Düşünce ve Kuram Dergisi

İnançlar İnsanın Toplumsal Düzeyiyle Zihniyetini Yansıtır

Abdullah Öcalan

İnsanın zihniyet yapısındaki gelişmeler toplumsal düzeyle ilişkilidir. Şüphesiz tür olarak insanda beyinsel gelişme için gırtlak yapısının belli bir fizyolojik düzeye gelmesi önkoşuldur. Ama düşünce ve ses organları ne kadar gelişse de, toplumsal varlık haline gelmedikçe atıl kaldıkları ve gelişmiş bir primat olmaktan öteye gidemedikleri deneyle doğrulanmaktadır. Düşünce ve sesten dile geçiş, kesinlikle toplum halinde yaşamayla ilerlemekte ve niteliksel sıçramalara uğramaktadır. En dar ve ilkel toplum biçimi olan klan düzeyine denk gelen, sınırlı birkaç düşünce imgesi ile dile getiriş tarzı olarak da bazı jestler ve işaretlerdir. Dilin ilk biçimi işaretleşmelere dayanmaktadır. Jestler ve mimikler henüz kelime halindeki ses düzenine geçmekten çok uzaktır. Toplumsal yaşamın ortaya çıkardığı güç ve vazgeçilmezlik kendini kanıtladıkça ve pratikleşme beyne yansıdıkça, düşünceden dile doğru bir gelişmenin de hızlandığı çok iyi bilinmektedir. İnsanlık tarihinde bu gelişmeye ilk ve en büyük devrim de denilmektedir. Toplumsal gelişmenin ürünü olan her şey olarak tanımlayabileceğimiz “kültürel varlık” fizik, bitki ve hayvanlar dünyası olgusundan sonra dördüncü bir olgu olarak kesinlik kazandıkça, düşünce ve dilin maddi zemini olarak gereken temelin doğduğu biçiminde anlam kazanacaktır.

Bu oluşumda düşünce ve dilin gelişmesi pasif bir yansıma değildir. Çok sıkı bir diyalektik bağ halinde toplumsal yaşamın sürdürülmesi bu ilk devrime dayanacaktır. Toplumsal diyalektik onun kültürel varlığıyla düşünce gücü arasındaki iletişim tarafından belirlenecek, gelişme kanunları olarak hüküm ifade edecek ve pratikleşmeyle yenilenip sürecektir. Bu gücü gösterdi mi, hükmün ve yasanın işlediği en yakın toplumsal güç içinde eriyip dağılacaktır. Bu, tüm toplumlar için genel bir gelişme yasası olup, tarihi diyalektik maddecilik (özdekçilik) olarak adlandırılmaktadır. Bu çerçevede insandaki zihniyet gelişmelerinin birkaç önemli aşamadan geçtiği görülmektedir.

a-En uzun süren zihniyet yapısına dayalı düşünce tarzı, insanların her şeyi kendileri gibi canlı düşünen varlıklar olarak imgeledikleri dönemdir. Fiziki, bitkisel ve hayvansal doğadaki her nesnenin canlı ve düşünen bir varlık olduğuna inanılmakta, öyle sanılmaktadır. Bu inançlar konusu cansız eşya olunca “fetişizme” ve ilk aşamasında tüm varlıkları kapsayan ruhçuluğa, “animizme” kadar genel bir yaygınlık göstermektedir. Tüm ilkel topluluklarda bu düşünce tarzına rastlanmakta, özce doğa canlı düşünülmektedir. Canlılık, şüphesiz doğal gelişmenin, belli koşullar altındaki maddenin karmaşık organizasyonunun bir sonucudur.

Bu düşünce tarzı “Şamanizmi”, büyücülüğü doğurmaktadır. Şamanizmin ve büyücülüğün özü, etkilemek istedikleri olgular ve olayları maketlerine dayalı ritüel (bir nevi ibadet, tören) düzenlerle istedikleri duruma getirme denemeleridir. Bir nevi bilimin, eşyanın yasalarına uygun olarak gerçekleştirdiği değişimi, şaman veya büyücüler çocukça bir saflıkla geliştirdikleri oyun düzenleriyle gerçekleştirmek istemektedir. Bu düşünce tarzının uygulama biçimleri çok saçma gibi gelebilir. Ama değişim iradesini ortaya koyması açısından, büyük ve ileri bir gelişme aşamasıdır. Bir defa olgular arasındaki ilişkiyi düşünmekte, müdahale etmekte ve sonuç alacağına inanmaktadır. Bir de şaman ve büyücünün bulunduğu dönemin ve toplulukların en yoğunlaşmış düşünce ve ruh gelişimine sahip, pratikte de özellikle avcılık ve toplayıcılıkta kendini kanıtlayan kişilerden çıktığını göz önüne getirdiğimizde, ne kadar zor ve önemli bir misyonla karşı karşıya olduklarını anlarız. Kendimize göre değil, dönemin amansız yaşam koşullarında bir umut olmanın bile kendi başına toplumu ayakta tutmakta ne kadar önemli bir işlev gördüğünü kıyaslayarak bunlara anlam verebilmeliyiz. Bunlar bir anlamda ilk bilgin ve pratisyenler rolünü oynamaktadır.

Bu düşünce tarzının diğer bir özelliği, tanrı ve dolayısıyla din aşamasına henüz ulaşamamasıdır. Daha doğrusu bu tarz, insanlığın günümüze kadar ki ömrünün yüzde doksan sekizini işgal eden ilkel klan ve kabile düzenlerinin düşünce veya inanç yapısını, dolayısıyla ilk dinini teşkil etmektedir. Bu anlamda düşünsel gelişmenin ilk örgütlü ve kurumlaşmış ifadesini Şamanizm veya büyücülük olarak değerlendirmek mümkündür. Bu kurumların yenilenip sürdürülmesinde öncülük gibi bir rol oynamaktadır. Şamanlar, temsil ettikleri topluluğun önde gelen ailesi olarak giderek önem kazanmışlardır; bu rol ata veya anaerkil kabile düzenlerine geçişte de önde gelen bir etkendir. Toplumun eşitlik düzeyi ve üretim koşulları, kadınerkek arasında bir üstünlüğe fazla imkan tanımamaktadır. Yaşamlarında en çok ilişkide bulundukları eşya, bitki veya hayvanı simgeleştirmektedirler. Bir nevi klanın soyadı, kimliği olarak yapılan bu adlandırmaya totem denilmektedir. Klan bilincinin sembolü totemdir. Totem belki de ilk soyut kavramlaştırma düzenidir. Totem dini olarak da değerlendirilen bu düzen ilk kutsallığı, tabu sistemini de oluşturmaktadır. Klan totemin simgesel değerinde kendini kutsamaktadır. İlk ahlak kavramına da bu yoldan ulaşmaktadır. Çok iyi bilincindedir ki, klan topluluğu olmazsa yaşam sürdürülemez. O halde toplumsal varlıkları kutsaldır ve en yüce değer olarak sembolleştirip tapınılmalıdır. Ona gösterilen saygı ve inanç, aslında kendi varlıklarına ve atalarına bağlılıklarının sembol ifadesidir; kimliklerinin ve güçlerinin farkına varmadır. Bu uzun dönemin inanç yapısında öz olarak her şeyde genel canlılığa inanılmakta, pratikleriyle ilgilendikleri nesne, eşya, bitki ve hayvanlarla kurulan ilişkiye kutsallık atfedilmekte, buna ‘mana’ denilmektedir. Mana, bir bakıma uğraştıkları nesnelere emekleriyle geçen değer oluyor. Bunu totemle simgeleştirerek sahip çıkılmakta, tapınılmaktadır. Din inancının gücü de bu kaynaktan gelmektedir. Din ilk toplumsal bilinç formu oluyor. Ahlakla bütünlüklüdür. Bilinçten giderek katı bir inanca dönüşüyor. Artık toplum bilinci din formunun geliştirilmesi biçiminde olacaktır. Din bu özelliğiyle toplumun ilk temel hafızası, köklü geleneği ve ahlakın kaynağıdır. Totemden sonra çok tanrıcılık dinlerine geçilecektir.

b- Tarım ve evcilleştirme devrimi düşünce biçiminde de sıçramaya yol açmaktadır. Öne çıkan varlıklar toprak, ekilen bitkiler, meyve veren ağaçlar ve çok yönlü yararlanılan evcil hayvanlardır. İnsanın dikkati, kendilerine en çok yaşam olanakları sunan bu varlıklara yönelecektir. Tanımak isteyecekler, emek verecekler, kutsayacaklar, onlarda olağanüstü özelliklerin varlığına inanacaklardır. Bu arada tarım yapmak ve hayvanları beslemek için mevsimler, güneş, yağmur gibi olgular vazgeçilmez varlıklar olarak anlaşıldığından, bunlara daha çok bağlanacaklar ve kutsayacaklardır. Kendi toplumsal varlıklarına anlam veren ve zenginlik katan, bu olgulardır. Hayati önemlerinden ötürü bu olgular diğer tüm varlıklara göre özel isimler kazanacaklar ve giderek tanrılaştırılacaklardır. Totemden tanrıya geçiş, neolitik çağla derinden bağlantılı, düşünce ve inanç yapısında büyük bir aşamadır. İnsan zihniyetinde doğanın doğruya daha yakın tanınmasında, özelliklerinin kavranmasında, kısaca bilgilenmede en verimli bir dönemdir.

Tarihin günümüze kalan büyük dil grupları bu aşamanın ürünüdür. Arabistan ve Kuzey Afrika’da Semitik dil grubu, Hindistan’dan, Avrupa ve Amerika’ya kadar Aryen kökenli Hint-Avrupa grubu, bu hattın daha kuzeyinde Fin-Uygur veya Ural-Altay grubu, KafhasBask-Akdeniz grubu ağırlıklı olarak bu dönemde oluşmuşlardır. Aryen kültür, tarım devrimini gerçekleştirdiği için, en geniş etkiye de sahip olan gruptur. Temel düşünce kavramları köken olarak toprağa dayalı yaşama ne kadar bağlıysa, bu dil grubunda ad kazanmıştır.

Tarım ve hayvancılık döneminin başat gücü kadın olduğundan, düşünce ve dilin gelişiminde kadınca bir tarz damgasını vuracaktır. Halen birçok dilde bu ön veya arka ek kullanılmaktadır. Bitki yetiştirilmesi ve hayvanların evcilleştirilmesi, ağırlıklı olarak bir anlamda kadının düşünce ve pratiklerine bağlı olduğu için, hepsini doğuran Ana Tanrıça olarak önem kazanmasına yol açacaktır. Kadının çok yaygın ve hakim tanrıça olarak önem kazandığı, bu dönemden kalma, adeta her neolitik yerleşim yerinde bulunan kadın heykellerinden netçe anlaşılmaktadır. O, bereketli toprakların benzeri olan, doğuran ana tanrıçadır. Kadın büyük bir kutsallık kazanıyor, eski totem dinini ikinci plana düşürüyor, kendi kültünü egemen kılıyor; Güneş, Ay, Yıldız gibi göksel değer atfediliyor. Aryen dilde “Stark” hem tanrı, hem kutsal büyüklük, hem de yıldız anlamına gelmektedir. Tek başına star kavramlaşması bile bu dönemin din gerçekliğini tanıtmaya önemli bir açıklık getirmektedir. Hayvanlardan boğa, inek, keçi, domuz önem kazandıklarından, tanrısallaştırmada hep figürleri kullanılmaktadır. Tanrıçaların olduğu yerde onlar da vardır, onlarla ortaktır. Boğa, Apis olarak en önemli Mısır tanrılarındandır. Horus, keçi yine kutsal varlıklardır. İnek halen Hindistan’da dokunulmazdır.

Buğday ve darı gibi bitkiler, meşe ve asma gibi ağaçlar da tanrısal kaynaklı kutsallığı taşıyan varlıklar arasında önde gelen nimetler olarak anılmaktadır. Daha önceki dinlerde yaygın olan mana gücü, daha az sayıda ama önemleri başta gelen varlıklara taşırılmakta, çok sayıda totem sayılarla oldukça sınırlandırılmış tanrıya indirgenmekte, en büyük varlık ise doğuran gücün sembolü tanrıça ana olmaktadır. Bölgesel düzeyde tanrıça isimleri de ortaya çıkmaktadır. Erkek daha çok ana tanrıçanın kucağında bir oğul-eş düzeyinde anlam kazanmaktadır. Mitolojideki İştar-Dumuzi, İsis-Osiris, Afrodit-Adonis, Kibele-Attis ikilisi, neolitik çağ kaynaklı ana tanrıça kültürünü temsil edip, tüm insanlık kültürünün temelinde bir anlama da sahiptir.

c- Şehir devrimi toplum yapısında olduğu gibi düşünce yapısına da yansıyan köklü değişimlere yol açmıştır. En büyük yenilik, doğal süreçlerdeki yasalarla toplumsal güçler arasında direkt bir etkinin olmadığının anlaşılmasıdır. Bireysel eylemliliklerle doğal süreçlerin etkilenmeyeceğine ilişkin bir zihinsel seviye kazanılmıştır. Artık büyücülük ve Şamanizm eski önemini yitirmişdir. Yeni dinsel öğe, şehrin etrafında inşa edildiği tapınak ve rahibidir. Belki de büyücülük ve Şamanist etkiler rahipte toplanmıştır. Karmaşıklaşan topluma yeni ve disiplinli bir düzen gerekmektedir. Her zaman kutsal bir önem verilmiş olan düzen için yeni bir kutsallık kaynağı gerekmektedir. Sümer rahibi bu düzeni Mezopotamya’nın duru ve düzgün hareketli göğünde bulmuştur. Gökte harika bir düzen sürmektedir. En kutsal düzen gök düzeni olduğuna göre, yeryüzünde esas alınması gereken düzen de odur. Gök cisimlerinin düzenli hareketi toplumda insan hareketleri için de esas olmak zorundadır. Buna hiç karşı gelinemez. Bu düşünülemez bile. Buna ciddi olarak ve çok güçlü bir inanç da söz konusudur. Yani tanrılar sayıları biraz daha azalarak, gök ve onu teşkil eden varlıkları yansıtacaklardır.

Aslında insan zihninde buna denk bir kavramlaştırma dönemi de doğmaktadır. İnsan düşüncesi güç kazanmıştır. Yeni üretim tarzı önemli oranda artı ürüne yol açmıştır. Zamanını sadece zihni tasarımlarla uğraşarak geçirecek kişiler için, bu fazladan rahatlıkla pay ayrılabilecektir. Bu devrimde öncü rol oynayan rahipler için, bu fazlayı tapınakta ambara doldurmak büyük bir güvenceyi beraberinde getirmektedir. Ürün fazlalığı rahip etrafında oluşan yeni sınıf için de bir güvencedir. Bu, yöneten ve giderek mülkün sahibi olacak olan sınıftır. İdeolojik yansıması, gök tanrısal güçlerinin yeryüzü temsilciliğidir. Zigguratlar, tanrılar birliğiyle temsilcilerini birleştiren karargah gibidir. En üst katta rahip sürekli tanrısal işlerle uğraşır ve yeni kehanetleri buradan gök cisimlerine bakıp çıkarırken, alt katta da kulları için mutlak uyulması gereken tanrısal hükümleri açıklamakta, ibadet etmelerini sağlamaktadır. Yeni dinsel devrim, karargahında şahane bir biçimde başarılmıştır. Doğal güçleri temsil etmek kadar, toplumun adlarına yönetildiği bir tanrılar dünyası mükemmel bir biçimde kurulmuştur.

Aynı zamanda ideolojik karargâh olan zigguratlarda ekonomi, siyaset ve savunma işleri düzenlenirken, “Bu çalışma ekonomidir, bu da siyaset ve savunmadır” demiyorlardı. Bunları birbirlerinden de ayıramıyorlardı. İnsanlar çalıştırılıyor, üretim alanları savunuluyordu. Siyaset planlanması (güncel deyimiyle ekonomi-politik) da yapılıyordu. Tarz çok somuttur. Hepsi bütünlük içindedir. Zigguratı inşa etmeden, ekonomi-siyaset-savunmanın olacağını herhalde zihinlerine bile getiremiyorlardı. Ziggurat öncelikle bir ideoloji üretim merkezidir. Burada kavramlar ve inançlar inşa edilirdi. Kavramlar ve inançlar büyük ihtimalle uzantısı oldukları Verimli Hilal’in binlerce yıllık neolitik toplumundan derleniyordu. Fakat o toplumu aşma sorunları vardı. Dolayısıyla aldıkları kavramın inanç ve kurallarını olduğu gibi kullanamazlardı. Dönüştürmeleri gerekirdi. Önlerindeki toplumsal inşada verimlilikten kaynaklanan artık-üründen aslan payına el koyanlar da vardı. Karın tokluğuna çalıştırılanlar da, ayrıca savunmacılar da gerekliydi. Her an içten ve dıştan bir isyancı çıkabilirdi. İnşa edilen düzen böylesine bir şeydir. Sorumluluğu ağırdır. Eşit ve özgür kabile insanından her bakımdan farklı bir toplumsal inşa söz konusudur. İnsan bireyi ve toplumu, zihniyet ve inanç toplumudur. Zihniyetsiz ve inançsız insan toplumu hiç olmamıştır. O halde zihniyet ve inanç öncelikli konudur. Bu yönde başarılı olmadan toplum çalıştırılamaz. İdeolojik yaratım bu öncelikli görevi başarıyor. Sümerli ideologların icatları biliniyor. Ana-tanrıçalı dinden baba-tanrılı (erkek egemen toplumun yansısı) dine, yerdeki totemden gökteki tanrıya, her kabilenin tanrısından kent tanrısına, kentlerin birliğini temsilen yerin ve göğün genel tanrılarına doğru bir dönüşüm geçirilir. Tanrı kavramına biçilen anlam iki alandan beslenir: Birinci Doğa dediğimiz insan ve toplumu dışındaki her şeyden doğan imgeler ile Toplumsal Doğaya ilişkin düşünce ve inançlar. Buna eski manevi kültür öğeleri öncülük eder. Yeni meşruiyet araçları yani mitoloji ve din unsurları bu kaynaklardan beslenerek yeni toplumsal inşanın gereklerini ortaya koyarlar. Başarılı oluncaya kadar ideolojik faaliyet devam eder. Kabul görünce kurumlaştırılır, törenleştirilir, insan görevliler belirlenir, kurbanlar sunulur, tapınaklar inşa edilir. Bu işlerin tümü yeni verimli ve kârlı toplumu sürdürmek içindir. En, Enlil, Enki, Ninhursag, İnanna, İştar, Marduk ve devam edip giden tanrılardan oluşan panteonlar kurulur. Yapılan işin toplumsal meşruiyet amaçlı olduğu açıktır. Burada önemli olan eski tanrılar düzeni (panteon) yerine geçen yeni tanrılar düzeninin neyi temsil ettiği veya yansıttığıdır.

Manevi dünyanın (kültürün) maddi kültürü yansıttığı yanlış bir belirleme değildir. Ama nasılı önemlidir. Herhalde öküzün sudan yansıması gibi bir temsil söz konusu değildir. Manevi yansıma çok farklı gerçekleştirilir. Basit bir yansıma değildir. İnsanı insan eden gerçek bir inşadır. İnşa ile kaba yansımalar farklı kavramlardır. Tanrı sözcüğü, yer ve zamana göre anlamı değişen bir kavramdır. Derinlikli bir sosyolojik yaklaşım, tanrının toplumsal kimlik imgesi olduğunu kabul etmekten kaçınmaz.

Sümer uygarlığına ilişkin avantajımız, işlerin bu yönlü yürütüldüğünü neredeyse çırılçıplak göstermesidir. Hiçbir örnek Sümer uygarlığındaki kadar maddi kültürel gelişmeyi manevi alana bu denli basit, basit olduğu kadar görkemli yansıtmamıştır. Sümer Panteonu, beş bin yıllık merkezî uygarlık tarihi boyunca gelişen tüm din, felsefe, sanat ve bilim arayışlarında köken görevi görmüştür. Zigguratın kendisi bu gerçeği açıklar. En üst kat tanrıların panteonudur. Orta kat rahiplerin, tanrı elçilerinin, anlam sanatını icra edenlerin, en alt kat çalıştırılan kul-kölelerin, en alttakilerin yeridir. Tüm dinlerin şu üçlüsüyle karşılaşmıyor muyuz? Tanrı-elçikullar düzeni. Temel sınıf düzeni şöyle değil midir? Asker + siyasi yönetici + rahip üst tabakayı oluştururken, orta tabaka yani aracı halkayı orta sınıf + bürokrasi +  meşrulaştırma  kurumları  (üniversite,  mabet ve medya) oluşturur. En alttakiler ilk iki sınıfın dışında kalan herkestir. Proleter, köylü, memur, öğrenci, kadın, çocuk, işsiz vs.

Sümerler kendilerinden sonra gelen anlam kurucularının fazla yalan üretememeleri için işin özünü basit ve anlaşılır bir biçimde inşa etmişlerdir. Kavram sanatını üstün bir yetenekle icra etmişlerdir. Akad, Babil ve Asur İmparatorluklarına geldiğimizde, çok tanrılı panteondan bir tanrının da yükselmeye, diğerlerinin üstüne çıkmaya, kendine yardımcı kılmaya başladığını gözlemliyoruz. Açık ki erk, güç merkezileştikçe panteon da merkezileşiyor. Her dediği kural, kanun olan krallara sıra gelince, mutlak, tek tanrılı inançlara da kapı aralanmış oluyor. Neolitik toplumda her klan ve kabilenin bir tanrısı vardır. Ne kadar klan ve kabile, o kadar tanrı. Toplum büyüyüp birleşik hale geldikçe, sınıflaşıp üst yönetimler oluştukça, hatta tek kişilik yönetimler oluştukça, tanrılarımızın sayıları da çokluktan bire doğru azalmaya başlar. Temsil çok net yapılmaktadır. Ayrıca kadın toplumda etkisini yitirdikçe, tanrılarımızın cinsiyeti de değişiyor. Erkek, baba, ata tanrı peydahlanıyor.

Çizmekte olduğumuz bir şemadır. Süreç şüphesiz çok karmaşık ve kavgalarla dolu geçmiştir. Rahipler dinlerini mitolojiye yakın inşa ederken, dönemlerindeki insanların inanç düzeyini esas alıyorlardı. Başarılarının temelinde yatan şey döneme denk inşalar gerçekleştirmiş olmalarıydı. Toplum ve bireyleri değiştikçe din de dönüşüm geçirecekti. Diğer yandan –ki, çok önemlidirbu tanrılar örgüsünü çıkarlarına, bireysel düşünce ve inançlarına uygun bulmayanlar çıkacaktır. Hem toplumun içinden hem dışından çıkarların çatışması, inançları etkilemeksizin yürümez. Çatışan birey ve sınıfları, çatışan dinler ve tanrılarında yansıma bulur. Şu toplumsal kuralı çok iyi bilmek gerekir: Büyük bir anlam sanatı kavgasını vermeden, hiçbir ciddi sınıf kavgası olamaz. Çıplak eller ve yüreklerle kalıcı ve güçlü kavgalar sürdürülemez. Tersi de doğrudur. Büyük toplumsal uyum ve barışlar, büyük anlam sanatları arasındaki uyum ve barışlarla sağlanır.

Egemen sınıftan önce veya onunla birlikte senaryosu yazılıp, tiyatrosu tüm zihinlere ve ruhlara kutsal bir ibadet biçiminde nakşedildikten sonra, artık hakim sınıf bütün görkemiyle tanrısal veçheye bürünmüş olarak kullaştırılmış hizmetçilerine görünebilir. Büyük bir ikiyüzlülükle olduğu kadar, büyük bir inanmış-inandırılmışlıkla tüm zihinleri ve ruhları işleten ve teslim alan yeni düşünce ve din mekanizması, mevsimsel kalıplar halinde tekrarlanıp değişe dönüşe günümüze kadar gelecektir. Ortadoğu insanlarının genlerine çok güçlü kazınan ve belki de halen gücümüz kadar güçsüzlüğümüzün de temelinde yatan bu düzen inancı ve toplumsal töre gerçeğidir. Adına hangi dini, hangi düşünceyi koyarsanız koyun, temeli böyle sağlam atılmış ve eski değirmen taşları gibi halen zihinlerimizi ve ruhlarımızı öğüten de bu düzen düşüncesi ve inancı çarkıdır.

Sümer düşünce ve inanç tarzı, farkında olunmasa da, insanlığın zihni ve ruhsal yapısı üzerinde dolaylı da olsa etkisi halen güçlü, global değeri olan bir sistemdir. Sümerler birçok din ve düşünce biçimini değişimden geçirip kendi koşullarına uyarlayarak farklılaştırmışlardır. Yine dönem itibariyle felsefi düşünceden bilimsel düşünceye kadar temel diyalektik bağının işleyişiyle bu yönlü dönüşümleri başlatan temel kaynaktır.

İnsan düşünce ve ahlak yapısına çok güçlü bir düzen normu yerleştirmiştir. Daha önceki düzenlere göre uygarlığı mümkün kılan güçte bir düzen kalıbıdır. Yazıyla ve edipleriyle kurumlaşmasını güçlü yürüttüğü için, ezici bir üstünlük kurabilmiştir. Sanatla, özellikle müzikle tam bir ahenk birliği kurularak, bu alanda da günümüze kadar yaşamla müzik arasındaki uyumu en güçlü ifade eden bir tarzın sahibidir. Din müziğin de ana kaynağıdır.

Dinsel yaklaşımlar insanlık tarihinde mitolojik dönemden sonra en uzun süreli bir döneme sahiptir. Yazılı tarihle de başlatılabilir. Veya az öncesinde sonrasında. Anlaşılması gereken dinsel dogmaya neden bu denli ihtiyaç duyulduğudur? Bu yaklaşımın bir yöntem olduğu açıktır. Yaşamın hedefi, gerçeğe ulaşmanın yolu doğadan ve toplumdan aşkın varsayılan ilahlara atfedilen SÖZE göre hareket esastır. Bu sözlerden sapış, yaşarken angarya, her tür kölelik, öldükten sonra cehennemlik olmaktır. Maskeli tanrıların inşa edildiği eşikteyiz. Bu Tanrı’nın aynı zamanda toplum üzerinde buyruk ve sömürüyü gerçekleştiren şef, despot olduğu kolaylıkla sezilmektedir. Aşırı maskeleme insan anlayışını aldatmakla yakından bağlantılıdır. Zaten ilk çıkışlarında tanrı-krallar olarak kendilerini adlandırmaları bu hususu yeterince açıklamaktadır. Akabinde kendi sözlerini kanunlaştırmaları, kesin hakikat olarak sunmaları yaygın görülen bir tarihsel durumdur. Baskı ve sömürü derinleştikçe dinsel dogmatik yöntem insan zihniyetinin başat yolu haline getirildi. Daha doğrusu bir toplumsal gerçeklik olarak inşa edildi. İnsanlık uzun süreli tanrı maskeli despotların yaşamı kurutan, boğan hükmü altındaki köleliğe bu yöntemle boyun eğdirildi.

Dinsel yöntemin bir zihniyet alışkanlığı yolu olarak önemi binlerce yıl katı gelenekler sonucu insan yığınlarında kölece boyun eğmeyi meşrulaştırması, kadercilik anlayışını kökleştirmesidir. Büyük sömürü ve vahşet savaşları bu yöntemin sayesinde mümkün olmuştur. Kutsal söze, tanrı emrine göre yaşam, şüphesiz yönetici konumunda olanlar için büyük kolaylıklar sağlamaktadır. Sürü-çoban diyalektiği kurulmuştur. Toplumların vazgeçilmez bir gelişme aşaması, hatta ondan öteye değişmez toplum ve doğal gerçeklik bu temelde dondurulmuştur. Çok edilgen bir doğa ve toplum anlayışı, diğer yandan çok aktif her şeyi yaratan, ol’duran bir aşkın yöneten, hükmeden anlayış da zorunlu bir diyalektik bağlam haline getirilmiştir. İlk ve Orta çağları bu anlayış, bu yöntem yönetmiştir dersek fazla abartı yapmış olmayız.

Doğal topluma karşı zihniyet dönüşümü derinleşerek feodal toplum sisteminde de devam etmektedir. Analitik zekâ yoluyla büyük açılımlar sağlanmıştır. Hem dini hem felsefi düşünce biçimi yeni toplumun hakim zihniyetini oluşturmaktadır. Her iki düşünce biçimi eski toplumun dönüşen unsurlarında tekrar hakimiyete geçmektedir. Nasıl ki Sümer toplumu neolitik toplumun değerlerini kendi yeni sisteminde sentezlemişse, feodal toplum da hem eski sistemin iç yapılarındaki hem de dış çevrelerindeki ezilen sınıflarla direnen etnisitenin manevi değerlerini sentezlemiştir. Bu süreçte pratik akış belirleyicidir. Pratik bir anlamda zamanın bir güç gibi oluşturucu varlığıdır. Zaman, oluşan pratiktir. Zihniyet mitolojik özelliklerini dini ve felsefi kavramlarla yenilemektedir. Yükselen imparatorluk gücü zayıf ve güçsüz çok tanrı yerine, evrensel gücü temsil eden en büyük tanrıya doğru bir evrim biçiminde yansıtılmaktadır. Maddi hayatta olup bitenler zihniyette de karşılığını bulmaktadır. Birbirini karşılıklı güçlendirme vardır. Dinlerde çok tanrılığın yerini tek tanrıya bırakması bu süreçle ilgilidir. Binlerce yıllık devlet pratiği artık tanrı-kral kavramını aşındırmıştır. Özellikle İskender ile başlayan Doğu-Batı sentezi bu anlamda önemli bir aşamadır. Aristo zihniyeti ile yetişmiş İskender tanrı-kral fikrinin tamamen farkındadır. Bizzat kendisi bu fikrin yapaylığını etrafındaki yazıcılarına hissettirmektedir. Buna mukabil otoritesini korumak açısından yararlanmayı sürdürür, tanrısallığını ilan ettirir. Direnen Atina’ya bunu zorla kabul ettirir. Roma imparatorları döneminde tanrı-krallık kültü artık son dönemini yaşamaktadır. İmparatorlar öldüğünde tanrı katına yüceldi denilmekle farkın yavaş yavaş açıldığı görülmektedir.

Fakat şu da kesindir ki, nasıl tarım-köy devrimi olmadan şehir devrimi ve köleci uygarlık mümkün olmazsa, köleci uygarlığın başta şehir ve sınıflı toplum yapısı ile ideolojik öğelerinin varlığı olmadan da felsefi düşünce tarzına ulaşılamaz. Diyalektik işleyiş açısından, felsefi tarzın savaşımıyla doğacak düşünce tarzı köleci tarzdır. Burada felsefenin çelişkisi neolitik kültürüyle değil, sınıflı toplum kültürüyledir. Yine felsefe sınıflı toplumun yol açtığı fazla ürüne dayalı refah ve boş zaman ihtiyacını da köleci sistem içinde bulabilecektir. Zıt kutbunu ve çelişik gücünü köleci sistemin değer ve yasalarıyla çarpıştırarak geliştirecektir.

d- Felsefi düşünce; mitoloji ve din dogmalarına dayanmadan, doğa ve toplum gerçeklerini açıklama çabası olarak tanımlanabilir. İnsan zihninin bu seviyeye gelebilmesi, toplumsal gelişmenin ürünüdür. Birey zihninin felsefi düşünceye cesaret etmesi çok büyük bir özgürlük adımıdır. İnsan ilk defa kendi varlığı hakkında kendine dayanarak açıklama yapmaktadır. Yaklaşımın kendisi yerleşik dogmaları parçalama girişimidir. Tek ilahlı din nasıl totemik putları ve tanrılar kurulunu aşarak zihniyet yapısında köklü değişimlere yol açtıysa, felsefi düşünce de tanrısız veya tanrıyı işe karıştırmadan da bunun yaşanabileceğini kanıtlayarak, düşünce tarihinin en büyük devrimini yapmaktadır. Mitoloji ve dini dogmaya dayalı toplumsal zihniyet, tam köleleşmeye veya ancak kendini mutlaka birilerine dayayarak ve adayarak yaşanabileceğine duyulan inançtır. Bu zihniyet yapısında dogmadan, inanç ve ibadet tarzından uzaklaşmak veya dışlanmak ölümle, bitimle özdeştir. Bu, en büyük cezadır. Dogmatik ideolojinin gücü de, güçsüzlüğü de bu özelliğinde yatmaktadır. Bireyi toplumun sorgusuz sualsiz mutlak bir tabisi olarak bağlıyor. Böylesine bir ideolojik yapılanmada toplum, inandığı simgeler ve değerlere atfettiği güçler vasıtasıyla kendini güçlü hissedebilir. Ama bir bunalım sürecinde alternatif üretecek bağımsız bir zihni yapı olmadığından, o toplum ya çökecek, ya çok daha geri toplum biçimlerine savrulacak, ya da hakim ve ilerde bir güç tarafından asimilasyona alınacaktır.

Ortadoğu toplumlarındaki güçlü dogmatik zihniyet yapısı tüm bu sonuçları gözler önüne sermiştir. Örneğin Sümer toplumu o olağanüstü yapısına rağmen, bunalım sürecinde basit çöl ve dağ kabilelerine yenilmekten kurtulamamıştır. Mısır aynı akıbete uğramıştır. Grek ve Roma da, belli bir felsefi temele sahip olmalarına rağmen, esasta köleci toplum zihniyetinin genelde yol açtığı tutsaklık sonucu çözülmüş, yıkılmış ve dağılmışlardır. Şüphesiz bunun altında üretim tarzı üzerinde köleci mülkiyet ilişkileri esasta belirleyicidir. Ama tüm toplum yapısına egemen olan ideolojik yapı, direnerek aşama kaydetme temelinde çıkış yapmasını engellemiştir. İdeolojik yapıda çıkışsızlık; çözümsüzlük ve dağılmadır. İşte düşünceye hakim olan dogmatik yapı bu nedenle toplumlar için en çözümsüz ideolojik engeller olarak rol oynar. İlk çağ köleliğinin o kadar uzun sürmesi de, toplumun ideolojik yapısı üzerinde kurduğu dogmatik düşünce hakimiyetiyle yakından bağlantılıdır. Yine bu nedenle özellikle peygambersel çıkışların büyük değer kazanmasının ve bir tanesinin bir devrimci hamleyle özdeş kılınmasının nedeni de, karşı çıktığı dogmaların yapısında açtığı deliklerdir. Hz. İbrahim devriminin bir put kırmayla bağlantılı olması, Hz. Muhammed’in ilk hedef olarak Kabe putlarına yönelmesi, hatta Hz. Musa’nın en büyük öfhesini “altın buzağı tapıcılarına” göstermesi, bu nedenle ve kendi dönemleri için belirleyici bir öneme sahiptir. Dogmayı hedeflemek, parçalamak, bu devirler için bir devrim demektir.

Köleci uygarlığın doğuş merkezlerindeki bunalım ve çözümsüzlük, görüldüğü gibi bir yandan daha yumuşatılmış ve etnik bilinci güçlendirilmiş çevre devletçiklerine yol açarken, diğer yandan ideolojik planda tek tanrılı dinlerle mistik arayışlarda çıkış bulmaya çabalamaktadır. Felsefe özellikle mistik grupların arttığı ortamda gelişmeye daha elverişli olmaktadır. Resmi köleci ideolojiye gizli başkaldıran grup deneyimleri de diyebileceğimiz bu gruplarda serbest düşünme imkanı daha fazladır. Belirgin dogmalara sahip olmaktan ziyade, yeni bağlanılacak, zihin ve ruhlarını tatmin edecek ve korkularını aştıracak bir değerler sisteminin arayışı içindedirler. Bir nevi ilkçağ tarikatlarıdır.

Felsefi düşünceye yol açan diğer önemli bir etmen, üretim araçlarındaki gelişmelerdir. İlk köleci uygarlıklar esasta tunç çağının üzerinde yükselmişlerdir. Tunç üzerinde kurulan mülkiyet, bu madenden yapılan tarım, zanaat ve askeri araçlar, köleci sınıfın eline muazzam bir güçlenme imkanı vermiştir. Merkezin dışında çok sınırlı bulunan bu araçların kıtlığı, etnik yapıları güçsüz bırakıyordu; elde ettikleri oranda da direnmelerinde başarılı oluyorlardı. Fakat M.Ö. 1000’lerden itibaren yaygınlaşan demir tekniği büyük bir demokratik etkiye, nüfuzun yoksullara dek geniş bir kesimin eline geçecek kadar bir yaygınlaşmasına yol açtı. Demir tekniğiyle üretim ve savunma en ileri boyutlara vardı. Bu hem bolluk, hem güvenlik anlamına geliyordu. Güvenlik ve bolluk hem refaha, hem de boş vaktin artmasına yol açıyordu. Felsefe de zaten böyle bir toplum zeminini ön şart kılar. Felsefi düşüncenin büyük klasiklerinin M.Ö. 5 ve 6. Yüz yıllarda ortaya çıkmaları kendiliğinden olmayıp, ilkçağ köleci toplumunun ideolojik yapısındaki parçalanmalar ve temel üretim araçları (demir, tunç araçlar) üzerindeki tekellerin kırılmasıyla bağlantılıdır. İlkçağın son dönemi de ( M.Ö. 5 ve M.S. 5 arası) diyebileceğimiz köleci sistemin “klasik çağı”, aynı zamanda büyük filozofların ortaya çıktıkları, öğretilerini geliştirip kurumlaştırdıkları “felsefe çağı” anlamına da gelmektedir.

Bu dönemin çığır açan filozoflarından adlarına okul bırakmış olanları yakından tanıdığımızda, insanlık için yeni zihniyet ve ruh aşamasının ne anlama geldiğini de daha iyi anlayacağız.

1-Zerdüşt ve Zerdüştlük: Zerdüşt her ne kadar peygamber olarak değerlendirilmekteyse de, duruşu filozofa daha yakındır. M.Ö. 1000 yılları ile 6. yüzyıl arasında yaşadığı tahmin edilmektedir. Tarım devriminin güçlü yaşandığı Kuzeybatı İran’da doğduğu kabul edilmektedir. Tarım ekonomisine aşk derecesinde bağlıdır. Bir anlamda neolitik kültürün doğurduğu etkilerle varlığı ve kişiliği arasında bir bağ kurulabilir. Emeği, üretimi, helal kazancı esas almaktadır. Yeşile kutsallık atfetmekte, hayvanları korumayı esas almaktadır. Hayvanları kurban etmeyi men etmiş; güçlerini çiftçilikte değerlendirmeyi, süt ve yağlarından yararlanmayı yeterli bulmuştur.

Zerdüşt ilkel Aryen inanç sistemini esaslı bir reformdan geçirmiştir. Üçlü tanrı sisteminden tek tanrılı sisteme doğru bir süreci başlattığı oranda peygamberdir. Çünkü o da Hz. İbrahim gibi çok tanrılı dinden tek tanrılı dine geçiş arayışındadır. Hz. İbrahim daha çok Semitik kabileler içinde bunu geliştirirken, Zerdüşt Aryen kabileler içinde geliştirmektedir. Dönemin temel Arya tanrıçaları olan İndra, Mitra ve Varuna’dan Ahura Mazda adında (Hz. Allah) bir tanrıya geçiş yapmış; bir anlamda İran, Medya ve Anadolu tek tanrıcılığına doğru bir aşama yaptırmıştır. Cennet, cehennem, sırat, melekler, gök katları, mahşer, büyük mahkeme, iyilikkötülük terazisi gibi birçok kavramın oluşumunda rol sahibi sayılmaktadır. Kadına ise üstün değer biçmektedir. Temizlik yine çok önem verdiği bir konudur. O bir anlamda tarımın, helal kazancın, iffetli ailenin, iyi düzenlenmiş evin, öz savunma dışında şiddete karşı olmanın peygamberidir.

Filozof yanının temelinde ise, büyük ahlakçılığıyla karanlık ile aydınlığın, iyi ile kötünün sürekli mücadelesi biçiminde zıtların birliği ve karşıtlığı biçimindeki diyalektik ilke yatmaktadır. İlk defa insan iradesinin özgürlüğünü tanımıştır. İnsan iradesine özgürlük tanımak, o döneme kadar hep tanrıya özgü düşünülen yaratıcılığa insanın da sahip olması demektir. Batı düşüncesinin özü olan bireysel yaratıcılık, Zerdüşt’ün en önemli felsefi yanıdır. Özgür iradeyi esas almak felsefenin başlangıcı ve kul anlayışının reddidir. Öğretisi tam da bu noktada dinle felsefe arasında bir geçiş durumundadır. Dinle felsefe arasında yol ayrımını temsil etmektedir ki, bu çok büyük bir gelişme anlamına gelmektedir. Yapılan araştırmalar hem Doğu (Hint, Çin), hem Batı felsefesinin oluşumunda, iki çatallı gelişmenin başlangıcında ve başlatıcısı olarak rol oynadığını göstermektedir. Öyle anlaşılıyor ki, bu yönlü kaynak rolün daha derininde, Sümer kültürüyle Arya kültürünün üst düzeyde bir sentezi yatmaktadır. Medya, yani Zağros ve Toros sistemlerinin verimli vadilerle birleştiği bu ülke, hem Sümer şehir devriminin, hem de neolitik tarım-köy devriminin birleşme noktasıdır. Zerdüşt bu mirasın bir sentezcisi olduğu kadar, onu üst düzeyde bir dönüşüme, büyük bir reforma uğratarak, hem ilkçağ köleciliğini yumuşatıp mantığa daha uygun klasik çağ dönemini başlatma, hem de tarım toplumunun kullaştırılmamış iradesini özgürleştirip felsefeye açık bir yolu açma misyonunu temsil etmektedir.

Kutsal Kitapların her üçü üzerinde de büyük etkisi vardır. Yahudilerin Babil sürgünü döneminde (M.Ö. 596-540) Kyros tarafından affedilerek memleketlerine gönderilmesi bu etkiyi güçlendirmiş olabilir. Budizmi de etkilediği önemle belirtilir. Zerdüşt için her ne kadar M.Ö. 6. yüzyılda yaşadığı söyleniyorsa da, daha çok Mağ’ların (Zagros rahipleri) ortak bir imgesi gibi durmaktadır. Etkili Mağ’lardan biri olmuş olabilir.

Zerdüşt’ün etnik kimliği önemli bir sorun olmamakla birlikte, bütün ihtimaller Med kökenliliğini işaret etmektedir. Mağ kelimesi Kürtçe ateş ocağında birikmiş kor halindeki ateş topağını ifade eder. Soğuk Zagros kışlarında Med kabilelerinin yaşamının büyük kısmını bu Mağ’lar etrafında geçirdiğini biliyoruz. Sohbetlerin, vaazların en koyuları da bu Mağ’lar etrafında verilir. Vaazcılara Maği denilmesi bu nedenledir. Zerdüştlükte ateşin kutsallığı bilinmektedir. Çünkü ateşsiz yaşamın mümkün olmadığını günlük yaşamlarından ötürü biliyorlar.

Medler kanalıyla Grek kültürünü etkilediği söylenebilir. Heredot Tarihi’nde en büyük yeri Medler kaplar. Perslerin halk olarak adı pek geçmez. Grekleri en çok etkileyenin Med kişiliği olduğu sanılıyor. Kişilik ahlâkla ilgili olduğundan, Zerdüştlüğün etkisi anlaşılırdır. Cesaret ve doğruluğun bu kültürle bağını tahmin etmek zor değildir. Pers-Med İmparatorluğu’nun arkasında bu kültürün büyük rolü olduğunu görmek zor değildir. Bu kültürün kendini yenileyememesi ve günümüze çok cılız (Belki biraz Zerdeştîlerde kalmış olabilir) yansıması insanlık adına bir kayıptır. İran monarşisinin bu kültürün içini boşalttığı rahatlıkla söylenebilir. Kültürün gerçek sahiplerinin Medler olmasının bu tutumda etkisi düşünülebilir. Hıristiyanlık ve İslamiyet de bu kültürün kuşatmaya alınmasında pay sahibidir. Homojenleştirici ve dinsel dogmatizm yönleri ağır basan her iki dinin böyle davranması beklenebilir. Önlerinde ciddi bir ideolojik engel olarak dikilmektedir. Dolayısıyla çok sert tedbirlerle (özellikle İslamiyet tarafından) bastırıldığı söylenebilir. En büyük darbeyi İslamî fetihlerde yediği tahmin edilebilir. Elde kalan belgeler kırıntı kabilindedir. Gerçeğini fazla yansıtmazlar. Mazdek, Hürremdin ve Babek gibi ünlü komünalistler tarafından gösterilen isyan ve direnişler, alan ve karakter unsurları nedeniyle Zerdüştizmin son temsili olabilir. Her üçü de hem İran-Sasani çürümüş monarşizmine hem de sefahat içindeki Abbasî sultanlarına karşı direnişleriyle kahramanlık simgesi oldular. Yine Mitraizm ve Manicilik üzerinde de etkileri önemlidir.

Ahlâkî temelde anti-uygarlıkçı ve sosyal yaşamda kişilikli (Nietzsche’nin ‘üstün insan’ı) olmak demokratik uygarlığın da vazgeçilmez ilkesel değerleridir. Demokratik uygarlığın Ortadoğu kültürüne sahip çıkması ve beslenmesi gereken ana damarlarından biri Zerdüşt geleneğidir.

Zerdüştlüğe ilişkin temel bir sorun da İbrahimî dinlerle bağıdır. Ne kadar kendi başına bir peygamber ekolü sayılabilir? Hangi anlamda İbrahimî peygamberler zincirine eklenebilir? Bu sorulara verilecek cevap, Zerdüşt’ün İbrahimî dinler içinde büyük oranda özümsendiği biçimindedir. Tevrat’ın, dolayısıyla İncil ve Kuran’ın düzenlenişinde etkisi kesindir ve kapsamlıdır. Tarihçiler Yahudilerin Babil sürgünü sırasında ideolojik hegemon rolü oynayan Zerdüşt düşüncelerinden çok etkilendiklerini kaydetmektedir. Zaten bu tarihten sonra düzenlenen Kitabı Mukaddes nüshalarında bu etkilenmeler açıkça ayırt edilmektedir. Kaldı ki, Yahudiler uzun süre Pers-Sasani egemenlik sahasında ve birçok önemli görevde bulundular. Tüccar olarak etkinlik gösterdiler. Kürtler içinde de hatırı sayılır bir nüfuzları vardı. Ayrıca halen Kürt Yahudiler İsrail’de önemli bir azınlık olarak yaşamaktadır. Dolayısıyla karşılıklı etkilenme uzun sürelidir.

Neden Zerdüşt’ten pek iz kalmadı derken, bu hususu kesinlikle göz önüne getirmek gerekir. Zerdüştlük yok olmadı, her üç İbrahimî din içinde özümsendi, böylece yaşıyor demek daha doğru olacaktır. Kaldı ki, Kutsal Kitap düzenleyicileri, Hz. Musa ve Hz. Muhammed de dahil olmak üzere, Hz. İbrahim öncesi tüm peygamberleri Adem’den Nuh’a, İdris’e kadar İbrahimî dinin kapsamına aldılar. Hatta İskender’i bile İskenderi Zülkarneyn adıyla listeye dahil ettiler. Böylesi örnekler çoktur. Kutsal Kitapların düzenlenme geleneği böyle kavrandığında, Zerdüşt’ün bir İbrahimî peygamber olarak varlığını sürdürdüğünü rahatlıkla belirtmek mümkündür.

2-Budizm: Hint rahip (Brahman) devletinde en büyük reformcu rolü Budha oynamıştır. Kendisi bu sistemin bir prensi konumundadır. Muhtemelen yaşadığı ağır yenilgi veya kaybetmelerden sonra, büyük acılar içinde geçen bir yaşam tarzına tanık olmuştur. Adeta cennetten cehenneme bir düşüş gibi yaşanılan durum, onu büyük bir yoğunlaşmaya götürmüştür. Bu tecrübe ona Brahman köleciliğinin acımasız yanlarını ve çok katı sınıf farklılaşmasının sonuçlarını çarpıcı olarak göstermiştir. Hint kast sistemi o kadar acımasız ve katıdır ki, insan kurban etmeyi geçen yüzyıla kadar sürdüren ve halen kastlar arası kültür farkını koruyan birçok özelliği devam ettirmektedir. Sınıflı toplumun katı ve çok özgün bir biçimini yüzyıllarca olduğu gibi yaşamıştır.

Budha’yı anlamak açısından, sınıflı toplumun bu örneğinin insanın zihniyet ve ruh yapısındaki yansımalarını değerlendirmek önemlidir. Bir yandan görülmemiş bir ihtişam ve sefahat, diğer yandan insandan sayılmayan ve hayvanlar gibi kurbanlık olarak yetiştirilen, alınıp satılan en aşağı tabakadan insanlar. Böyle bir sistemin büyük bir trajedinin ve acıların kaynağını teşkil edeceği açıktır. Budha bu sistemin ürünüdür. Felsefesinde tanrıya yer olmadığı gibi doğayı da esas almaz. Yaratıcı ve yaratılanla pek ilgilenmez. Çözüm aradığı esas sorun acılı dünya gerçeğidir, toplumun acılı yaşam özellikleridir. Daha sonra Budizm adı altında günümüze kadar Güneydoğu Asya’da önemli bir topluluğun yaşam felsefesi olarak varlığını sürdüren bu öğreti, temel toplumsal özellikleri açısından bir ahlak felsefesidir, bir ahlak reformudur. Temel formülasyonu şöyle ortaya konulmaktadır:

a- Dünya, toplum acılarla doludur.

b- Acıların kaynağında şiddetli arzular, korkular ve cehalet yatmaktadır.

c- Acılardan kurtulmak mümkündür. Bu çabada en yüce mertebe Nirvana’ya (Bir nevi tanrı, cennet, mutluluk anı) ulaşmaktır.

d- Bunun yolu yoghi’dir (Bilgiyle aydınlanmak, iç yoğunlaşma ve bunun için gerekli birçok yol, yöntem). Açık ki, köleci Brahman kast sisteminin diğer ilk örneklerde de gördüğümüzMısır, Sümergibi insan zihni ve ruhsal yapısı üzerinde kurduğu kaskatı egemenliği yumuşatılmak istenmektedir. Budha’nın kendisinin Brahmanlarla çatışmalı olması bununla ilgilidir. M.Ö. 5 ve 6. yüzyıllarda Greklerden Çin’e kadar yaşanan toplumsal reform sürecinin bir halkası konumundadır. Zerdüşt geleneğinden etkilendiği gibi, her iki tarafı, Doğu ve Batıyı etkilemiştir. Mistisizmle (tasavvuf) yakın bağları vardır. Çilecilik, arzulardan kesilme, yalnız yaşam gibi yöntemler egemen-sömürücü sınıfın sınır tanımaz bencilliğini kavrama ve onu sınırlandırma gereğini ortaya koymaktadır. Böylesine yaşam deneyimleri nefsi terbiye ettiği gibi, beraberinde içgörü, ariflerin bakış açısı, fazlalıkların kör ettiği vicdana geliş, doğal dengeyi gerçekçi gözleme gibi bir esinlenme yöntemiyle öğrenmeye yol açmakta, vicdan rahatlığını doğurmaktadır.

Budha öğretisi Güneydoğu Asya köleci uygarlığında Brahmanların tanrısal egemenliğini kırdığı gibi, daha mantıklı bir sistemin oluşmasında rol oynamıştır. Dogmaların payını sınırlandırırken, aklın ve vicdanın payını sisteme taşırmıştır. İnsanlık tarihinde büyük bir ahlak reformcusu olarak rol oynamıştır.

3-Konfüçyus: Çin’de Budha’nın rolünü oynamıştır. Aynı dönemde, M. Ö. 5-6. yüzyıllarda yaşadığı tahmin edilmektedir. Çin monarşisinin dağılmasıyla bu yüzyıllarda büyük bir kargaşa yaşanmaktadır. Eski görkemli dönemin anıları (M.Ö. 1500-700 arası), dağılma ve bozulmanın nedenleri üzerine düşündürmektedir. Doğal yolun (Tao) tekrar nasıl kurulması gerektiği sorgulanmaktadır. Bu arada şunu belirtelim ki, bu dönemde en çok kullanılan bir kavram (yasa, yol, şeriat anlamında) olan Çin’de “Tao”, Hint’te “Dharma”, Sümer’de “Me”, Mısır’da “Maat”, Grekçe “Moira” sözcükleri esasta uygarlığın temel özellikleri anlamına gelmektedir. Yaşam mutlaka bu temel özelliklere göre olmalıdır. Böyle olmadı mı, sistemin ve düzenin bozulması kaçınılmazdır. Bu yüzyıllarda böyle bir durum yaşanmaktadır. Düzenin temel yasalarıyla uyuşmayan, diğer bir deyişle artık ilk örnek(paradigma)lerin aşıldığı, yenilerin daha yerine konulamadığı bu dönemin reforma uğratılması kaçınılmaz olmaktadır. Rahip devletin dogmaları ile sistem yürütülememektedir. Verilen yanıt; küçük devletler (adeta köleci beylikler diyebileceğimiz parçalanma dönemi), mistik gruplar ve büyük felsefi öğretiler biçiminde olmuştur.

Çin uygarlığının payına düşen belirgin isim Konfüçyus oluyor. Beş temel ilkesi şunlardır: 

a-Yönetici, yöneticiliğinin tam gereklerini yapmalıdır.

b- Kadın, eşliğinin tam gereklerine göre yaşamalıdır.

c- Oğul babaya tam bağlılığın gereklerini yerine getirmelidir.

d- Küçük kardeş büyük kardeşe tam uyum göstermelidir.

e- Herkes arkadaşlığın gereklerine uymasını bilmelidir.

Reformasyondan ziyade restorasyona (yeniden eskiyi kurma) benzemektedir. Konfüçyüs’te din hiç yoktur. Sadece toplum ve siyasi düzen sorunu vardır. Bozulan siyasi ve toplumsal düzen nasıl yeniden kurulacaktır? Burada da en çok üzerinde durulan husus, kurumlar arası ilişkilerin yeniden kurulmasından çok, sadece bireylerle uğraşmaktır. Yani Konfüçyusçulukta da temel sorun ahlakidir. Ahlaki düzen tam kurularak düzen oturtulmaya çalışılmaktadır. Bireyler arası yaşam kurallarının nasıl olması gerektiği aşırı biçimde en ince hususlara kadar belirlenmeye çalışılmakta, adeta kıl, kırk yarılmaktadır. Bu zihniyetin halen Çin toplumu üzerinde büyük bir etkisi olup, Çin karakterinin ve çalışkanlığının da özünde yatmaktadır. Mistik karakterde bir öğreti olup, uygarlığın genel gelişim seyrindeki rolü inkar edilemez.

4-Sokrates ve Toplumsal Felsefe Çağı: Mezopotamya ve Mısır merkez ilkçağ köleliği, uygarlık sınırlarını Asya’nın doğusundan batı ucuna kadar yaymıştı. Grek ve Roma köleci sistemi bu zengin miras üzerinde yükselme sürecindeydi. Demir temel üretim tekniği olarak refaha geniş katkıda bulunuyor, orta sınıfın genişlemesine yol açıyor, iletişim ve okuryazarlık artıyordu. İnsanlar kendilerini daha güvenli hissedecek koşullara sahiplerdi. Batı Anadolu’da Sard kentinden İran İmparatorluğunun Başkenti Persepolis’e kadar rahatlıkla yolculuklar yapılıyordu. Mısır ve Babil rahiplerinden ilkçağın kültürel ve ideolojik birikimlerini alabilirlerdi. Doğunun günümüzde Batı merkezlerinde bilim ve kültürü öğrenmek için yaşadığı sürecin tersi geçerliydi. Yüksek bilim ve kültür merkezleri Babil ve Mısır’daydı. Grek ve Roma’ya ideoloji taşıyanlar, bu merkezlerde sıkı eğitimden geçen rahip adayları ve mistiklerdi. Doğu üretim tarzı kadar ideolojik ürünlerini de bu M.Ö 1000. yıl içinde yoğunca yaşıyor, bilimsel tecrübelerini aktarıyor, Alfabe sistemini öğretiyordu. Kısacası Avrupa’nın iki Asya’ya yakın yarımadası, Grek ve İtalya değerleri taşıma köprüsü rolündeydiler. Uygarlığa bakirce açılan taze alan durumundaydılar.

İdeolojik düzeyde Sümer ve Mısır mitolojisi ve din uygulamaları bu taşınmadan ayrı tutulamayacağı gibi, öncü rollerini sürdüreceklerdi. Grek teolojisi, Sümer mitolojisinin bozulmuş bir türevi olarak gelişir. Mısır ve Fenike’yle Girit versiyonundan da sürekli etkilendiği için, tam bir eklektizmi yaşamaktan kurtulamaz. Fakat içselleştirmek için yoğun bir asimilasyondan geçirir. Zeus adeta Babil’in tanrısı Marduk’un kopyası iken, Enki’yi Kronos taklit eder. Zaten temel noktadan aktarma başlayınca, gerisi çorap söküğü gibi gelir. Bütün neolitik ve köleci sınıflı toplumun mitolojik ve dini kavramları, gerekli ad ve kavram değişikliğiyle birlikte yerelleştirilir. M.Ö 1500 yıllarına kadar tek bir adı bile anılmayan Grek mitolojisinde, bundan en zengin bir mitoloji geliştirilir. Maddi değerlerden daha önemli olan manevi değerlerin zaptı çok önemlidir ve bu başarılır. Neredeyse dünyada en görkemli ve yaratıcı mitoloji olarak kabul edilmeye çalışılan Grek mitolojisi, her geçen gün daha iyi anlaşılıyor ki, Sümer mitolojisinin ikinci, üçüncü elden bir kopyası durumundadır. Son yıllarda kanıtlanması için yapılan araştırmaların vardıkları sonuçlar budur. Zaten tarih eğer bir nehir akışıysa, bu yıllarda bir kolunu buraya uzatmış; bu toprakları coşkun akışıyla beslediği gibi, oradaki küçük ırmak ve gölleri de ana akışına bağlamıştı. Grek mitolojisi gibi ondan yola çıkan felsefi gelişmesi de, bu uygarlık nehrinin taşıdığı bilim birikiminden de yararlanarak kendi çağını başlatacaktı. Grek filozofları felsefe çağını başlattığında, en azından Mezopotamya’da M.Ö 10.000 yılından beri derinleşen ve dalga dalga yayılan neolitik çağ kültürüyle sınıflı toplumun büyük birikiminin kaynaklarına dayanıyorlardı. Batı düşünce sistemi bu gerçeği son derece basit ve önemsiz gösterir. Batı uygarlığının emperyalist yüzü kendisine sarsılmaz bir meşru temel yaratmak için, her şeyde ileri sürdüğü “benmerkezciliği” esas almaktadır. Diğer halk kültürlerinin ve uygarlık değerlerinin büyüklüğü ortaya çıkarıldığında, iddialarının geçersizliği kadar, kendilerinin büyük uygarlık nehrinin son beş yüz yıllık bir öncü katılım gücü olduğunu da kabul etmek zorunda kalacaklardı. Grekler bu şoven anlayışı daha klasik çağın başlarında gösteriyorlardı. Yarımadadaki uygarlık alanı dışındaki tüm halklar ancak barbarlığı temsil edebilirlerdi. Halbuki kendileri tarihin açıkça gösterdiği gibi, o dönemin yeni yetme “açgözlü çocuğu” durumundaydı. Mısır’dan mimariyi ve tapınak kültürünü, Fenike’den alfabeyi ve gemiciliği, Frigyalılardan demirciliği, Altın Hilal’den tarım devriminin tüm teknik araçlarını, Sümerlerden mitoloji ve teolojiyi aldığında, ilkel yarı-göçebe, daha taştan kulübeler bile kuramamış bir dönemde yaşıyorlardı. Avrupa tümüyle vahşet toplumu aşamasındaydı. Tarihin çarpıtılması, bütün yanlış görüş ve tutumların altındaki temel nedendir ve büyük haksızlıklara yol açar. Doğru tarih anlayışı, geliştirilecek adaletli bir uluslararası düzen için de vazgeçilmez esastır. Eğer Avrupa hukukuna ve adaletine güven duyacaksak, her şeyden önce bunun doğru ve adaletle hakkı verilen bir tarih anlayışına dayandırılması gerekir.

Bu uygarlık gerçekliğine rağmen, Greklerde bir özgünlüğü ve yaratıcılığın geliştiği de kesindir. Grek yarımadası ve yakın komşuları, Batı Anadolu ve Güney İtalya ile Kuzeyde Makedonya, tarihin Mezopotamya’dan sonraki en büyük uygarlık denemesine girerken, daha önceki biçimlerden esinlendikleri mitolojik, teolojik ve ideolojik yaklaşımlarla yetinemezlerdi. Bunda coğrafya ve iklim farklılığından daha önemli rol oynayan bir olgu olarak, Sümer ideolojisi, hem Medya’da Zerdüşt geleneği hem de Hint Budha geleneğiyle aşılıp felsefeye yakın biçimler kazanmıştı. Yarımadanın ilk filozofları olan Thales ve Phitagoras, uzun yıllarını Mısır ve Mezopotamya’da geçirerek, M.Ö. 6. Yüz yılda birçok yeniliği taşırma ve seslendirme olgunluğuna gelmişlerdi. Adeta günümüzde az gelişmiş ülke gençlerinin Avrupa uygarlık görüşlerini ülkelerine yaymaları gibi, bu ilk filozof adayları da gençliklerini özellikle dönemin kültür merkezi Babil de geçirerek ve uzun pratik deneyimlerden geçerek, dünyanın o dönem için en gelişkin (matematik ve tıp başta olmak üzere) bilgilerini, mitolojik ve teolojik esaslarını mükemmel bir biçimde öğrenip dönüyorlar; tarihi bir klasik çağ Grek hamlesinin düşünce temellerini atıyorlardı.

O dönemin düşünce diyalektiği böyle bir yayılma özelliğine sahiptir. Sıfırdan başlatılması şurada kalsın, bu bilgiler oldukça olgun bir aşamada ve reformlardan geçmiş olarak taşınıp özgünleştiriliyor; moda deyimle ülkenin somut koşullarına aktarılıp yaratıcı bir biçimde uyarlanmaya ve uygulanmaya çalışılıyordu.

 

ORTADOĞU DÜŞÜNCESİNDE MİTOLOJİ VE DİN

Eğer toplumların tarihlerinde ve güncelliklerinde adeta birlikte yatıp kalktıkları kavramları doğru tanımlayamazsak, yapılacak varsayımların aydınlatıcı değeri hayli düşük olacaktır. Örneğin bir ‘Allah’ kavramının sosyal bilim analizi yapılmadan hangi tarihsel dönemi ve toplumu tanımlayabiliriz? Avrupalılar ortaçağ feodalizminden çıkarken, zihniyet düzeyinde en çok teolojiyi, theodice’yi boşuna tartışmamışlardır. Theo’yu, yani Allah’ı o denli tartışmışlardır ki, bundan bilim ve felsefenin ipuçlarını da yakalayabilmişlerdir. Theo’ya inanış, kutsallık da yoğun yaşanmıştır. Haklı olarak madem bu kadar inanıyor ve kutsuyoruz, o halde anlamını da bilmek en doğru yaklaşımdır diyebilmişlerdir. Dogmatizmi sarsabilecek düşünceyi tartışma ve yenilikler getirme cesaretini göstermişlerdir. Ortaçağdan çıkışta düşünsel tartışmanın temelinde teoloji vardır. Ortada bilim ve felsefe adına varolan düşünceler de teolojiyle sıkıca bağlantılıdır. Önemli olan, bu tartışmadan rasyonel felsefe ve bilim için gerekli bazı sonuçları çıkarmış olmalarıdır. İslam teologları ise tartışmadan sonuç çıkarma yerine, dogmayı kutsallaştırarak düşünceyi dondurmuşlardır. İmam Gazali daha 12. Yüz yılın başlarında felsefeyi mahkûm ederek, içtihat kapısını da iyice daraltmaya yol açarak, ortaçağın karanlıklarında kaybolmasına yol açmıştır. Bugün bile bu yönlü bir tartışmaya cesaret edilmemektedir. Daha doğrusu bu yetenek gösterilememektedir.

Kaldı ki, Ortadoğu toplumlarında zihinsel derinlik mitolojik çağa uzanmaktadır. Mitolojinin en usta yaratıcıları olan Sümer rahip ve edebiyatçılarının yapıtlarını üç tek tanrılı din de geliştirilmiş versiyonlar olarak kullanmıştır. Hz. İbrahim’i tek tanrılı dinin –tevhidkurucusu olarak biliriz. Halbuki kendisi Babil hanedan krallıklarının –Nemrutiçinde yetişmiştir. Halen anısı diri olan Urfa’da Nemrut’un yanında bir memur olan babasının bekçilik yaptığı Pantheon’da –tanrı heykelleri topluluğuetki-tepki sonucu bir zihniyet dönüşümünü yaşadığı bilinmektedir. O halde Nemrut Pantheonu’nu bilmeden İbrahim’in dinini nasıl anlayabiliriz? En değme ilahiyat profesörlerinin bu konudaki söylemi, “İbrahim baltayla putları kırmış. Nemrut kızmış, kim kırdı diye sormuş; o da büyük put kırdı demiş. Nemrut, cansız put nasıl kırar demiş. O da, put tanrı değil mi demiş” biçimindedir. Böylece sürüp gider. Masalımsı bir anlatımdan öte değeri yoktur bu söylemin. Ortadoğu’da o kadar üniversite ve ilahiyat fakültesi, imam-hatip okulları, tarikat ve diyanet kurumları olduğu halde, hiçbiri sosyolojik bir ilahiyatçılık yapmaz. Yapsa sihir bozulur. Şapka düşer, kel görünür. Görülecektir ki, tek tanrı düşüncesinin temelinde iki olgu yatar: Doğadaki kuvvet birliğinin ifadesi olarak ve toplumda yükselen hiyerarşik şef ve kral olarak. Yani hakim toplum anlayışı ve buna bağlı hakim doğa anlayışının en yüce ifadesi geliştirile geliştirile, doksan dokuz sıfatlı Allah’a kadar ulaşılmıştır. Bu yönlü tartışma hiç yapılmadığı gibi, günümüzde Hizbullah –tanrı partisiadıyla tanrı düpedüz siyasileştirilmiş ve hatta askerileştirilmiştir.

Peygamberlik kurumu da ilahiyatta dogmatik tarzda ele alınır. Toplumsal gelişmeyle bağı yokmuşçasına soyut bir anlatıma bürünür. Halbuki bir yandan şamanşeyh geleneği, diğer yandan yükselen krallık otoritesine bağlı baş yürütmesi olarak vezirlik kurumu bu oluşumda etkilidir. Devletle hiyerarşi gelişmesi arasında yaşanan sorunlarda peygamberlik bir çözüm olarak neşet eder. Bu, siyasetle ilgili bir gelişmedir. Hem kitlesel, hem eylemsel bir temeli vardır. Bilgelikle siyasal önderlik arası gelişmelerde de rol sahibidir. Önemli olan, kutsiyeti olsa bile, toplumsal gerçeklikteki yerini araştırmaktır. .

Böyle yapılsa, gerçekten bazılarının tarihi kişilikleri daha iyi anlaşılabilir. Tarihin kendisi de aydınlanır. Dogmatik anlatım her iki yönü de karanlıkta bırakır. Benzer birçok teolojik kavram kutsiyet anlamında aynı karanlık hizmeti görür. Cehennem ve cennet kavramları bu anlamda daha da çarpıcıdır. Kökenleri Sümer mitolojisine kadar gider. Bunların sınıflı toplumun yükselişiyle bağı açıktır. Çalışan sınıfların düzeni çoğu durumda cehennemikelime olarak bugünkü Lübnan’da Hinom’un yeri; kötü, pis, leş deresi gibi yerandırırken, artı-ürünü gasp edenlerin yaşam yeri ise giderek cennet misali olur. Bu örnekleri çoğaltmak yerine, sosyal bilim analizlerinde aydınlatmak önemlidir.

Ortadoğu düşüncesinde hala mitolojiyle din arasındaki ayrım bile tartışılmamıştır. Kaldı ki, mitolojinin kendisi de yorumlanmamaktadır. Söylencedir denilip bir tarafa bırakılıyor. Halbuki bu düşünce tarzı binlerce yıl halen yaşadığımız toplumların hafızasını işgal etti. Binlerce yıllık temel düşünce formu oldu. Toplumların maddi yaşamının sembolik ifadesinin şiirsel anlatımı olarak, kendisinden sonraki tüm din ve edebiyat biçimlerini etkiledi. Kavramlarını mitolojiden almayan hiçbir din ve edebiyat yoktur. Mitolojiyi efsaneler uydurması olarak bir tarafa bırakmak, kendini en zengin bir kültür kaynağından mahrum bırakmaktır. İnsanlığın çocukluk çağının düşüncesi olarak mitolojiye anlamlı bir değer biçmeden, sağlıklı bir din ve edebiyat-sanat çözümlemesi yapılamaz. Mitolojiyi yadsımaya değil canlandırmaya ihtiyacımız vardır.

Mitolojinin hangi dönemlerde ve formlar altında dine kaynaklık ettiği de başlı başına bir tartışma konusu olur. Söylendiği gibi mitoloji kesin inanç kuralı haline geldiğinde dinleşir. Bu anlamda dinleşmek mitolojiyi kesin gerçek olarak kabul etmekle ilintilidir. Dinleşme iki yönlü değer taşır. Mantıkta ‘kesin düşünce’ kavramına yol açar. Böylelikle yasallık fikri gelişir. Tanrısal yasa giderek doğa yasasıyla bütünleşir. Diğer yandan doğada ve toplumda diyalektik hareketlilik düşüncesi daha doğmadan engellenmiş olur. Bu yönüyle idealist düşünmenin yolu açılır. Düşünce, alabildiğine olgulardan koparak kendi başına kontrolsüz bir gelişmeye uğrar. Kendi içinde bitmez tükenmez bir serüvene giren idealist düşünce, toplumsal zihniyeti bir kat daha gerçekler âleminden uzaklaştırır. Dinsel düşüncenin gelişmesi giderek hukuk, siyaset, ekonomi, ahlak, sanat gibi birçok temel alanda katı dogmalar haline gelir. Yasa niteliği kazanır. Aslında yükselen devletli sınıfa muazzam bir yönetim kolaylığı sağlamaktadır. Dinin her kuralına kanun değerini vermekle hem yasallık, hem meşruiyet birlikte hal edilmiş oluyor. İlk ve ortaçağlarda dinin bu kadar yüceltilmesinin temelinde sağladığı bu yönetim kolaylıkları gelmektedir.

Özenle işlenmiş bir yönetim ideolojisidir din. Egemen sınıf her zaman dinin soyut niteliğinin farkındadır. Aşağıdaki toplum tabakaları ise ona gerçekmiş gibi inandırılmışlardı. Dine bu kadar yatırım yapılması, mabetlerle temsili, ritüeller, hepsi devletin yönetim erkiyle yakından bağlantılıdır. Bu nedenle içyüzünün anlaşılmaması için tartışma yasağı getirilmiştir. Tartışılsa iki sonuç ortaya çıkacaktır: Krallığın yükselişi ve doğal yasallık. İkisi de çok önemlidir. Tanrı-kral ve tanrı gölgesisultanın nasıl yüceltildiği anlaşılacak; dolayısıyla toplum korkutucu, cezalandırıcı bir tanrı anlayışından kurtulacaktır. Yine doğaya ilişkin bölümü ise bilimselliğin kapısını aralayacaktır. Kuantum ve kozmos fiziğine kadar bilimsel olgular dünyasına hükmeden ilkeler anlaşılacaktır. Avrupa’nın üstünlüğü, ortaçağdan çıkarken bu teolojikilahiyatçözümlemeyi çok yoğun yapmış olmasıdır. Şüphesiz düşünsel gelişme yalnız başına teoloji, theodice tartışmasına bağlanamaz. Ama bu olmadan da çağdaş düşünceye kapı aralanamaz. 12., 13. ve 14. Yüz yıllardaki Dominiken, Francisken mezhep tartışmaları olmadan Rönesans herhalde kolay gelişmezdi.

Ortadoğu ilmiye sınıfı kendini tam da bu 12., 13. Ve 14. Yüz yıllarda tartışmaya kapattı. Tartışmayı dinden çıkmayla suçlayarak katı dogmatizmi topluma dayattı. Zaten iktidar geleneğinin de çok beslediği bu eğilim, sonuçta Ortadoğu uygarlığının tarihte ilk defa öncülüğü Batıya kaptırmasına yol açtı. 15. yüzyıl büyük ayrışma yüzyılıdır. Doğuyla Batı arasında gittikçe derinleşecek bu ayrımın temelinde teolojik yaklaşım farkı yatar. Aslında 9., 10., 11. ve 12. Yüz yıllarda felsefi düşünce büyük gelişme sağlamıştır. Batı sadece tercüme yaparak aktarım yapmaktadır. Düşünce üstünlüğü kesin Ortadoğu’dadır. Mutezile mezhebi rasyonaliteyi esas alarak dogmatizme savaş açmıştır. İbni Rüşt 12. Yüz yılın en büyük filozofudur. Hallacı Mansur ve Sühreverdi gibi tasavvuf felsefesinin önde gelenleri düşüncelerini hayatları pahasına savunmuşlardır. Artan baskılar 12. Yüz yılın sonlarında Ortadoğu’nun günümüze kadar süren rengini belli edecektir.

 

DİN VE AHLAK İLİŞKİSİ

Ahlakla dinin ilişkisi çözümlenmesi gereken önemli bir sorundur. Nasıl ki ahlakla doğrudan demokrasi arasında bir özdeşlik kurmak mümkünse (uygarlık dışı ve karşıtı toplumlar için), benzer bir özdeşlik din ve ahlak arasında da kurulabilir. Ahlaka başvurulmadan ne toplumsallaşılabilinir ne de toplum yönetilebilir. Yöntemde ahlak toplum için vazgeçilmez bir oluşum ve yönetim gerçeği, algısıdır. Ahlakın pozitif ve negatif içeriğini tartışmaksızın bu yönlü bir gelişmeyi toplumsal algılamanın vazgeçilmezi olarak sayılmak durumundadır. Şüphesiz ahlak metafizik bir algıdır ama bu husus onun varlığını geçersiz ve önemsiz kılmaz. Metafizik ahlakın mitolojik dönemdeki ilkel ahlaka göre bir üstünlüğünden bahsetmek abartı sayılmaz. İnsan toplumunu ahlaksız düşünmek belki de yiyecek ot bırakmadıkları için nesli tükenen dinozorlar gibi insanın kendi türünün sonunu, ya da dünyanın yaşanabilir çevresinin sonunu getirmesi demektir. İkisi de aynı kapıya çıkıp, sonuçta insanın sürdürülemez bir tür haline gelmesidir. Nitekim ahlakın büyük yıkılışıdır ki, günümüzde çevre sorunları felaketin eşiğine kadar getirilmiştir.

Dinin henüz uygarlık damgasını yemediği koşullarda ahlak, din ve doğrudan demokrasi iç içe yaşanır. Ahlak dine göre daha öncelikli oluşan bir kurumdur. Din öyle anlaşılıyor ki, ahlakın daha çok tabu, kutsallık, büyüleyicilik, anlam vermekte güçlük çekicilik, doğa güçlerini kontrol edemezlik duygu ve düşüncesi boyutlarıyla ilgilidir. Toplumun kendi doğası dışında doğayı da tanıyıp kabullenmeyi idrak etmesi, hem korku hem merhamet duygusu uyandırıyor. Yaşamlarının çok bağlı olduğunu fark ettiği bu doğa ve güçlerinin olumsuzluklarından sakınma, olumluluklarından da yararlanma düşüncesi ilkel, orijinal din kurumu ve geleneğinin kaynağı gibi görünmektedir.

Dinin uygarlık öncesi bir kurum olduğu tartışmasızdır. Ahlakın daha çok yasaklayıcı, sakınılması gereken hususlarını, merhamet ve bağışlayıcı unsurlarını kapsamına alıyor. Süreç içinde çok daha katı bir gelenek haline geliyor. Bu anlamda ahlakın en katı, kutsal emir ve kural düzenleyiciliği dini oluşturuyor. Ahlakın içinden doğmasına ve ilk başlangıçta bir parçasını teşkil etmesine rağmen, zaman ve mekân koşullarının değişimiyle güçlenerek, kurum ve kurallarını çok daha katı ve uyulması şart olan kanunlar haline getirerek (Hz. Musa’nın tipik On Emir düzeni) bağımsızlığını ve başatlığını ilan ediyor. Hukukun da benzer bir çıkış olmasıyla kıyaslanabilir. Önce ahlaki kuralların bir bölümü olan hukuk kuralları, devletleşmeyle birlikte zorla yerine getirilen kanunlara dönüşerek, bildiğimiz hukuku oluşturdu. Uygarlık sürecinin gelişmesiyle birlikte din bir farklılaşma daha yaşadı; sömürü ve iktidar güçlerinin çıkarlarına dönüştürülen boyutlarıyla toplumu ağır cezalandırabilen bir tanrısallık gücü haline getirildi. Hukukun devlet eliyle yürüttüğü tekel çıkarlarını, yeni uygarlık damgalı din tanrı eliyle yürütmeye çalıştı.

Her iki dönüşüm de önemlidir. Tarihin en önemli iki kırılma anını temsil ederler. Yükselen iktidar ve krallık otoritesinin kendini tanrısal kavramlarla niteleyerek güçlendirmesi, ideolojik hegemonyanın temel kuralıdır. Tanrı kavramını kazıdıkça, her defasında altından baskı ve sömürü tekellerinin, devlet ve iktidar aygıtlarının zorbalığı, talanı, kölece çalıştırma gücü ortaya çıkar. Fakat dinin demokratik, toplumsal boyutta olan kısmının ahlakla özdeş olan unsurlarının giderek doğa ve toplum birimlerine dönüştüğünü tespit etmek çok önemli bir husustur. Böylelikle uygarlık tarihi boyunca dinin iki karakterli kimlik, gelenek ve kültür olarak gelişmesini anlamlandırmak mümkündür. Uygarlık güçlerinin kimliği olarak din ve tanrı, ne kadar korku, ceza, cehenneme atma, aç bırakma, yok etme, merhametsizlik, savaş, tahakküm, hükümran, sahip, tapınma kavramlarıyla (Unutmamak gerekir ki, bu kavramlar en çok uygarlık güçlerini, kişiliklerini niteler) yüklüyse, ahlaki ve politik güçlerin din ve tanrı kimliği de cesaret, af, bağışlayıcılık, umut, rızıksız bırakmama, var etme, merhamet, sevgi, barış, özünde erime, kavuşma kavramlarıyla yüklüdür.

O halde uygarlık tarihi boyunca dini bu iki kimliği içinde tanımlamak son derece öğreticidir. İbrahimî dinler tipik olarak bu iki eğilimi de bağrında taşıyan özelliktedirler. Dinsel üst düzey temsilcileri (rahip, haham, şeyhülislam, ayetullah vb.) ne kadar uygarlık eğilimini yansıtıyorlarsa, alt düzey ümmet ehli de demokratik uygarlık eğilimini yansıtır. Yerine ve zamanına göre eğilimler denk ve başatlık kazanabilirler. Bu konumlarıyla modernitenin sosyal demokratlarını hatırlatırlar. Sosyal demokratlar modernite döneminde nasıl burjuvazi ile işçi sınıfının uzlaşımını temsil ediyorlarsa (tabii sermaye ve iktidar tekellerinin hegemonyasında), İbrahimî dinler de uygarlık tarihi boyunca uygarlığın sermaye ve iktidar güçleriyle demokratik uygarlık güçlerinin uzlaşımını (Yine iktidar güçlerinin hegemonyası ağır basar) temsil ederler.

Tarihte din-ahlak ilişkisinde müstesna bir öğreti ve kişilik olarak Zerdüştizm ve Zerdüşt’ü görüyoruz. Araştırmalar Zerdüşt’ü ve bağlı olduğu öğretiyi büyük bir ahlaki devrim olarak tanımlamaktadır. Zagros dağlarının eteklerinde tarım ve hayvancılıkla (neolitik devrimden beri, M.Ö. 12000, hatta dördüncü buzul döneminin kalkış tarihi olan 20000’lerden beri şekillenen kültür) geçinen bir toplumsal kültürel ortamda, Sümer uygarlığının (M.Ö. 3000 sonrası) mitolojik ve dinsel hegemonyasına karşı kutsallıktan ziyade seküler, dünyevi ahlakı savunan bir eğilim olarak gelişen bu ahlaki devrime Zerdüşt’ün adına izafeten Zerdüştizm denilse de, çok daha eski köklere sahip olduğu bilinmektedir. Zerdüşt’ün ünlü sözü olan “Söyle, sen kimsin?” hitabıyla Sümer uygarlığının mitolojik ve dinsel tanrısallığını yargıladığı açıktır. Dolayısıyla uygarlık din ve tanrılarının bu ilk ahlaki eleştirisi çok büyük öneme sahiptir. Filozof

  1. Nietzsche’nin ünlü yapıtına ‘Zerdüşt Böyle Buyurdu’ adını koyması ve içeriğini Zerdüştvari ahlaki yargılarla doldurması boşuna değildir. Kendisi bu yönlü en güçlü uygarlık yorumlayıcısı olarak tanınmaktadır. Hatta bazen lakap olarak Zerdüşt’ün Çömezi, Dionysos’un Çömezi kelimelerini kendisi için kullanması düşündürücüdür.

Zerdüştilikte demokratik uygarlık unsurları ağır basar. Ailede kadın-erkek eşitliğine yakındır. Hayvanlara acı çektirilmez; eti çoğunlukla yenmez, ürünlerinden yararlanma esastır. Ziraat büyük değer taşır. Kutsallıktan arınmış iyilik-kötülük kavramları öne çıkar. Diyalektiğin ilk tohumlarını çağrıştıran ikilemli düşünce tarzı (aydınlık-karanlık güçleri) çok belirgindir. Evren diyalektik olarak kavranmaya çalışılmaktadır. Toplumun güçlü ahlaki ilkelerle yönetilmesi esas alınmaktadır. Tüm bu yönleriyle Sümerlere ve kökenlerini oradan alan uygarlıklara karşı güçlü bir ahlaki devrimi yansıttığı çok açıktır. Bilindiği gibi, saptırılmış da olsa, bu devrimin en büyük ürünü Med Konfederasyonu ve onu devralan (Ne yazık ki çok çarpıtılacaktır) Pers İmparatorluğu’dur. Mani (M.S. 250’ler) bu ahlaki öğretide ikinci bir devrim yapmak istese de, oldukça yozlaşmış Sasani imparatorları bunu engelleyecektir. Mani’nin kendisi ağır cezalandırılacaktır. İki dinsel ve ahlaki kimliğin çatışması söz konusudur.

Ahlak, insanın seçim kabiliyetiyle ilgili olduğundan ötürü, özgürlükle yakından bağlantılıdır. Ahlak özgürlüğü gerektirir. Bir toplum esas olarak ahlakıyla özgürlüğünü belli eder. Dolayısıyla özgürlüğü olmayanın ahlakı da olmaz. Bir toplumu çökertmenin en etkili yolu ahlakıyla bağlantısını koparmaktır.

Dinin etkisinin zayıflaması ahlak kadar çöküntüye yol açmaz. Onun boşluğunu bir nevi din haline gelmiş çeşitli ideolojiler ve politik felsefeler, ekonomik yaşantılar doldurabilir. Ahlakın bıraktığı boşluğu ise ancak mahkumiyet ve özgürlük yoksunluğu doldurabilir. Ahlakın teorisi olarak etik veya ahlakiyat, temel felsefi problem olarak varlığını giderek daha da yakıcı hale gelmiş ahlakı incelemek, yeniden esas rolüne kavuşturmakla görevlidir. İşlevini doğru ortaya koymak kadar, temel yaşam ilkesi haline gelene kadar önemini yitirmeyen bir sorun olarak toplumdaki yerini koruyacaktır.

 Siyasi iktidarla bağlantılı olarak hukuk ve ahlaka ilişkin bu kısa tanımlamalar kapitalist ekonominin doğuşu söz konusu olduğunda büyük önem taşırlar. Din ve ahlak, hatta feodal hukuk aşındırılıp yer yer kırılmadıkça kapitalist ekonominin toplumda tutunması zordur. Burada eski üst sınıf din ve ahlakını savunduğumuz anlaşılmasın. İleri sürdüğümüz büyük dinlerin ve büyük ahlaki öğreti ve törelerin kapitalizm gibi bir sistemi, rejimi ilkeleriyle bağdaşır bulmalarının çok zor olmasıdır. Siyasi güç bile bu konularda sınırlı bir etkiye sahiptir. Din ve ahlakın yıkımı siyasi erkin de sonunu getirir.

  1. yüzyılda reformasyon, hukuk ve ahlak felsefesine ilişkin bu tartışmalar açık ki kapitalizmin doğuşuyla ilgilidir. Siyasi çatışmaların, gücün konumu tanımını özce yaptığımız için tekrarlamadan kaçınacağım.

Protestan reformasyonu ve beraberinde yol açtığı büyük tartışma ve savaşların sonuçları Yeniçağ Avrupası’nın kaderini belirleyen temel etmenlerin başında gelmektedir.

Protestan ahlakının rolünü Max Weber değerlendirirken, bence en önemli noktayı ihmal etmiştir. Kapitalizmin doğuşunu kolaylaştırmıştır. Ama genel dini ve ahlaki, özelde de Katolikliğe büyük darbe vurmuştur. Kapitalizmin bütün günahlarından Protestanlık da az sorumlu değildir. Dini ve Katolikliği savunma anlamında belirtmiyorum. Toplumu daha savunmasız bıraktığını iddia ediyorum. Protestanlık nerede gelişmişse oralarda kapitalizm sıçrama yapmıştır. Bir nevi kapitalizmin Truva atı rolünü oynamıştır

Protestan reformasyonun yol açtığı olumsuzluklara ve yarattığı yeni Leviathana karşı çağın bazı düşünürleri ilk ciddi uyarıları yaparlar. Nietzsche’nin kapitalist modernizme karşıtlığının ilk öncülleri konumunda değerlendirmek daha gerçekçi olacaktır. Anti-kapitalist özgür toplum ve özgür birey arayışçıları olarak önemlerini günümüze de sürdürmektedirler.

Ortadoğu’dan Hindistan ve Avrupa’ya kadar Zerdüşt-Mani ahlak geleneğinin halen süregelen izleri (Mecusî, Êzidi) mevcuttur. Zendik kelimesi Zerdüştî kökenli olup, bugün bilim anlamında kullanılan ‘Science’ kelimesinin de kökenidir. Gerek Babil’e sürgün (M.Ö. 600–

546) döneminde Yahudi peygamberlerin, gerek Med-Pers İmparatorluk döneminde Grek-İon filozoflarının ve her iki kolla birlikte direkt Avrupalı oryantalistlerin Zerdüştik gelenekten oldukça beslendiklerini belirtmek gerekir. Zerdüşt’le aynı dönemde yaşayan (M.Ö. 6. ve 5. yüzyıllar) Konfüçyüs, Sokrates ve Buda’nın da öğretilerini temelde ahlaki topluma dayandırdıklarını, uygarlığın ahlakı tehdit etmesine karşı çok güçlü bir ahlaki savunuyu temsil ettiklerini aynı önemde belirtmek gerekir. Ortaçağ’da İslam ve Hıristiyanlık öğretilerinde ahlaki öğe oldukça önemli yer tutar.

Avrupa uygarlığı yani modernitesi döneminde ise, ahlak büyük bir erozyon yaşar.

Bu kısa tarihi hatırlatmalar bile gösteriyor ki, ahlaki toplum büyük bir direngenlik sergilemiştir. Ahlak, ahlak olarak kaldıkça uygarlık güçlerine teslim olmamıştır. Dayatılan uygarlık dini ve hukukuna karşı Demos’un ahlakî ısrarı hiçbir zaman eksik olmamıştır. Günümüzde ahlaka ilişkin temel sorun ve görevler nasıl konumlanacağına ilişkindir. Sosyal bilimin bir dalı olarak etik (ahlak teorisi) şüphesiz önemle geliştirilmesi gereken entelektüel alana ilişkin bir görevdir. Önemli olan, etiğin toplumla nasıl bütünleşeceğidir; aşındırılan ahlaki toplumun nasıl yeniden ve daha güçlü temellerde ahlakla donanacağıdır. Ahlakı yeniden inşa görevi sadece asrın, modernitenin değil, toplumun sürdürülüp sürdürülemeyeceği sorunudur. Küresel krizin zoraki, hukukun zor gücüyle aşılamayacağı açığa çıkmış durumdadır. Dinselliğe yeniden dönüş de umutsuz bir vakıadır. Toplumsal doğanın güçlü ahlaki dokusu tekrar işlevselleştirilmedikçe, hiçbir yolla modernitenin küresel krizden çıkamayacağını iyi kavramak gerekir. Yaşanan kriz beş bin yıllık uygarlık sisteminin bütün toplum karşıtı güçlerinin ahlaki toplum aleyhine yarattıkları krizdir. Dolayısıyla çıkışı da ahlaki toplumda (ahlakın doğrudan demokrasi özdeşliği nedeniyle politik toplumda) aramak diyalektik gereğidir. İlke olarak bu tespitte birleşilmedikçe hiçbir ahlaki görev doğru olarak belirlenemez. O halde modernitenin küresel krizine karşı demokratik modernitenin en büyük çıkış silahı olarak ahlakın yeniden inşa çalışmalarında, ahlaki görevleri bir kere daha ilkeler halinde belirlemeye çalışırsak;

Günümüzde dine ilişkin bir değerlendirme yanlış olduğu halde yoğunca işlenmektedir. O da dinin kişisel bir mesele olduğudur. Din kişisel değil, toplumsal olgunun ilk kavramsal, ahlaksal ve yönetim biçimidir. Hiyerarşizm, kutsalın yönetimi anlamında bu gerçeği ifade etmektedir.

 

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.