Düşünce ve Kuram Dergisi

Kaba Materyalizmi Metafizikle Aşmak

Cihan Bedewi

“Bence maddecilik insanın varlık ve bilgi yapısının temelidir… Maddecilikle geride beraberim ama ilerde beraber değilim.” diyen Feuerbach, metafizik-madde ikileminde dogmatik davranmayarak idealizme her şeye rağmen daha yakın durduğunu beyan eder. “İnsanlar sevişiniz, gerçek din sizin bu sevgilerinizdedir. Varlığınız, aşkınızla biçimlenecektir.” diyerek felsefesiyle yıktığı dinin yerine aşk dinini koyarak gerçekte bir “idealist” olduğunu tüm maddiliğiyle gösterir. Onu kaba materyalist yapan dini tutuculuğa karşı sert tavrıdır.

 

Maddelerin Oyunu

Bir Feuerbach takipçisi olan genç Marx ise, Alman ideolojisi çalışmasıyla maddeci felsefeden -genç Hegelcilerden- epistemolojik bir kopuş sürecini başlatır. Toplumsal gelişim içindeki özneyi pasif hale getirmesinden dolayı Marx tarafından 8 ve 11. tezlerde eleştirilen Feuerbach’ın materyalist felsefesi, Marx tarafından Kaba Materyalizm olarak tanımlanır. Marx’ın alamet-i farikası olan ve mezar taşına da yazılan  “Filozoflar dünyayı yalnızca çeşitli şekillerde yorumlamışlardır; oysa sorun onu değiştirmektir.”  sözü bu tartışmaların sonucu olarak tarihe mal olmuştur.

Her ne kadar Hegel idealizmini ve Feuerbach’ın kaba materyalizmini eleştirse de, Karl Marx tarihsel materyalizm kuramıyla toplumun her zaman temelde maddi koşullara göre belirlendiğini öne sürerek öz olarak benzer bir materyalizme düşmekten ve ardılları tarafından eleştirilmekten kurtulmaz.

Hiçbir metafizik görüngü kabul etmeyen ve maddeyi var olan tek töz olarak kabul eden materyalist felsefe, idealizmin diğer ucunda bir varyant olarak kabul edilir. Marx ve Engels’in çabaları bunu baş aşağı çevirmeye yetmemiştir. Aydınlanma düşüncesi koşullarında belki de başka bir sonuç beklememek gerekiyordu. Nihayetinde var olana dair eleştiri ve yeninin ikame edilme çabaları sonuç her ne olursa olsun tarihe ve topluma bir katkı olarak değer ve anlam kazanır. Marx ve Engels’in çalışmalarını kendi tarihsel süreci içinde okumak bilimsellik gereğidir.

Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan “Hegel’den beslenen K. Marx, Hegel’in felsefesindeki güçlü ve aşırı idealist yanını materyalizmle aşacağını sanmış ve bunda da tutarlı davranmıştır. Burada sorun olan, idealizm-materyalizm ayrımının pek önemli olmadığının, özünde her ikisinin de idealist metafizik özellikler taşıdığının anlaşılamamış olmasıdır. İki zıt felsefe yapıldığı sanılmıştır. Marx burada Hegel’den daha çok Aydınlanmacı çizginin etkisindedir.” diyerek Marksizmin belirttiğimiz handikabına işaret etmektedir. Gerçek şu ki,  pozitivist aydınlanmacı çizgi Marx ve sonrasındaki Marksistlere sanıldığından da fazla etkide bulunmuştur.

 

Kendini Hesaba Katmayı Unutan Felsefe

Materyalizm, ağırlıklı olarak toplumsallık içinde anlam bulan zihin, zekâ, duygu, istek, amaç, inanç ve psikoloji gibi canlı özelliğinde olan bütün süreçleri maddi nedenlere dayandırarak açıklar. Özellikle insanda varlık bulan bu tür özelliklerin kaynağını, insanın fizyolojik yapısına bağlar. İnsan, fizyolojik organizması olmaksızın asla düşünsel ve psikolojik özellikler gösteremez. Yani zihni özellikte olan bütün bu süreçler fiziksel yapının birer yansımasıdırlar. Örneğin insan düşünen bir varlıktır. Çünkü bir beyine sahiptir. Beyinsiz bir düşünce asla tasarlanamaz ve tanımlanamaz. Öyle ise varlık demek, öncelikle madde olan demektir. Duyumsanabilir ve algılanabilir olan her şey maddedir, ya da maddenin bir ürünüdür. Hiçbir olgu maddenin dışında, maddeye rağmen varlık olma özelliğinde değildir.

Her şeyin temeline maddeyi koyan, ilk nedenin madde olduğunu ileri süren ve tüm tezlerini bu minvalde geliştiren maddeci felsefe kuantum dünyasıyla birlikte ciddi bir sarsıntı geçirir ve hatta aşılır. Bilimsel açıdan bu böyle olmakla birlikte aslında insanın düşünce ve inanç nüveleri geliştiğinden bu yana metafizik yan her zaman ağır basmıştır. Metafizik bir varlık olarak insan kaba materyalizme her daim mesafeli davranmıştır. Kuantum felsefesi bunun bilimsel izahı gibidir. “Tarih boyunca gelişen idealist ve materyalist felsefe anlayışlarının temelinde (madde-metafizik) ikilemi yatmaktadır. Bilimin en son vardığı sınırlar olarak ‘kuantum’ ve ‘kozmos’ bize hayli ilginç yaklaşımlar sunmaktadır. Atom altı parçacık ve dalga fiziği olarak kuantum bambaşka alanlar açmaktadır. Sezgili, özgür tercihli düzenlerden tutalım, aynı anda farklı iki şey olmak, insan yapısından ötürü belirsizliği asla tam aşamama kuralına kadar tespitlere ulaşılmaktadır. Kaba, cansız madde anlayışı tamamen bir tarafa bırakılmaktadır. Tersine son derece canlı, özgür bir evren karşımıza çıkmaktadır.”

Bu son derece canlı ve özgür evrende yaşamı basit fiziksel nicelikler ve fenomenlerin toplamından ibaret saymak insan zihniyetine pozitivizmin bir müdahalesi olarak ele alınmalıdır. Pozitivist görüş metafiziğe karşı bilimi kullanarak üstünlüğünü ilan etme yoluna gitti. İnsanın metafizik dünyasını geri, çağ dışı ve akıl dışı sayarak en büyük kaba materyalizm savunuculuğuna soyundu. Amaç gayet sarihti; zihinler üzerinde ideolojik hegemonya kurarak hakikat algısında bir tekel oluşturmak içindi her şey. Biliniyor, ideolojik hegemonya tesis etmeden hâkim olmak ve yönetmek her daim bir sorun olarak varlığını koruyacaktır. İnsanların ve toplumun zihniyetini kontrol altına almadan girişilecek her savaş, en nihayetinde ideolojik savaş karşısında kaybetmeye mahkûm olur. Kapitalist modernitenin medya ve diğer iletişim araçlarıyla zihinleri adeta bombardımana tabi tutmasının nedeni, kontrolü sağlamaktır. Unutmamak gerekiyor ki, sistemlerin asıl koruyucu gücü, ideolojik hegemonyalarıdır.

İnsanlar otomatik olarak hakikate ikamet etmezler. Hakikat algısı çarpıtıldığından beri esas kavga, hakikatin ne olduğuna dair tartışmalardır. Kabul etmek gerekiyor ki, pozitivist bilim yoluyla egemenler bu açıdan kendi lehlerinde bir sonuç yaratmış haldeler. Ancak, insanın metafizik doğası ve sürekli sorgulayan esnek zihniyeti, ahlak ve vicdan gücü ile hakikat arayışında ısrarlı bir mücadele hiç eksik olmadı. Felsefeyle, sanatla, bilim yordamıyla hakikate giden yolu bulma çabasından hiç geri kalınmadı. Materyalizm, idealizm ya da diğer görüşler bir aşama olarak hakikat arayışında yer bulmuşsa da, günümüz dünyasında/evrende olup-bitenleri açıklamaya yetmemekte, insanın metafiziğine yanıt olamamaktadır. Pozitivist görüş bütün maddiliğine rağmen bu açıdan üstünlüğünü açık ara sağlamış durumdadır. Kapitalist modernitenin eğer bir başarısından bahsedilecekse, ideolojik tekeli olan liberalizm yoluyla, yine bilimcilik ve hakikat algısında yarattığı üstünlükle kendini her topluma, her dine, her bireye uyarlama başarısını göstermesidir. Zizek’ten alıntılayarak itiraf etmek gerekir ki, asıl olarak, kapitalizm bugün adamakıllı devrimcidir. Teknolojiden ideolojiye, son yüz yıl boyunca bütün manzaramız değişti. Bu değişimlere sosyalistler kadar muhafazakârların çoğu da tepki vermekle birlikte, umutsuz bir biçimde eski kazanmalarını ellerinde tutma çabasına yöneliyorlar.

Kaba materyalizmin en önemli yanlışlığı öznelliği, yani canlılık ve anlam olgusunu maddi düzenleniş ile aynı saymasıdır… Pozitif bilimde her şeyi kaba materyalizmle izah etmeye çalışır. Sıkı bir nedensellik ve düz çizgisel gelişme felsefesi geliştirilir. Pozitivizmi “modern tanrıcılık” olarak tanımlayan Abdullah Öcalan, bir büyük yanılsamayı da bu tanımla düzeltmiş olur: Pozitivizm (bilimcilik), ne anti-metafiziktir, ne de anti-dinselliktir. Üzerine bilim kılıfı giydirilmiş Modern putçuluktur der. Nietzsche  “en kaba metafizik” olarak pozitivizmin maskesini erkenden düşürmesine rağmen bilimin etkileyici gücünden yararlanmasını bilen pozitivist düşünce tam bir zihinsel sömürgecilikle kendini başat kılmayı bilir. Pozitivizm,  kapitalizmin kutsal ideolojisi olarak hükümranlığına devam etmektedir halen.

 

Yorumlamaya Cesaret Etmek

Pozitivist anlayışa göre bilim değer yargılarından bağımsız olmalıdır. Var olanla ilgilenmesi gereken bilim, olması gerekenle ilgilenmez. Bilim “iyi” olanın peşinde değildir. Çünkü iyinin ispatı yoktur. Değer yargılarından arınmış sosyal bilim vizyonuna ulaşmak, bilimciliğin temel hedeflerinden biri ve hâkim sistemin en etkili ideolojik çalışması oldu. Mutlak hakikat anlayışıyla toplum ve bireyi birer materyale dönüştüren ve beyinleri adeta donduran bu bilimcilik aşılmadığı müddetçe zihinleri özgür kılmak mümkün olmayacaktır. Bunun için daha fazla felsefe yapmaya ihtiyacımız var. Felsefe bu bağlamda biraz geç kalmış ve politikanın yedeğine düşen bilimin “bilimcilik” olarak kullanılmasından sorumlu sayılmalıdır. Zira düşünce politikaya bilim ve/veya felsefeden gelir.  Althusser, bilim ve felsefe olmadan politikanın ister istemez yoldan çıktığı yönünde tez ileri sürer. Açık ki,  politikaya yön vermesi için felsefe ve bilimin gerekli olduğu kadar, politikanın asıl işlevine kavuşması açısından da elzemdir. Tartışan, yorumlayan, sorgulayan her felsefe kaba materyalizme olduğu kadar esas ta bilimciliğe karşı hakikat lehinde bir edim olarak değer kazanacaktır.

Zizek  “Var olanı olduğu gibi kabul etmemeye başladığımız ve bunun yerine gerçek olarak algıladığımız şeyin aynı zamanda nasıl olası olduğu sorusunu sorduğumuz anda felsefe başlar.” demektedir. Zihinlerin müthiş bir denetim ve kontrol altında tutulduğu şu modern zamanlarda yapılacak şey daha fazla eleştirel ve sorgulayıcı düşünce ile bilimsel çalışmaları derinleştirmek ve iktidar zemininden uzak tutmak olmalıdır. Ancak her şeyi bilimden bekleme yanılgısına düşülmemelidir. Evet, bilim gereklidir ancak bize hayatlarımızı nasıl dönüştürmemiz gerektiğini söyleyemez. Çünkü böyle bir dönüşüm nasıl bir hayat sürmek istediğimize dair temel toplumsal-siyasal ‘normatif’ fikirlere dayanmak zorundadır. Politika ve ahlak, bilimin yaratıcı gücünden destek alarak toplumsal hakikati inşa etmekte esas iki faktördür.

Modernist yaşam tarzının bir ideal olarak sunulması ve modernite ölçülerinin ilerlemeci, seçkin ve bilimsel olarak kabul ettirilmesi kapitalist sistemin bir pazarlama başarısıdır. Modernite öncesini mahkum eden ve geri olarak yargılayan bu pozitivist düşüncenin kendini vazgeçilmez bir hakikat olarak ilan etmesi ideolojik propaganda gücü sayesindedir. Ulus-devletten biyolojik iktidara kadar sömürü sistemlerini bu hakikat algısında yarattıkları yanılsamayla inşa ettiler. Uygarlaşmanın hep ilerleme ve üstün yaşam biçimi sayılması, Marx ve Engels’in bu dönüşüme tarihsel materyalizm perspektifiyle yasal bir zorunluluk atfetmeleri, tarihin ileriye yönelik dev bir adımı olarak değerlendirmeleri sosyal bilim adına ciddi bir talihsizliktir.

Öcalan “Tarihsel materyalizmin Marksist yorumunun (kaba materyalizm) büyük bir yanlışı ve saptırması tarihsel-toplumsal gelişmede zorunluluk olduğu ideasıdır. Daha da vahimi, Marksizm’in toplum biçimlerinin düz çizgisel temelde geliştiği anlayışında olması, Hegel idealizmini materyalizm adı altında sunmasıdır. Bu da Hegelciliğin bir türevi olmaktan başka bir anlam taşımaz. E. Kant’ın çok utangaçça yapmaya çalıştığı şey bu tür nesnel gelişim anlayışına karşı öznenin gücünü, dolayısıyla ahlakın bir özgürlük tercihi olarak rolünü belirtmiş olmasıdır. Marksizm özgürlük ahlakı açısından Kantçılığın da gerisine düşmektedir. Diğer sağ liberal anlayışlardan bahsetmek bile gereksizdir; onlar kapitalizmin doğuşunu sadece bir zorunluluk olarak değil, tarihin son sözü olarak değerlendirirler.” eleştirisiyle kader ya da zorunluluk olarak dayatılan anlayışı külliyen reddeder.

 

Ben Diğer Bir Senim

Eduardo Galeano “Ve günler Yürümeye Başladı” adlı muhteşem kitabında Mayaların bir özelliğini anlatır. “Maya dilinde özneyle nesneyi ayıran bir hiyerarşi yoktu.  Çünkü ben beni içen suyu içiyorum ve ben baktığım her şey tarafından bakılıyorum ve şöyle selamlaşmayı öğrendiler:

-Ben diğer bir şenim

-Sen diğer bir bensin

Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan Neolitik ve öncesi toplumların özne-nesne ayrımı diye bir sorunu olmadığını belirtir. “Bu ayrımın temeli kentli, sınıflı ve devletli uygarlığın gelişmesiyle atılmıştır. İlk uygarlık olan Sümer uygarlığında rahiplerin tanrılar ve kulları bağlamında ilk özne-nesne ayrımını geliştirdiklerini bilmekteyiz. Tanrı ve kul kavramları özünde kentin kıra, üst sınıfın alt sınıfa, devletin topluma hükmetmesine, tekel kurup artık-değer elde etmesine dayanır.” diyerek bu ayrımın varlık sebebini de tespit eder.

Zerdüştlükte de Maya toplumuna benzer bir gerçek söz konusudur. Her şeyin sahibi gibi görünen tanrı sorgulanarak katı özne-nesne ayrımı ortadan kaldırılmaya çalışılır. Özgür insan kavramı ve ahlakıyla iyi, doğru ve güzel yaşama çabası gösterilir. İnsanlığın temel formu olan kabile zihniyetinde de özne-nesne ayrımına yer vermeyen geleneksel komünal bilinç ve yaşam tarzı mevcuttu. Sınıflaşma, ötekileşme, nesneleştirme uygarlık tarihiyle ortaya çıkan bir zihniyet ve uygulama biçimidir. Kesinlikle doğaya ve topluma hükmetme arzusuyla bağlantılıdır.

Bilimsel yöntemin en önemli kavramlarından sayılan özne-nesne ayrımının Eflatun’a kadar giden bir kökeni var.  Gerçek şu ki, özne-nesne kavramına dayalı felsefe hakikat alanında ciddi gelişmelere yol açtı.  Ve hatta hakikat bilincinin oluşumunda aldırdığı mesafeyle kapitalizmin küresel çapta hegemonyasını sağlayarak onunla en gelişkin yorumuna kavuştu. Gerçeğin bir yanı bu iken, diğer yanda ise kapitalist modernitenin bu felsefe sayesinde yöneten-yönetilen ikilemini bir kader haline getirmesidir.Öcalan sorgulanması gereken esas hususun; özne-nesne kavramının mutlak hakikat ifadesi olup olamayacağını söyleyerek hakikat arayışında komünal toplum tarzından kuantum felsefesine kadar ilk ve öz olana işaret eder. Kuantum dünyası özne-nesne ayrımının mutlaklaştırılamayacağını on yıllardır kanıtlanmış haldedir. Neolitik toplum ise, on binyıldır öznesiz ve nesnesiz olarak toplumsallığımızda halen canlı olarak var olmayı sürdürmektedir.

Açık ki, kapitalist modernitenin hegemonikleşmesi özne-nesne ayrımına dayalı zihniyet ve bilim yönteminin hakim kılınmasıyla mümkün hale geldi. Özne, analitik düşüncenin en meşru geçerli faktörü haline getirilirken, nesne de üzerinde her türlü spekülasyonun yapılabileceği maddi öğe haline sokuldu. Bu şu demektir: Bir avuç yöneten, sahip, malik, muktedir dışında her şey; insan, doğa, toplum, kadın vs. her şey nesnedir. Zaten nesne (eşya) olan karar veremez, yorumlayamaz, sorgulayamaz, değiştiremez, başka bir şey olmaya çalışamaz. Tüm bunlar özne olana ait haklardır. Nesne olan cansızdır, ruhsuzdur, enerjisizdir. Nesne olanın bunun dışında bir yaklaşımı olamaz. Toplum içinde çokça ifade edilen dikte edildiği besbelli olan bir deyim mevcut durumu izah ediyor zaten; “böyle gelmiş böyle gidecek!” Özne vardı var olacak. Nesne vardı ve hep öznenin nesnesi olarak var kalmaya devam edecek. Zihinsel tahakküm dedikleri bu olsa gerek.

 

Özgür İnsanda Israr

K. Marx’ın olağanüstü çabalarına rağmen Engels’le birlikte geliştirdikleri felsefe kaba materyalist doğa, toplum ve tarih felsefesini aşamadı. Bu da sonuç olarak özgür insanın gerçekleşmesini engelledi. Öcalan’ın Marksizme katkısını tam bu özgür insan matrisi içinde kavramak gerekiyor.

“İnsan yorumumuzu daha da geliştirirsek şu varsayımları ileri sürebiliriz: İnsanın oluştuğu tüm materyallerin canlılık, sezgisellik, özgürlük özellikleri olmasaydı, tüm bu özelliklerin toplu ifadesi olarak insan canlılığı, sezgisi ve özgürlüğü de gelişmeyecekti. Olmayan bir şeyden yeni bir şey doğmaz. Bu tespit cansız madde anlayışımızı çürütmektedir. Şüphesiz insan türü bir organizasyon ve toplum olmadan, bilgili varlık gelişmez. Ama bu organizasyon ve toplumda rol oynayan materyalin bilgisel, sezgisel, anlamsal, özgürlüksel özellikleri olmadan da bilginin vücut bulamayacağı anlaşılır bir husustur.”

İnsan evrenin özetidir. Mikro evren olarak insanın metafizik özellikleri onun esas güç kaynağını oluşturur. Zihinsel gücü, hisleri ve anlam yeteneği, inancı ve iradesi maddi dünyayı başka bir şey yapmaya yetecek potansiyeldedir. Sahip olduğu enerji ile dönüşümü ve değişimi gerçekleştirecek yegâne güç konumundadır. Asıl sorun, kapitalist moderniteye eklemlenmeden ideolojik ve zihinsel alanda hakikat bilincine ulaşmadadır. Hakikat kavramının muğlak hale getirildiği ve anlamı oluşturan köşe taşlarının yerinden fırladığı, geçici ve tarihsel anlamların bile elimizden alındığı pozitivist modernite zamanlarında her zamankinden daha fazla bilim, sanat ve felsefe ile hakikat mücadelesine yönelmek zorundayız. Hakikatin ne olduğunu bilmeden yapılacak her eylem, söylenecek her söz, gidilecek her yol en nihayetinde modernitenin bünyesine eklemlenmekten kurtulamaz. Öcalan’ın savunmalarında özenle dikkat çektiği husus ta bu olmaktadır.

“Kuantum ve kozmoloji henüz son sözünü söylemedi. Yaşam ise hiç çözümlenemedi, sırrının farkına bile varılamadı. Bu nedenle pozitivizm modern cehalet olarak adlandırılmayı hak ediyor. Kaba materyalizm ondan farklı değildir. Yaşam ve zihin sorunları ayna teorileriyle asla izah edilemeyecek olan, bilimin bile halen her gün yeni bir mucizesiyle karşılaştığı evrenlerdir. Toplumsal yaşam onlardan da karmaşıktır. Bunların erken cehalet hareketleri olduğu ve anlamlı bir çekim merkezi olamayacakları anlaşılınca, bu sefer bu üç felsefenin daha örtülü iki sentezini devreye soktular: Birbiriyle çelişir gibi görünen ama özünde birbirini tamamlayan burjuva enternasyonalizmi ve milliyetçiliği.”

Ortadoğu’da çözüm şansı olacak her sistemin öncelikle özne-nesne felsefesi olmak üzere kaba maddecilik ve pozitivist bilimcilikle ideolojik hesaplaşmayı başarıyla yürütmesi ve toplumsal inşasını gerçekleştirmesi gerekiyor. Lenin’in belirttiği gibi “hakikat devrimcidir” ve insan soyu sürdükçe hükmünü er ya da geç icra edecektir. Doğru yol ve yöntemi bulduktan sonra hakikate arayışında sonuca ulaşmamak için bir neden olamaz. Eğer insan yaşamının sürdürülmesinde ısrarlıysak, kapitalizmin ve ona ait tüm yapay hakikatlerin aşılması kaçınılmazdır.

 

 

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.