Düşünce ve Kuram Dergisi

“Zorunluluğun Bilincine Varmak,” Özgürlük Müdür?

Engin Elbistanlı

Bir şeylere zorunlu olarak uymanın, tercih ve seçeneklerin doğası gereği kısıtlandığı için özgürlükler meselesine ket vurmaktadır. Özgürlük özü itibariyle tercih ve seçenekler sorunudur. Daha doğrusu birey ise bireyin toplum ise toplumun yaşamaya dönük bakışlarında ortaya koyacakları tercih ve seçenekler sorunudur. Tercih ve seçenek yok ise orada iradeden söz etmek yani bir iradenin kendi kararını kendisinin verip vermediği meselesi tartışmalık bir durumdur. Bir şeylere uyulursa, bir şeylerin zorunluluğuna inanıp ve güvenip ona göre bir yaşam hattı ya da eylem hattı belirlenmiş ise, orada olan o zorunluğun belirleyiciliğidir. Doğası gereği belirleyen temel yani esas iken, belirlenen ise tali yani pasif olandır.

Bu eksende ele alıp özgürlüğün ne olduğu, ne olması gerektiğini tartışabiliriz. Ancak konumuz “Zorunluğun bilincine varmanın özgürlük” olduğu tespitini analiz etmek olduğu için, önce bizi geçmişte buraya götüren yolu kısmen de olsa, çizmemiz gerekiyor ki, bu tespitin gerekçelerini bilince çıkaralım. Aksi taktirde özgürlüğe yüklediğimiz anlamlar yeterince anlaşılamayacağı gibi, birçok kuramcıya ve ustaya da haksızlık etmiş oluruz.

Mitolojik bakışın yarattığı düşünce, yorumlanış ve yaşam şöyle böyle bilinmektedir. Köleliği kutsayan, rahipleri göklere çıkaran, düz ve monoton bir yaşam özcesi iradesiz ve iradesizleştirilmiş yaşamıyla tümden hükmeden hâkim buyurgan ve tepeden inme kral ve imparatorlar.

Dini bakışın ve yaşayışın etkilerini halen bugün derinden hissedilebiliniyor. Göklere tanrıya kilitlenmiş, kulluğu geçmeyen bir yaşam. Arayış, en iyi kul olmak içindir. Kul tanrının kölesi hizmetçisidir.

Felsefi yaşam ve bakış daha değişik bir kültür yaratırken, daha köklü sorgulayan ve inceleyen bir kişilik yapılanmasına yol açmıştır. Platon ve Aristo gibi dev filozoflar hep bu bakışın meyveleriydi.

Bilimsel bakış, yani materyalist bakış ise kendisine daha güvenen ve iradeleşen her şeyi bilebileceğine inanan fizik ötesine kafayı takmadan birey olmak için her şeye muktedir olduğuna inanan bir kişiliktir. Dahası da bilimin çözemeyeceği hiç bir şeyin bulunmadığına o denli de inanandır.

Söylenmek istenen şudur, her bakışın hedefi yaşananları izah etmedir. Var olanı anlamadır. İçeresinde kimi hinlikler olsa da özcesi olup bitene anlam vermedir. Bir izah getirmedir. Totemcilikte, animizmde ve fetişizmde olup biten budur. Etrafında yaşananları anlamak ve anlatmaya çalışmak için modeller oluşturuluyor. Model yâda tasarlananla evren, dünya ve tabiat insan anlaşılmaya çalışılıyor. O bakımdan her modelin yâda bakışın bir değeri vardır. Nihayetinde yaşamın idame edilmesinde şöyle yâda böyle bu modeller rol oynamışlardır.

Bugünde insanlık yaşadıklarını anlamlandırmaya çalışmaktadır. O kadar bilimsel gelişmeye rağmen olup biteni anlamamak yada yeterince izah edememek düşündürücüdür. Bilimin izah etmekte zorlandığı o kadar çok şey var ki bu küçüklük kompleksi yaratıyor. Aşağılık psikolojisi, bitirici bir hastalıktır. Alışılagelen sistem özelde de son kapitalist sistem bilmeye dayalıdır. Bilinmedi mi, korku ve panik yaratıyor. İnsanlık o kadar benmerkezci olmuştur ki kendisini her şeyin üstünde ve her şeyden daha kıymetli görmektedir. Eşrefi mahlûkat sözünün altında yatan esas budur.

Yukarıda dile getirdiğimiz gibi mitoloji öncesi animist, fetişist, totemist merhalelerden başlayarak insan olup biteni anlamaya çalışmıştır. Yıllarca süren deneme sınama ardından insanlık bilimselliğin kapısını pratikte çözmeye başlamıştır. İlerledikçe olup biteni daha çok anlamıştır. Bilimsel aşamaya geldikten sonra olay ve olguları bilime dayalı çözmeye çalışmıştır. Atina da her şey matematikle çözülebileceği inancıyla Öklid geometrisi geliştirilmiştir. Örneğin Phitagoras müziğin matematiksel sayılarla anlaşılabileceğini savunmuştur. Matematik, evrenin sırrı olarak algılanmıştır. Tarih ilerledikçe, fizik geliştikçe matematik somut olgulardan soyut olgulara kaymıştır. Her şeyi çözecek güç matematikte değil fizikte görülmeye başlanmıştır. En son 16. ve 17.yy.da yapılan keşiflerle yeni yol ayrımına gelinmiştir.

Hiç şüphesiz önceleri de “bir nehirde bir kez yıkanılır” gibi sözler her şeyin hareket halinde olduğuna işaret edilmiştir. Yine pozitif-negatif tanımlamaları karşıtlıklara yani çelişkiye işaret ediyordu. Özelde enerjinin, etki-tepki (aksiyon-reaksiyon) yine dönüşüm yasaları gibi birçok buluş tabiatı, kuvveti, işi, hızı izah eder konuma gelmiştir. Fizik dünyasındaki yasalar topluma da uyarlanmaya çalışılmış ve önemli ölçüde de başarılmıştır. Fizik dünyasındaki yasaların topluma uyarlanmasına diyalektik-tarihsel materyalizm denildi. Bunun yöntemi olarak diyalektiğin doğa ve toplumdaki olayları-süreçleri anlamanın temel yöntemi olduğuna inanıldı.

Fizikte her şeyin birbirine bağlı olduğunu ve birbirini etkilediğinin anlaşılması, her şeyin hareket halinde olduğu, durum ve konum değiştirme, nicelden niteliğe geçiş -ki bu bir halden başka bir hale geçişi ifade ediyordu- ve en son olarak da zıtların birliği ve karşıtlığının en küçük parçası olan atomlarda proton-elektron ikilemiyle hem karşıt oluşları hem de bir arada oluşları izah ediyordu.

Bilimsel gelişmeler bu temelde ilerlerken bilimin her şeyi çözeceği, her şeyin bir süreç işi olduğuna inanılıyordu. Ve nitekim pratik sonuçlar bunu doğruluyordu da. Her geçen gün yeni keşifler yeni buluşlar dünyamızı sarıyordu. Öyle ki sonradan pozitif bilim diye bildiğimiz süreç başladı. Kimisi determinist, kimisi mutlak bilim diyerek, her şeyin bilinebileceğine biat etti. Özelde 15. yüz yıl Descartes’in düşünsel olarak her şeyin bilinebileceğini formüle etmesi, Newton gibi bir deha fiziğin kanunlarıyla adeta alay edercesine tek tek oynaması ve çözülemeyecek bir şeyi neredeyse bırakmaması, herkesi ama herkesi “bir kaç kendini bilmez dışında” ikna etmişti. Dünyanın sırları bir bir çözülüyordu. Dünya daha da tanıdık oluyordu. İnsanlık kendisine daha fazla güveniyor ve daha bencilleşerek, narsistleşerek kendinden geçiyor ve sonradan görüleceği gibi ben merkezci ve ben üstün mantığın bir sonucu olarak tabiat yerle bir edilecek, insanlığı çığırından çıkaracak savaşlarla dünya kirletilecekti.

18. yüzyılda bu gelişim trendi yaşanırken, topluma bu yasalar uyarlanmış ve iki yüz yıl boyunca toplumsal gelişim yasaları olarak bilinen bu yasalar her şeye damgasını vurmuştur.

Diyalektiğin temel dört yasası olarak bilinen: Evrensel bağıntı yasası, değişim yasası, dönüşüm yasası, zıtların birliği ve karşıtlığı yasası insanlığı son yüz yıllarda çok fazla etkilemişti. Bu dört yasa yıllarca, hele bir de yaşamdaki tecrübeyi de katarsak binlerce yıl yaşadı. Aslında birçok insan, bilinçsizce bu kanunları yaşamında uyguladı. Tüm insanlar ise bu kanunlara göre yaşadı. Bu dört yasa, belli bir felsefik bakış, ideolojik ve politik görüşü bize sağladı.

Sonuç itibariyle, bu dört yasa, bize zorunluluğun yasaları olarak öğretildi. Bu yasaların her şeye muktedir olduğuna inandık.

Halbuki, bu kadar zıtlık üzerine oluşmuş yasalar, sonunda karşıtlığı ve zıtlığı da getirir. Bu bakış birinin üstünlüğünü sağlarken diğerinin yok sayılmasını doğurmuş ve bunun sonucu olarak da birbirini tasfiye etmiştir.

Darwin’in güçlü olan ve kendisini uyarlayabilen yaşar yasası, büyük balığın küçük balığı yutma hakkını sağlar. Bu da tahakkümü geliştirebilenin hiyerarşisine davetiye çıkarır.

Yine unutulmasın ki; “zorunluluk” bir nevi her şeyin önceden bilinebildiğini ifade eder. Bireyi diyalektik yasalarını bildikçe ve buna bilinçli katıldıkça gelişir. Özünde bu bireyin iradesini dıştalayan bir süreçtir. Daha popüler bir kavramla kaderciliktir. Her ne kadar kadercilik materyalizm tarafından reddedilse de pratik sonuçları kaderciliktir. Tek renkliliktir, tek yoldur, tek çözümdür, tek tiptir. İsterse buna faşizan deyin isterse devlet kapitalizmini aşmayan diktatoryal reel sosyalizm deyin. Seçim size aittir. Ancak gerçeklik budur.

Bu durumun yani bu dört yasanın ve kategorilerin determinizmi getirdiğini ve geliştirdiğini bugün daha iyi görüyor ve biliyoruz. Bilinebilirlik o kadar abartıldı ki insanın ve tabiatın, ruhu yada duyguları arka plana atıldı. Psikolojide psikanaliz her ne kadar son yıllarda ele alınmışsa da özcesi iç dünyalara yer verilmedi, böylece kupkuru, donuk bakış ortaya çıktı. İlişkiler çıkarlara yani politik pragmalara kaydı.

Şimdi bu bakışın en önemli olan ayağına gelelim: “Özgürlük zorunluluğun kavranmasıdır” yada “özgürlük zorunluluğun bilincine varmadır” tespitleri, özünde özgür iradeyi reddeden, bu bağlamda gelişmeye ket vuran tespitler olarak halen kendisini hissettiriyor. “Zorunluluk kavrandıkça özgürsün demek”, sen bir birey olarak hiçsin demektir. Sen yeter ki zorunluluğa uy. Nitekim zorunluluklara uya uya bireyden eser kalmadı. Tekrar vurgulayalım, sorun bunun bilinçli yapılıp yapılmaması değildir. Bu bakış bunu doğurur ve besler.

Eski paradigmanın tüm iyi niyet, çaba ve emeklere rağmen, insan sevgisi, o kadar büyük ki insan için gözünü kırpmadan verebilen bir sevgi ancak buna rağmen insana, tabiata, kendine karşı kirlenmekten kurtulamıyor. Buna örnek olarak Öcalan Hristiyanlığı, İslam’ı, Fransız ve 17 Ekim devrimlerini veriyor. Buna daha nicelerini de ekleyebiliriz.

Hristiyanlığın onca fedakarlığına rağmen iktidara bulaşmasıyla engizisyonlara nasıl yol açtığını iyi biliyoruz.

İslamiyet kardeşlik ülküsü iken Muaviyeci bir İslam ile bugün nasıl DAİŞ’e dönüştüğünü de herkes görebiliyor.

 

Özgür İrade

17 Ekim Devrimi için milyonlarca insan canını adalet, eşitlik ve özgürlük için ortaya koymuşken, devletleşmeye doğru yol aldıklarında Sibiryaların, Kulakların, hapishanelerin nasıl ortaya çıktığını da bugün biliyoruz.

Dile gelen gerçekler Küba, Nikaragua, Çin, Arnavutluk ve daha nice “sosyalist” ülke için geçerlidir. Emperyalist ve kapitalist ülkelerde, yaşanan vahşeti açmanın anlamı yoktur.

Şimdi; “Zorunluğun Bilincine Varma Özgürlüktür” tespitini aşan yaklaşımlara, göz atmamız yerinde olacaktır. Özgürlük, bir zorunluğun bilincine varma olmadığını, tam tersine zorunluğun bilincine varmayı özgürlük olarak ele almanın, gerçek manada tutsaklığı geliştirdiğini, doğru olanın ise “Esneklik özgürlüğü, özgürlük çeşitliliği getirir” olduğu daha iyi anlaşılmaktadır.

Kuantum teorisi bir atomun içinde bulunan atomlardan daha küçük boyuttaki parçacıkları inceler. Atomu yani maddeyi meydana getiren atomdan daha küçük boyutlardaki parçacıkların hiçbir kaideye uymayan tuhaf davranışlarını açıklayan, kuantum mekaniği bilimde bir çığır açtı. Parçacıkların dalga hareketleri ve denklemlerini çıkardı. Kuantum teorisi ile parçacık fiziğinden nükleer fizik ortaya çıktı ve elektronik gelişti. Maser, lazer, bilgisayar ve hesap makineleri gibi binlerce cihaz, onun sonucu olarak daha küçük boyutlarda daha hızlı ve verimli olarak üretildi. Kuantum teorisi giderek atomu mercek altına aldı ve kocaman bir dünyayla karşılaşıldı. Önceleri atom proton, elektron ve nötrondan oluşuyordu. Ancak şimdilik bilinen 149 tane ayrı parça tespit edilmiş durumdadır. Dahası da olasıdır. Yine çekirdek etrafında elektronların dönüş spini eğer ileriye doğru gidişi ifade ediyorsa elektronun ters yönde ki spini –yani dönüşü- geriye gidişi ifade eder. Bu yaşam ile ölümü anlamsızlaştıran madde ile ruhu iç içe geçişidir. Bu birçok farklı gerçekliğin anlamına gelecektir. 149 farklı parçacığın her biri kendisine has frekansı var yani her birinin rengi ayrı, kimisi uzun ömürlü, kimisinin milyarda biri kadar ömrü var, kimi çok enerji yüklü kimisi az enerji yüklü, ancak her birinin bir işlevi var. Hiç birinin diğerine öncelliği yok, hepsinin işlevselliği önemli olandır. Her şey farklı şekillerde görünmeye sahip, bir nevi çözümsüzlüğü yoktur. Önemli olan gerçekleşmesi ve kimsenin durduramamasıdır.

Bilelim ki; Her parçanın ayrı bir frekansa sahip oluşu, her birinin ayrı renge sahip olduğudur.

İnsanlığı çok önceleri yukarıda izah ettiğimiz diyalektliğin 4 kanununu izah etmek yetmiyor. İnsan ruhunun derinliklerinde bilinmeyen o kadar çok şey var ki, bilinebilirliği –hem de dört dörtlük- diyalektik yasalarını izah etmez. Bunların hepsini ele almadan önce insanı neden sonuç ilişkisi ile dar ele almak, o insanı izah etmeyeceği gibi kıracak ve dökecektir. Kırılan ve dökülen insan, gergin olup tepkilenecektir.

Şunu da gördük, diyalektiğin yasaları bir nevi zorunluluğun yasalarıdır. Çizilen yolda ilerlemedir. Düz çizgisel bir ilerleyiş söz konusudur. Her ne kadar kadercilik reddedilse de sonuçta kaderciliğe götüren yasalardır. Düşünce ve söylemde renklere yer verse de kuruluş mantığı itibariyle tek renkliliktir. Tek düzeyliktir. Bu da tabi ki karşıtlıkların mantığıyla birinin yaşaması için diğerinin tasfiye edilmesidir. Sonuçta hiyerarşik ve tahakküme açık bir bakıştır. Birinin öncül olması diğerinin tali olmasıdır. Yani önemsiz olmasıdır. Buda sınıflı ve ayrıcalıklı tabakaların oluşmasıdır. Özcesi hiyerarşi ve tahakkümdür.

Özgürlüğün ve düşüncenin sistemleştirilmesi konusunda kuantum teorisi neler söylemektedir? İhtimal dâhilinde olan her şey zorunludur. Özgürlük, zorunluluğun kavranmasıydı. Yada zorunluluğun bilincine varmasıydı eski Marksist bakışa göre. Şimdi özgürlük bu olmuyor, olamaz da. Yukarıdaki formülasyon, bireyin irade gücünü hesaba katmıyor. Hâlbuki iradi güç birçok şeyi etkileyebilecek pozisyondadır. Elbette insan yada herhangi bir varlık büyüdüğü ortamın etkisini taşır ancak ve ancak sadece etkisini taşır. O varlık kendi yolunu çizecek gücü ve kudreti içinde barındırmaktadır. Özgürlük artık zorunluluğun bilincine varmanın da ötesinde kendi yolunu kendi çizme oluyor.

“Özgürlüğü evrendeki çoğullaşma, çeşitlenme ve farklılaşma olarak tanımlamak, toplumsal ahlak açıklamasında da kolaylık sağlar. Çoğullaşma, çeşitlenme ve farklılaşma, zımnen de olsa bağrında hep zeki bir varlığın seçim yapma kabiliyetini düşündürür.”

Atom altı parçacıklarda, parçalar yada fotonlar kendi rotalarını kendileri çizmektedir. Her birinin enerjisi dalga, frekans ve rengi ayrıdır. Ancak kendi yolunu her foton kendi çizmektedir. Yine fotonlar kontrol altına alındığında, dış gözlemci kendi istemiyle etkilemektedir. Bu şudur; hem kendi yolunu birey çizebiliyor ancak kendi iradesini güçlü örgütlemiş ve hazırlamış ise baskın çıkabiliyor. Ayrıca bireyin dışında olanı kendi iradesiyle istediği yere sevk edebiliyor.

Bu özgürlük bakışında yeni ufuklar açmaktadır. Birey artık onun bunun etki sahasına girmekten söz edemez. Eğer birey kendisini güçlü örgütlemişse bu böyledir. Yok, eğer birey örgütsüz ve kendini iyi konumlandırmamışsa o birey boşluk sahibi bireydir ve boşlukları doldurula bilinir. Doldurulmaya açık kişi yada birey iyi örgütlenmemiş bireydir. Bu açıdan bakıldığında artık “oradan buradan etkilendim” şeklindeki söylem ve ifadelere paydos. Özgür birey kimliğinin önünü artık alamaz.

Dahası da vardır. Gelişmeler düz olmuyor. Kimine göre helezonik, kimine göre spirallik ve gel-gitleri olan bir ilerleyiş yada gerileyiş söz konusudur. Eskideki gibi hep ileriye gidiş yok. O ilerleyiş bireyin elinde eğer birey durursa geriler ve geriye çark eder. “Çoğullaşma ve çeşitlenmenin hep özgürlüğü çağrıştırması, temellerindeki zekâ kıvılcımlarından ötürü olsa gerek.” Birincisi bu ikincisi; artık başkasının peşinen üstünlüğü kalkmaktadır. Madem iradedir birey, o zaman iradesi hesaba katılacaktır. En güçlü görünenin karşısında, bireyin kendini örgütleyişi, güç kazanması galebe çalması anlamına geliyor.

Ayrı bir husus ise düşünce sahasındaki yansımadır. Birey ne kadar yoğunlaşırsa o düşünceyi o kadar baskın hale getirebilir. Bir sorun mu var o sorun üzerine düşünmek yoğunlaşmak o düşünceyi pratikleştirmenin kapısını aralamaktadır. Önemli olan bireyin kendisini o şey her ne ise ona kilitlemesidir. Bir de pozitif bakış edinmesidir.

Bardak yarı boştur demek bir bakıştır, bardak yarı dolu demek bir ayrı bakıştır. Bardak yarı boştur bakışı negatifleyen, negerjileyen, olumsuzlaştıran ve bu anlamda çözemeyen bir bakış iken bardak yarı doludur demek pozitifleme, sinerjileme, olumlulaştırandır. Bu bakımdan da çözen yada onu olanak dâhiline koyan bir bakıştır. Bir soruna, olaya, olguya bakış eğer pozitif olursa ona değer biçme ve yükleme anlamına gelir ki bu da inançtır, umuttur ve çözümün önemli bir parçasıdır.

Her şeyin çözümü vardır. O da tek yol değil birçok çözüm, yol ve yöntem var. Hani parçalar paket ve dalga halinde hareket ediyorlar ya, işte onun gibi. Her sorunun en az iki çözümü var, ilkesinden hareketle çok seçenekli denklemi çözmek daha rahat ve olanaklıdır. Bu yeni bir bakıştır. Nasıl ki, negatif sayıları (imaginer karmaşık sayılar) insan, matematikte bugün olasılık ve mantık sorunları çözüyorsa kuantumik bakışta buna elveriyor. Daha çok özgürlük, moral ve pozitivizmdir. Alternatif mücadele insana coşku verdiği gibi sinerjiye (görevdeşlik) de yol açmaktadır. Bu bakışta moralsizliğe, bunalıma girmeye yer yok çünkü çözümler alternatiflidir. Renkliliğe ve özgürlüğe yer fazladır. Böyle olunca moralsizlik, eğer moralsizlik çözümsüzlük ise yoktur. Yada moralsizlik baskın olmaktan çıkmıştır. Baskın olan pozitif, iyimser ve çözümleyen birey ve varlıklardır.

Artık sorun bireyin kendi enerjisini doğru örgütleme sorunudur. Boşa enerji harcamaması sorunudur. Enerjiyi boşa harcamama sanatını geliştirerek, enerjiyi yoğunlaştırma sanatıdır da. İşte buda, Özgürlüktür. Kendisini iyi örgütlemiş birey yada varlıktır. Bu da yenilgiyi kabul etmeyen kendisini başarılara kilitlemiş istediğini yapmaya kavuşmuş, yada ona muktedir olan birey ve kişiliktir.

Abdullah Öcalan’ın sözleri ile yazımızı bitirecek olursak: “Doğada gerçekleşen biçimiyle artık atom parçacıklarının da ötesinde, dalga-parçacık evreninde olup bitenler başta ‘canlılık’ özelliği olmak üzere, varlıkların her çeşidini oluşturuyor. Gerçekten bu kadar doğal çeşitlilik ancak büyük bir zekâ ve özgürlük tercihiyle mümkün olabilir…

Evrenin temel taşları olarak parçacık-enerji ikilemini düşündüğümüzde, enerjinin özgürlük demek olduğunu çekinmeden vurgularım. Maddi parçacığın ise, mahkûm haldeki enerji paketçiği olduğuna inanırım. Işık bir enerji halidir. Işığın ne kadar özgür bir akışkanlığa sahip olduğu inkâr edilebilir mi?…

Daha da ileri gidersek, evrenin tüm sesleri, renkleri özgürlüğü düşündürmüyor mu? İnsan toplumunun en derin ilk ve son köleleri olarak kadının tüm çırpınışları özgürlük arayışından başka hangi kavramla izah edilebilir.”

 

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.