Düşünce ve Kuram Dergisi

Bireyden Topluma Uzanan Tecrit

Metin Yamalak

“Tecrit” Arapça bir kelimedir. Fransızca karşılığı “izolasyon” olarak kullanılmaktadır. Bir de Fransızca “enterne” kavramı vardır. Ortak anlamları; ayırma, ayrı tutma, yayılma, sızma, buluşmasını engelleme, kendisine ayrılan alanın dışına çıkmasını engelleme, duygusal düşünsel, fiziksel, her türlü alışverişin engellenmesi vb. şeklinde sıralanabilir.

Tecrit denilince dar anlamıyla anlaşılmakta ve fiziki tecrit olarak somutlaşmakta, egemenlerce algılarda bu dar, fiziki hali özellikle oluşturulmakta , kapsamı alanı dar tutulmaktadır. Biz, tecridi bir iktidar,tahakküm aracı olarak yaşamın tüm boyutlarına yöneltilen sistemli bir saldırı olarak yorumlayacağız. Bir iktidar aracı olarak tecrit hiçbir zaman sadece bireye ve sadece bedene yönelen bir saldırı değil, tersine bireyler şahsında topluma ve modern çağın icadı olarak çoğunlukla hiç bedenin ulaşamayacağı derinliklere inerek insanı, toplumu yaralar. Bu nedenle diğer canlı varlıklara karşı uygulanan enterne etmekten farklı olarak tecrit; insana karşı geliştirilmiş çok biçimli bir araçtır.Toplumsal bir varlık olan insanın, her şeyi toplumsallığa göre biçimlenip evrimleşmiştir. Toplum olmadan sosyal, kültürel, psikolojik ve diğer başka yönleriyle insan sağlıklı oluşamaz. Ahlak, vicdan, siyaset, zihniyet, inanç, kültür, gelenekler, örf-âdetlerden oluşan her türlü davranış biçimi, bunların yol ve yöntemleri toplum tarafından belirlenmiştir. Birey ve toplumun optimal dengesi korunabildiği oranda, bu değerler ve kimlikler etrafında sağlıklı bir yaşam şekillenir.Birey bu ilişki diyalektiğinden kısmen veya tamamen (Ki tamamen mümkün değildir.) koparılıp yalıtıldığında ruhsal, düşünsel ve giderek fiziksel, patolojik belirtiler göstermeye başlar.Normal kabul edilen davranışların, düşüncelerin, duygulanımların gerisinde veya ilerisinde seyretmeye başlar.Toplum olmadan “normal” olamaz, her toplumun da çağa göre kendine özgü normalleri vardır. Doğal toplumlarda avlanma veya başka nedenlerle bir süreliğine toplumdan ayrı kalan bireyler, geri döndüklerinde edindikleri “yabancılıkları” terk edip toplumunun normallerine dönüş yapabilsin diye, bir süre toplumun yaşam alanının dışında bekletilirler. Buna tecrit demiyoruz çünkü bireyin ve toplumun yararı için ortak rızayla ve demokratik olarak uygulanan bir eylemdir. Ancak bazı bireylerin kabul edilmeyen zarar verme eylemleri nedeniyle bir süreliğine veya tamamen uzaklaştırılması bir tecrittir. Bireyin bu şekilde tecrit edilmesi, doğal toplumların en ağır cezalandırma biçimidir.

Tecridin meşru kabul edilebilen sınırlarının dışına taşması, iktidar karakterinin gelişmesiyle paralel bir gelişmeye sahiptir. Eşitliğin bozulduğu, özgürlüklerin bazı kişiler için sınırlandığı, demokratik karar alma işleyişinin ortadan kaldırıldığı durumda, alt ve üst sınıflar oluşmuş, üst sınıf her türlü ayrıcalığa sahipken alt sınıf doğal haklarının çoğundan mahrum ve tecrit edilmiştir. Toplumun inandığı ve yan yana yaşayan insanlardan bazılarının ayrıcalıklar oluşturup zigguratlara, tapınaklara, saraylara kapanması tecridin giderek kurumlaşan biçimleridir. İktidarın gelişimi, sınıflaşma ve bunların oluşturduğu kurumlaşmalarla toplum kendi yaşamını yönetmekten, kaderini belirlemekten, politikadan, kendi ahlak yasasını belirlemekten tecrit edilmiştir. Kölelik denilen durum bu şekilde geliştirilmiş, çağlar boyunca derinleştirilerek kapitalist modernite zamanında en gelişmiş biçimine kavuşturulmuştur.Köle ile efendi arasındaki fark, soylu ile serf-köylü arasındaki fark, patron ile işçi arasındaki fark ve daha birçok hiyerarşik, iktidarcı sınıflaşmanın yarattığı farklar topluma uygulanan tecridin boyutlarını, sınırlarını göstermektedir. Bu sınırlar aşıldığında cezalandırma yöntemleri geliştirilmiştir. Her çağın kendine özgü cezalandırma yöntemleri geliştirilmiştir ve hepsi de uygulanan tecridin yeniden tesisi içindir. Toplum üzerindeki iktidar ne kadar derinleşebilmişse uygulanan tecrit de paralel olarak derinleşmiştir. Örneğin üzerinde tahakküm kurulmayan, iktidar olunamayan göçebe toplumlara tecrit uygulamak da mümkün olmamıştır.Köleci dönemde kölelerin kırbaçlanması, toprağa gömülmesi, feodal dönemde bireylerin zindana kapatılması, kafasının kesilmesi, kazığa oturtulması, yakılması vb. uygulamalar aslında uygulanan tecridin sınırlarını ihlal edip disipline uymaması nedeniyle yapılan cezalandırmalardır. Hepsinde de birey şahsında topluma verilen mesaj vardır. Tecrit edildiğiniz şeylerin ve alanların sınırlarını aştığınızda karşılaşacağınız ceza budur denmektedir. Bu nedenle tekrarlanan, disipline uymama pratikleri karşısında egemen sınıflar, bu cezaları sürekli daha ağırlaştırmış ve derinleştirmiş, daha etkileyici yöntemler bulmaya çalışmışlardır.Kapitalist modernitenin ulus-devleti oluşmadan önce, insanları sade bir ölümden daha ağır bir cezaya mahkûm ettiklerinde; onların bedenlerine dehşet verici eziyet ve işkenceler yaparak, ölmeyi olabildiğince uzatarak teatral bir sahnelemeyle herkese izlettirerek bunu gerçekleştirmeye ve tüm bir toplumu dehşet içinde bırakarak hem toplumu terbiye edip disipline uymaya ve hem de cezalandırılan bireye mümkün olan en ağır cezayı çektirmeyi amaçlamışlardır. M. Foucault’nun “Hapishanenin Doğuşu” kitabının ilk bölümünde, kral babasını öldüren Daimens’in öldürülme biçimi anlatılmaktadır. “Damiens, 2 Mart 1757’de Paris Kilisesi’nin cümle kapısı önünde suçunu herkesin karşısında itiraf etmeye mahkûm edilmiştir, buraya elinde yanar halde bulunan iki libre ağırlığındaki meşaleyi taşıyarak üzerinde bir gömlekten başka bir şey olmadığı halde iki tekerlekli yük arabasında götürülecekti, sonra aynı yük arabasıyla Greve Meydanı’na götürülecek ve burada kurulmuş olan darağacına çıkartılarak memeleri, kolları, kalçaları, baldırları kızgın kerpetenle çekilecek, babasını (kralı) öldürdüğü bıçağı sağ elinde tutacak ve kerpetenle çekilen yerlerine erimiş kurşun, kaynar yağ, kaynar reçine ve birlikte eritilen balmumu ile kükürt dökülecek, sonra da bedeni dört ata çektirilecek, parçalatılacak ve vücudu ateşte yakılacak, kül haline getirilecek ve bu küller rüzgara savrulacaktır.”[1] Bu dehşet verici işkenceler, egemen sınıfların yüzyıllarca edindikleri deneyimlerin en üst seviyesidir. Cezalandırılan kişiyi anlamsızlaştırmayı ve onun bedeninden daha derinlerdeki benliğine, ruhuna uzanıp onu orada yaralayıp öldürmeyi amaçlamaktadır.

Yaşattığı dehşete rağmen aslında bunu daha fazla başaramaz. Çünkü bu dehşet yönteminde dezavantajları var. Bu dehşet işkenceler genellikle birkaç saatte tamamlanmıştır. En fazla iki, üç güne uzatılabilmiştir ki, bu süre bireyin maneviyatına, ruhuna uzanma olanağı vermemektedir. Diğer yanıyla bu kadar abartılmış teatral dehşet birçok örnekte ters tepmiş, kurbana karşı acıma ve sempatiye dönüşmüştür. Modern anlamıyla tecrit bu iki engeli de aşabilen ve çoğunlukla bedene dokunmadan ama ruhsal, manevi bedende bu eziyetlerin çok daha ağırını on yıllara yayarak yapabilen bir mekanizmadır.

 

Özgürlük Yanılsaması: Tecrit

Tecrit, kapitalist modernite sisteminin bir iktidar aracı olarak faşist bir yöntemdir. Karşıtlaştırılanın inkarı ve imhası üzerine kurulan bir mekanizmalar bütünüdür. Yaşamın bir parçası olan her şey tecridin konusu ve bir parçası olabilir ve bunu en vahşi biçimiyle uygulayanlar ulus-devletlerdir. Egemen ulus dışında kalan (ki çoğunlukla egemen ulusun da bazı yönlerden dahil edildiği) bütün ulus ve halkları, dilleri, kültürleri, etnik, inançsal kimlikleri bir tehdit unsuru olarak değerlendirip yok etmek isteyen ulus-devletler, her türlü asimilasyon-soykırım politikasını planlayıp uygulamışlardır. Bu kimliklere, halklara getirilen yasaklamalar, yaşamın her alanından dışlama, engelleme, bastırma, sindirme politikaları halklara, toplumlara uygulanan tecritin en somut göstergeleridir.

Bu politika ve uygulamalarla gece-gündüz durmaksızın her an insanları bir şeylerden tecrit etmekte, işkencelerle, acılar çektirmektedir. Belki yukarıdaki örnek gibi insanların kolları, bacakları atlara parçalatılmıyor ama yaşamın bütün alanlarında gerçekleşen her ilişki, davranış, diyalogda bu yasakların küçümsemelerin, aşağılanmaların oluşturduğu tecrit duvarlarına çarpan insanların yüreğine, ruhuna hançerler saplanıyor. Bütün halklar kendi diliyle her yerde serbestçe konuşabilirken yasaklanan halktan biri bunu hiçbir yerde yapamamaktadır. Bütün halklar kendi çocuklarını kendi dillerinde eğitebilirken yasaklanan halk bunu yapamadığı gibi onun dilini yasaklayan egemenin diliyle çocuğuna eğitim verilmesine katlanmak zorunda kalmaktadır. Diğer toplumlar gibi onurlanarak kendi kimliğini açık açık dillendirip savunamamaktadır. Bunu yapmaya kalkıştığında çok ağır bedelleri de göze almak zorundadır. Bütün bunlar bir ömür boyunca toplumun ruhunda acılara, tarifi zor işkencelere neden olmaktadır. Yıllarca ruhu bu şekilde binbir yöntemle örselenen insanlar, toplumlar, eğer bu yapılanmalara karşı isyan edip direnmezlerse içe doğru çöküntü yaşar. İnsanlık değerlerinden düştükçe kendilerine yabancılaşır, yok olurlar. Sosyal, siyasal, kültürel, ekonomik, inançsal, etnik, ideolojik, vb. yok edilmek istenen bütün kimliklere karşı geliştirilen tecrit, Damiens’e yapılan işkencenin zaman sınırını da aşmakta, bedenle sınırlı kalan acıları, işkenceyi de aşmaktadır.En sistemli tecrit uygulamaları kapitalist modernite sisteminin kendisini oluşturmasıyla geliştirilmiştir. Toplumların üzerinde ulus-devlet olarak inşa edilen “demir kafes” (Max Weber), bütün yaşam alanlarını birer hapishaneye çevirmiştir. Toplumda sosyal, siyasal, kültürel çöküntüyle oluşturulan modern kölelerin (yurttaş) her yanı demir kafesin tecrit duvarlarıya örülüdür. Birey, o duvarlar arasında bir labirentte dolaşır gibi dolaşmaktadır. Egemen güçler, iktidar sınıfları tarafından oluşturulan kanunlar, yönetmelikler, içtihatlar, normlar, kriterlerden inşa edilen duvarların arasında, birey etkisiz, savunmasız ve bilinçsiz kılınmaktadır. Labirentin duvarlarıyla sınırlandırılmış alanlarda istediğini yapma serbestisini özgürlük sanmakta; bu duvarların hiç olmadığı, sadece göğün ve yerin olduğu sınırsız özgürlüğü hayal bile edememektedir.

Toplumun kendi kendisini yönetmesi ve kendi kaderini belirlemesi gerektiği söylendiğinde bunu bir cahillik belirtisi olarak görecek kadar kendinden emin olarak bunların zaten mevcut sistemde gerçekleştiğini söyleyecektir. Tarihsel, toplumsal bilinci dumura uğratılmıştır, sistem kendisine ne öğretmiş, ezberletmişse onları hakikat sanmaktadır. Artık sistemin bir hücresidir, bir biyoiktidar bedeninde, düşüncesinde sistemi her yere taşımakta ve korumaktadır.Tecritin oluşturduğu körlük, modern insanda (yurttaş) kronik hal almıştır. “Platon’un Mağarasında” gölgelerle oynuyor ve yaşamın sırrını çözdüğünü zannediyor. Ona yapılan tecride direnmiyor, direniş ancak bu mağaradan çıkıp aydınlanmakta, etrafına örülmüş tecrit duvarlarını görmekle başlayacaktır. Bu birey fizik, kimya, biyoloji bilimlerinin en karmaşık denklemlerini kolayca çözebilir ama bir insanın yasaklanan dini, kültürel, siyasal kimliği için mücadele yürütüp hapishaneye girmeyi göze almasını, bunun kendisiyle, toplumla, sistemle bağını kuramaz, anlayamaz. Abdullah Öcalan’ın her şeyden önce “zihniyet devrimi” gerekliliğini önermesinin psikolojik, sosyolojik, antropolojik, epistemolojik, pedagojik nedenleri vardır. Çünkü tecrit duvarları ilk önce zihniyette oluşturulmaktadır.Yaşar Kemal’in “İnce Memed” romanında ağalar sürekli İnce Memed’in eşeğinin aklına karpuz kabuğu düşürdüğünü tekrarlayıp köylülerin bundan hareketle kendilerine başkaldırabildiğini anlatmaktadırlar. Karpuz kabuğuyla, zihniyet devrimi metaforu oluşturulmaktadır. Egemenlerin toplumdan gizlediği bilgiye erişerek hakikatle aralarındaki tecriti parçalama durumudur. Ancak bunun için mücadele etmek bedel ödemek gerekmiştir. Görülen işkenceler, sürgünler, öldürülmeler, zindanda kalmalar kurulu düzene karşı koymanın kaçınılmaz bedelidir. Bilinçlenmek, itiraz etmek yapılan yanlışı, haksızlığı reddedip kabul etmemek, kurulu iktidarcı, sömürücü devlet sisteminin bütün öfkesine, şiddetine maruz kalmayı göze almayı gerektirmiştir. Hapishane nasıl ki tutsak, kuralları ihlal ettiğinde çeşitli cezalarla etkisizleştirilmeye çalışılıyorsa dışarıda oluşturulmuş açık hapishane de toplum aynı durumla karşılaşmaktadır. Bu açık hapishanede protesto yürüyüşü yapmak, köyüne, ormanına ve toprağına zarar veren madeni protesto etmek, emek sömürüsü yapan patrona karşı işçileri örgütlemek, protesto etmek vb. sistemin onayıyla gerçekleşmiyorsa demokratik hak olsa bile suçtur. Sistemin düşman, terörist, vahşi, suçlu gösterdiği kişileri, halkları, inançları, dilleri, kültürleri sevmek, sahip çıkmak, destek olmak suçtur. Bunlar toplumda uygulanan tecritin duvarlarıdır. Binlerce konuda topluma sınırlar çizilmiş, yasaklar konulmuştur. Kendi iradesi, demokratik katılımıyla belirlenmesi gereken hak ve özgürlükleri tespit etmekten toplum dışlanmıştır.

İktidar-devlet sistemi ya da genel olarak kapitalist modernite bir bütündür, hapishanede neyi uyguluyorsa dışarıda topluma karşı da bir benzerini uygulamaktadır.Foucault, topluma uygulanan disiplin ve tecrit sistemini şöyle ifade ediyor: “Her şey bir arada olan hapishaneyi tekrarlamayan ama hapsetme mekanizmalarından bazılarını kullanan koskoca bir düzenlemeler dizisi vardır: Himaye dernekleri, ahlakileştirme çalışmaları, hem yardım eden hem de gözetim altında tutan bürolar, işçi site ve lojmanları bunların ilkel ve en kaba biçimleri cezaevi sisteminin işaretlerini hâlâ çok okunaklı bir şekilde taşımaktadır. Ve nihayet bu büyük hapishane dokusu toplumun içine dağılmış bir şekilde işlemekte olan disiplinsel düzenlemelerle buluşmaktadır.”[2]

 

Bütün Teknoloji ve Bilime Rağmen Tecrite Çare Vardır

Amacı, muhtaç olan her bireye veya toplumsal kesime yardım etmek, dayanışmak olması gereken himaye dernekleri: İşsizleri, evsizleri, alkolikleri, uyuşturucu bağımlılarını, engellileri, yetim kalmış çocukları, ekmeğe muhtaç kalmış olanları… şehrin veya sistemin atıklarıymış gibi tespit edip toplayarak şehrin dışına çıkarmakta; kamplara, sığınma evlerine, rehabilitasyon merkezlerine, gettolara hapsederek tecrit etmekte ve sistemi bu atıklardan arındırmaktadır. Devletin onayladığı ve bizzat kurduğu her kurum, sisteme bir şekilde hizmet etme zorunluluğu vardır. Bu bir inanç kurumu da olabilir. Üretim yapan fabrika da olabilir. Önemli olan toplumu bir disiplin altında tutup ‘yasaklanmış’ şeylerden tecrit etmedir. Örneğin, sistem “ahlakileştirme çabaları” yapmaya neden ihtiyaç duymaktadır? Aslında bununla toplumu ahlaktan arındırmak istemektedir. Toplum dediğimiz şey insan, politika ve ahlaktan oluşmaktadır. Bu durumda sistem, toplumun oluşturucu unsuru olan toplumsal ahlakını yok etmek ve kendi hukukunu, norm ve kurallarını topluma benimsetmek için ahlakileştirme çalışmaları yürütmektedir. Modern iktidar, devlet sisteminin her tarafına yayılmayı da geliştirmiştir. Sınıf ayrımını, sosyal, siyasal kültürel, ekonomik statü farklılıklarını, iktidarsal hiyerarşileri, somutlaştırıp birbirinden tecrit eden ve tabi oldukları hukuku, haklarının, özgürlüklerinin sınırlarını belirleyen gettolar, toplama kampı gibi siteler, yoksul lojmanları, varoşlar, hapishaneler, tımarhaneler, barınma evleri, sığınmacı, mülteci kampları vb. tamamlayıcı unsurlardır. Bunların hepsi toplumun bazı kesimlerini yaşamın birçok alanında tecrit ediyor, uyumsuz, itaatsiz olanları cezalandırıyor, belirlenen disipline uymaya zorluyor.

Bütün tecrit ve hapsetmelerin iktidar olmak için hükmetmek, tahakküm altına almak, çıkarlarına göre yönetmek içindir. Siyasal, sosyal, kültürel, hukuksal, inançsal ve diğer bütün yanlarıyla oluşturulan kurumlarla komple bir sistem olarak işletebilmek içindir. İster tımarhaneye kapatılan bir deli, ister terörist olarak yaftalanıp “yüksek güvenlikli” ağır tecrit hapishanelerine kapatılan bir devrimci olsun, topluma zarar verdikleri için değil, sistem onların orada olmasını istediği için oradadırlar. Yoksa bir delinin yaptıklarının, bir bankacının devlet güvencesindeki bankasını soyup milyonlarca insanın rızkını çalıp, onları açlığa mahkûm etmesinin yanında verebileceği zarar ne kadar olabilir ki? Bir resmi devlet görevlisinin onlarca köyü yakıp on binlerce insanı sürgün etmesinin, yüzlercesini öldürmesinin yanında bir devrimcinin bir yere molotof atmasının ne ağırlığı olabilir ki! Resmi ya da değil, kişilerin topluma ne kadar zarar verdiğinin bir önemi yoktur, önemli olan devlet tarafından onaylanıp onaylanmadığıdır.

Tecrit, açık tabiriyle ilan edilmeyen ama her türlü kandırma, aldatma, gizleme yöntemiyle, değişik adlarla örtülerek uygulanan rehin politikası veya düşman hukukudur. Bunun bir meşruluğu yoktur, zorbalıktır ve bu zorbalığı sürdürecek güç kendini oluşturabildiği müddetçe sürmektedir. Egemenler sisteme karşı olan bir önderin, devrimcinin, düşünürün, sanatçının, aydının, din adamının, kanaat önderinin fikirlerinin, tavırlarının, eylemlerinin kitlelere ulaşmasını istemez. Bunun için onları bütün basın-yayın ve iletişim araçlarında engeller, sansürler, dışlayıp yasaklayarak tecrit eder; bunları da yeterli bulmuyorsa bu tecridin hapishane boyutunu uygular. Kriter, her zaman toplumsal yarar değil sistemin çıkarı ve güvenliğidir.Devlet, modern bilim sistemlerinin ve buna paralel gelişen teknolojilerin verdiği olanaklarla kendi muhaliflerini veya fiziki olarak imha edemedikleri düşmanlarını sadece fiziki tecrit etmekle yetinmezler; onları ruhsal, düşünsel, moral değerlerden de tecrit ederler. Birey veya toplumun kendi düşünce, amaç ve hedeflerinden vazgeçmesi, pişman olması, sisteme teslim olması “iyileşme” olarak tanımlanmaktadır. Bu dönüşümde “anatomi üzerinden oynayarak azap çektiren celladın yerini koskoca bir teknisyenler ordusu almıştır; gözetmenler, hekimler, papazlar, psikiyatrlar, psikologlar, eğitmenler”[3] rol oynamakta ve bu amacın işçileri olarak sistemi işletmektedirler.Sistemin bu çok yönlü, çok yöntemli ve çok biçimli yaşamın her alanına yayılmış, kesintisiz işleyen tecrit politikası karşısında insanlık hiçbir zaman çaresiz olmamıştır. Bütün teknoloji ve bilime rağmen çare vardır. Toplumsal tarihin iktidar ve devlet sapmasıyla karşı karşıya kaldığı zamandan günümüze kadar, demokratik modernite geleneği olarak toplumlar hep bir direniş içinde olmuşlardır. Kurulan tahakküm ve hegemonyalara karşı mücadele etmiş, konulan sınırları, engelleri aşmış, özgürlüğe yol açmışlardır. Köle isyanlarından köylü ayaklanmalarına, göçebe kabile, aşiret, kavim direnişlerinden, sayısız inanç temelli hareketlere kadar, hep bir direnişle oluşturulan tecrit ve tahakkümü parçalama mücadelesi de olmuştur. Barbar diye katliamlardan geçirilenlerin, dinsiz veya tanrı düşmanı denilerek aforoz edilenlerin, cadı, büyücü diye yakılanların, giyotinlerde kafası kesilenlerin, kurşuna dizilenlerin, asılan özgürlük direnişçilerinin hepsi toplum üzerinde kurulan hegemonyayı, tecridi parçalamak için direnmiş, bedel ödemiş ve özgürlükçü geleneği oluşturmuşlardır. Bu sadece geçmişte yaşanan bir tavır değildir, geçmişten bugüne kalan mirastır. Bu mirasa sahip çıkmak ve bugünün koşullarında tecridi parçalamak, bütün iktidar dışı olan halkların görevidir. Demokratik modernite unsurları olarak, bütün toplumsal dinamiklerin mücadelesi kapitalist modernite unsurları karşısında ortak mücadeleyi oluşturmaktadırlar. Tekeli parçalamak, hegemonyayı dağıtmak, tecridi kırmak için her çaba, tavır, eylem, söylem özgürlüğe doğru atılan bir adımdır. Bu, bazen gizli bir bilginin deşifresi olabilir, bazen çarpıtılmış bir hakikatin doğru biçimini görünür hale getirmek olabilir, bazen faşist, soykırımcı doğa ve insanlık düşmanı bir yasayı çiğnemek olabilir, bazen egemenlerin zor aygıtları karşısında engelleyici savunma eylemleri olabilir… Her biçimiyle konulan gayri meşru sınırları çiğnemek, tecridi parçalamaktır. İnsan ve toplum olarak kalabilmenin yükümlülüğü, özgür olabilmenin şartıdır, bu. Tecrit, sadece kriminal bir suça karşılık, bireyin kapalı bir mekana hapsedilip enterne edilmesi değildir. Sosyal, siyasal, kültürel, hukuksal, psikolojik, eğitsel, ekonomik vb. bağlamları olan bütün tecritler (ister hapishanede, ister hapishane dışındaki alanlarda) topluma karşı uygulanan tecrittir. Tecrit her zaman kriminalize edilip bireycileştirir, sadece bireyle de sınırlı değildir, toplumu hedef alır. Buna karşı direnmenin her biçimini örgütlemek sağlıklı bir birey, toplum, doğa ilişkisi için bir zorunluluktur.

 

 

 

[1] M. Foucault; Hapishanenin Doğuşu,  s. 33
[2] M. Foucault; Hapishanenin Doğuşu,  s. 432
[3] M. Foucault; Hapishanenin Doğuşu,  s. 44
Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.