Düşünce ve Kuram Dergisi

Kadının Sosyal (Cinsiyetçi) Bilimdeki Yerini Ararken

M. Aydın Söğüt

“Kadının kölelik tarihi henüz yazılmamıştır. Özgürlük tarihi ise yazılmayı bekliyor.”
Abdullah Öcalan

 

Kadının Adı (Gerçekten de) Yok!

Önüme “ Sosyal Bilimde Kadının Yeri” başlığı geldiğinde, odadaki arkadaşlara bu konuyu sordum. Bilindiği gibi F Tiplerinde odalarda üçer kişi kalıyoruz ve dolayısıyla kaynaklarımız sınırlı. Diğer iki arkadaş bu aralar “Sosyoloji” üzerine çalışıyor. Yanlarında bu kapsamda 25-30 kitap var. “ üzerine de çalıştığımız kaynaklarda kadının sosyal bilimdeki yerine dair herhangi bir bölüm, atıf veya yararlanabileceğim yer var mı?” soruma, kısaca, “yok” dediler. Bu “yok”, aklıma Duygu Asena’nın “Kadının Adı Yok ”unu getirdi. Yaşamda “resmen” yok sayılan kadının elbette bilimde “var” olması beklenemezdi.

Kadın, bilimde (konumuz gereği sosyal bilimlerde) hem özne yani araştırıcı ve kuram oluşturucu olarak, hem de konu olarak yok. Söz konusu kitaplara ben de bir göz gezdirdim. İstisnai olarak bir-iki yerde, özelde toplumsal sınıf ve tabakalaşma konuları ele alınırken, gerek Marksistlerin, gerek işlevselcilerin ve gerekse bu aralıktaki diğer tüm ideolojik eğilimlerin, emek ve mülkiyet pazarında yeri olmayanların (kadınları/ ev kadınlarını, çocukları, yaşlıları/emeklileri) sınıf-tabaka tablosundan çıkartmakta adeta elbirliği içinde hareket ettiklerine değiniliyor. Sınıfsal davranışın, toplumsal devingenliğin ve bu gibi konulardaki genellemelerin hep erkek cinsin etkinliği üzerinden kurgulandığı ve zaten kuramcıların çoğunun da bu cins içerisinden çıktığı vurgulanıyor. “ücretli emek” tarifine uymayan ev kadınlığı ve ev emeğinin zaten sınıfsızlık statüsüyle damgalanmış olduğu belirtiliyor… Bunlar çarpıcı ve doğru tespitler. Ama istisna oluşları kaideyi bozmuyor. Kaldı ki birkaç eleştirel vurgucümle haricinde, bu konudaki paradigmayı kıracak bir alternatif yaklaşım olarak, yani kadını ve kadının yerini hakkıyla teslim edecek bir yeniden kuramlaştırmaya da devamında rastlamıyoruz.

Avrupa’da çerçevesi sınırlandırılmış parçalı disiplinler şeklinde düzenlenmeden önce, daha bütünlüklü bir form ve içerikte seyreden tarih, hukuk, siyaset ve ilahiyat gibi toplumsal sorunlar üzerine gerek inceleme saikıyla ve gerekse normatif sonuçlara varmak amacıyla, din ve felsefe dışında da azımsanmayacak çalışma olmuştur. Ama sosyal bilimlerin Avrupa’da ayrı disiplinler olarak sosyal, siyasal ve endüstri alanında devrimlere paralel geliştiği, genel kabul görmekte. “Felsefe Sözlüğü’nden” Ahmet Cevizci, “hemen tüm sosyal bilimciler tarafından 19.yy da öne çıkan kapitalist modernliğin kavramsallaştırılma biçimleri olarak tanımlanan sosyal bilimler, modern dünya sisteminin ürünü olup, büyük ölçüde Avrupa’da doğmuşlardır. Bu açıdan bakıldığında, sosyal bilimlerin Avrupa’nın sorunlarına bir cevap olarak çıktığı söylenebilir. Ekonomi, politika bilimi, sosyoloji ve tarih empirik olarak öncelikle kapitalist dünya ekonomisinin merkez ülkeleriyle ilgilendiler. Gerçekten de söz konusu disiplindeki akademisyenler çalışmalarını hemen tamamen kendi toplumlarını ilgilendiren empirik malzeme üzerine yoğunlaştırmışlardı” diyor. Biz bu ifadeyi okurken, sosyal bilimlerin sadece kapitalist merkezlerin sorunlarına odaklandıklarını değil, aynı zamanda ve ondan da önce kapitalist merkezlerin (sistem olarak kapitalist modernitenin) çıkarlarına odaklandıklarını çıkarsıyoruz. Nitekim sonradan tamamen sömürgeci tasavvurlar etrafında şekillenen Antropoloji ve Oryantalizm gibi disiplinler bu gerçeği ifşa ediyor.

Bu şekilde doğan ve gelişim sürecinde bir yandan kapitalist para babalarınca, bir yandan da modern devletçe finanse edilen sosyal bilimcilerin (bilim “adam”larının) modern kapitalist devletin toplum kurgusuna hizmet edeceği, onu besleyeceği ve inşasında rol alacağı kuşkusuzdur. Modern devletin toplum kurgusu ta Antik Yunan’dan kalma oikos (özel-ev alanı ) ile polis (kamusalsiyaset alanı) ayırımına dayanır. Kadınlar, çocuklar ve kölelerden oluşan oikos alanı, siyasetin, yönetimin, karar mekanizmasının hukukun ve felsefesinin (bilimin) dışındadır. Pek tabii mülkiyetin, yönetimin veya hukukun konusudur. Ama özne olarak değil, nesne olarak; o da “yurttaşözgür erkeğin” mülkü olarak ve onun aracılığıyla… Konuya girişte atıfta bulunduğumuz sosyal sınıf ve tabaka tablolarında kadının yer almayışı bu kurgudan kaynaklıdır. Verili tanımlarla kamusal-erkek alanı üzerinden yapılmıştır. Günümüzde bile bu kurgu temelde değişmemiştir. Üniter devletlerde valilerin, merkezi yönetimin taşradaki memurları olması gibi, erkek de devletin (polisin, kamusal, sistemin) evdeki-ailedeki “memuru” dur. Kadınlar, yaşlılar ve çocuklar hukuk, siyaset, ekonomi, bilim ve diğer tüm kamusal-toplumsal olgularda memur erkeğin (memurun ailede amir olması, “ aile reisi” olması ilginç!) ancak birer yansıması olarak var olurlar. Sosyal bilimlerin görevi, bu durumu normalleştirmek, meşrulaştırmak, beslemek ve bu verili durumdan yola çıkarak tanımlamalara, kategorize etmelere (kategorize etmek zaten köken olarak tasdik etmek anlamına gelir) ve tümel sonuçlara varmak olmuştur. Pozitivizm dediğimiz şey budur. Dolayısıyla devlet hukukunun kastettiği “vatandaş”, liberalizmin kastettiği “birey” ve hatta Fransız devriminin kastettiği “kardeş” (“fraternity” erkek kardeşliği demektir.) ile Marksizm’in “proleter”i erkektir.

Bir bütün olarak kamusal alandan (en basit sosyalkültürel aktivite mekân ve olanaklarından eğitim-öğrenim hakkına, en asgari düzeyde kendini ifade ve gerçekleştirme şansından siyasal katılım ve karar mekanizmalarında bulunma hakkına kadar) dıştalandıkları için kadınların bilimsel kuram ve pratikte de özne olarak yer alamayışı anlaşılırdır. Bundan hareketle kadının “ bilimsel zekâ”nın, entelektüel üretim yatkınlığının ve yönetim organlarına katılım yetkinliğinin “eksik” olduğunu ilan ve teorize etmek, bilime biçilmiş olan rolle alakalıdır. Bu, Kürt diline yönelik inkârcı yaklaşımlara da benziyor. On yıllarca yasaklanacak, varlığı inkâr edilecek, eğitim ve öğretimden uzak tutulacak, günlük diyaloglarda bile kullanılmasına cezalar kesilecek; hiç bir edebi, sanatsal ve entelektüel çalışmaya izin ve olanak verilmeyecek, kısıtlı çırpınışların ise üzerine iktidarın hukukyargı balyozuyla inilecek, ama sonra yeri geldiğinde de “ Kürtçe bir medeniyet dili değildir! Hani, Kürtçe edebiyat var mı? Bilimde kullanmak için Kürtçe yeterliliğe sahip mi? Kürtçe bir eğitim dili olabilir mi? Kürtçüler niye Kürtçe bilmiyor?” denilecek… Bir de anımsayalım ki kadınlara bu muamele binlerce yıldır reva görülmekte. Bu yüzden, istisnalar dışında, kadını sosyal bilimlerde özne (kuramcı, araştırmacı) olarak aramanın pek anlamı yok. Binlerce yıldır evden adım atmasına müsaade edilmemiş, insanlığın entelektüel ve teknik birikiminden faydalanmasına eğitim olanaklarından uzak tutularak-engel olunmuş, siyasal bir özne olarak var sayılmamış kadın, haliyle böyle bir etkinlikte de bulunamaz. Peki, bulunabilseydi durum değişir miydi? Olumlu veya olumsuz olarak her yorum spekülatif kalacaktır. Buna rağmen bazı tecrübeler ( Feminizmin, tüm eksiklerine rağmen, insanlığa öğrettiği ve sebep olduğu zihinsel dönüşümler gibi) bir şeylerin değişme şansı olduğunu göstermiştir. İslam coğrafyasında erkek öncüler eliyle geliştirilen ve Tanrı korkusuna dayanan Zühd hareketi, Rabiatü’l-Adeviyye Tanrı sevgisine dayanan Tasavvuf hareketine dönüştürülmüştür. “Kadın eli” değince, korku yerini sevgiye bırakmıştır. Aynı kadın elinin dine, felsefeye, bilime, siyasete ve tüm “ kamusal” dünyaya değmesinin, süregelen akıntıyı bugünkünden çok farklı mecralara taşımış olabileceğini söylemek mümkün.

Alışa geldiğimiz ilerlemeci tarih anlayışıyla, bugünün hep dünden iyiye doğru gittiğini, yeninin eskiye karşı hep daha ileri, iyi ve doğru olduğunu sanırız. Mutlaka kendi özgünlüğü içerisinde bu kanıya uyan olay ve olgular da vardır. Kadının entelektüel literatürdeki temsili (en azından konu olarak varlığı) bu genellemeyle açıkça çakışan örneklerden biridir. Bunu mitolojiden dine, felsefeye ve bilime doğru yapacağımız herhangi bir okumada fark etmek mümkün. Ağırlıkta ataerkil egemenlikçi sistemin oluşumunun öyküsünü içerse ve sistemi “doğal, kozmogonik” gösterip meşrulaştırmaya çalışsa da, mitolojide kadının adı, yeri, direnişi, çatışması ve haliyle egemenlikçilik karşısındaki yenilgisi etraflıca işlenmektedir. Kadının tanrıçalıktan fahişeliğe, oradan erkek kaburgasının bir parçasına ve oradan da evdeki gölge statü (süzlüğü)ne kadar (kronolojik olarak ileriye doğru, ama sosyolojik olarak geriye doğru) tarihini; Öcalan’ın deyişiyle “yazılmamış kölelik tarihinin başlangıcını izlemek mümkün. Din çağına gelindiğinde bu silikleştirilmiş miras devralınır ve sistem erkek Tanrının erkek kollarına ve elçilerine göre uhrevileştirilir. Kadın artık “şeytan”laşmıştır! Felsefe çağı bunu akli ve mantıki izahata kavuşturur. Bilime gelindiğinde ise artık özel olarak işlemenin gereği bile duyulmaz. Buna rağmen bilim sinsi bir cinsiyetçilik taşır. Kadının temsilini dolaylayarak ve dejenere ederek gerçekleştirir. Bu dolayım ve dejenerasyon iki yönlüdür. Öncelikle bilim bir kamusal alan faaliyetidir ve bu nedenle, kadın “ aile birimi” alt başlığında erkek üzerinden temsil edilir. Bu sebeple de temsil, daha kökünden yanlıştır. İkinci olarak, kadının konu edilişi de tamamen ya pejoratiftir ya da toplumsal rol(süzlüğ)üne dair maddi, kültürel ve ideolojik gerekçeler yani “ bilgi” üretmek üzerinedir. Bilgi zaten daha binlerce yıl öncesinden başlayarak kurnaz yaşlı erkeklerce kadınlar, gençler ve çocuklardan çalınmış, soyutlanmıştır. Çokça duyduğumuz “bilgi iktidardır” sözü boşuna değil. Bilgi iktidar olunca ve iktidarın tekelinde kalınca da, içeriği yeniden iktidar üretmek için doldurulacaktır. Finansal kapitalizmde paranın yeniden para üretmesi gibi… Kadının temel doğasal özellikleri, doğaya yatkınlığı, biyolojik yeniden üretimdeki rolü, empatik ve duygusal zihniyet dünyası gibi yüce denebilecek özellikleri aşağılanarak işlenir ve bundan hareketle kadının toplumsal hayatta etkin olmayacağı, olmaması gerektiği annelik ve çocuk bakımı ile yükümlü olduğu, fiziğinin farklı etkinliklere yol vermediği, rasyonel düşünemediği ve dolayısıyla doğru kararlar alamayacağı için eğitim, bilim ve siyasette var olmasının gerekmediği biçimin de “bilimsel” analizlere gider. Bu yanlış temsil ve nesnelleştirme, günümüz tüketim toplumunda vahşet denecek seviyededir. Sanatta, sinemada, televizyonda kadının her bir uzvu teşhir yoluyla ticari metaya dönüştürülür.

Konuyu uzatmak mümkün. Ama bu şekilde yine de yeni bir şey söylemiş sayılmayacağız. Zeki Bayhan’ın “Demokratik, Ekolojik, Cinsiyet Özgürlükçü Paradigma” kitabında ironik bir dille ifade ettiği gibi, Amerika’yı keşfediyor değiliz, Amerika, hem de kadınlar tarafından çoktan keşfedilmiş durumda! Kadınların özgürleşme hareketi etrafında 1960’larda, kadın merkezli bir inceleme, öğrenme ve eğitme yoluyla, özellikle de geleneksel bilimsel disiplinlerdeki sözünü ettiğimiz kadının yanlış temsilini deşifre etmek, düzeltmek ve bu çerçevede bilinç geliştirmek amacıyla akademi çevrelerde kadın çalışmaları adıyla bir disipliner girişim oluşturulmuştu. 20.yy’ın son çeyreği adeta bir kadın diriliş çağıdır. Bu durum yine de bilimin cinsiyet körü konumunu değiştirebilmiş değildir. Cinsiyet körü diyoruz ama A. Öcalan’ın “bilim cinsiyetçidir” tespiti çok daha doğru. Zira iktidar cinsiyetçidir. Bilim de gerek iktidarı sübvanse ettiği ve gerekse iktidarca sübvanse edildiği için cinsiyetçidir. “Hiyerarşik toplumun ilk kurbanı ana-kadının evcil düzeni oldu. Tarih öncesinde yaygın olarak yaşanan bu sürecin sosyal bilimlerde yer bulmaması da çok köklü erkek-egemen toplumun yerleşik değerlerinden ileri gelmektedir (…) Kadın adeta tüm sistemin bir özeti olarak görülmeli ve öyle çözümlenmelidir. Kapitalist toplum nasıl tüm eski istismarcı toplumların devamı ve zirvesi ise, kadın da tüm bu sistemlerin köleleştirici etkisinin zirvesini yaşar. En eski ve en yoğunlaşmış hiyerarşik ve devletçi toplumun baskı ve sömürücü cenderesinde biçimlenen kadını anlamadan toplumu doğru tanımlayamayız. Etnik, ulus ve sınıf köleliğinin doğru anlaşılmasının yolu kadın tanımından geçer. Sosyal bilimin adeta mızrak çuvala sığmazken azıcık bilim konusu yapmaya çalıştığı kadın konusundaki incelemeler 20.yy’ın son çeyreğine mahsustur. Feminist hareket, çevre, savaş ve iktidarların korkunç yıkımı, tarih ve egemenliğin cinsiyetçi karakterini düşündürtmeye başlamıştır. Bu husus bile, en objektif olması gereken sosyal bilimler de dâhil, tüm bilimsel yapının cinsiyetçi karakterini gösterir. (A. Öcalan, Bir Halkı Savunmak)

 

Özgürlük Tarihi Kadınca Yazılırken

Retorik olarak “kadınca” zarfını, iki anlama gönderimde bulunabildiği için tercih ettik. İlk olarak, “kadınca” demek kadına göre, kadın özellikleriyle ve kadın için demekken, ikinci olarak, kadın eliyle ve kadın tarafından veya sıkça ifade ettiğimiz kadın öncülüğünde demektir. Yine bilindiği gibi “tarih yazmak” ediminin iki yönü var. Biri, bilimsel bir disiplin olarak (metodolojisini ve parçalanmış sosyal bilimlerde toplumsallıktan soyutlanmış bir tarih anlayışını şu aşamada tartışmanın kapsamı dışında bırakarak) geçmişten günümüze süregelmiş olay ve olguları kronolojik olarak işleyip kayda geçirmek olurken; ikinci ve daha esaslı yönü, fikriyle, zikriyle, eylemiyle ve tasavvuruyla, içinde bulunulan an’a aktif bir özne olarak dahil olmak, değiştirmek ve yaratmak demektir. Dolayısıyla burada tarihin “elbette toplumun, devletin, siyasetin, hukukun, ekonominin, savaşın…) kadın gözüyle, kadın yönüyle ve doğal toplumsallığın devamlılığını ifade eden kadın özgünlükleriyle yeniden ele alınışından, bulguların toplanmasından, tespitlere varmaktan ve kayıt altına almaktan, bunun kadın eliyle veya en azından kadının ideolojik-politik-örgütsel-pratik öncülüğünde gerçekleştirilmesinden ve ulaşılan sonuçlar ışığında “kader”in değiştirilmesi için mücadele edilmesinden söz ediyoruz. A. Öcalan bunu kavramsal düzeyde “jineoloji” olarak önermişti.

Gerçekte bu özgürlük tarihinin yazımı başlamıştır. Bunun kadınca oluşu (feminist hareketin direniş ve kazanımları, özelde de Kürt Özgür Kadın Hareketinin tecrübesi başta olmak üzere) şimdiden bir zihniyet devrimini başlatmıştır. Evet, bu direnişin açmazları, eksikleri, yanılgıları vardır. Ama insanlığın binlerce yıldır başına bela olmuş zihinsel, ruhsal duygusal putları (dini, felsefi, mitolojik veya bilimsel) kırmayı birkaç on yılda büyük ölçüde başarmıştır. Daha da önemlisi, ne yapılmaması gerektiği sorusuna önemli cevaplar vermiştir. Mesela, dışlanmış ve göz ardı edilmiş bir sosyal grubun uyanışının, dirilişinin ve bundan yola çıkarak bir grup içi dayanışma veya grup dayanışması merkezli hareket etmesinin kendisinin de dışlayıcı ve ötekileştirici olabileceğini açığa çıkarmıştır. Sınıfsal mücadelelerin yüzyıllık deneyimler ve iktidarların ele geçirilmesinden sonra öğretebildiğini, kadın özgürlük hareketi, eril egemenlikçiliğe karşı tersten bir dişil egemenlikçilikle cevap vermenin tıkanma ve kısır döngü olacağını erkenden sezerek, on yıllar içinde gösterebilmiştir. Kurumsal olarak (ideolojik ve felsefi olarak da diyebiliriz) “dışlayıcı kimlik kategorilerine başvurmadan teorileştirme İhtiyacı”nı bir ahlaki-politik-bilimsel ilke düzeyinde formülleştirmiştir. Fatmagül Berkay’ın “farklılığı yüceltmeksizin çoğaltmak”olarak ifade ettiği, her tür benmerkezcilikten uzak çokluk-çoğulculuk anlayışını öne çıkarmıştır. Bu sayededir ki bugün dışlayıcı ve dayatmacı olmayan bir dayanışmanın mümkün olup olmayacağını tartışabiliyoruz ve Demokratik Kon federalizm’i, Komünal-kolektif ekonomi tasavvurlarını pekiştirici-dayanışmacı toplum çalışmalarını, kendi kendine yeterlilik ve özyönetim pratiklerini bunun aydınlığında düşünebiliyoruz.

Tarihe kadınca bakış, elbette öncelikle kadının ezilmişlik durumundan yola çıkacaktır. Hannah Arendt, “size Yahudi olarak saldırılıyorsa, kendinizi Yahudi olarak savunmanız gerekir” demişti. Kadına karşı da binlerce yıldır, kadın olduğu için saldırı var. Fakat çözümlenmiş gerçeklikten de biliyoruz ki bu saldırı kadın şahsında tüm topluma, doğaya, diğer canlılara; özgürlüğe, eşitliğe ve duygusal-maddi paylaşımcılığa karşıdır da. Bu nedenle özgün olarak kadın özgürlük hareketi veya cinsiyet özgürlüğü toplum ve doğa için genel özgürlük hareketi anlamını da taşır. Kadınca düşünmenin değerli avantajlarından biri de empatidir. Empati, sıkça içinin boşaltıldığı gibi, kendisi rahat ve huzurluyken sıkıntıda olanları da bazen düşünmek demek değildir. Empati, kendi ezilmişlik durumundan yola çıkarak diğer ezilmişlik biçimlerini ve diğer ezilmişleri anlayabilmek; bu sayede kendi direnişini tüm ezilmişlerin direnişi, tüm direnişleri de kendi direnişi olarak algılayabilmektir. Bu açıdan kadının toplumsal statü(özgürlük) talebi, egemenliği-iktidarı erkekle paylaşma talebi değildir. Ülkemizde karşımıza sıkça çıktığı şekilde, Kürtlerin statü talebinin de Türklerle iktidarı (diğerleri üzerinde) paylaşma talebi olmadığı gibi… Yanı sıra, genel olarak kadınlığın veya erkekliğin, Kürtlüğün veya Türklüğün dışında da onlarca toplumsal kimlik vardır. Empati, kadın olmadığı halde kadın özgürlüğünü savunmak ve ezilmişliği hissetmek, Kürt olmadığı halde Kürt özgürlüğü için mücadele etmek demektir. Fatmagül Berktay’ın ifade ettiği gibi, “özgürleşme hareketleri belirli baskı biçimlerinden yola çıkar. Ancak bu ilk başta böyle olsa da, bir hareketin uzun soluklu olabilmesi için daha geniş kesimleri kapsaması ve daha geniş bir ufha sahip olması gerekir; hem ittifaklar yapabilmek açısından, hem de geleceği özgürce tahayyül edebilmesi için tarihsel kavrayışımızı genişletmek açısından.”

Sınıf hareketinin de, feminist hareketin de bir diğer kazanımı, herhangi bir ezilmişlik biçimini diğerlerinden daha öncelikli, değerli ve önemli görmenin yanlışlığını açığa çıkarmış olmasıdır. Kadınca bakış demek, kadın ezilmişliğini tüm diğer ezilmişlik biçimlerinden soyutlamak ve onlardan önemli görmek değildir. A. Öcalan’ın bu konudaki yaklaşımını Zeki Bayhan kısaca şöyle ifade etmekte: “Demokratik, Ekolojik, Cinsiyet Özgürlükçü Toplum Paradigması’nın temel farkı paradigmal bir değişim içermesidir, farklı sömürü biçimlerinin olduğu kabulü, sömürü biçimlerinin birbiriyle bağlantılı ve iç içe bir özellik arz ettiği, bunların hiçbirinin bir diğerine öncelenerek diğerlerinin tali addedilmeyeceği ve tümünün egemen sistemin karakterine içkin olduğu tespitleri üzerinden, toplumsal kurtuluş perspektifinin bütün bu sömürü biçimlerini hem kendi özgünlüğü içinde ele almasını hem de bu ele alışın öteki sömürü biçimleriyle ilişki şeklinde değerlendirilmesini öngörür. Yani tüm sömürü biçimlerinin kaynağında egemen patriyarkal sistem (bugünkü temsiliyle kapitalizm) vardır, dolayısıyla sistem bütünlüklü olarak hedeflenmelidir.” Bu, kadın ezilmişliğinin çok özel bir yerinin olduğunu ve bu ezilmişliğin kökenine inmenin diğer tüm ezilmişliklerin de kökenine inmek demek olduğunu inkar etmeyi gerektirmez. Zira“günümüzde sorunun adı konmuş, içeriğiyle tam belirlenmemiştir. Programı, stratejisi, örgüt ve eylem biçimleri gündeme tam anlamıyla oturmuş olmaktan uzaktır. Tarih nasıl sınıflı toplum uygarlığına kadının cins köleliği temelinde bir zorbalık, savaş sömürü ve yalancılık tarihi olarak başladıysa, kadının özgürlük mücadelesi ve onun başarısıyla da bir özgürlük, barış, eşitlik ve doğruluk tarihi olarak yeniden yaratılacak ve yazılacaktır. Bütün göstergeler yeni uygarlığın şafak vaktinde kadın özgürlüğünün belirleyici rol oynayacağını ve tekrar ama daha üst düzeyde bir özgür kadın çağının yaşanılabileceğini göstermektedir. (…) Kadın özgürlüğü olgu tanımlamasına uygun olarak kapsam bulmak durumundadır. Genel toplumsal özgürlük ve eşitlik kadın için de direkt özgürlük ve eşitlik olmayabilir. Özgün çaba ve örgütlülük esastır. Yine genel demokratikleşme hareketi kadın için olanaklar açabilir, fakat kendiliğinden demokrasi getirmez. Kadının bizzat kendi demokratik amaç, örgüt ve çabasını sergilemesi gerekir.” (A. Öcalan, Bir Halkı Savunmak)

Genel özgürlük cinsiyet özgürlüğünü getirmeyebilir. Çünkü cinsiyet özgürlüğüne özel olarak eğilmeyen herhangi bir hareket, egemen paradigmayı tartışmaya bile açmamış demektir. Bu nedenle kadının bizzat kendi demokratik amaç, örgüt ve çabası da, genel özgürlük çabası da doğrudan iktidarcı paradigmayı hedefe koymak durumundadır. Böyle olunca, kadın özgürlük hareketi, toplumsal özgürlük hareketi anlamına da gelmektedir. O halde genelde bilime, özelde de sosyal bilime kadın elinin değmesine, yani sosyal bilimin yeniden kadınca örgütlenmesine ihtiyaç vardır. Bu, sadece yok sayılan kadına yer açmak için değil, bilgiyi iktidardan söküp toplumsallaştırmak ve demokratikleştirmek için de şarttır. Jineoloji, bir yandan cinsiyet özgürlüğü perspektifinin programını, stratejisini, örgüt ve eylem biçimlerini ve bunun olanaklarını tarihsel geri dönüşlerle de inceleyip netleştirirken, diğer yandan kadın öncülüklü toplum inşasını konu edinecek önemli bir ana dal olarak hem şekillenebilir hem de rol oynayabilir.

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.