmasına uygun yeni süreçler ve mekânlar yaratmak, ama zaman içinde açgözlü büyüme arzusuyla bağlantılı olarak o mekânları ve süreçleri de yok etmeyi içeren döngüsel ve sonu belirsiz yolculuklar yaratmaktır. İlerlemeci fikirlerin ve pratiklerin hemen hepsi tarihsel mekândan (insanı insan yapan, onun toplumsallaşmasını sağlayan tüm yer ve kaynaklardan) kopukturlar. Sadece kopuk da değil, tüm bu mekânlara ve kaynaklara düşmanlık da beslerler. Zira zaman ve mekân bilinci, yani tarihsel bilinç, insanın geçmişiyle bağ kurmasına yol açar ve bu bağ kurma edimi, her şeyi tüketmek için önce hafızayı tüketmeyi şart sayan söz konusu ideolojiye tezat oluşturur. Bu nedenle de ilk önce insanın diğer canlılarla ve doğayla ilişkilerinde doğuştan sahip olduğu birlik ve aitlik duygusuna saldırarak onu tahrip etmeye çalışır. Böyle olduğu için de ilerlemeci ideolojilerin tahayyül ettiği gelecek, geçmişin yokluğudur. Duracağı yeri bilmez, yarattığı her mekân ve zamana yüklediği her anlam geçici ve izafidir. Muhteşem ve emsalsiz addettiği hiçbir nesne neolitik dönem insanının yarattığı herhangi bir araç kadar insanlığın geleceğinde kalıcı bir yer edinme potansiyeline sahip değildir.

Modernitenin ilerlemeciliğine dikkatli bir gözle bakıldığında aslında aynı yolculuğun tekrar tekrar yapılmasından başka bir nitelik taşımadığı görülecektir. Ama bu tekrarlama halinin insan ve doğa için bir bedeli vardır. Her tekrarda bir öncekine göre daha büyük bir eksilme ve yıkım yaşanmaktadır. İlerleme hep ileriye doğru bir hamle gibi görünse de bu karakteri yüzünden bir gerilemeye tekabül eder. Bir sonraki adım ve üretilen nesneler öncekine göre mükemmellik kazanmış gibi görünür ya da öyle görmemiz istenir bizden, fakat gerçekte olan şey o sonraki adımın kazandığı “mükemmelliğin” daha büyük bir kaynak tüketimiyle gerçekleşmesidir. Her ileri adım birden fazla şeyin kaybı pahasına atılmaktadır. Üstelik kaybedilen bu şeylerin yerini doldurmak da mümkün değildir artık. Gerçekten de büyük bir minnet duygusuyla takdir etmemizi istedikleri şeyler katilin kurbana “Seni öldürüyorum ama bunu senin için yapıyorum,” demesine benziyor. İlerlemecilik, doğa ve üzerinde yaşayan canlılar için telafisi imkânsız yıkımlara ve ölümlere sebep olurken kulağımızda yankılanan söz “her şeyi sizlerin iyiliği için yapıyoruz” sözüdür. Sadece var olduğumuz ve yaşadığımız mekânların tüketilmesi de değil söz konusu olan. Dünyanın dışındaki mekânlara da bu dayatılmaktadır. Siber uzay çalışmaları ve uzaya yönelik hayallerin ve projelerin içeriğine bakıldığında “yeni” ve “ileri” olana ulaşma arzusunun tahripkâr etkisinin nerelere kadar uzandığını, uzanabileceğini görebiliriz. Bugün bilimciliğin geldiği nokta özellikle mekân’a dönük tasavvurları bağlamında “terraforming” adı verilen noktadır. Ama tuhaf bir çelişkiyi barındırıyor bu terim. Bir gezegeni yaşanabilir hale getirme anlamına gelen bu kavram, trajikomik bir tablo yaratıyor. Yaşanabilir hale getirilmeye çalışılan mekânlar kendi dünyamızda değil henüz ayak basamadığımız ama ulaşmak için gece gündüz çalıştığımız başka gezegenlerdir. İlerlemeciler ve bilimciler dünyayı tüketirken, başka gezegenlerde yaşam koşulları yaratma iddiasında bulunuyorlar! Mars yüzeyinde termonükleer patlamalar gerçekleştirerek gezegeni ısıtmak ve sera gazlarını kullanarak ya da güneş ışınlarının Mars’a yansımasını sağlamak için gezegenin atmosferine dev aynalar yerleştirmekten söz ediyorlar. Daha da ileri gidenler var; bunlar da Satürn’ün buzla kaplı uydularından birini patlatıp parçalarının “Mars’a çarpmasını sağlamaktan bahsediyorlar. Buna da “kontrollü kıyamet” adını veriyorlar. “Kontrollü kıyamet” kavramı tıpkı kapitalizmin küresel ekonomik krizlerini yumuşatmak için tedavüle sürülen “sürdürülebilirlik” yalanına benziyor. Ne var ki ekonomik planlamalarda sürdürülebilirliği sağlama kısmen insanın elinde olsa da doğada veya evrenin herhangi bir noktasında “kontrollü kıyamet” yaratma girişiminin sürdürülebilir olduğunu iddia etmek saçma bir iddiadır. Zira doğaya veya evrende herhangi bir mekâna yapılan müdahalelerin ve “kontrollü kıyamet” senaryolarının sonucunun ne olacağını belirlemek insanın elinde değildir ve bu adımların gerçek bir kıyamete dönüşmesi hiç de uzak bir ihtimal değildir. İlerlemecilik tam da bu yüzden, insan doğasında bulunan ve bir noktaya kadar masum kabul edilebilecek olan öğrenme, keşfetme, yaratma güdüsünü su istimal eden akıldışı bir ideolojidir. İlginç olan ise bu akıldışılığını mutlak bir akılcılık ve bilimsellik iddiasıyla ileri sürmesidir. Bir miktar haklı olduğu da söylenebilir aslında. Çünkü bilimsel-teknik ilerlemelerin sağladığı elle tutulur olanaklar beraberinde bu yıkım pratiğini ve girişimlerini tetikliyor. Gerçekleştirilmesi olanaksız gibi görünen şeylerin bile gerçekleştirilebileceği inancına yol açıyor. Akıldışılık her ne kadar fütüristtik önermelerle yaratılan “mutlu ve olağanüstü bir gelecek” tasavvuruna sahip olsa da bu gelecek ütopyasının gerçekleşebileceğine inanan geniş yığınların varlığı, umut satıcılığını kolaylaştırıyor.

Modern insanın gelecek üzerine düşünebilmesinin olanakları yukarıdaki iddiaya rağmen aslında ilerlemeci ideolojiler tarafından ortadan kaldırılmıştır. Bu bir çelişki gibi görünse de öyle değildir. Yüz yıl sonra ne olacağı, insanlığın neyle karşılaşabileceği bugün o “mutlu ve olağanüstü gelecek” adına atılan adımların yüzyıl sonra insanlık için ne tür tehlikelere kapı aralayacağını düşünmek günümüz insanı için anlamsız bir edimdir. Zaten bunu düşünebilmenin olanağı da yoktur, çünkü geçmişte ne olduğu ve kendisi de şu an içinde yaşadığı zaman ve mekânın geçmişle bağının ne olduğu konusunda belirgin bir fikre sahip değildir. Bu nedenle de modern insan bir yüzer-gezer “şimdiki zaman” algısıyla yaşamakta ve şu an sahip olduğu şeylerin, olanakların hiçbir biçimde değişmeyeceğini ve ortadan kalkmayacağını sanmaktadır. Gelecekte ne olacağını nasıl olsa görmeyecektir, o zaman onun üzerine kafa yormanın da anlamsız olduğuna inanır. İlerlemecilik, ideolojik bir kurgulama olarak tam da bu duyguyu hâkim kılmak ister ve bunun için iki şeye saldırır. Bunlardan birincisi doğadır, ikincisi ise maddi öznel varlığıyla insandır. Doğa, “gelecek güzel zamanlara ulaşmak için” mutlak suretle kontrol altına alınması gereken bir mekândır; insan ise bu “güzel zamanlara” ulaşma sürecinde öznelliğiyle engel oluşturma potansiyeli taşıyan bir varlıktır. Dolayısıyla tüm manevi bağlarından uzaklaştırılıp, zaman bilinci köreltilmesi gerekendir!

İlerlemeci ideolojiler bu sebeple her şeye hükmeden bir ekonomi için hükmedilen bir zaman ve doğa istemektedir… Doğanın özgür zamanı kendi özgür yasalarıyla işler ve onda hükmetme yoktur. Varlıkta, yoklukta oluş halleri de bu özgür zamanın yasalarıyla işler ve ona göre gerçekleşir. Doğa, zaman içinde kendi araçlarıyla canlılık kazanır, yenilenir ve çoğalır. İlerlemecilik doğa-zaman ilişkisini bu özgür yasalardan kopartır. Ayarlanabilir ve yön verilebilir bir doğa ve insan yaratmak için buna ihtiyaç duyar. Doğa, saatin hızıyla hareket etmeye ve düzenlenmeye zorlanırken bu zamansallaştırma mekânın ve mekânda yer alan tüm canlı varlıkların standartlara bağlanmasını getirir. Artık suyun özgür akışı ve kendi zamanı yoktur; akışı da ömrü de yani varlık zamanı da endüstriyalizmin ihtiyaçlarına göre düzenlenir. Zaman ve mekân üzerindeki bu hükümranlık ile devlet ve iktidar aygıtlarının insan ve toplum üzerindeki hükümranlığı/düzenleyiciliği ve standartlaştırıcılığı, aynı zihniyet kodlarının bir ürünü olarak ortaya çıkar. Eskiden insanlar doğanın döngüsüne göre hayatlarını düzenler ve ona göre organize olurken, ilerlemecilik doğanın döngüselliğini, mevsimleri ve biyolojik çeşitliliği mutasyona uğratarak onu kendi kâr politikasının döngüsüne göre düzenlemeye başlamıştır.

İlerlemeciliğin tüm versiyonları zaman ve mekân üzerinde iktidar oluşturmayı bir varoluş problemi olarak görmektedir. Hemen hepsinin, zamanı kendinden başlatma gibi bir saplantısı vardır. Zamanı bölümlemek ve kendinden başlatmak bir iktidar göstergesi olduğundan bütün hegemonik yapılar bu yola başvurmuşlardır. Zaman üzerinde iktidar kurmak demek o iktidar kurucularının ilerleme adına başkalarının aleyhine olacak şekilde kaydettikleri her gelişmeyi biricik ilan etmelerini kolaylaştırmaktadır. Örneğin Amerika’nın keşfi insanlık tarihinde büyük bir ilerleme olarak sunulur. Keşfedilmemiş olsaydı sanki oradaki yerlilerin varlık-zamanı ve mekânı yokmuş gibi görmezden gelinir. Bu keşfi gerçekleştirenler bunu her konuda dünyanın geri kalanından daha ileride olduklarının ve ilerlemenin ancak kendileri gibi aklın, teknolojinin, bilimin sahipliğini yapanlara has olduğunun propagandasına dönüştürmüşlerdir. Keşfi de bunun bir nişanesi olarak tarihin yeni ve biricik bir aşaması olarak sunmuşlardır. Evet, gerçekten de kıta keşifleri sadece insanın meraklı doğasının ve yaşadığı dünyayı öğrenme, tanıma arzusundan ileri gelen bir eylem olsaydı ve sadece bu niteliğiyle sınırlı kalsaydı, herkes için önemli bir adım olarak kabul edilebilirdi, ama gerçek öyle değildi. Kıtanın keşfi aynı zamanda kıtanın ve üzerinde yaşayanların yok edilmesinin başlangıcıydı. Asıl sahipleri ve doğası, zenginlikleri kâr ve sömürgecilik arzusunun kurbanı oldu. Ancak bu sonucun ortaya çıkmasına yol açan akıl, bunu, tarihi kendinden başlatma ve bunu da muazzam bir ilerleme olarak sunmaktan geri durmadı. Kendisinden önce o işgal ettiği mekânda yaşayanları yok ederek zamanı kendinden başlatma yoluna gitti.

İlerlemecilerin lügatında “önce” kavramı yoktur. Hep sonraya, geleceğe dairdir dilleri. Bu sonracı dil insanlığın onlar yüzünden karşı karşıya kaldığı problemleri gözden kaçırtmak için başvurulan bilinçli bir dildir. Bu açıdan “biz tarihin başlangıcında gizliyiz” deyimi ilerlemeci için bir anlam taşımaz, hep müphem bir “sonralığa” göndermede bulunur. Sonra, gelecekte, ileride sözcükleriyle belirsiz bir gelecek umudu pompalarken o umudun ancak kendi tahayyüllerine ve tasarımlarına biat edildiği ölçüde gerçekleşebileceği fikrini benimsetmeye çalışır. Kendi tasarımlarını mutlak ve biricik seçenek olarak sunup rıza üretmeye çalışırken ilerlemeciliğin yarattığı yıkımları gözden kaçırmaya ya da en azından “gelecekteki cennet” için ödenmesi gereken küçük bir bedel olarak gösterip meşrulaştırmaya çalışır. “Öncenin” dilden çıkartılması başlangıcı reddetme anlayışından kaynaklanır. Çünkü başlangıçları, yani “önce”yi bilmek, tarih boyunca insanlığı yıkıma sürükleyen pratiklerini bilmeyi sağlar ve bunu biliyor olmak şu anda gerçekleşenin neye yol açacağını da bilme ve onu sorgulama gücü kazandırır. Formül basittir: Geçmişi bilmiyorsanız bugünü, bugünü bilmiyorsanız geleceği kestiremezsiniz! İlerlemecilik işte bu bilinci yok etmeye çalışır; hafızayı öldüren bir dil üretir. Geleceğe yönelik bir dil oluştururken insan zihnini hedef alır. İnsan zihnini ilerleme cazibesinin oluşturacağı bir “mekân” olarak ele alır ve fiziksel dünyanın ötesine uzanarak metafizik bir hayal dünyası ve gelecek distopyası yaratmaya çalışır. Bunu başardığı oranda “çılgın projelerinin” hiçbir toplumsal tepkiyle karşılaşmadan hayata geçirilebileceğini bilir çünkü.

 

Frankenstein Paradoksu

Fantastik edebiyatın kült romanlarından biri olan Frankenstein, bilimin ölümsüzlüğü sağlayabileceği fikrinden hareket eder. Dr. Frankenstein teknolojiyi kullanarak ölümsüzlüğü sağlayabileceğini düşünür ve bu amaçla gerçekleştirdiği deneyler sonucunda ölüm ve yaşam arasında bir boşlukta asılı duran bir varlık yaratarak ona nefes verir.

Frankenstein, tıpkı ilerlemeci ideolojilerin yaptığı gibi “durduğu yerde kalmak” fikrini reddederek o güne değin herkesin peşinden koştuğu ama hiç kimsenin başaramadığı bir şeyi başarmak ve zamanın döngüselliği içinde neredeyse tek mutlak ve kaçınılmaz gerçeklik olan ölümü yenmek istemişti. Hikâye, farklı bedenlerden parçaların bir araya getirilip birleştirilmesi ve kimi deneyler sonrasında bu yeni bedene ruh verilip diriltilmesi ve bu “şey”in bir süre sonra yaratıcısının varlığını yok etme eylemine girişmesiyle sonuçlanır. Mary Shelly, romanında, ilerleme ve modernliğin onu yaratanlar açısından da ölümcül bir sonuç yaratacağı fikrinden hareket etmedi tabii ki, ama ilerleme mit’i tıpkı romandaki gibi yer kürenin ucube bir varlık mekânına dönüştürülmesine, sonuçta onu bu hale getirenlerin de içinde güvenle yaşayamadıkları bir yer haline gelmesine yol açtı.

Eğer Frankenstein’in yarattığı “şey” ilerlemeciliğin anlatısal bir imgesiyse bilimcilik bu anlatısallığın maddi temelidir. Çünkü bilimcilik her şeyin mümkün olduğunu öğütler ama mümkün olan bu “her şeyin”in neyin yok edilmesi pahasına olduğunu ustalıkla gizler. Paradoks, “mükemmel tasarım” iddiasının mükemmel bir öldürme makinesinin yaratılmasıyla sonuçlanmasında gizlidir. Yani ölümsüzlük ve sonsuzluk arayışı aslında öldürme eylemine dönüşmüştür. Bilimciliğe dayanan ilerlemecilik tıpkı bu hikâyede olduğu gibi “daha iyi ve muhteşem” bir geleceğin mümkün olduğunu iddia ederken bir öldürme makinesi yarattı. Şüphesiz buradaki makine terimi bir metafordur sadece, ama bu metafor ilerlemeciliğin bütün zihniyet kodlarını barındırır. Bu paradigmaya karşı çıktığınızda karşılaştığınız ilk soru, “Hayatın kolaylaştırılmasına karşı mı çıkıyorsun?” sorusudur. Hayatın kolaylaştırılması! Çekici bir cümle ama nasıl? Bu cümlenin içine her şeyi sığdırmak mümkün! Frankenstein paradoksu da “hayatın kolaylaştırılması”, “sonsuzluk” iddiasının arkasına gizlenmiş öldürme eylemini anlatır. Ölümsüzlük ve ilerleme fikri teknolojinin-bilimin tüm sorunlara çözüm olabileceği inancından doğar. Bunun sonuçlarının ilerleme değil, gerileme; “sonsuzluk” değil, zamana yayılmış acılı bir ölüm olması, paradoksun özünü oluşturur. Bu boyutuyla ilerlemecilik, modernitenin Dr. Frankenstein’idir ve yarattığı “varlık” ise her geçen gün yer küredeki her şeyi korkunç bir ölümle yüz yüze bırakmaktadır.

1791’de Jeremy Bentham Panopticon’u yazdı. Orada dairesel bir hapishane öneriyordu; gardiyanlar günün her saati hapishanenin her santimetre karesini bir merkezden inceleyebilecekti. Böylesi bir gözlenme gizliden gizliye zarar veren bir hapislik durumudur, çünkü yalnız kişinin bir şeyi nerede yaptığını değil ne zaman yaptığını da gözlediği için anlam zamanının bütünlüğünü köleleştirir. Burada söz konusu olan düzenlemeyi yaparken gerçekleşmesini istedikleri şeyin tersi, yani ıslahın tersine bir durumun ortaya çıkma potansiyeli her zaman vardı. Çünkü kontrol altında tutmak “ıslaha” yol açabileceği gibi kontrol edenin beklemediği bir öfkeye de yol açar. “Frankenstein paradoksu” dediğimiz ve ilerlemeciliğin ne olduğunu anlatan şey de buna benzemektedir. “Frenkenstein paradoksu”, bilimin kullanılması yoluyla bedenin zamanının kontrol altına alınabileceğini ve beden üzerinde tanrısal bir hâkimiyet kurulabileceğini ve bu hâkimiyetin insanoğlunun yararına olacağı iddia edilen büyük teknolojik, bilimsel ve tıbbi buluşlara yol açacağı savının, kontrol altına alındığı düşünülen bedenin kontrol dışı bir zaman yaratarak ölümcül sonuçları olan eylemlere girişmesine yol açılmasının adıdır. Panapticon’da zaman ve beden üzerindeki tahakkümün iki sonuca, yani ıslah ve öfkeye yol açtığını belirtmiştik. İkinci sonuç, kontrol edilenin kontrol edeni öldürme içgüdüsünden kaynaklanır.

Frankenstein’in yarattığı “şey”, Frankenstein’i ona ruh verdiği için cezalandırır. Ama bu her iki olayda da sistem ve bilimcilik kolay olarak kullanılan bedenin iyiliğini düşündüğü için bu uygulamalara başvurduğunu iddia eder. Buna rağmen her iki olayda da üzerinde tahakküm kurulan beden ve onun öznel varlığı tahakkümcüye öfke duyar ve onu yok etmeyi arzular.

Evet, ay’a ayak basmak o adımı atan astronot için küçük ama insanlık için büyük bir adımdı, ancak kendi varlık mekânını aşarak ay’a gitmek gibi büyük bir eyleme imza atan insan bu adımın “ölümsüzlüğe/sonsuzluğa/ileriye” ulaşmada sağlayacağı avantajların hayalini kurarken bunun büyük bir gelişme, ama aynı zamanda ölümcül bir sürecin başlangıcı olduğunu bilmiyordu. Bu, hayal gücünün doruğu değil, sınırı ilerlemenin değil, sürgünlüğün başlangıcıydı. Tıpkı Dr. Frankenstein gibi o güne kadar gerçekleşmemiş bir şey gerçekleştirilmişti, ancak ay’a gidişi planlayanların ilerlemesi insanlığın ilerlemesi değildi. Bunun böyle olmadığını bugün çok daha net görüyoruz. Ay’da oteller kurma hazırlığı, maden arama girişimleri, uluslararası şirketlerin ay yüzeyini neredeyse parsellemeye başlaması, ay’ın nükleer atık çöplüğü olarak kullanılması gerektiği yönündeki öneriler gırla gidiyor. Yani ilerlemeciliğin yer kürede yarattığı yıkımın ay’a da taşınması gündemde. Onlar ay’a bakarken orada bin yıllardır insanlığa ilham veren güzelliği ve evrenimizin muhteşemliğini değil, oradan çıkarılıp pazara sürülecek maden rezervlerini, yeryüzünde ancak bir avuç zenginin gitme şansı bulabileceği ay otellerinin kazandıracağı parayı ve dünyadaki radyoaktif pisliğimizin atık deposu olarak kullanılabilecek bir mekân görüyorlar. Dünyada olduğu gibi kapitalist modernitenin ilerlemeciliğine dair tüm süreçleri başka bir mekânda da hayata geçirmek istiyorlar. Dr. Frankenstein konuşma şansına sahip olmadıklarından, onun, “Bu benim bedenim, ona dokunma,” diyemeyen ölülerden kopartıp bir araya getirdiği parçalarla üzerinde tahakküm kurabileceğine inandığı yeni ama hiçbir şeye de benzemeyen bir beden yaratması durumuna benziyor bu. Frankenstein bunu hepimizin iyiliği için yaptığına inanmıştı, ölüme çare bulacağını düşünüyordu. Kapitalizm de bu yeni mekâna (bedene) yine “hepimizin iyiliği için” ruh vermeye çalıştığını iddia ediyor, ama onda, Frankenstein’daki saf idealizmin ve inancın zerresi yok. Üstelik yaptığı hiçbir şeyde sahicilik yok. Dr. Frankenstein’in yarattığı “şey”de de bir sahicilik yoktu, ama sonuçta ölümsüzlük fikrinin “hiçbir yerde ve hiçbir şeyde olmayan” ucube bir varlıkta gerçeklik halini almasını sağlamıştı. Onun için önemli olan o “şey’in” nasıl göründüğü değil, ayakta durup nefes alıyor olmasıydı. İlerlemecilerin inanmamızı istediği şey de tamı tamına budur; “ilerliyoruz, gelişiyoruz, bunun nasılını sorgulamayın” diyor ve rıza üretiyor. Önemli olan ilerliyor oluşumuzdur onlara göre. Yani orijinal olmayan parçaların bir araya getirilmesiyle deney masasından ayağa kalkmış olmayı başarmak daha cazip bir seçenek olarak sunuluyor ama masadan kalkan “şey” ölümü haber veriyor. Böyle ele aldıkları için bilimciliğin, kontrolsüz ilerlemeciliğin sonuçlarına yönelik şikâyet ve karşı çıkışlar, yine bilimin ahlakın buyruğu altına girmesi gerektiğini söyleyenler ya da “Biyolojik açıdan ölümsüzlük mümkün değildir, deney masasından parçaları bir araya getirerek diriltmeye çalıştığınız şey hepimizi yok edecek,” diyenleri, kısıtlanmış, kafası karışık, gülünç, çağı anlamayan, aşağı ve sıkıcı olarak yaftalamaktadırlar.

 

İlerlemeciliğin toplum tasarımı: Öjenizm

Christine Von Weiszacker, “Hayat Endüstrisi”adlı kitabında, “canlı türlerinin kaybedilmesinin bir trajedi olduğunu, ama trajedinin kapitalizm tarafından zaman içinde kaybedilenlerin ‘az bulunur’ hale gelmesinden kaynaklanan bir ‘değere’ dönüştürüldüğünü” söyler. Bu, “değer” kapitalizm için, “Elinde tut, depola ve sat,” anlamına gelmektedir. Yani bir yandan bu yok oluşun müsebbibiyken, diğer yandan yok ettiklerinden arta kalanları gen bankalarında depolayarak pazar malzemesi haline getirmektedir. Trajediden böyle kazanç sağlıyor kapitalizm. Bu yüzden ilerlemeciliğin göstergesi olan biyoteknoloji şirketleri herhangi bir canlı türünün kendi pratikleri sonucunda yok olmasını bir kayıp olarak değil, kar marjını yükseltecek yeni bir fırsat olarak görürler. Tükenmekte olan türlere (buna yerliler de dâhildir) ait genler, gen bankalarında depolanarak hem satış malzemesi haline getirilmekte hem de doğal çeşitlilik üzerinde iktidar oluşturulmaktadır. Bundan çok daha tehlikeli ve vahim olan şey ise bu genler üzerinde oynama imkânını ellerinde bulundurmalarıdır.

 

 

 

 

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.