Düşünce ve Kuram Dergisi

Devrim: Sürekli Oluş, Sonsuz Ufuk

Mehmet Sezgin

Batı sosyal bilimleri, bize, tüm 19. ve 20. yüzyıl boyunca toplum hakkında çoğunlukla yanılgılı reçeteler sundu. Özellikle toplumsal gerçekliğin cesameti hakkında oluşan yöntem hataları, modernizmin neredeyse tüm hikâyesini özetler gibidir. Bugün, elimizde büyük bir modernizm sorunsalı var ve bu, Reform ve Rönesans’tan Aydınlanma Devrimi’ne, tüm Avrupa tarihine ilişkin bir olgudur. Modernizmin bilme ve anlamaya ilişkin üretimleri, toplumsal siyasada büyük faşizmlere ve totaliter rejimlere, ekolojik yıkıma ve insan türünün hiç olmadığı kadar “fakirleşmesine” sebep oldu. Fakirleşme, ideolojik, etik ve estetik boyuttadır; bu yüzden de insan-vatandaş, kapitalizmde “yarım insan”dır.

Modernizm, tüm Avrupa tarihinin ve uygarlığın son üç yüz yılının en uygarlık karşıtı karakterinin ve özgür ruhunun üzerine oturdu. Gerçekte ne Reform veya Rönesans hareketlerinin ne de devrimlerin amacı devleti tahkim etmekti. Ancak devrim sanki devlet yönetiminin el değiştirmesiymiş gibi bir yanılgı olarak ortaya çıktı. Tüm Avrupa tarihini kaplayan Rönesans, gerçekte, insanın etik, estetik ve politik özgürleşmesini amaçlayan renkli ve yaratıcı ruhtur. Bugün bile, “Avrupa’nın dayandığı insanlık değerleri” denilirken Rönesans ve onun sayısız aydınları ile hakikat direnişçileri kast edilmektedir. Zaten “devrimci”, “revolutionery”, “şoreşger” ya da “ihtilalci” sözcükleri modern zamanın üretimleridir. Gerçekte toplumsal değişim-dönüşümü tarihin her döneminde kimler layıkıyla temsil edebilmiş ve bunu ortaya koymuşlarsa devrimci ya da hakikat arayışçısı da onlardır. Günümüzün sosyolojisiyle tarih üstü olan devrimci denilen özneye yaklaştığımızın farkındayız. Zaten insan olmaya dair temel erdemlerin savunucusu olan ve “devrimci” denilen öznenin gerçek tarifi, modernite ve sınıflı uygarlığın dışında bir anlama sahip olsa gerek. Kapitalist moderniteden çıkmayı başararak demokratik moderniteyi temsil edenler çağımızın devrimci ruhu olabilirler.

Yine özellikle kapitalizmle gerçekleşen gasp ve riya düzeni, sanki evrensel tarihin tüm birikimi kendi üretimiymiş gibi bir yanılgı ve efsun yarattı. Gerçekte kapitalizmin ürettiği hiçbir şey yoktur. O, bir sistem olarak yalnızca satar ve paraya çevirir. İşlerin başındaki “zeka” olarak karar verici olan ve kâr eden o’dur. Başka hiçbir sistemin yapmadığı kadar emek sömürüsünü bu nedenle sürdürmekte ve uygarlık tarihinin tüm maddi ve manevi yaratımlarını kendi yeteneği ve eseriymiş gibi sunmaktadır.

Tarih boyunca insan neden devrimlere ihtiyaç duydu? Elbette bu, sınıflı uygarlık tarihinde iz sürerek bir hakikat arkeolojisiyle açığa çıkabilecek bir konudur. ‘Ezilenlerin alternatif tarih yazımı’ da denilebilir buna. Devrim ve toplum ilişkisini düşünürken karşımıza bilme ve anlamaya dair temel bir “yöntem ve hakikat” sorunu çıkıyor.

 

Tekillik-Çokluk İlişkisi

Toplum hangi bileşenlerden oluşur; kimliği, gerçekliği ve yurdu var mı? Sınıflar ve kastlar meselesi nedir? Biz, toplumu nasıl tarif ediyorduk? Toplum olmanın devrimlerle kati ve ayrılmaz bir ilişkisi var mı? 19. ve 20. yüzyılın totaliter ve soykırımla sonuçlanan homojen toplum tarifleri, toplumsal alanı izah etmekten yoksundur. Tüm bileşenleriyle toplum hakkında kesin ve belirleyici hükümler belirlemek, geçtiğimiz yüzyılın yekpare, asker-toplum yanılgısına denk düşmektedir. Örneğin ulusu oluşturan, aslında daha küçük topluluklar, kabileler, aşiretler ya da sosyal kesimler, işçiler ya da köylüler vs. özgün ve özerk yapısallıklardır.

Geçtiğimiz yüzyılda kapitalist toplum, sosyalist toplum ya da İslam toplumu gibi fiktif genellemelerle dev bir küresel kütle ifade edilmeye çalışıldı. Türkiye’de özellikle toplumsal kimlik eksenli politika, halen büyük oranda kendisini gerçekleştiremediğinden kimliklerin çoklu özgürleşmesi denilince -eski tariflerden icazetle- hemen Yugoslavya benzetmesi yapılıyor. Oysa bu ve diğer etnik çatışmaların ve iç savaşların yegâne sorumlusu ulus-devlettir. Çoklu ve çeşitli karakterdeki toplumsal hakikate tekliği dayatmak zaten ölümle eş değerdir. Ulus-devlet, zihni kodları uyarınca varlığı “tek” diye sıkıştırdıkça “öteki”yi budamak, kesmek ya da tasfiye etmek durumundadır. Tüm ulus-devlet tarihi boyunca hâsıl olan da budur.

Toplumu daha küçük topluluklar, alt kimlikler, hatta meslek grupları, bireyler ve diğer tekilliklerle birlikte düşünmek daha doğrudur. Toplum özerk olduğu gibi en küçük hücresi olan birey de özerktir. Tekillik ve çokluk ilişkisinde toplumla kurulan sağlıklı iletişim, tabii-tebaa olmayı değil, demokratik katılımı ortaya çıkarır. Bireyin toplumla kuracağı -hep söylediğimiz- optimal denge, belli bir hakikat düzlemi üzerinde gelişir. En sağlıklı toplum devlet hukukuna değil, kendi özyönetimsel ölçülerine göre yaşayan toplumdur. Zaten toplumların devlet öncesi tüm yaşamı bu dengeyi/yeteneği sağlamış olmalarında yatar. Toplumsal varoluş, bu “dengenin” tutturulmasının bir sonucundan başka bir şey değildir.

 

İktidar mı, Politik Özyönetimin İnşası mı?

Pek çok defa gönlümüzden geçen, devrim denilen, o aynı zamanda muazzam hesaplaşma ve adalet günleri için, bu tanımı oldukça hafif bulur ya da muhayyilemizin masumiyetine halel getirmekle suçlarız. Fransız Devrimi’yle birlikte belirgin bir kimlik kazanan bu kavram, ezen ile ezilenin “hesaplaştığı” o mahşer anı mı, sadece şiddetli bir halk ayaklanmasının ardından hegemonik iktidarın alaşağı edilmesi ve yeni yönetimin bir dizi cezalandırmadan sonra yeni düzene geçişi midir? O halde toplumsal işlerin yeni bir siyaset mantığı doğrultusunda ezilenlerce yürütülmesi için, yine toplumsal yönetimin kendisini tartışmak ve toplumu sürekli yeniden kurduğu bir düzlem için hangi tanımı yapmak gerekir? Tabi, devrim diye kastedilen o “hesaplaşmanın” sürekli içine ata ata ertelenen bir “yutkunma” durumu olduğunu hemen belirtmeliyiz. Bu “yutkunma” ve gelecekteki güzel günler adına zamanın görevlerini erteleme, toplumsal psikoloji açısından oldukça sağlıksız bir siyasal ütopyadır. İnsanın kitlesel olarak kendi eliyle gerçekleştirdiği “adalet”, tür olarak bir hayli kıyıcı bir dehşetin doğmasına neden olmuştur. Devrim denilen o adalet anı, pek çok kişiyi yeni muktedirler olarak canavarlaştırabilir. Bir gün -muhtemelen- gerçekleşecek bir alt üst oluş için beklemek de, tüm siyasal etkinliğini sadece o günün (ihtilalin şafağı) yakınlaşması adına sürdürmek de topluma dair yanılgılı bir okumadır. Zaten böyle bir toplumsal gelişim yoktur. Dolayısıyla hayatın süreklilik isteyen o değişken karakterinde öyle “toplum bir sabah uyanınca tamamıyla değişmiş olacak” diye bir gerçeklik bulunmamaktadır. Ertelenen devrim ertelenen özgürlük ve eşitlik görevleridir.

Anın görevlerine sarılarak kendi yapısallığını kurmak, çağımızın devrim hakikatine daha uygundur. Çünkü büyük tarihi işler başarmak adına da olsa yalnızca bir defa dünyaya geliriz. Yaşam denilen sonsuz ufkun baskıcı ve hegemonik yapılarca parsellenmiş olması uygarlık için büyük bir talihsizliktir. Ancak bu dayanılmaz duruma son vermek, toplumların/toplulukların kendi ihtiyaçlarını kendilerinin karşılayacağı öz örgütlenmeyi kurmakla mümkündür. Aksi takdirde yaşamı talihsiz bir hegemonyaya hapsedenlere muhtaç olmak işten bile değildir. Devrim ya da özgürlük, hayalden gerçeğe aktarıldığında anlamlı ve değerlidir. Onu bir siyasal ütopyadan anın özgürleştirildiği bir düzleme taşımak, gündelik yaşamın özgür akışı demektir. Günceli özgürleştirmek, kapitalist modernitenin hile ve riya düzenine karşı en radikal ve sahici bir tutum geliştirmektir. Kapitalizm tüm beğenilerden, zevklerden ve hobilerden kovulduğunda gerçekle aramızdaki o illüzyon kalkacak, yaşam yeniden anlamını ve değerini bulacaktır.

Genelde tüm sınıflı- devletçi uygarlık, özelde kapitalizm, toplumsal hakikati ve özgürlüğü en görünmez ve acımasız biçimde yok etmeyi hedefledi. Özgürlük için kendisine karşı direnenlerin yaptığı devrimi bile çalacak ve kendisine yontacak kadar büyük bir hile düzeninden bahsediyoruz.

 

Yönetim Sorunu

En genel anlamıyla toplumun “yönetim” diye bir sorunu vardır. Kendisi hakkında eyleyemeyen ve konuşamayan bir toplumun başı dertte olduğuna göre, elbette özyönetimden söz ediyoruz. Yönetim ve iktidar ayrı şeylerdir.

Kabaca iktidar yönetim, ihtiyacının varlığına yaslanarak krallıktan tiranlığa ve ulus-devlete dek bir dizi devlet tipi kurmak anlamına gelir. Yönetim ise yaşamın her anında konumlanmış toplumsal hakikatin kendisidir. Politikayı da bu tarifle ele almak daha doğrudur. Politika, egemenlerin elinde bir hegemonik aparat değil, ezilenlerin en yaygın katılımıyla ilgi duyması gereken bir yaşam olayıdır. Yönetim ya da politika sorunsalına mutlaka devlet olarak yanıt vermek gerektiğine dair görüş, uygarlığın bir yalanıdır. Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın belirttiği gibi “Halklar devletsiz var olabilirler, ama devletler halksız var olamazlar.” O halde modernitenin en bağlayıcı yöntem hatasını ezilenler ve kendi demokratik modernitesini kurmak isteyen halklar neden tercih etsin? Asıl ve değerli olan kendi kendini yönetmek ise; neden bu alan yabancı bir güce ya da bir kişiye teslim edilsin? Toplum kendi hakkında söz ve eylem sahibiyse kendi ihtiyaçlarını da kendi kurumları eliyle karşılamalıdır. Eğitimden sağlık, ulaşım ve güvenliğe kadar, devletin kendini gerekçelendirdiği tüm alanlara toplum kendi öz örgütlenmesiyle el atabilir. Demokratik özerklik veya demokratik komünalizm dediğimiz kurucu politika böylesi bir karaktere dayanır. Toplumun gerçek anlamda kendi kaderini tayin ettiği düzlem demokratik özerkliktir.

İktidar odaklı devrim mefhumu tüm baskı, sömürü ve zulmün kaynağı devlet yönetiminin mutlak suretle ele geçirilmesi ya da etkisiz hale getirilmesini koşullar. Buna göre toplumsal yönetimin yegâne metodu devlettir. Yönetim demek “devlet” demektir. Elimizde devlet dışında bir organizasyon fikri bulunmadığından, sanki her yol devlete çıkarmış gibi bir yanılsama oluştu. Büyük Fransız ve Ekim Devrimleri’nde gördüğümüz şey, devletin sahiplerinin el değiştirmesidir. Kral 16. Louis yerine Jakobenler, Çar 2.Nikolay yerine Bolşevikler…

Bu, özünde Marks ya da Lenin ile ilgili bir beceri zayıflığı değildi elbette; ama ‘devrimin şartları oluşmadı’ sözündeki oportünizm, Ekim Devrimi’nden beri tüm sol siyaset tarihinin şu ya da bu yerine nakşedilmiş ince bir motiftir. Olmaz’ın teorisi denilen şeye denk düşmektedir. Bir de elde toplumu okuyacak verilerin son derece kısıtlı, reçetelerin geçersiz olması var. Devrim ya da toplumsal değişim-dönüşümün yürütülen mücadeleyle olabildiğince kısa bir zaman diliminde gerçekleşmesi demek oluyor. Toplumu etik, estetik ve politik olarak inciten, böylece toplumsal gelişimi engelleyen bir bent yok mudur? Böylesi bentler varsa bile mutlaka devrim gibi büyük kargaşalarla toplumsal yapının yıkılması mı gereklidir? Cevabımız toplumun değişen her alanında kendi kendisini kurması ve yapılandırması yönündeyse, toplumu ve devrim meselesini çağımızda yeniden tartışmalıyız.

Gerçekte yaşam, kendi değişim fırsatlarını her an karşımıza çıkarmaktadır. Birey ve toplum olarak insan, “değişim gereksinimini” (Lenin’in ‘devrimci durum’ dediği şeyi) hafif ya da şiddetli biçimde hisseder. Yaşam, insan için, çoğunlukla da toplu olarak şikâyet ettiğimiz her konuda devrim ya da reform gerçekleştirme olanağı demek. Esas mesele ise “devrim”i tarif etmektedir. Kendisini yeniden kuran bir toplum en sağlıklı devrim sürecini yaşar zaten. Salt zorbalığa ve sömürüye karşı değil, kendi içinde de daha küçük ölçekli devrimler -örneğin kadınlara, yaşlılara ve çocuklara dair yeni veya yenilenen düzenlemeler- mümkün olabilir. Yaşamı yasa ve kalıplara sıkıştırmak ile onu kendi ahengi ve akışkanlığı içinde anlamlandırmak ayrı durumlardır. Toplumun özü olan etik, estetik ve politik erdemin kendisini yenileme ve koruma ihtiyacı esas tayin edici noktadır. Toplumlara bu erdemler devrim yaptırır. Ayaklandıran, köleliği ve zulmü reddederek isyan ettiren, adalete tutkun hale getiren o’dur. Yine büyük dinsel devrimlerin ve hakikat arayışlarının yılmaz öncülerini doğuran toplumların erdem yüklü özelliğidir. Özcesi, tür olarak insan olmaya ilişkin elimizde ne varsa, Neolitik Devrim’le karakterimiz olagelen bu erdemler sayesindedir. Devrimin sürekliliği yaşamın sürekliliğine paralel bir karakter kazanırsa toplum kendisini koruyabilir. Asıl olan toplumsal hakikatin korunmasıdır. Devrim ve toplum ilişkisine dair Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan şöyle der:

“Sosyalizmi hep devrimler ve savaşlarla kazanılacak bir toplum olarak görmek de yanlıştır. Şüphesiz koşullar oluştuğunda devrimci dönüşümler için savaşlar da mümkündür. Ama sosyalizm, sadece devrim demek değildir; topluma demokratik katılım ve kapitalizme karşı bilinçli ve eylemli yaşamdır.”

Politikanın gündelik hayatın içinde olduğunu ve ideolojik-politik hegemonyanın buradan, güncel üzerindeki “etkinlikle” oluşturulacağını bilen kapitalizm, değişim ihtiyacını hissetmemizi önler. Özellikle spor karşılaşmaları, özünden koparılmış sanat, dizginsiz eğlence kültürü ve tüketim, günceli rehin alabilmek için Kent yaşamının belli alanlarını parseller. İstenir ki sorgulamadan ve hiçbir tersliğin farkında olmadan yaşayıp gidelim. Zekâ, estetik ve irade ile ilgili her şey, politikanın kadim kapısına çıkacağı için bu saydıklarımızdan tamamıyla mahrum bırakılmak isteniriz. Aslında sadece buradan bile devlet tarafından aptal yerine konmak yeterince rahatsız edicidir.

Demokratik ya da sosyalist partilerse değişim ateşini önce odun biriktirerek yakabileceklerini birbirine söyler durular. “Devrimin zamanı mı değil mi?” sorunsalı, toplumun geleceğine ilişkin bu büyük hakikat, elbette her parti ya da önderin teşhis edebileceği bir şey değil. Büyük devrimler için büyük dehalar gereklidir. Peygamberler ve kurtuluş önderleri bu dehanın ürünüdür. Toplumsal hayatta “devrim kokusu” almayı bilmeyen bir politik önderlik, toplumu devrim ve sonrası gibi hayati bir eşikten geçiremez. Büyük siyasi liderlerin ya da kurtuluş önderlerinin durumu apayrı ve upuzun bir konu, ama özgürlük önderliği, tarih boyunca hep sahip olduğu gözlem ve vicdani rahatsızlıkla toplum adına kötü gidişata dur demektedir.

Elbette toplumun öncelikle ne tür bir değişime ihtiyaç duyduğunu analiz edebilen bir siyaset senelerce iktidar olabilir ve devlet yönetebilir. Ancak devrim gibi, toplum için hayat-memat meselesi bir durum için bundan daha fazlası gereklidir. Devrim, toplumu tanımayı koşullar. Sadece tanımak yetmez, izlemek ve nefes alış verişini duymak gereklidir. Bunun için devrimci önderler toplumların doktorları gibidir. Capcanlı bir organizma olan toplum için tarih karşısında yaşanılan büyük hakarete ve toplumsal felakete karşı nasıl “iyileşilebileceğini” bu siyasi dehalar bilirler. Dolayısıyla siyasi partiler, sendikalar ve alışılagelenin alışılagelen yöneticilerinin rolü burada sona ermektedir. Toplumun sosyal, kültürel ve ekonomik mahrumiyetten çıkıp ileriye doğru hamle yapması demek olan devrimi, düzenin siyasi partileri ya da yöneticileri değil, yalnızca devrimci önderler gerçekleştirebilir. Bu dâhiler giderek yaygınlaşan bir etkinlikle halk için isabetli taktikler geliştirmişse, devrim süreci başlamış demektir.

Lenin’in, “Reformizm değil, devrim gereklidir,” sözü, bir tercihe değil zorunluluğa gönderme yapar. Ünlü Nisan Tezleri’nde Bolşevik Parti merkez komitesiyle yaptığı toplantıdaki bilinen meşhur, “Dün erkendi, yarın geç; zaman tam da bugündür,” sözü politik dehasını ifade eder. Çünkü devrim yapmadığı takdirde tüm yapısallıkları alt üst edilmeyen toplum, en temel haklarından mahrum olmaya devam edecektir. Fransız ve Ekim Devrimi gibi altüst oluşlar ‘toplumsal baskın’ durumuna işaret eder. Halk, biriken öfkeyle sarayı basar, kralı ya da çarı derdest eder ve yeni bir durum ortaya çıkar.

Yine Kürdistan devrimcilerinin bir zamanlar adı bile yasak, ölüm ve zulüm gerekçesi olan Kürtlük için söylediği, “Kürdistan sömürgedir,” ve “Bunu yanma temizler,” sözü, aynı bünyesel reddiyeye gönderme yapmaktadır. Sergilenen reddiye, toplumun kendi varlığı ve geleceği hakkında derhal hayati bir karar almasını işaret etmektedir. Bu sayede Kürt toplumu teyakkuz haline getirilmiştir. Toplumu kendi varlık, kimlik ve özgürlüğü adına teyakkuz haline getirmek için bile yıllarca uyarmak, ortada dönüp duran ve herkesi rahatsız eden bir çelişkinin varlığını ortaya koymaya çalışmak dünyanın en zor işi belki. Bu anlamda Öcalan’ın Kürt toplumuyla yaptığı ilk konuşmalar bir hayli ilginç ve yoğun eleştiri yüklüdür.

Kürdistan Devrimi, başından beri, tümden bir 20. yüzyıl ayaklanması olmayı reddetti. Hareket’in Önderliği, zaman ve tarih karşısındaki aşkın -transandantal- duruşunu da bu yönde tarif etti. Aşkınlık ve zamansallık yeni bir modernite teorisine dönüştü. Aşkınlığı ve zamansallığı, özgünlüğü uyarlama yeteneğinde görürüz. 20. yüzyıl devrimleri ve ulusal kurtuluş mücadeleleri, kabaca söylersek; maddi olanakların ezilenlere devri hükmü ile gerçekleşirken, Kürdistan Devrimi zihniyet, kültür ve kadın devrimine yoğunlaştı. Bu anlamda “metafizik” bir anlamsallık oluştu. Sadece Marksizm değil, tüm eşitlik ve özgürlük düşünceleriyle şu veya bu ölçüde ilgilenmiş olması, sentezciliğine, Kürdistan Devrimi’nde yeni ve özgün bir arayışın varlığına işaret etmektedir. PKK yaşama her dönemde tarih üstü ve uygarlık karşıtı bir karakterde yaklaştı. Bu anlamda anti-modernist bir çıkış ve kimlik yarattı. Sürekli olarak kendisini yeniden kuran, yaşamın özgürlük ve başarıya dayalı zekâ düzeyini hep yakalayan bir tarzın sahibi oldu. Kürt Halk Önderi’nin, İmralı Adası’ndaki o son derece kısıtlı ortamdayken bile “dünyada kendisinden en çok söz edilen lider” olabilmesi tam da bununla bağlantılıdır. Bu özelliğinden ötürü Maslow’un “kendisini gerçekleştirme” dediği fenomenal dinamizmi Kürdistan Devrimi’nde görebiliriz.

Devrim, revolution ya da ihtilal üzerine çok fazla şey söylendi, daha da söylenecek. Ezilenler demokratik moderniteyi çoklu bir düzlemde, çoklu metodolojilerle ve yalnızca bir kurucu öznenin gereksinimi olmaksızın, gene çoklu olarak inşa edecek. Çağımızda devrim, artık yeni bir tanıma ve düzleme kavuşmuş durumda. Gerçekte her yeni şeyin devrim niteliği kazanması, gerçekleşme sürecinden epey sonra belirginleşecek bir konu. Devrim gibi, toplumu bulunduğu aşamadan çok öte bir yöne doğru ilerletmek demek olan bir gizil güç, her “değişime” atfedilemez. Ancak toplulukları ve tüm bileşenleriyle toplumsal durum, kendisini hakikate doğru yakınlaştırdıkça devrimci dönüşüm yaşanıyor demektir. Kürdistan’da ekonomik soykırımdan çıkış ve komünal ekonominin inşa edilmeye başlaması buna bir örnek olabilir. Yine kadınların hiçbir düzlem ve koşulda herhangi bir hakka sahip olmadığı Kürdistan’da kadın gerillalaşması, direnişi, devrimi ve siyaseti devrimin çoklu ve iç içe karakterine ilişkin çarpıcı bir gelişmedir. Bir devrim kalkışmasında (varsa) fabrikaları ve tarlaları ezilenlere devredebilir, üretim ve bölüşüm ilişkilerinde zoraki bir alt üst oluşu ve adaleti sağlayabilirsiniz; ama hakikatte “Devrim neye denilmelidir?” sorusu zihinlerde yankılanmaya devam edecek. Zor olan yaşamın üretim ve bölüşüm ilişkilerini zor ve şiddet yoluyla düzenlemek değil, üretim ve bölüşüm ilişkileri de dahil, tüm toplumsal ve ekolojik sorunları çözecek güç ve yetenekte insanı yaratmaktır. Devrim bu anlamda ekonomik ve sosyal ilişkilerin düzenlenmesiyle değil, bizatihi insanın kendisinde yapıldığında anlamlı ve değerlidir. Bir proje değil, sürekli bir “oluş”tur devrim; şiddetli ve bir o kadar da yıkıcı bir oluş. Eskinin devrim yaptıktan sonra sosyalist insanı yetiştirelim yaklaşımı bir yanılgıydı. Devrim gibi büyük anlam inşalarını gerçekleştirecek olanların “kendilerini” gerçekleştirmemeleri, (hakikat kişiliği) düşünülemez. Tıpkı hayatın gerçekliği gibi kendisini dönüştürme yeteneği gösterenler ve kuranlar, toplumsal öz adına söz ve eylem sahibi olabilirler.

Devrim yapmayı uzun hesaplarla ulaşılan bir tasarı değil, sürekli bir oluşun ve an be an inşa edilen varlığın hakikati olarak tanımladık. Gerçekte şimdi ve yarın için en canlı kolektif eylemin adıdır devrim. Yanlışları, yöntem hataları, iktidara sapması ve uyguladığı “terör” rejimi nedeniyle çok eleştirilen Robespierre’in son sözleri şöyleydi: “Kendi geleceğiniz için acele edin, yoksa hatıralarınızdan başka hiçbir şeyiniz kalmayacak.”

 

 

 

 

 

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.