Düşünce ve Kuram Dergisi

Demokratik Uygarlık Devletçi Uygarlığa Karşı; Tarihle Şimdiyi Yapmak!

Nasrullah Kuran

“Tarih hiçbir zaman tek taraflı bir iradenin eseri olarak gelişmez; her zaman iki zıt ucun diyalektik bağı halinde çelişkili olarak gelişir. Yeniyi temsil eden özelliklerinin başatlık kazanmasıyla yeni bir dönemi başlatıyor. Toplumsal olgu ve hareketlilik bu ana çerçevede tüm toplumlar için geçerlidir.”
Ali Fırat

Avrupa merkezli bir sosyal bilim anlatısı olarak uygarlık kavramını ve bu kavram kapsamında yer bulan kent, sınıf, devlet yapılanmasını da benzer ana çerçeve içerisine oturtmak ve tarihin ana akışındaki iki zıt uçtan biri olarak tanımlamak pekala mümkündür. Her ne kadar Avrupa merkezli sosyal bilim uygarlık kavramını edep, erkan, ahlak, zerafet ve kültür temelinde insanın kazandığı düzey, farklılık ve ‘’insanların doğaya egemen olma, toplum olarak iyi bir yaşama ulaşma çabasından çıkan sonuçların, bilim, teknik, sanat ve kültürün tümü’’biçiminde tanımlasa da, aslında gerçeklik bunun tam tersidir. Uygarlık, tarihin ana akışındaki iki zıt uçtan toplumsallığa karşı negatif kutbu oluşturan bir karşıt sistem, bir anti toplumculuktur. Anti-toplumcu olma özelliğini devletli ve sınıflı, iktidar odaklı güç olma anlayışından ve bu anlayışın oluşturduğu sermayeiktidar birikim sisteminden alır.

Toplumsal yaşam, uygarlıkla baskıyı ve sömürüyü tanımış, savaşı ve soykırımı öğrenmiş, asimilasyon ve faşizmi deneyimlemiş, insanın nasıl insanın kurdu haline getirildiğine, mankurtlaştırıldığına tanıklık ederek adeta ‘’Yaşam nasıl yaşanmaz’’ın mekanı haline getirilmiştir. Bu nedenle A.Dicle, Hegel’in “kanlı mezbahalar’’ tarzındaki uygarlık değerlendirmesini eksik bulur ve şu önemli eklemeyi yapar ; “Sadece tarih kanlı mezbahalar sahnesi değil, daha fazlası olan ; insanın, insan yaşamının biricik nedeni olan özgürlüksel anlamının sürekli soykırıma tabi tutulmasıdır. Gerisi yaşamın posasıdır. Uygarlık en yalın teşhisle özgür yaşam anlamının boşaltılmasından geriye kalandır.’’ Toplum ve iktidar ayrışmasıyla başlayan bu süreç, iktidar ile birlikte oluşan sermaye tekellerinin artı-değere konarak tam güç haline gelmesiyle süreklilik kazanmış ve devletiktidar-sermaye üçlemesiyle toplum aleyhine işleyen bir Leviathan’a dönüşmüştür. Uygarlık Leviathan’ın sadece zoru örgütleyen ve zor aygıtlarını (asker, polis, istihbarat tekeli) ayakta tutarak askeri, politik ve ekonomik bir güç haline geldiğini düşünmek yanıltıcı olacaktır. Çünkü hiçbir zor, ideolojik hegemonyaya dayanmadan zor ve zulüm sistemini sürdürememiştir. Zorun yanı başında sürekli rıza oluşturma çabasını, ideolojik hegemonyayı bulundurmuş ve esasta ideolojik hegemonya temelinde başarı sağlayabilmiştir. İdeolojik hegemonya, temelinde altı bin yıllık artı-ürünün yattığı kanlı, işkence ve sömürücü kölecil sistemi yürütebilmenin en bağlayıcı yöntemi, yoludur. Sümer rahiplerinden günümüz ulus-devlet ideologlarına, uygarlık sisteminin üzerinde hakimiyet kurduğu bilim-akademilerinden liberal düşüncenin çoklu ayartmalarına kadar hep bu hegemonyanın izlerini, etkilerini görürüz.

Temel toplumsal çelişkinin sınıfsal olduğu ve sınıflaşma ile gelişme ve ilerlemede mesafe kat edilebileceği çarpıtması da yine uygarlık zihniyetinin oluşturduğu ideolojik kodlardan birisi, ama en önemlilerinden birisidir. Zira uygarlık sistemi, esas tezgahını sınıflaşma üzerinden kurmuş ve sınıflaşma geliştikçe toplumu daha çok etki alanına alarak sömürme imkanı bulmuştur. Bu konuda A. Dicle, ‘’Tarih bu anlamda sert bir sınıf mücadelesidir’’ der, devamında ise sınıflaşmanın gerçekleşmesinin kendisini politik ve ahlaki toplumun daraltılması ve işlevsizleştirilmesi, toplumsal gerileme ve düşüş olarak değerlendirir. Marksizmdeki sınıf çelişkisi ve sömürüsü sınırlı bir gerçekliği ifade etmektedir. Sınıfsallığın, uygarlığın temel karakteristik özelliklerinden birisi olduğu, daima çatışma ve baskı üreten, sürekli yanıltma ve perdeleme işlevi gören bir yapıya sahip olduğunun fark edilmemiş olması Marksist kuram açısından önemli bir handikaptır. Devrim ve demokrasi iddiasındaki birçok örgütlü yapının günümüzde hala doğru bir toplumsal rota tutturamamış olması ve öncülük misyonunun gereklerini yerine getirememesinde bu tarz sınıflaşma algısının belirleyici bir rolü vardır. O halde temel gerçek, temel toplumsal çelişki nedir? Eğer sınıfa karşı sınıf perspektifi uygarlık sistemini aşmak bir tarafa, bu tuzağın bir payandası haline gelmemize yol açıyor ve buna süreklilik kazandırıyorsa mücadele ve direniş yöntemimiz ne olmalıdır? Demokratik modernite paradigmasının buna yanıtı işe, toplumsal problemin ne olduğunun tespitiyle başlanması gerektiği yönündedir. Buna göre toplumsal problem, toplumun temel dinamiğinin çiğnenmesi, toplumun toplum olmaktan çıkarılmasıdır.

Peki bu saldırıyı gerçekleştirerek toplumu temellerinden yıkan ve çözen, dolayısıyla problemi yaratan güçler kimlerdir? Sermaye ve iktidar tekeli, problemi yaratan güçlerin başında gelmektedir. İkiside özünde artık-değer gaspı olarak toplumu temelinden oyma işlevi görmektedirler. Toplumsal sorunu doğuran etkenler ise kendilerini tekelin özü etrafında oluşmuş kent, sınıf ve devlet biçiminde açığa vururlar. Demek ki toplum ve iktidar ayrışmasıyla başlayan sürecin tetikleyicisi konumundaki uygarlık, kurduğu baskı ve sömürü sistemi ile bir karşı uygarlık (sınıflı, iktidarlı ve devletli uygarlık) oluşumunun genel kavramsal tanımı haline gelirken, toplum bu çarpıtmaya karşı insani özgürlüksel anlamını koruma, savunma ve direniş gösterme zihniyet ve pratiğidir. Dolayısıyla tarihsel akış, aslında iki zıt ucun, yani iki farklı uygarlığın, bir tarafını iktidar ve devlet odaklı uygarlığın diğer tarafını devletleşmemiş ve iktidar oyununa bulaşmamış komünal toplum formlarının, çoklu toplumların meydana getirdiği bir demokratik uygarlık akışı ve bu iki uygarlık arasındaki mücadeledir demek, bizi gerçeğe daha yakınlaştıracaktır. Ali Fırat’ın deyişiyle, ‘’Temel çelişki sadece sınıfsal olmayıp uygarlık düzeyindedir. En azından beş bin yıllık yazılı olarak da izleyebildiğimiz tarihsel mücadele; devletli uygarlıkla (esas olarak sınıflı kent ve devlete dayanır) devletleşmemiş, ana gövdesi tarım ve köy toplumu olan, zamanla kent emekçilerinin de içeriğini oluşturduğu demokratik uygarlık arasındadır. Toplumdaki tüm ideolojik, askeri,politik ve ekonomik ilişki, çelişki ve mücadeleler bu iki ana uygarlık sistemi altında cereyan ederler.’’ Benzer çarpıcı yaklaşımı ibn-i Haldun’un Mukaddimesi’nde bulmak öğreticidir. İbn Haldun, kendi kavram ve düşünce yapısı içerisinde bu gerçeğe şöyle işaret eder; ‘’Vurgulanması gereken ikinci önemli nokta ; komünal gelenek ile uygarlığın, gerek yazılı tarih öncesinde gerek sonrasında bir arada bulunmuş, aynı zaman ve geniş mekan boyutlarında birlikte yaşamış olmalarıdır. Söz konusu birlikte varoluşun en can alıcı özelliği, komünal gelenek ile uygarlığın sürekli bir kavga, bir savaş içerisinde bulunmuş olmasıdır.

Zaman zaman iç içe geçmiş görünümlere bürünmekle birlikte insanlığın çağlar boyu iki büyük ‘kamp’a ayrılmış olması tarihsel bir gerçekliktir.’’ İbn Haldun’un bu tarihsel ‘’kamp’ı ‘’ tanımlarken komünal gelenek ile uygarlığın var oluşlarıyla iki ayrı üretim ve eylem tarzı geliştirdikleri, zamanla komünal geleneğin uygarlık potasında erime riskiyle karşı karşıya gelse de varlığını direniş ve çarpışma yeteneğini canlı tutarak sürdürdüğünü belirlemesi önemlidir. Hele hele komünal geleneğin gelecekteki insanlık 19 sentezinin ön şartını oluşturduğu yönündeki tespiti, yankısını günümüzde bulan 14. yüzyıldan yapılmış güçlü bir çağrı, bir sesleniş niteliğindedir. Diğer taraftan A.Dicle, uygarlığın tarihsel akış içerisindeki yerini belirlerken, uygarlık tartışmasının temeline uygarlığın bir bütün oluşturduğu ve ana nehir gibi bir akış düzenine sahip olduğu gerçeğini yerleştirir. Bu gerçek, şehir, sınıf ve devlet üçgeni üzerinde hareketlenir. Bu üçgenin aldığı biçimler uygarlığın da biçimini belirler. Bir anlamda uygarlığın grameri rolündedirler. Buna göre Sümer, Mısır, Grek-Romen, İslam, Hristiyanlık ve Avrupa uygarlık dönemi, uygarlık bütününü oluşturan süreçler zincirinin birbirine bağlı ve birbirini besleyen dönemsel halkalarından başka bir şey değildir. Sümer ve Mısır uygarlığın ilk klasik biçimini temsil ederken, GrekRomen, İslam ve Hıristiyanlık olgunluk dönemini ifade etmiş, Avrupa uygarlık dönemi ise çözülüş ve kaosun yoğunluk kazandığı aşama olarak yaşam bulmuştur. Resmi uygarlık, tarihinin hiçbir versiyonu anti-toplumcu karakterleri sebebiyle toplumsal çözümün bir parçası olmamışlardır. Aksine, resmi uygarlığın çekirdeği olan devlet, demokratik uygarlığın çekirdeği olan komünal düzene (ahlakipolitik topluma) karşı sürekli savaş halinde olmayı varlık sebebi saymış, sömürgeleştirerek ve asimile ederek tasfiye etmeyi amaç edinmiştir. Bu nedenle uygarlık güçlerinin kullandıkları iktidar ve devlet aygıtlarına başvurarak, toplumsal sorunları çözmeye kalkışmak, ya da demokratik özgür yaşamı inşa edebileceği zannına kapılmak, reel sosyalizmin içerisine düştüğü hata ve açmazları tekrarlamaktan başka bir işe yaramayacaktır. Uygarlık sisteminin rekabet ve çatışmadan beslendiğini, dolayısıyla bu savaş halini hem kendi içinde hem de kendi dışına karşı iki koldan yürüttüğünü unutmamak gerekir. Uygarlığın kendi içindeki rekabet ve çatışmaları ‘’genelde tekeller arasında, özelde tarım ve ticaret tekelleri arasında’’ geçen bir hakimiyet mücadelesi biçiminde somutlaşırken, dışa karşı ise kendisiyle çelişki içerisinde olan tüm toplum güçlerine yönelik gerçekleşir. Sadece bir sınıf değil, tüm toplum hedeflenir. Uygarlık tekellerinin dikkat çekici özelliği, ‘’aralarında ne kadar çatışsalar da, dışa karşı birlikte ve tarihi olarak da bir zincirin halkası gibi hareket etmeleri’’dir. Tarihsel süreç içerisinde gerçekleşen hemen hemen tüm savaşların bu iki içerikten kaynaklandığı, başarı için maddi ve manevi kültürün her koşulda geliştirilmesi çabasının da buna bağlı işlediği bilinen bir husustur. Uygarlık sistemi, topluma yöneltilmiş bir savaş hali olarak yarattığı maddi uygarlık kuşatmasıyla ‘’büyüsü bozulmuş dünya’’ gerçeğine yol açmıştır. Sonuç anlamın büyük yitimidir. Anlamın yitirildiği yerde özgürlük de yitirilmiştir. Anlamdan ve özgürlükten yoksunluk ise, insani varoluş ve gerçekleşme iddiasını yitirmenin de ötesine düşmektir, hiçleşmektir.

 

Demokratik Uygarlık, Güncele Uyarlanmış Demokratik Modernitedir

“Tarih bir bütün olduğu gibi, bir bütün içinde her parçanın yeri ve değeri vardır. En küçük bir topluluğun ve en sıradan bir bireyin bile değeri yadsınamaz. Nasıl ki tarih bir toplumda, bir toplum da tarihte yansırsa, bir toplum bireyde, birey de bir toplumda yansır. Diyalektik yöntemin tarihe uygulanmasının bir ifadesi olarak, tarihsel materyalizmin varacağı en temel sonucun bu formülde yattığını Toplumsal mücadeleler ne için vardır? Elbette ki toplumsal özgür varoluşu hiçleşmeye karşı korumak ve özgürce sürdürmek için peki neden tarihseldir?

Çünkü tüm toplumsal mücadeleler geçmişin bir hafızasını taşır ve bu hafıza üzerinden köklenir, kendilerini yeniden üretirler. Çünkü tarihsellik ve köklülük bildirmeyen, tarihsel olmayan hiçbir mücadele ve bilme hali yoktur da ondan. Tarihsiz toplum ya da toplumsuz tarih olamayacağına göre, demokratik modernitenin de bir tarihinin olması ve bir köklülük bildirmesi kaçınılmazdır. Çünkü toplumsal varoluş, temelde özgür ve demokratik bir varoluştur ve bu varoluşla kendini var kılmıştır. Üstelik bu kendini var kılma hali, sınıfkent-devlet üçgeni üzerinden hareketlenen uygarlık öncesinde gerçekleşen ve kendini ana toplum, demokratik komünal toplum olarak görünür kılan bir var kılma halidir. İşte bu toplumun kabile, aşiret ve halklar halinde özgür, demokratik ve eşit yaşamlarını uygarlık saldırısına karşı direniş ve isyanla karşıladıkları, ahlaki ve politik yaşamında 20 ısrar ettikleri tarihe demokratik uygarlık tarihi; devletli uygarlıktan ayrı, devletleşme ve uygarlaşma öncesi formları ve sonrasındaki devlet dışında kalmış yapılar toplamına ise demokratik uygarlık diyoruz. Neden böyle bir adlandırmaya gidildiğini Ali Fırat şöyle açıklar; ‘’Demokratik uygarlık kavramını kent-sınıf-devlet sistemi olarak uygarlığa karşı, içte kölecil sınıflaştırmaya karşı, dıştan kabile ve kavim kimliklerine yönelen baskı, talan ve köleleştirmelere karşı daimi direniş halinde olan kent içi emekçi özgürlükçü güçlerle, kırsal komünal güçlerin oluşturduğu dünyayı tanımlamak için seçtik. Uygarlık tarihi boyunca bu tanımlamanın kapsamında belli bütünsellikleri olan ve hep birbirlerine miras bırakan çok sayıda eşitlikçi, özgür ve demokratik oluşumlar ve yapılanmaları demokratik uygarlık olarak adlandırmanın vazgeçilmez tarihsel bir hak ve görev olduğu açıktır’’ değerlendirmesinin devamında Fırat, demokratik uygarlık kavramının güncel somut duruma uyarlandığında,bunun kapitalist modernite karşıtlığı içerecek biçimde demokratik modernite olarak belirlenmesi gerektiğinin altını çizer. Anti-kapitalistlik iddiasında bulunanların, anarşistlerin ve bilimsel sosyalistlerin bu gerçeğin farkına varamamış olmaları, kapitalizmden radikal bir çıkış gerçekleştirememelerinin de nedenidir. Başarısızlıklarının nedeni, kapitalizmi hegemonik modernite olarak çözümleyip aşamamalarında yatmaktadır. Burada, kapitalist modernitenin hegemon haline gelerek kendini dayatması ve meşru kılması, karşıtlarını etkisizleştirmesinde ve kendini tek alternatif olarak sunmasında önemli bir etken oluşturdu. Modernite kapsamında derinleştirilmesi gereken tartışmalar, sermaye birikimi gibi tek boyutlu bir alanla sınırlandırılınca, bu sapma kaçınılmaz bir şekilde modernitenin büyük ölçekte benimsenmesi gibi bir durumu açığa çıkardı. Haliyle moderniteyi benimsemiş bir muhalefetin radikal bir direniş gösterme kabiliyeti kazanması beklenemezdi, aksine erime hepsinin ortak kaderi oldu.Reel sosyalizmin kendi kendini tasfiyesinin kökeninde de bu aşırı modernist yaklaşımın izlerini görüyoruz. Bu nedenle demokratik modernite, yaşanmış bu tarihsel hataları tekrarlamamak adına, kapitalizmin sadece ekonomi politiğine takılıp kalmaz, kapitalizmi tüm sistemik yapısı içerisinde görür ve eleştirisini de bu sistemik yapısının geneline yönelik geliştirir. ‘’Hegemonik bir sistem olarak uygarlık tarihiyle ilişkisini, kent, sınıf ve devlet olgularında yol açtığı değişimleri kendi modernitesinin hangi unsurlar temelinde kurguladığını bir bütün olarak eleştirerek ortaya çıkarır… Demokratik modernitenin zihniyet alanlarına yönelik eleştiri sadece bu alanlardaki dogmatizmi çözmekle kalmaz. Bilim, felsefe ve sanatın toplumdaki rollerini layıkıyla oynayabilmesinin yolunu açar. Demokratik modernitenin kendiside ancak kapitalist modernitenin bilimsel, felsefi ve sanat açısından eleştirisi ile kurumlaşır. Kendi kavramsal araçlarını geliştirir.’’

Toplumsal mücadeleler tarihinin açığa çıkardığı bütün deneyimler göstermiştir ki, anti-kapitalizmi anti modernizme vardıramamış tüm ideolojik akımlar, politik hareketler ve her renkten devrimler modernite tarafından fethedilmekten kurtulamamışlardır.

Anti-modernizmin öncellenmesi, kapitalist sistematiğin bütünlüklü reddiyesi açısından esas çıkış noktasını oluşturur. Çünkü anti-modernizm, kapitalizmin yaşattığı yaşam tarzını red etmek ve onun dışına çıkmak anlamına gelir. Bu çıkış noktası yeni bir başlangıç çizgisi haline getirildiği takdirde, alternatif bir mücadele kaynağı haline gelmek ve bunda sürekliliği yaratabilmek mümkündür. Bu nedenle A. Dicle, dikkatlerimizi bu noktaya yöneltmeye özen gösterir; ‘’Anti-kapitalizm anti-modernizm olmadığı gibi, anti-modernist olunmadan tutarlı bir anti-kapitalist olunamaz… Ekim devrimi anti-kapitalizmde yetersiz olduğu için başarısızlığa uğramadı; tersine anti-kapitalizmde başarılıydı. Fakat anti-modernist, dolayısıyla antiulus devletçi ve anti-endüstriyalist olmadığı için , anti-kapitalistliğiyle modernitenin diğer iki ayağını 21 aşamadığı için, yapısal süreyi bir yana bırakıp sadece kısa sürelerle hareket ettiği için yenildi… Marks, Lenin, Mao kapitalizmle boğuşurken samimiydiler. Hatta kapitalizme karşı sosyalizmi kurduklarına da inançları tamdı. Fakat çok geçmeden ortaya çıkan sonuç, kurdukları yapıların kapitalizmden pek farklı olmadığını gösterdi. Burada da gücünü konuşturan yeni uygarlık, yani moderniteydi. Yüzeysel sermaye değerlendirmeleri sosyalizmi geliştirmek için yeterli değildi. Eksik olan modernite çözümlemesiydi. Derinden etkisini yaşadıkları pozitivist dünya görüşü moderniteyi gerçekliğin en kutsal hali olarak sunuyordu. Eleştiri şurada kalsın, onu daha da mükemmelleştireceklerini düşünüyorlardı. Sonuçları ise ortadadır. Tarihsel yanlışlık zincirleme devam ettikçe, en soylu ve kutsal amaçlar bile uygarlık ve modernitenin buzlu hegemonyasına araç olmaktan kurtulamıyor.’’

A.Dicle, demokratik moderniteyi, köleleştirici kültürüyle insanı geçmişsiz ve geleceksiz kılarak an’ın hayvanca tüketicisi haline getiren kapitalist modernitenin karşısına bir alternatif olarak koyar. Bu anlamda demokratik modernite, yaşamı tüm yöntemlerle daha özgür, eşit ve demokratik kılmanın zihniyet ve yapılanmasını ifade eder. ‘’Yola düşmüş bir taşı kaldırmak kadar, meşru değişimin tek yolu olarak kalmış bir devrimi yapmak da demokratik modernite kapsamında değerlidir.’’ Yalnız burada devrim, iktidar ve devlet mekanizmalarından arınmış ahlaki ve politik toplum değerlerine bağlanmış kolektif bir eylem özelliğindedir. Ahlaki ve politik toplumun temelleri ise ancak demokratik siyasetle düşünülebilir. Demokratik siyaset ahlaki ve politik toplumun inşası ise, toplumların demokratik siyaset bilinciyle buluşturularak ayağa kaldırılması, kendi örgüt ve önderlerini yetiştirmelerinin sağlanması, demokratik yaşam tarzını uzun süreli deneyimleyip oluşturmasıyla yakından ilişkilidir. Ali Dicle’nin demokratik siyaset olmadan, ‘’demokratik toplumlar, dolayısıyla demokratik uluslar oluşturulamaz. Demokratik modernite sürecini böylesine uzun süreli demokratik toplumların ulusal bütünlüklerinden oluşan bir yeniçağ olarak tahayyül etmek, kuramlaştırmak, günlük yaşamın ekmek, su, hava kadar vazgeçilmez biçimi olarak değerlendirmek durumundayız.’’ Bu durumda demokratik uygarlık, sadece direniş ve isyan değil, direniş ve isyan örgütleyen ama onu da aşan ‘’hem bir düşünce sistematiği, düşünce birikimi, hemde ahlaki kurallar ve politik organların bütünlüğünü içeren yeni bir yaşam biçimi’’ hüviyetini kazanır. Güncel somut duruma vurulduğunda demokratik modernite tanımlaması bize M. Hardt ve A. Negri’nin Alter-modernite terimini hatırlatır. Alter – moderniteyi Hardt ve Negri şöyle tanımlar; ‘’ Altermodernite terimiyle, anti-modernite geleneğinden doğduğu için, modernite ve onu tanımlayan iktidar ilişkisinden bir kopuşu kastediyoruz; ancak aynı zamanda karşıtlık ve direnişin ötesine geçtiği için anti-moderniteden de ayrılır.’’ Demokratik modernite tam da bunu gerçekleştirir.

Uygarlık sisteminin devlet öncelikli hegemonik sisteminden kurtulmak için kavramlara yeni içerikler yükler ve yeni kurucu politik projesine seferber eder. Halkın ahlaki ve politik toplum olma özelliği ve onu oluşturan değerlerini, kurucu anlam ilişkisi içerisinde yeniden üretir. Amaç devleti ya da iktidarı ele geçirmek değildir. Tabandan sağlanan toplumsal dönüşümlerle ve üretilen alternatif kurumlarla devleti gündelik yaşamda anlamsız kılmak ve egemenlik gücünü zayıflatarak demokrasiye duyarlı hale getirmektir. Her anlamda alternatifler inşa ederek özerkleşmek bu amaç doğrultusunda demokratik, eşit ve özgür toplum hedefini şimdiki zamanda inşa etmeyi, alternatif yaşam alanları oluşturmayı ve toplumun kendine ait kurumlar yaratmasını hedefler. Bu, doğal olarak devlet-iktidar temelli kurucu mitten bir kopuşu ve ona karşı aynı zamanda biyopolitik bir direnişi tanımlar. Demokratik modernite, bu anlamda hakiki bir alter-modernite özelliği sergilemektedir. 22 Kapitalist moderniteyi politik toplumun en daralttığı ve işlevsizleştirdiği son uygarlık aşaması olarak değerlendiren A.Dicle, bu hususun iyi kavranması gerektiğini belirtir. İdeolojik hegemonya olarak liberalizmin, kendi döneminde politik mücadele, hatta demokratik siyasetin son derece gelişim gösterdiği iddiasının özünde tam tersi bir durumu açığa çıkardığını, bireycilik ve tekelciliğin azami geliştirilmesi sonucunda ahlaki ve politik toplumun en işlevsiz halini yaşadığını vurgular. Azami iktidar olarak ulus-devlet, azami politik olmayan bir topluma yol açmış, böylesi bir toplumu doğurmuştur. Toplum ulus-devlet ve küreselleşen şirketler içinde adeta eritilmiştir. Bu noktada Dicle, Foucault’un toplumun savunulmasını özgürlüğün temeli olarak gören düşüncesine işaret eder. Toplumun yitirilmesini sadece özgürlüğün değil, insanın da yitirilmesi olarak değerlendiren Foucault’a katıldığını belirtir ve demokratik modernite açısından bunu şöyle formüle eder; ‘’Demokratik modernite bu anlamda toplum savunulduğu oranda özgürlüğünde kazanılmasında tek çıkış yoludur. Demokratik siyasetle kendini (bireyciliğe, ulus-devlete ve tekellere karşı) savunan toplum, politik dokusunu işlevleştirerek kendini modern demokratik topluma dönüştürür. Modern demokratik toplum ise, kendi tüm toplumsal işlevi üzerinde hem düşünen, söyleyen, hem de kendini karşılaştırarak eyleme geçiren toplum olarak farklılaşmayı, çok kültürlülüğü, bu temelde eşitliği yaşamsallaştırarak üstünlüğünü kanıtlar. Böylelikle demokratik modernite sınıfsal mücadeleyi doğru temelde vermekle kalmıyor; yeni bir iktidar veya devletle kendi toplumunu (reel sosyalizmin tarihsel trajik yanlışı) boğmuyor, bu tarihsel tuzağa düşmüyor. Ne kadar iktidarlaşır ve devletleşirse sınıfsallığın da o oranda geliştiğinin, dolayısıyla sınıfsal mücadelenin kaybedildiğinin farkındadır.’’

 

Tarih Şimdidir; Demokratik Modernite Zikir, Fikir Ve Eylem Bütünlüğüdür!

“Tarihi bilinçlilik, kendi zamanından ve kendisinden başka diğer zamanların ve insanların düşüncesini bilmeyi amaçlamasına rağmen, kendisiyle başlamaya mecburdur.” (Karl Löwith) Kapitalist sistemin tekçi modernite anlayışını kırmak ve örtbas ettiği muazzam tarihsel toplum varoluşlarını şimdinin vizyonunda görünür kılmak açısından kuram önemli bir rol oynasa da, onları esas var kılacak olan şimdinin pratiğinde kurumsal bir inşaya yönelmektir. Kuram üstlendiği kurucu hal çerçevesinde gerektiği düzeyde devinim yaşatmak, bu devinimler arasında bağlar oluşturmak ve oluşan bağları kurumsal örgütlülüklere dönüştürüp inşayı örgütlemek için vardır. Kuram, zihniyet ve irade oluştururken, kurum oluşan zihniyet ve iradeyi bedene kavuşturarak el ve ayak sahibi yapar, ‘’yürüyen düşünce’’ haline getirir. Demokratik modernite paradigmasını, böylesi bir kuram ve kurum ilişkisi içerisinde an’a damgasını vuran şimdinin zihin ve irade çalışması, el ve ayağa kavuşturma çabası olarak özümsemek önemlidir. Çünkü bu tarz bir özümseme olmadan özgür insan doğasının en temel özelliği olan tarihini seçebilme, tarihle yaşamayı bilme ve tarih yapma eylemine içerik kazandırmak mümkün olmayacaktır. Neticede tarihsel bilginin nihai amacı anafikri insan yaşamını kavramak değil midir? Böylesi bir amaç değil midir temelde anlamı kuran? Amacın an’a nüfuz etmesiyle anlam oluşup kuruluyorsa, tarihsel deneyimin biriktirdiği bilinçle, yani kuramla tarih yapmak, şimdide iradeleşerek, etkide bulunarak kurumsallaşmaktır.

A.Dicle, ‘’Tarihi ; toplumsallığın tüm ilişki ve çelişkisi içinde inşa edici unsur rolünde görmek, temel mantık konusu olarak anlam bulmalıdır’’ derken, toplumsal gerçeklikte zamanın inşa gücü ve yeteneğinin ilke değerindeki rolüne işaret eder. Zamanı ne kadar kolektif, üretken ve kurucu yeni varlığın özü haline getirebiliyorsan, o kadar zamanın kendisi haline geliyorsun ve tarih yapıyorsun demektir. Ne ölçüde demokratik uygarlık tarihinin yarattığı hafıza ve bilinçle şimdiye yükleniyor, yoğunlaşıyorsak, aynı şekilde şimdi de yoğunlaştığımız ve şimdiyi çözümleyip çözebildiğimiz ölçüde de geleceği inşa etme imkanına kavuşur, tarihselleşiriz. Geçmiş, şimdi ve gelecek ilişkisi içerisinde tarih ve toplum, sadece canlı bir organizma değil, aynı zamanda bir bütündürler. Ali Fırat, bu bütünlüğü tanımlarken şuna dikkat çeker; ‘’Şimdinin olağanüstü yaratıcı an değerini kavramadan hiçbir özgün toplumsal inşa gerçekleştirilemez. Ne tarihin emrindeki bir iradesiz olmak, ne şimdinin tarihten kopuk sorumsuzu 23 olmak toplumsal hakikatle yaşamanın ilkesel ifadesidir. Geçmişe boşver demek ne kadar yanlış ve sorumsuzluk haliyse geleceğe bak demek de o denli yanlış ve sorumsuzdur.’’ Demek ki şimdinin yaratıcı an değerini kavramak yaşamsal bir değerdedir ve ancak o an’ a hükmedildiği takdirde özgür toplumsal inşayı gerçekleştirmek mümkün hale gelecektir. Kadro ve örgüt, parti ve militan, teori ve eylem bunun için vardır. Amaç, sürekli özgürleşen, özgürleştikçe hakikat zemini haline gelen bir toplum yaratmak ve bu toplumu sosyal, siyasal, ekonomik, ekolojik, komünal, öz savunma, tüm toplumsal alanlarda zihniyet ve irade sahibi kılarak görünüş olmaktan çıkarıp var kılmak ise, an’ı kendi kurucu eylemimizin, inşalarımızın zemini haline getirmek durumundayız. Burada ‘’eylem alanımız neresidir’’sorusu anlamsızdır, çünkü eylem yeri sokaktır, mahalledir, caddedir, köydür, kırlardır kent varoşları, işyerleri, meydanlar ve okullardır. ‘’Nasıl?’’ ana verilecek yanıt komünlerle, komitelerle, meclislerle, konsey ve birliklerledir. Demokratik uygarlık tarihinin, tarihsel toplum geleneğinin tüm aşama ve süreçleri bu pratikleşmelerin yaratıcı doğaçlamaları, tecrübe ve birikimleriyle doludur. Yeter ki somut koşulları analiz edebilecek, buna göre direniş ve örgütlenmeyi geliştirebilecek bilinçlilik ve kararlılığa sahip olabilelim.

Kadrosal varoluş, bilinçsel ve eylemsel varoluşun bizatihi kendisi ve çekirdeksel saçılımı olduğuna göre, bu noktada kadronun duruşu belirleyicidir. Herkes kendisi dışında her yerden beklentili olabilir, ama bir tek kadro böyle bir beklenti içerisinde olamaz. Kadro kendisiyle başlamak ve yine kendine dayanmak zorundadır. Zira kadro, ideolojik-politik bilinç, stratejik –taktik güç özelliğini potansiyel bir olgu olmaktan çıkarıyor her koşulda an’ın ihtiyaçlarına yanıt verebilecek, sürekli yayılım gösteren işlevsel bir enerjiye dönüştürebilmektir. ‘’Kendisine dayanmak’’ ise, yine kadronun dayanmış olduğu ideolojik-politik ve örgütsel yeteneklerine dayanması, canlı tutması, zamana ve mekana göre yenileyebilme yeteneğini gösterebilmesidir. Kişi bu özellikleri gösterebiliyorsa, evet o bir kadrodur ve kadro vasfının tanımlayıcı bir öncüsüdür. Öncülük, sadece aydınlatma ve örgütleme işlevi gören bir kadroyu tanımlamaz. Bu işlevlerle birlikte, tıkanmanın yaşandığı süreç ve koşullarda ‘’YA BİR YOL BULACAĞIZ, YA BİR YOL AÇACAĞIZ’’ kararlılığıyla ortadan kaldıran, çıkışıyla kendini yol haline getirerek kendinden sonrakiler için köprü yapabilendir. Ho Chi Minh, Rosa Lüksemburg, Che,Deniz, Mahir, İbo, Hakki, Mazlum, Kemal-Hayri, Zekiye, Beritan, Zilan, Paramaz…: Dikkat edilirse her birinde yeni bir yol açma vardır, tekrar yoktur. Her birisi yeni bir dönem, yeni bir aşama başlatmıştır. Kadronun hem anlam hem de misyon olarak varlık sebebini başka türlü, hakikat öngörüsünden kopuk bir izaha kavuşturmaya kalkışmak, doğasını bozuma uğratmaktan başka bir anlama gelmez.

Her bozunuma uğrama, bir anlamdan ve özgürlükten düşmedir. Anlamdan ve özgürlükten düşüş ise, niteliğin, vasfın, kişilik ve karakterin yitirilmesi demektir. Bunun için kadroyu doğru tanımlamak ve örgütlemek, Demokratik moderniteyi şimdinin inşa pratiği haline getirmek kadar önemli ve önceliklidir. Kadro doğru tanımlanmadan, doğru bir demokratik modernite inşasına girişmek gerçekçi değildir. Nitekim Ali Fırat’nın uzun süren eylemlilik süreci sebebiyle Mayıs’ta geliştirdiği çağrı ve eleştirileri de bu kapsamda ele almakta yarar vardır. Fırat, irade, kararlılık, ve yetkinlik olgularından söz ederken elbetteki rastgele bir vurgulamada bulunmuyordu. Kurduğu cümlelerle kadronun, zamanın ruhuna uygun hangi özellikleri kuşanması gerektiğini ve nasıl bir anlamlandırma ilişkisi içerisine girmesinin lazım geldiğini belirtiyordu. İrade, ruhta, duyguda, düşüncede ve eylemde örgütlenmeyi , örgütlü bir güç haline gelmeyi ; kararlılık, nasıl bir karşıtlık üzerinden karşılandığının bilincinde ve nasıl bir mücadele yürütülmesi gerektiğinin ayırdında olmayı ve başarma arzusunu ; yetkinlik ise, tüm sorunların üstesinden gelebilecek düzeyde kendini ruh, bilinç ve moralle donatmayı tanımlarken, “RUHEN VE ZİHNEN BENİMLE BİRLİKTE YÜRÜYEBİLECEK BİR DURUMA GELMELİSİNİZ’’ cümlesi, hem bir özet, hem bütünlüklü bir çağrı hem de bir eleştiri özelliği gösteriyordu. 24 Ali Fırat’nın bu yaklaşımında kuşkusuz kadronun demokratik modernite çizgisinde şimdiye yüklenerek tarih yapmak ve şimdinin yaratıcı an değerini hakkıyla değerlendirmekte yaşadığı darlıkların ve sıradanlıkların önemli bir payı vardır. Lao çe, ruhen ve zihnen kendisiyle birlikte yürüyebilecek bir durumda olmadığımızı, ancak bu duruma gelmemiz gerektiğini belirtmektedir. Peki ruhen ve zihnen Fırat ile birlikte olmak, onunla yürüyebilmek ne demektir? Her şeyden önce, onun düşünce ve hareket tarzını özümsemek ve buna göre pratikleşebilmektir. Bilimsel ve felsefik temelde incelemek ve anlamaktır. Muazzam stratejik davranmak, stratejide derinlik ve üretkenlik göstermektir. Duygularını politikleşmeye, toplumsallaştırmaya yatırmak ve sezgilerle taktikpolitik tutum geliştirebilmektir. Onun ‘’Ölmeniz gerektiği yerde dahi, kanınızı damla damla dökecek kolay kolay ölmeyeceksiniz’’ dediği zeminde, son nefese kadar yaşamın her saniyesine büyük mücadele sığdırabilmektir. Fırat’nın çizgisinde, zorluklar ne olursa olsun intihar kişiliğine yer yoktur. Bunun yerine başarı azmi ve zafer tutkusu belirgin ve güçlü bir ritim olarak öne çıkmaktadır. Kadrodan beklenen, tüm yetersizliklerine rağmen kavraması ve ona katılmasıdır. Fırat, her şeye rağmen halka, mücadeleye ve yoldaşa bağlılık ilkesi gereği eleştirileriyle birlikte beklentilerini de sürdürmekte, hatırlatmalarda bulunmaya devam etmektedir ; ‘’… Öğrenmemekte gösterdiğiniz direnişi, aşk ve tutkuyla ulusal görevlere sarılan varlık olma gerçeğine dönüştürebilseydiniz, kuşkusuz tarihin akışı bambaşka olacaktı. Ancak insan varlığının iddialı özgürlük yürüyüşü devam ediyor. Demokratik modernite paradigmasıyla bu yürüyüşü güçlü bir tarihsel temele ve güçlü bir kavramsal çerçeveye kavuşturduk. Sıra bu büyük inşa hareketinin kadrosunu, zafer tutkusuyla donanmış Mem u Zin’lerini açığa çıkarmakta. Bu da sizlerin iddia, kararlılık ve bağlılık düzeyinize kalmış durumda. Bir kez daha tarihin ‘ol’ dediği anı hoyratça harcayacak mısınız? Yoksa bütün kaybedişlerinize son veren destansı bir zafere mi dönüştüreceksiniz, bunu da hep birlikte göreceğiz’’

Lenin haklı olarak ‘’ Örgütlenme, stratejinin temel koşuludur. Strateji örgütlenme olmaksızın strateji olamaz… Stratejinin motoru yine, kendisini oluşturma ve ayaklanmaya geçişi yönetme ihtiyacı içindeki öncüdür’’ derken, beraberinde hakikati bir süreç olarak tanımlar ve kadroyu bu sürece irade uygulayarak devrim perspektifini hakikate dönüştüren militan biçiminde yorumlar. A.Dicle’de akli, politik ve kültürel yaklaşımla çözüm üretmekten söz ederken, kuşkusuz örgütlenme ve stratejiyle kadronun yeni döneme göre kendine derinlik kazandırmasına, akli, politik ve kültürel bir güç haline gelmesinin gerekliliğine işaret eder. Bu manada akli yaklaşım, beyni paradigma doğrultusunda yeniden kurarak sürekli işler halde tutmak ve tüm stratejilerin başlangıç noktası haline getirmek her türden mücadele yöntemine hazır kılmaktır.

Zihinsel ve duygusal gerçekliğimizin bütününe ne kadar odaklanır ve ne kadar çoklu derin düşünme düzeyine ulaşırsak o kadar sorunlar karşısında zamanın ruhuna uygun yaratıcı çözümler üretir, tarzı buna göre yenileyip değiştirebilme gücüne erişiriz. Aksi yaklaşım, zihinsel gücün bütün akışkanlığı içerisinde devinerek an’a yöneltilmesi ve an’ı kendi gerçekleşmesinin zamanı ve zemini haline getirmenin canlı projesidir. Bu nedenle akli yaklaşım , düşünce hantallığını, tutukluğu ve çözümsüzlüğü kabul etmez. Politik yaklaşım ise, ‘’Toplumun hayati çıkarlarını özgürlük, eşitlik ve demokrasiden başka hiçbir kavramlar grubu izah edemez. O halde politika esas olarak ahlaki ve politik toplumun her koşul altında bu niteliğini veya varoluşunu sürdürebilmesi için yapılan özgürlük, eşitlik ve demokratikleşme eylemliliğidir’’ perspektifinden hareket eder. A. Dicle’de politik yaklaşım, Kuantum kuramında olduğu gibi ‘’şu an’a /şimdiye odaklanır. Geçmiş şu an’da hatırlanarak ve gelecek şu an’da kurgulanarak yaşanır. Hem geçmiş hem de gelecek potansiyel olarak şu an’a enerjik bağlarla bağlıdır. Bu nedenle politikleşmiş insan, içerisinde bulunduğu 25 durumlara irade uygulayan, durumlara ve olaylara seyirci kalmaktan çok katılım gösteren bir militandır. Militan, Dicle‘in ifadesiyle geçmişin ya da geleceğin değil, şimdinin şu an’ın savaşçısıdır. Şu an kazanılmadan geleceğin kazanılamayacağı açıktır. Dolayısıyla politikleşmiş insan, an’ın savaşçısı olma bilinciyle an’a müdahalede bulunan ve an’ı kendi amacı doğrultusunda dönüşüme uğratmak kolektif, örgütlü varoluşuna kesinlik kazandıran militandır. Hegel, ‘’İnsanın hakiki varlığı, eylemidir’’ derken tam da buna, insanın politik varlık olma özelliğine vurgu yapar. Politik kimlik kazanmış insan, örgütlenmeyle kendinin ayırdına varan, bundan hareketle zamanı ve mekanı sahiplenen insandır. Bu noktada politikadan ve politikleşmeden kaçış, özgürlükten ve özgürleşmeden kaçıştır. Bu da, insanı, felsefik ve ideolojik toplumsal bir varlık olmaktan, düşünen ve eyleyen bir varlık olmaktan kaçış anlamına gelir.

Dicle açısından kültürel yaklaşım, kültürün, toplumun kurumsal ve anlamsal bütünlüğünü ve bu bütünlüğün örgütlü direnişini ifade eder. Bu açıdan, toplumun tarihsel süreç içerisinde oluşturduğu anlam dünyası, ahlak yasası, zihniyet, dil, sanat ve bilimin yanı sıra, politik, ekonomik ve sosyal tüm yapılanmalar kültür kavramının içerisine girer. Bir anlamda toplumsal varoluş, kültürel toplumla açığa çıkan varoluştur. Önemli olan, toplumun bu varoluş tarzını kapitalizmin kültür endüstrisiyle oluşturduğu hegemonya, ulus-devletlerin fetih, asimilasyon ve soykırımlarla yürüttüğü kültürel savaşlara karşı koyabilme ve bunlarla mücadele edebilir konuma getirmektir. Doğrudan demokrasinin kültürel bir gerçeklik haline gelmesi, kültürel toplumun hem içerik hem form olarak geliştirilip örgütlendirilmesine bağlıdır.Dolayısıyla kültürün içerik ve form olarak örgütlendirilip her açıdan kendine yetebilir düzeye gelmesi, direniş kabiliyeti kazanması anlamına gelir ki, bu da toplumun varlık bulma ve özgürlüğünü kazanma, kültürel toplumun yaşamın her alanında kendilik bilinciyle kendi kurum ve anlam bütünlüğünü inşa etme gücünü gösterdiği ve başarısıyla öz savunmasını yapabildiği koşullarda varlık bulur. Kültürel yaklaşım, her koşulda kültürünü örgütlemeye ve kültürel bağlar geliştirerek büyütmeye dayanır. Modern kapitalizm ve ulus-devlet faşizmin yol açtığı kültürsüzlük ve tek tipleştirme ortamında farklı kültürler mozağini tekrardan görünür ve var kılmak A.Dicle’nin kültürel yaklaşımının özünü oluşturur. Kültürel yaklaşım, kültürlerin örgütlü direnişi ; direnişle dile, sanata, bilime ve özgürlüğe kavuşma eylemidir. Tersinden yaklaşımlar kültürü değil, kültürsüzlüğü geliştirmiş ve özgürlüğü sonlandırarak esareti başlatmışlardır. Özgürlük mü esaret mi? ‘’ Sorusuna tarihsel toplum geleneğinin, Demokratik uygarlık toplumlarının verdiği yanıt açıktır. ‘’Cesur Yürek ‘’ filminin son sahnesinde yankısını bulan haykırıştaki o ses binyıllardır sürmekte olan özgürlük arayışının sesidir. Bir ruhun ve bilincin yeniden ayakları üzerine kalktığı 21. Yüzyılın bu günlerinde tarihi ve geleceği şimdide buluşturmak, her türden öz savunma savaşını ve direnişçiliğini ahlaki, politik ve demokratik toplum inşalarına yönelterek başarı yoluna koymak, örgütlü insan olmanın gereğidir. Ziu Zen’in dediği gibi, ‘’Toplumun sorunları nasıl bir bütünlük arz ediyorsa devrimin ve devrimcinin de tüm söylem ve eylemlerin de siyasi program, strateji, taktik planlamayı iç içe yaşaması gerekir. Yaşam akışkanlığı bir bütündür.’’

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.