Düşünce ve Kuram Dergisi

İslamiyet’in Devlet ve Demokratik Uygarlıktaki Rolü

Cengiz Doğan

Tarihsel, toplumsal gelişme boyunca insanın özgürlük, anlam ve hakikat arayışı her zaman kesintisiz bir şekilde sürmüştür. Bu arayışta temel amaç daha iyi, daha anlamlı, daha yaşanır ve daha özgürlükçü bir yaşam inşa edip, toplumsal sorunları çözme ve toplumsal özü sürdürmeye dönüktür.

Doğa olayları dışında kalan bütün toplumsal sorunlar tarih boyunca çözümlenmeye ihtiyaç duymuş ve toplumu çözüm üretmeye, toplum önderlerini de çözüm aramaya zorlamıştır. Bu açıdan bakıldığında bile görülecektir ki uygarlık ile baş gösteren toplumsal sorunlar öz olarak değişmemiş, artık değer üzerindeki sömürü ve bununla bağlantılı olarak iktidarı ele geçirme biçiminde yaşanmış; fakat çözümler, çözüm arayışları ve yöntemleri de çok yönlü ve değişik olmuştur. Dini çıkışlarda bu toplumsal sorunlara güçlü birer cevap olarak yaşam bulmuş, peygamberler de bu güçlü cevabın sahipleri, hakikat arayışçıları ve önderleri olarak tarihteki yerlerini almışlardır.

İlk peygamber olan Hz. Adem ne kadar soyut ve uygarlığın anlaşılması için araştırılmayı, çözümlenmeyi bekliyorsa, son peygamber olarak Hz. Muhammed de Demokratik Uygarlıkla birlikte Devletçi Uygarlıkta bıraktığı büyük iz ve etki bakımından çözümlenmeyi, günümüzdeki dogmaları aşan gerçek bir yorumu beklemektedir. Elbette arada kalanlar da (sayıları 124 bin olarak bilinmektedir) önemlidir ve etkileri tarihe, insanlığa katkıları da tartışılmazdır. Ancak ilk ve sonuncular her zaman bir adım önde olmuşlardır. Bunun sebebi de; ilklerin ardıllarına yön vermesi ve yolu belirlemesi, sonuncularında bütün öncüllerini içinde barındırması, önceki tecrübeleri, deneyimleri sahiplenmesidir.

İbrahimi geleneğin son semavi dini evrensel çapta, ama gecikerek gerçekleşen İslam dinidir. Hz. Muhammed öncülüğünde gerçekleşen bu gelenek Ortadoğu’da yaşanan gerçeklikle de bütünleşerek günümüzde de halen önemini ve canlılığını korumaktadır.

“Ben Hz. Muhammed üzerinde yoğunlaştığımda, kendisini hep ilk büyük tanrısal kavramları inşa eden Sümer rahiplerinin son nesil en büyük temsilcisi olarak yorumlamaya çalıştım” derken, Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan; Hz. Muhammed ve İslamiyet’e verdiği önemi ve çözümleme ihtiyacını göstermektedir.

Hz. Muhammed’in çıkış koşullarını İslami söylemin resmi tarihi diyebileceğimiz tarihten az çok biliyoruz. İslamiyet’in resmi tarihi kendi özüne ihanet ederek karşı çıktığı devletçi uygarlık dilini kullanarak iyi yaptığını sanmakta fakat tam da bu dili kullandığı için inandırıcılığını yitirmekte ve böylece ona şüpheyle yaklaşılmaktadır. Cahiliye dönemi denilen ve “karanlık” olarak nitelendirilen dönem bazı yönleriyle mahkûm edilebilir, ancak tümünü inkâr etmek gerçekte İslamiyet’i de inkâr etmek olur. Çünkü, “Muhammed’in kendisi zaman aşımına uğramış İbrahimi gelenekleri güncelleştirerek hakikatleştirmiştir.”

İslamiyet, doğuşundan günümüze–her ne kadar değişmeyen tek ve son dinse deönemli oranda bir değişimden geçmiştir. Elde edilen veriler ve yapılan araştırmalar bizlere İslamiyet’in ilk çıkış dönemlerinin günümüzde uygulanan İslami yaşam ölçülerinden ve uygulamalarından öz olarak çok farklı olduğunu, özellikle toplumsal yönünün öne çıktığını göstermektedir. Tüm peygambersel çıkışlarda görüldüğü gibi Hz. Muhammed’in çıkışında da parçalanmış, yozlaşmış toplumu kurtarmak için ahlaka dayanarak toplumu yeniden inşa etme yaklaşımı hâkimdir.

Son peygamber Hz. Muhammed’in insanlığa tebliğ ettiği İslam dinini ve bu dinin toplum üzerindeki etkilerini anlamak için Hz. Muhammed’in içinde doğup büyüdüğü çevrenin etnik, coğrafi, sosyal, kültürel, iktisadi ve inanç özelliklerinin ana hatlarıyla bilinmesi gerekmekte.

İslam’dan önceki Arap kabileleri arasında her ne kadar farklı inançlara (Yahudilik, Hıristiyanlık, Mecusilik ve Haniflik gibi) rastlanılsa da putperestliğin sonradan Araplara geçiş yaptığı, başlangıçta Arapların yaratıcının (ilah) varlığını inkâr etmedikleri, ancak zaman içinde gücünden korktukları Tanrı’ya, yalnızca araçlarla ulaşabileceklerini düşünerek putlar edindikleri ve bunları daha sonra tanrılaştırdıkları ileri sürülmektedir. Kabe’de bulunan Lat, Menat, Uzza putları en önemli put tanrılarıydı. Bunlar kabilenin tanrılarıydı. O dönem Kabe’ de 360 civarında putun varlığından söz ediliyor. Totem inancında olduğu gibi burada da ne kadar Arap kabilesi varsa o kadar da put vardır sonucu ortaya çıkmaktadır.

İslamiyet’in çıkışında dönemin en önemli ticaret merkezlerinden biri olan Mekke’nin rolü stratejiktir. Mekke, kıyıya paralel uzanan dağ zinciri üzerindeki bir boğazda kuruludur. Mekke; Kızıldeniz-Haliç, Yemen, Habeşistan ve Kızıldeniz’i Basra Körfezine bağlayan yolların kavşağında bulunması sayesinde çok eski zamandan beri önemli bir ticaret merkezidir. Kürt halk önderinin deyimiyle “kendine göre geniş bir hinterlanda sahiptir Kuzey-Güney, Batı-Doğu ticaret yollarının kesiştiği yerdedir.”.

İslamiyet’in çıkışında bir diğer önemli etken, zihniyet boyutunda bir Cahiliye çağının Arabistan yarımadasında yaşanmakta olmasıdır. Adeta bir Mekke paganizmi yaşanmaktadır. Her ne kadar bilinç düzeyinde aracı olarak görülseler de, günlük yaşam içinde putlar hayatın bütün alanlarını kuşatmıştır. Cahiliye Araplarının putlar için kullandığı en yaygın ifadeler “sanem” ve “vesen”dir. Putperestliğin doğal sonucu olarak Cahiliye dönemi Arabistan’ında bir put veya tapınak edinmek oldukça önemliydi. Hemen her evde tapınılacak bir putun yer aldığı Cahiliye Arabistan’ında, ayrıca Kabe veya tapınak önlerine de taş dikilirdi. İbadetlerin toplu olarak yapıldığı yerler, çok sayıda putun yer aldığı tapınaklar olup, ibadetler tavaf eder gibi taşın çevresini dolaşmak suretiyle gerçekleştirilirdi. Cahiliye dönemi Arap inanışında ibadetlerin başlıca gayesi, dünyevi bir takım hedeflere ulaşmak olup, ibadet biçimi put evlerinde yapılan dua, secde ve tavafın yanı sıra kurban kesmek ve sadaka vermek şeklinde gerçekleştirilirdi. Bunun da ana merkezi şüphesiz Kabe ve çevresidir. Nitekim hac ibadetinin, Cahiliye döneminin en yaygın ve düzenli ibadet şekli olduğu belirtilmektedir. Savaşın yasaklandığı ve kabileler arası çatışmaların da sonlandırıldığı hac mevsiminde her kabile Kabe’ yi tavaf eder; tavaf sırasında kendi putları önüne geldiğinde de saygıyla eğilip günahlarında arınma ritüellerini gerçekleştirirlerdi.

Ayrıca Cahiliye çağında kız çocuklarının diri diri toprağa gömülmesi, kadının sosyal itibarı olmayan, miras hakkından mahrum bırakılan, değersiz ve ailenin yüz kızartıcı bir üyesi olarak öldürülmesi durumu yaşanmaktadır. Bu belirtilerle birlikte kurumlaşmış bir köleciliğin yaşandığı da bir gerçektir. Yine ekonomik olarak büyük bir dengesizlik yaşanmaktadır.

Haksız kazancın, el koymanın, tefecilik ve faizciliğin yoğun yaşandığı bir dönem gerçekliği de bilinmektedir. Her türlü yozlaşmanın ayyuka çıktığı bir toplumsal gerçeklik söz konusudur. Yine kabile içi ve kabileler arası çatışmaların da şiddetlendiği bir dönemdir. Doğu’da Sasani, Batı’da Habeşistan, Kuzey’de de Bizans İmparatorluklarıyla çevrelenmiş, parçalı ve merkezin çevresi kılınmış bir Arabistan gerçekliği söz konusudur. Dolayısıyla Hz. Muhammed yaşadığı çağın özelliklerini çok iyi bilincindedir. Hem yaşadığı coğrafyaya dıştan gelen imparatorlukçu güçlerin saldırılarını ve bu güçlerin özelliklerini iyi görmekte, tahlil etmekte, hem de kendi coğrafyasındaki Arap kabileleri arasında yaşanan sorunların derin bilincindedir.

Yine sonradan eşi olacak Hz. Hatice’nin kervanlarına öncelik etmesi ve ticaretle uğraşması ve Hz. Hatice’yle evlenmesi önemli imkanlar sunmaktadır. Yine bu ticaret dönemlerinde Nasturi rahipleriyle geliştirdiği diyaloglar (özellikle ŞamMekke seferlerinde rahip Bahira ile diyalogları) ideolojik anlamda büyük bir bilinç oluşturur kendisinde.

Hz. Muhammed’in çıkışı çöl ortasında bir serap, bir vaha, bir nehir akıntısının bulunması, keşfedilmesi anlamında toplumsal çığlıklara bir nevi ses, umut ve yaşam kaynağı manasını taşır.

Hz. Muhammed’in ve İslamiyetin can bulmasında, çıkışında Mekke şehrinin önemini kimi noktalarda dile getirmiştik. Doğal olarak böylesine stratejik bir yerde Yahudi nüfusunun çokluğu, güçlü ve büyük tanrılara sahip kabilelerin (ki Tanrı kabilesi, her kabile tanrısı kadar büyük ve güçlüdür.) sermaye akışını dolayısıyla siyasi iktidarı elinde tutması, ezici çoğunluğun yoksulluk içinde yaşaması, ticaretle birlikte mallar kadar fikirlerinde “alışveriş”inin yapılması, toplumu hareketlendirmekte ve yeni arayışlara sürüklemektedir. Yeni bir çıkışın maddi (somut) koşulu yoksulluk, yaşam sorunu, kölelik ve sınıfsal baskılar olurken; manevi veya ideolojik koşulu da Hıristiyanlığın ve Yahudiliğin yayılmacı ve kuşatıcı yaklaşımına paganizmin, küçük ve dağınık, birlik olmayan tanrıların cevap olamayışıdır. Güçlü bir çıkışa uygun olan bu maddi ve manevi koşullar Hz. Muhammed gibi bir kişilikte buluştuğunda ortaya İbrahimi geleneğin son dini olan İslamiyet çıkmaktadır. Toplum tıpkı Hz.

İsa’da olduğu gibi bir kurtarıcıyı beklemektedir.

Toplumsal krizlerin boy gösterdiği böylesi zamanlarda birçok önderliksel çıkış girişimlerinin olduğu ama içlerinden çok azının sivrilip öne çıktığını biliyoruz.

Tıpkı Kürdistan’da yaşanan toplumsal kriz döneminde boy gösteren irili ufaklı onlarca hareket içerisinde özgürlük hareketinin, Kürt halk önderinin doğru tarzı yakalayarak tarihe damga vurması gibi, Hz. Muhammed de doğru zeminde, doğru zamanda doğru taktik ve stratejilerle öne çıkmayı başarabilmiştir.

Hz. Muhammed hem bir ideolog, hem politikacı ve hem de güçlü bir eylem-pratik sahibi olarak ve önder olma vasfını hak etmiş olarak Arabistan yarımadasında kendi devrimci yürüyüşüne bu koşullarda başlamış ve kendi yaşamının sonuna kadar da yaratmak istediği yeni toplumun hem inşasına hem de bir sistem olarak yürütülmesinde son ana kadar birinci derecede sorumlu ve sorunluluk bilinciyle katılmıştır. Allah tarafından kendisine indirilen Kuran-ı Kerim özünde yaratmak istediği yeni toplumun ahlaki, sosyal, siyasal, ekonomik, hukuksal ilke ve kurallarının toplamı olan bir program olmaktadır. Yani bir nevi parti programı ya da manifestosu niteliğindedir. (Ezgi Demirsu)

Yine bu süreçte, Hz. Muhammed’in de mensubu olduğu Kureyş kabilesinde önemli bir üst tabaka, elit tüccar kesimler oluşmuştu. Ebu Cehil, Ebu Süfyan, Ebu Leheb gibi elit kesimler Mekke’den Şam’a kadar tüm ticaret tekelini, tüm kervan yollarını kontrollerinde tutarak önemli bir güç oluşturmuşlardı.

571 yılında Mekke’de doğan ve ticaretle uğraşan ve 40 yaşında kendisini peygamber ilan eden Hz. Muhammed İslamiyet ile bir çıkış yaparken Ebu Cehil, Ebu Süfyan ve Ebu Leheb gibi üst sınıfı temsil eden egemen güçlerin-kabilelerin saldırısına uğruyordu. Mekke’de üst sınıf Hz. Muhammed gibi tabakadan birinin yükselip aralarına girmesine karşı sessiz kalamazlardı. Üstelik bu yeni yetme olarak gördükleri kişi sadece aralarına girmekle yetinmiyor, aynı zamanda kendi Allah’ını, kendi dinini, kendi stratejisini ve toplumsal yaşamını da alternatif olarak sunuyor. Bu çıkışın başta öz amcası olmak üzere üst tabaka tarafından kabul edilmediği, artan baskı ve saldırılar karşısında güç toplamak ve düşüncelerini yaymak üzere 20 Eylül 622 yılında Medine’ye göç etmek zorunda bırakıldığı biliniyor. (İslam tarihinde bu göçe Hicret denilmekte ve bu Hicri takvimin de başlangıcı sayılmaktadır.) Medine’deki dönem ciddi bir yoğunlaşmanin, eğitme ve gücünü toparlama, ama aynı zamanda fikir-düşüncelerini de netleştirme dönemi olduğu ve grup aşamasını geçerek topluma yayıldığını biliyoruz. İlk cami Medine’de inşa edilir. Bilindiği gibi İslam tarihinde camiler toplumsal sorunların konuşulup, tartışıldığı ve ortak kararlarla çözümlerin üretildiği yerler olarak kullanılırdı. Bunun yanında kişiliğin güçlendirilmesi ve bağlılığın bildirimi noktasında ibadetlerinde yapıldığı yerlerdir. Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan bu konuda “Ortadoğu’da Uygarlık Krizi ve Demokratik Uygarlık Çözümü” adlı eserinde çok açık bir ifadeyle şöyle demektedir: “İlk Medine camisindeki duruşunu (Hz. Muhammed’in) yorumlayalım: Tamamen toplumsal sorun tartışılmaktadır. Bu çok net bir husustur. Cemaatten herkes kalkarak, hatta yerlerinden kalkmadan tüm temel toplumsal konularda görüş beyan ediyor, hesap soruyor. Toplantıların bileşimi ve işleyişi kesinlikle demokratiktir. Kadınlar ve kölelerden, her kavim ve etnik gruptan katılım olabilir. Söz hakkı alabilirler. Örneğin Bilal-i Habeşi bir Afrikalı siyah köledir. Selman-i Farisi Fars kökenli bir sahabedir.

Kadınlar erkeklerle ortak namazlar bile kılmaktadır.

Başlangıçta, çıkışta cinsiyet ve kavim şovenizminin olmadığı açıktır. Yine sınıf ve kabile ayrımcılığı söz konusu değildir. İslam’ın çıkıştaki demokratik katılımcılığı tartışma götürmez bir gerçekliktir. Ayrıca ilk cami toplantılarında olası yöneticiler, komutanlar belirleniyor. Adaletsizliklerin giderilmesi için çok sayıda karar alınıyor.”

Hz. Muhammed’in ilk başlarda Medine şehri merkezli yaratmak istediği toplumsal sistem tamamen ahlaki-politik özellikleri bağrında taşımaktadır. Özellikle “Medine Sözleşmesi”, ‘Medine Vesikası’ olarak üzerinde mutabakata varılan uzlaşı metni, her ne kadar devletçi İslam tarafından görmezden gelinse de, demokratik bir toplumu inşa sürecinin ilk göstergelerinden biri durumundadır. Çünkü Medine Sözleşmesinin (bütün ayrıntılarına vakıf olmasak da) değişik toplum kesimlerinin bir arada yaşamasına, hoşgörü ve uzlaşı temelinde her kesimin (Yahudiler, Hıristiyanlar, Paganlar, Müslümanlar vb.) kendi farklılıklarına göre yaşamasına, bir kesim saldırıya uğrarsa kalan diğer kesimlerin saldırıya uğramış sayılacağına ve destekleneceğine dair güvencenin olduğu, kadının statüsüne yönelik iyileştirici maddelerin yer aldığı, kölelik tümden kaldırılmamakla birlikte daha insancıl bir yaklaşımın gösterilmesi gerektiği, yoksulların, yetimlerin mutlaka toplum tarafından korunması gerektiğini vurgulayan bir sözleşme olduğu bilinmektedir. Savaş hukukunun belirlendiği, ekonomik tekellerin oluşmasını engelleyen bir içerikte olduğu, kısacası günümüzde sosyal demokrat partilerin programlarına benziyor. Tabi sonraki gelişmeler bu sözleşmeyi geçersiz kılmıştır.

Daha ilk başta Hz. Muhammed üst tabakaya alınsaydı böylesi bir çıkış olur muydu sorusunun cevabı farazi olacağından verilemez ama ilk çıkışların daha başlamadan bitirildiği ve özellikle de zorla, şiddetle bastırıldığına tarihte sıkça rastlamaktayız. Kimi sosyolojik görüşler sistem krizlerinin aşılmasının yolunu şöyle formüle etmektedir: Başkaldıran alt tabakanın yaşam kalitesi yükseltilsin, orta tabakaya alınsın. Orta tabakaysa başkaldıran, üst tabakaya alınmasın. Böylece sistem hem taze kana sahip olur hem de rahatsızlıklar giderilerek başkaldıranlar hedefi değiştirilir.

Bilindiği gibi Hz. Muhammed hayatta olduğu sürece İslamiyet’in kimi yetersizlikleri olsa da, hızla yayıldığı ve büyüdüğü halde özünü koruyor. Şabiye (halkçı) ve saltanat kollarının olması ve bu kolların çatışmasını da İslamiyet’in bu kısa sürede büyümesine bağlayabiliriz. Bu yüzden bu ideoloji sadece yoksulları barındırmaz, çıkarları gereği o ideolojiyi benimsemek zorunda kalanları da barındırır. Nitekim Mekke aristokrasisinin (Muaviye, Ebu Süfyan vb.) İslamiyet geçmesi inandıklarından değil, çıkarları gereğidir. Bu iç çatışma-mücadele Hz. Muhammed ölür ölmez su yüzeyine çıkar. Cenazesinin üç gün boyunca kaldırılmadığı gerçeği bu iç mücadelenin hemen o anda başlamadığının ve belli bir geçmişe sahip olduğunun göstergesidir. Hz. Muhammed’in ölümü bu çelişkilerin su yüzüne çıkmasını sağlamış ve iktidar kavgasının kılıçla sürdürülmesini engel olmaktan çıkartmıştır. Dört halifeden üçünün öldürülerek yaşamlarına son verilmesi bile bu iktidar kavgasının ne kadar şiddetli olduğunu gösteriyor. Bütün resmi tarihlerde olduğu gibi binlerce, belki de on binlerce iktidardan uzak, demokratik geleneği savunan ve İslamiyet’in barış dini, halkların kurtuluşu olduğuna inanan gerçek müminlerin ölümünü, çekilen acıları ve yaşanan fedakârlıkları görmezden geliniyor. İslamiyet’in çıkışı ve Hz. Muhammed’in ilk sahiplenilmesi ne kadar halkçı ise ölümünden sonra yaşananlar da o kadar devletçidir belirlemesini rahatça yapabiliriz.

Güçlü sermaye tekellerine karşı başkaldırı biçiminde doğan ve dışarıda Bizans ile Sasani İmparatorlukları, içteyse başta Yahudi sermayesi olmak üzere aristokrasinin ticaret ağlarına, yine yaşam tarzına ve kabile tanrılarına alternatif oluşturan, bütün toplumsal sorunlara cevaplar arayıp bulan bir hareketin çok kısa bir süre sonra karşıtına dönüşmesi ve hatta yıktığı sistemden daha kötü bir sisteme evrilmesi bütün dini, ideolojik çıkışların neredeyse kaderi olmuştur. Devletle bütünleşen tüm özünde devrimci hareketler halkları hayal kırıklığına uğratmıştır. Kürt halk önderinin “eğer Marks bugünü görseydi ben Marksist değilim diyecekti” mealindeki söylemi sadece Marks için değil bütün ideolojik hareketler için de rahatlıkla söylenebilir. Eğer Hz. Muhammed bugünü görseydi “ben Müslüman değilim” derdi. Bugünü de değil, ölümünden 20-30 yıl sonrasını da görmüş olsaydı İslamiyet’in kendi özüne nasıl büyük bir ihanet içerisinde olduğunu görürdü.

Hz. Muhammed’in 632’de vefat etmesinin ardından İslamiyet’e önderlik yapacak Halife Dönemi başlayacaktır. Halifelik makamı Hz. Muhammed’den sonra en etkili ve önemli makamdır. İslam âleminin en üst düzeyde temsilcisi, lideridir. İlk halife peygamberle aynı kabileden (Kureyş) olan, ilk Müslümanlardan olan ve Mekke’den Medine’ye yapılan hicrete katılan Hz Ebubekir oldu. Sadece 2 yıl (632-634) halifelik yapan Hz. Ebubekir döneminde Medine merkezli İslam devleti henüz kurumsallaşmamıştı. Bu dönem devlet otoritesinin kurulmaya, iç karışıklığın ve kabileler arası çatışmaların ve ayaklanmaların bastırılmaya, engellenmeye çalışıldığı dönemdir. Bu noktada Hz. Ebubekir en ağır bastırma yöntemlerini kullanmıştır. İki yıllık halifelikten sonra 634 yılında vefat etmiştir.

Hz. Ebubekir’in ölümünden sonra Hz. Ömer halife oldu. Hz. Ömer dönemi (634-644) İslam devletinin en parlak dönemidir. İslam’ın dışa yayılımı ve fetih savaşlarının başlandığı ve en güçlü şekilde yürütüldüğü dönemdir. İslamiyet’in hakimiyet sınırlarının geliştiği dönemdir. Bu dönemde Irak, İran, Suriye, Mısır, Kudüs, Filistin, Azerbaycan, Horasan ve Kürdistan’ın fethi gerçekleşir. Ortadoğu’daki birçok halk İslam egemenliğine alınır. Bu halklara “Mevalim” (Arap olmayan) denmiştir. Bu yaklaşımla halklar arasında ayrım koymanın İslam açısından ilk tohumları atılmış olur. Bu yaklaşım Muhammed İslam’ının yaklaşımına ters bir yaklaşımdır.

Ganimeti temel gelir, cihadı da gerçek uğraş olarak önüne koyan Hz. Ömer bu fetihler sırasında İran’dan getirilen sayısız kölelerden biri olan Firuz tarafından bıçaklanarak öldürülür (644). Ölmeden önce kendisinden sonra yerine seçilecek kişinin birkaç Kureyş aristokratından oluşan Şura heyeti tarafından belirlenmesinin uygun olacağını belirtmiştir. Şura heyeti de Hz. Osman’ı halife olarak seçer (644).

Hz. Osman halifelik döneminde (644-656) iktidar çatışması daha da genişler. Emeviler bu dönemde iktidar olabilmek için harekete geçerler. Ayrıca iktidar dışı kesimler de Hz. Osman’ın kendi akrabalarını iktidarın her kademesine yerleştirmesinden ve baskılarının artmasından dolayı tepkilerini arttırırlar. 656 yılında Mısırlı, Medineli ve Kûfeliler Hz. Osman’ın evini basarak onu öldürürler. Hz. Osman döneminde de İslam devletinin fetih seferleri sürmüştü. Kırgız, Tunus alınmış, Hazar Türkleriyle savaşlar yapılmıştı.

Hz. Osman’ın öldürülmesinden sonra yerine Hz. Ali geçer (656). Hz. Ali dönemi (656-661) iç çelişkilerin en yoğun yaşandığı dönemdir. Bu dönemde çok başlılık ortaya çıkar, iktidar çekişmesi artarak sürer. Hz. Ali’ye karşı ilk başkaldırı Hz. Ayşe, Talha ve Zübeyir tarafından başlatılır. Hz. Osman taraftarlığı yaparak ilk iç savaş olarak nitelendirilen ve tarihte Cemel Savaşı (Vakası) olarak geçen bu savaşta Hz. Ayşe ve taraftarları yenilir. Bu iç iktidar savaşından sonra en önemli ve sonuçları çok büyük olan temel iktidar mücadelesi Hz. Ali ile Muaviye arasında yaşanacak olan Sıffin Savaşıdır. Muaviye ile Hz. Ali’nin orduları Sıffin denilen yerde karşı karşıya gelir. Savaşı kaybedeceğini gören Muaviye savaşı bitirmek için kurnazlık yaparak mızraklarının ucuna Kuran-ı Kerim’in sayfalarını geçirerek “Hakem Olayı” denen oyunla-hileyle yenilgiden kurtulur. Bu olay sonrası Hz. Ali’nin çevresi önemli ölçüde boşalır ve taraftarları arasında çelişkiler yaşanmaya başlar. Hz. Ali’nin Sıffin Savaşında Hakem Olayını kabul etmesini İslam’ın özüne karşıt bir ihanet olarak değerlendiren ve “hüküm ancak Allah’a aittir” diyerek Hz. Ali’den desteğini çeken Hariciler hareketi, Hz. Ali, Muaviye ve Amr İbn-ül As’a karşı (çünkü savaşı bunlar yürütüyor) ölüm kararı alıyorlar. Sonuçta Hz. Ali suikastle öldürülürken (661), diğer ikisi tesadüf eseri suikastlardan sağ kurtulmayı başarırlar. Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan, İslam’ın halkçı, demokratik özünü temsil edenlerin Hariciler olduğunu belirtmektedir. Hariciler İslam demokrasisinin iktidar ve devletçi İslamcılığa karşı tepki hareketidir. Yoksul emekçilerden, bedevilerden oluşan anti-uygarlıkçı bir harekettir.

Hz. Ali’nin öldürülmesinden sonra Halifeliği Muaviye ele geçirir (661). Muaviye başkenti Şam’a taşır. Ve artık Emevi iktidarı iyiden iyiye kurumlaşacaktır.

Böylelikle 750 yılına kadar sürecek olan Emevi Devletini kurmuş olacaktır. Bu süreç daha Halifeler dönemiyle başlayan karşı İslam’ın sistematik hale getirilmesinin başlangıcı olacaktır. Yaklaşık 100 yıl (661-750) merkezi İslam devletinin iktidarı bu ailede (Beni UmeyyeEmeviler) kalacaktır. İslamiyet’i merkezi uygarlığın en üst düzeyde temsilcisi konumuna getiren Emeviler döneminde İslam’ın sınırları epey genişler. Doğu’da Seyhun nehrine, Batı’da Atlas Okyanus’una, Kuzey’de Pirene dağlarına ve Anadolu içlerine kadar sınırlarını genişletirler. Bu dönemde halifelik artık babadan oğla geçen bir saltanata dönüşür ve bu gelenek Halifeliğin TC tarafından kaldırılacağı 1924 yılına kadar bu şekilde devam eder.

Emeviler de yaptıkları baskı ve sömürüye karşı büyük ve yoğun eşitlikçi, özgürlükçü ve İslam’ın demokratik adaletçi yönünü temsil eden birçok direniş ve ayaklanmayla karşılaşılacaktır. Bu direnişlerin en etkili olanlarından Ebu Müslüm Horasani direnişinin ardından Emeviler 750 yılında yıkılacaktır. Yerine Hz. Muhammed’in amcası Abbas’ın soyundan gelen Ebu’ l Abbas’ın kendini halife ilan ederek Abbasi İslam Devleti kurulmuş olacaktır. Abbasiler başkenti Bağdat’a taşımışlardır. Abbasilerde Emeviler gibi despotizm uygulamaktan ve iktidarını büyüterek halka karşı, toplumcu güçlere, hareketlere karşı en büyük katliamları, sömürüyü uygulamaktan geri durmaz.

Zaten Hz. Muhammed’den sonra başlayan Halifelik döneminden günümüze kadar sadece devlet ve iktidar isimleri değişti ama İslamiyet adına despotizm, talan, zorbalık ve katliam uygulamaları Karşıt İslam olarak değişmedi.

İslam için Arabistan yarımadasının çöllerinden ‘cihad’a başlayıp, Kuzey ülkelerini işgal etmek adeta Kuran-ı Kerim’deki cennete gitmek gibidir. Bu cihad için ölenler öteki dünyada (ahirette) kalanlar ise özellikle de Kürdistan’da cennete kavuşurlar. Üst sınıf ise savaşa girmeden, ahiretteki yeni cennete ve de ateşinde yanacakları cehenneme hiç de inanamadan İslamiyet’in içinde yer almakta ve ganimetlerini sömürmekte, sömürülerini meşrulaştıran söylemler icat etmektedirler. Bunun belki de en iyi örneklerinden birisi de Emevi Hanedanlığı döneminde öne çıkan kaderci, teslimiyetçi (Müslüman isminin bir anlamı da teslim olan, kendini teslim edendir) bakış açısıdır. Öyle ki iktidarlarına, sömürü ve baskılarına karşı itiraz edenlere şunu söylemektedirler: “Allah kaderimiz daha biz dünyaya gelmeden yazmış ve nasıl yaşayacağımızı, ne yapacağımızı önceden belirlemiştir. (bu söz Kuran’da vardır). Öyleyse biz zulüm ediyorsak da, baskıcıysak da kaderimizde olduğu içindir. Ve sizler, Allah’ın bu kelamını, bizler için yazmış olduğu kaderi kabullenmekle mükellefsiniz…” Bu yaklaşımın gücünü günümüz Müslüman devletlerin iktidarlarına bakarak daha iyi görebiliriz. Ve bunun başlıca nedeni de İslamiyet’in devletleşmesidir.

 Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan savunmalarından kapitalizmin Amsterdam-Londra hattında nasıl yaşam bulduğunu, doğduğunu okumuşuzdur. Bundan hareketle şunu diyebilir miyiz: “Kapitalizm Muhammedsiz İslamiyet’tir!” Özellikle Muhammed’in ölümüyle birlikte hakim olan İslamiyet kapitalizme o kadar benziyor ki bizi bu cümleyi kurmaya zorladı. Amsterdam-Londra hattı tıpkı Arabistan gibi kıtanın ucunda, merkezi uygarlıktan olabilecek en uzak mesafededirler. İkisi de imparatorlukların baskısı altındadır. İkisi de ilginçtir ki Yahudi sermayesinin güçlü olduğu yerlerdedir. Kapitalizmin de sistem krizine çözüm olarak çıktığını belirterek benzerlikleri noktalayalım. Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan da; özüne ihanet edilmiş İslam (Karşı İslam) dönemi için “Kapitalizm denilen günümüzün hegemonik sisteminin öncülü gerçekten bu İslam’dır” demektedir.

İslamiyet’in devletçi uygarlıkla bütünleşmesini ve karşı-İslam’a (karşı-devrime) dönüşmesini kabul etmeyen ezilenler, yeni bir din oluşturamayacaklarına göre İslamiyet’e yeni yorumlar getirerek, farklılaşarak ayrı mezhepler kurmuşlar, daha küçükleri de tarikatlar etrafında örgütlenmişlerdir. En küçük cemaatten tarikatına, mezhebine kadar devlete yakınlaştıkça halktan ve çıkış gerekçelerinden uzaklaşmakta, temel amaçlarına, hedeflerine ters düşmekte, bilinçli veya bilinçsiz ihanet içerisine girmektedirler. İslamiyet’in en demokratikkomünal örgütlemesi olan Ehl-i Beyt’in takipçisi olarak doğan Şialığın günümüzde İran İslam Cumhuriyeti örneğinde yaşadığı utanç Çin Halk Cumhuriyeti’nin kapitalizminden aşağı değildir. İslamiyet örneğinde sorulması gereken soru belki de şu olmalıdır: “Acaba Hz. Muhammed Arap kabilelerini başka nasıl birleştirebilirdi?” Evet, “özüne ihanet” diye çokça belirttik, belirtiyoruz, ancak bütün kabilelerin ve de tanrılarının birleşmesi bile başlı başına bir iktidarı, tekeli, sermaye birikimini doğurmaktadır.

Hz. Muhammed tüccar olduğundan sermaye birikimine karşı durduğunu söyleyemeyiz. Hatta ticareti kutsadığını da biliyoruz. Belki de devletçi uygarlık tarihinde din ile kapitalizmin (çok ilkel de olsa) ilk buluşmaları İslamiyet’te olmuştur.

Kısaca özetlemek gerekirse Kürt halk önderinin şu belirlemeleri bizlere İslamiyet’in durumunu çok açık izah edecektir: “İslamiyet’in bir bütün olarak demokratik, özgürlükçü ve eşitliğe yakın bir hareket olarak nitelendirilmesi mümkündür. Çok kısa sürede eski uygarlık alanlarının çok büyük kısmında yayılması sadece silah, kılıç zoruna bağlanamaz. İslamiyet’in talihsizliği, Musevi ve İsevi hareketten çok daha kısa sürede uygarlıkçı güçlere alet edilmesidir. Doğuşunun üzerinden daha elli yıl geçmeden, Şam’da Muaviye sülalesi ile birlikte klasik bir uygarlık gücüne adeta yama rolüne dönüştürülmüştür. Ehlibeyt’in katledilmesi, içeriğindeki birçok özelliğin de katledilmesidir. Bence İslamiyet o dönemde bitirilmiştir. Ehlibeyt’in takipçileri olarak şekillenen mezheplerle daha yoksul kesimin İslam’ı olan Hariciler kayda değer geleneklerdir… tüm Emevi, Abbasi, Selçuki, Osmani, Safevi, Baburi dönemlerine Muhammed açısından İslam demek mümkün değildir. Birçok tarikat, mezhep bu nedenle oluşmuştur. Ciddi bir başarı yoktur. Yaşanan bu İslam’ın da İslamiyet’e ihanet olduğu açıktır.”

Nasıl ki İslamiyet’in başlangıcında bazı özellikler günümüzde de yaşıyorlarsa, aynı şekilde İslamiyet’in günümüzde yaşanan yaşamda vuku bulan hususları İslam’ın başlangıcından kopuk ele almak imkansızdır. Ancak yine de Merkezi Uygarlığa kattıkları da azımsanamayacak seviyededir. Eğer günümüze kadar da Kapitalist moderniteye karşı güçlü bir alternatifin halkçı ve demokratik toplumcu yönünün payı vardır. Kürt halk önderinin “Medine Sözleşmesi” nin güncellenmesini ve yorumlamasını, üzerinde durulmasını istemesine bu açıdan bakmak gerekmektedir.

 

 

 

Yararlanılan Kaynaklar
  • Abdullah ÖcalanSavunmalar
  • Ortaçağ İslam Dünyasında Siyasi DüşüncePatricia Crone
  • Muhammed Maxime Rodinson
  • Kimin İslam’ı? Sinan Şahin

 

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.