Düşünce ve Kuram Dergisi

Adalet, Ahlak ve Vicdan İlişkisi

Rıdvan Tanış

Çok eski yıllarda biri öldüğünde kilisenin çanı bir kez çalıp ölümü herkese duyurulurmuş. Bir asil öldüğünde çan iki kez, kral öldüğünde ise dört kez çalınırmış.

Günün birinde herkesin hak aramak için sığındığı mahkeme, bir vatandaşı haksız yere mahkum etmiş. Ve kilisenin çanı tam beş kez çalmış. Ahali merak içinde kalkıp papaza koşmuş; “ey papaz efendi kraldan daha önemli biri var mı ki o, ölünce çan beş kez çalınsın?” Papaz yanıt vermiş; “kraldan daha önemli bir şey var. ADALET ÖLDÜ.”

Günümüzde ise bu çanlar hiç susmamakta, bunları duyacak ahlak ve vicdan sahip insanların, toplumların kulaklarını sağır edecek düzeyde çalmakta ve haykırmaktadır.

Adalet, ahlak ve vicdan ilişkisine değinmeden önce her üç kavramın felsefe sözlüğünde tanımlamasını aktarmakta fayda var.

Adalet; bir toplumda, değerlerin, ilkelerin, ideallerin, erdemlerin cisimleşmiş, somutlaşmış, hayata geçirilmiş olması durumu; herkesin hak ettiği ödül ya da cezayla karşılaşması halidir.

Adalet, en yüce, nesnel ve mutlak bir değerin anlatımı olarak insanın davranışını ahlaki açıdan inceleyen ve eleştiren bir düşünce, hakka ve doğruluğa saygıyı temel alan ahlak ilkesi, doğruluk, dürüstlük, tarafsızlık, uygun ve doğru muamele biçiminde karşımıza çıkar.

Ahlak; genel anlamda, mutlak olarak iyi olduğu düşünülen ya da belli bir yaşam anlayışından kaynaklanan davranış kuralları bütünü, insanların kendisine göre yaşadıkları, kendilerine rehber aldıkları ilkeler bütünü ya da kurallar toplamı. Bir kimsenin iyi niteliklerini ya da kişiliğini ifade eden tutum ve davranışlar bütünü, huy.

Vicdan; bireye ne yapılması gerektiğini belirleme, doğruyu yanlıştan ayırma imkanı veren dolayımsız ve sezgisel ahlak bilinci veya ahlak olgusu”[1]

Tanımlardan da anlaşılacağı üzere her üç olgu da, adalet, ahlak ve vicdan birbiriyle sıkı sıkıya bir ilişki içindedir ve birbirini tamamlamaktadır.

Biri içsel güç olarak kişinin vicdanını oluştururken, diğeri adil olma durumunu pekiştirir ki, bu bir insanın adaletli olup olmadığını ortaya koyar. Bu da herhangi bir olay karşısındaki tutumuyla, yapıcılığıyla ortaya çıkar. Ve üçüncü bir özellik olarak ta huy, yani bireyin ahlaklı olup-olmadığını düzenler.

Bu hakikat aşağıda ele alacağımız toplumsallık için de geçerli olacaktır. Bu açıdan konuyu irdelemeye çalışacağım.

Diyalektik bağlantılarıyla adalet, ahlak ve vicdan böylesi bir bütünlüğü oluşturur. Bunlardan herhangi birini inkar etmek ya da göz ardı etmek bu hakikati parçalamaktadır. Her üç olgu bir arada oldu mu doğruluğun ve iyi olanın oluşması demektir. Birey ve toplum için de aynı hususlar geçerlidir. Ve zaten toplum baştan beri bu hakikati kendine rehber etmiştir. Kendi varlığını toplumsallığını bunun üzerine inşa etmiş ve geliştirmiştir. Toplum ve birey bu biçimiyle birbirini tamamlamıştır. Toplumsallıkta sürekli doğruluğun, iyiliğin ve güzelliğin ön planda olmasının sebebi de budur. Toplumun özünde demokrasinin olması da buna bağlıdır. Demokrasiye açık olması birey hak ve hukukunu gözeten yapısıyla gerçek rolünü oynamıştır. Ahlak, adalet ve vicdan topluma aittir. Onun öz değerleridir. Toplum bu hakikati bizzat kendi emeğiyle, çabasıyla, yaşamışlığıyla, deneyimleriyle oluşturmuştur. Bu bağlamda onu bir arada tutan çimentosudur. Toplum yaşamı boyunca bunlara ters düşen her şeye karşı direnmiştir ve bu hakikatini her ne pahasına olursa savunmuştur. Biliyor ki onu var kılan bu hakikat bozulursa onun da varlığı anlamsızlaşacaktır.

Tarihte bu yönlü toplum, sürekli iktidarın baskıcı dayatmasına karşı durmuş ve dayatılan farklı bir yaşamı kabul etmemiştir. O, kendi öz sezgileriyle kurduğu dengeli ilişkileriyle kendini kurmuştur. Neye nasıl yaklaşacağını gayet iyi biliyor, iyi olanı, güzel olanı, yararlı olanı deneyimlemiştir. Dengeli bir yaklaşımı bu deneyimlerle oluşturmuştur. Olay ve olgulara bütünlüklü yaklaşmıştır. Adaletli olmayı bir an için olsun göz ardı etmemiştir. Bunu elbette doğal toplum, demokratik toplum için belirtiyoruz. Bahsettiğimiz toplum hayali bir toplum değildir. Gerçek olan, gerçekte var olan ve insanlık tarihinin büyük bir bölümünü böyle yaşamış bir yapıdan bahsetmekteyiz. Toplumun olduğu her yerde bunlar geçerlidir. Günümüzde de bu toplumsallık kaybolmamış ve varlığını korumaktadır.

Toplum büyük bir kültürel birikimle oluşmaktadır. Hafızası güçlüdür. Kurduğu yaşamla, ilişkilerle, zihniyetle insan yaşamının kök hücresi olmuştur.

Toplum hiçbir zaman inançsız kalmamıştır. Zihniyetsiz yaşamamıştır. En büyük zihniyet devrimi esas itibari ile toplumsallığın oluşmasıdır. Zihniyeti esnek, inancı doğal bir seyir izlemiştir. Parçalı bir zihniyet ve inanç inşa etmediği gibi parçalı olandan kaçınmış, tarihsel bellekle varlığını koruyarak yaşamını sürdürmüştür. Tarihsel bellek yaşanan yanlışları büyük doğrularla düzeltme, geçmişin yok edici ve yıkıcı hatalarını tekrarlamama ahlakıdır. Bu yüzden tarihsel bellek toplum açısından büyük önem arz etmektedir.

 

İyi ve Güzel Olanın Muhasebesi

Yukarıda da vurgusunu yaptığımız gibi toplum ilk dönemlerinden günümüze kadar doğada var olan her şeyiyle bütünlüklü kalmıştır. Olup-bitenlere anlam biçmiştir. Kendi kurdukları inanç sistemi gereği ve zihniyetiyle açıklamıştır. İyi ve güzel olanın muhasebesini böyle yapmıştır. Yararlı ve zararlı pratikleri birbirinden ayırmıştır. İnsanın yaşam faaliyetini sürekli doğru ve iyi yandan geliştirmesine ön ayak olmuştur. İnanç ve zihniyet gereği her şey canlı ve onun bir parçasıdır. Bu açıdan ahlaki ve politik toplumda kaba ve kar üzerine bir yaklaşım söz konusu değildir. Özne-nesne ayrımı gibi “modern” bir öznellik ya da nesnellik yoktur. Böyle kavramları da yoktur. Toplum hala tüm canlı ve cansız olanlara kurdukları inanç ve ahlaki çerçevede bakmaktadır. Toplum belki tarihsel olarak çok fazla kaideyi, kuralı yazıya dökmemiştir. Buna pek ihtiyaç duymadıkları da anlaşılmaktadır. Bunu zaten kültürel olarak benimsemiş, içselleştirmiş ve sonraki nesillere aktarmışır. Karşılıklı yarar temelinde bir ilişkilenmeyi daha işlevsel görmüştür. Tek taraflı bir anlayış ve yaklaşım olmadığı söylenebilir. Bu zihni yaklaşım onun nasıl bir adalete, vicdana sahip olduğunun da göstergesidir. Tek yanlılık bir zayıflıktır ve özünde yanlışlıktır. Doğanın ve insanın bütünlüğünü bozmaktır. Doğada insan toplumu kendi iç işleyişiyle çevreyle kurduğu ilişkilerle vardır. Bunlar birbirini etkiler, geliştirir, olgunlaştırır ve oluşturur. Hakikat bunu emreder. Bunun dışında farklı yaklaşımlar, özellikle de parçalı bakma anlayışı bu hakikati bozar.

Çelişkisiz bir dünya yoktur, ancak çelişkilerin niteliği ve bu çelişkilere nereden ve nasıl bakıldığı, ele alındığı önemlidir. Adalet, ahlak ve vicdan hakikati açısından bakıldığında toplum bu sorunları bireyselleştirmeden çözme kapasitesine sahip olduğu anlaşılmaktadır. Daha çok toplumsallığın elverdiği oranda hak-hukuk gözetilerek bir çözüme kavuşturulmaktadır. Toplumun ahlak, adalet ve vicdanın kabulü onun çözümüdür. Dikkat edilirse burada yazılı bir yasadan kanundan bahsetmiyoruz.  Bunların da çözme yöntemleri vardır. Burada mühim olan olay ve olguları birbirinden koparmamaktır. Ve sağlıklı bir yere taşımaktır. Kıstasa kıstas gibi dar bir yaklaşım içinde olmamıştır. Her şeyin karşısında cezayı gerektirecek bir yasa koymamıştır. Onun adalet ölçüsü daha fazla bir zihniyet meselesi olarak ortaya çıkıyor.

Adalet ve ahlak bir zihniyet durumudur. Vicdan hem kişisel hem toplumsal olan duygudur. İlkin bunlar toplumsal bir ahlak olarak gelişmiştir. Zihniyet ve felsefi olarak somutluk kazanmıştır.

Bu hakikat bütünlüğünden kopmaları bir zihniyet parçalanması olarak değerlendirebiliriz. Toplumsallığın dışına çıkmakla eş anlamlıdır. Toplumsallığın yararını gözetmeyen tüm düşünce biçimleri yanılgılı ve parçalı bir durumu arz etmektedir. Eğer bugün insanlığın ve doğanın tahribatıyla sorunlar çığ gibi büyümüşse, ve her yerde kriz ve kaos varsa, bunun altında kesinlikle yanlış zihniyet vardır. Bu zihniyeti parçalayan iktidarcı-devletçi güçlerin ilk yöneldiği şey, toplum ve onun hakikati olmuştur. Tek yanlı dayatmalarla kendi iktidarını kurmuştur. İktidarcı-devletçi “uygarlık” (ki buna kapitalist modernite’yi de dahil ediyoruz) toplum dışı ve bir karşı devrimdir. Toplum dışına çıkmış bu yapı, bin yıllardır yanlış bir zihniyet temsilciliğini yapmaktadır. Zihniyeti, felsefesi iktidarcı, çıkarcı ve sömürü üzerinedir. Böyle bir anlayıştan, anlayış sahibinden adaleti beklemek beyhudedir. Ahlak ve vicdan gibi insan erdemlerini bir kenara atmıştır. Sadece bu hakikati değil, diğer tüm gerçekleri de ters yüz etmiştir. Çünkü düşüncesi diyalektik ve bütünlüklü değil, parçalı ve öznelcidir. Tüm zihniyet kodları daha fazla çıkara kilitlenmiştir. Doğaya, topluma çıkarcı temelde yaklaşıyor. İktidarcı-devletçi uygarlık için doğru olan şey, onun hizmetinde olan şeydir. Bunun dışında hiçbir şeye saygı göstermez. Ahlaklı ve vicdanlı olmayı ahmaklık ve gerilik olarak görmektedir.

 

Hakikat Bütündür

Kapitalist modernite pozitivist zihniyetle bütünü parçalama ve farklı gösterme üzerine bir paradigma inşa edilmiştir. Bu paradigma taraflı ve ayrıştırıcıdır. Başta özne ve nesne diye ayrıştırılan, aslında bir bütün olan hakikatin kendisidir. İkincisinin ya da üçünün ilişkisi, bütünselliği onun hakikatidir. Hiç kuşkusuz bu ayrımcı iktidarcı uygarlık zihniyeti tüm toplum ve doğa olaylarına karşı böyledir. Toplum bir kaos, güdülmesi gereken bir varlık olarak görmesi aynı zihniyetin bir ürünüdür. Doğal, ahlaki ve politik toplum gerçeğini ters yüz ederek; toplumu ilkel, barbar, herkesin herkese karşı bir çatışma ve savaş içinde olduğu söylemleri de bu gerçekliği yansıtmamaktadır. Özneyi her şeyin üstünde tutarak, diğer var olanlara haksızlık edilmiştir. Oysa biliyoruz ki, insan ve toplum tüm boyutlarıyla diğer varlıkların ilişkisiyle ancak var olabilir.

Devletçi paradigma ahlak yerine yazılı yasalar getirmiştir. Yaşam ve bir bütün olarak toplum, salt yazılı kurallarla yönetilemez. Ahlaktan arındırılmış bir yasa açıktır ki, hiçbir çözüm gücü olamayacaktır. Tek başına adaleti sağlayamazlar ,yasalar. Yasa ve kanun da her şeyden önce vicdanlı ve ahlaklı olmak zorundadır. Hissiz, duygusuz yasaları getirip ahlak gibi bir toplumsal kültür ve zihniyetin yerine koymak fazlasıyla zorlayıcı olmuştur.

Devlet tekelinde ve hegemonyasında olan yaslar daha fazla pozitivist olup, insan duygusundan uzaktır. Olguculuk ve bilimcilik bir oldu bitti projesidir. Tüm tezleriyle gerçeği inkar etmektir ve doğruları tek tarafları görmedir. Devletlerin yazılı hukuku hem zihniyet açısından hem de uygulama bakımından tek yanlıdır. Bütünlüklü ve adil değildir. Ahlak ve vicdana dayanmadığı için kuruluş felsefesi yanlıştır. Anayasalar, yasalar her şeyden önce adil olmak zorundadır. Adaleti sağlamalıdır. İnkarcı, imhacı, kısıtlayıcı bir anayasa adalet yönünden kuşatıcı ve kucaklayıcı olamaz. Anayasaların kapsayıcılığı ve özgünlüğü herkesi, her etnisiteyi ve her kültürü eşitçe benimsemeli ve korumalıdır. Hakikat ve bütünlük ilkesi ancak böyle sağlanabilir. Adil olanda budur, çünkü gerçekler inkar edilemez ve varlıklar yok sayılamaz. Devletçi uygarlık paradigmasıyla yazılan ve uygulanan tüm anayasalar ve yasalar (ve halihazırda yürürlükte olanların tümü) şu veya bu düzeyde eksik, kusurlu ve hatalıdır. Var olmalarının sebebi insan hakikatini bozdukları içindir. Tüm topluluklar kültürlere, dillere eşit mesafede yaklaşmamaktadırlar. Bir dili, kültürü, etnisiteyi ya da bir halkı inkar etmek, hakikati dolayısıyla adaleti bozmakla eş anlamlıdır. Yasalar, anayasalar ve sonuçta yazılı hukuk olacaktır, ancak tüm bu belirttiklerimizi dikkate almak zorundadır. Vicdana, ahlaka dayanmaları kaçınılmazdır. Israrla belirttiğimiz vicdan, adalet ve ahlak ilişkisi burada bir kez daha önemi ortaya çıkıyor. İlişkisi olmazsa olmaz kabilindendir.

Tüm diğer hakikatler gibi ahlak, adalet ve vicdan da en temel insani erdemler ve toplumsal değerlerdir. Bu gerçekliğin keyfi olmadığını belirttik. Zorunluluktan ve bizzat insanın öz duygularından meydana gelmiştir. Bağlantıları diyalektik gereğidir. Bu açıdan ahlak, adalet ve vicdan tekrardan inşa edilmesi elzemdir.  Zira bugünün en temel sorunu nedir diye sorulursa her halde büyük çoğunlukla ahlakın, adaletin ve vicdanın eksik olduğu söylenecektir. Bu ilişki ve erdem ilkelerin tekrardan topluma egemen olması birçok sorunu çözecektir. Devlet dışı toplum bir anlamda bunu yaşıyor zaten.

Devlet ve onun zihniyetini değiştirmek bir mücadele işidir. Hakikatle yaşamak ancak devlet dışına çıkmakla yaşanabilir. Devlet zihniyetiyle, paradigmasıyla hiçbir gerçekliğin hakkı verilemez. Doğrular yanlış, yanlışlar doğru olarak inşa edilmektedir. Adorno’nun “yanlış hayat doğru yaşanmaz” sözünden anlaşılması gereken budur. Ahlak, adalet ve vicdan ilişkisi kapitalist modernitenin dışında aramak gerekir. Şu söylenebilir ki; hiçbir sistem ya da devletçi uygarlık, kapitalist modernitede olduğu gibi ahlakla oynamamıştır ve insanı bir meta olarak görmemiştir.  İnsanı basitleştiren, doğayı salt kullanılmaya açık bir malzeme olarak gören, tüm hakikat dışı zihniyetleri reddetmek ahlaki ve politik bir görevde oluyor. İnsan herşeyden önce kendine nasıl bakıyorsa, yaklaşıyorsa çevresine, ilişkilerine ve yaptığı işe de öyle bakması, hem vicdani hem de adalet gereğidir.

Çünkü adalet, ahlak ve vicdan her zaman insanın en temel direnme ve kendini bulma yeri olmuştur. En zor süreçlerden çıkış yolu olarak, bu erdemlere dayanarak ve tekrar hatırlayarak çıkış yolu bulduğu öne sürülebilir. Köleleşme, sömürülme ve meta haline gelme insan hakikatiyle bağdaşmaz. Unutmayalım ki, insan-insanlık erdemlerinden soyutlanıp koparıldığında düşüş gerçekleşir; ahlak, vicdan ve adalet duygusu yitirildi mi toplumdan eser kalmaz.

 

 

[1] Ahmet Cevizci (felsefe sözlüğü

 

 

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.