Düşünce ve Kuram Dergisi

Kapitalist Uygarlığın Yeni Krizi Koronavirüs

Esra Maral

Dünya düzenini derinden etkileyen yeni tip koronavirüs, kapitalist uygarlık sisteminin yaşadığı kaos ve krizi daha da görünür kılmış ve sistemin iflasa mahkum olduğunu açığa çıkarmıştır. Durum böyleyken salgının ortaya çıkmasının ve bu derece ‘küreselleşmesi’nin altında yatan nedenleri irdelemek hayati önem taşıyor. Bu açıdan 500 yıllık kapitalist uygarlık sistemini ve bu sistemin girdiği krizi; salgının ortaya çıkış zemininin yaratılmasında ve bu noktaya gelmesindeki nedenselliği açısından derinleştirmek ve daha da görünür kılmak elzemdir. Bu hem salgının önüne geçebilmek hem de insanlığın bundan sonra karşılaşacağı benzer durumların yaratacağı kaosun önüne geçebilmek adına atılması gereken adımlardan biridir.

Kapitalizm, kendi politik ve ahlaki anlayışını, “güçlü olan hayatta kalır” sloganıyla sosyolojide (Emile Durkheim), psikolojide (Sigmund Freud), biyolojide (Charles Darwin) ve tarihte (Hegel) pozitivist bilim çerçevesinde topluma kabul ettirmişti. Bu bağlamda tarihin ikili dinamiğinden biri olan toplumu ve toplumun temel varoluş olgularından olan ahlaki, eşitlikçi ve özgür zihniyeti zayıflatma ve parçalama amacı taşıyan diğer bir tarihsel dinamik aktör olan ulus-devleti irdeleyeceğiz. 17.Yüzyıl ile başlayarak ilerleyip bugüne gelen bir tarihsel çözülme olan kapitalist uygarlık krizini ve bu kadar zayıflamış kapitalist uygarlığa karşı çıkış yapmakta eksik kalan demokratik toplum mücadelesinin krizini ele almak yazı boyunca temel perspektifimiz olacak.

 

Kapitalist Uygarlığın Ekolojik Krizi

“Dağlarda bir bitki, bir ağaç, bir nehir ile konuşabilmeli insan” sözünü insan yoldaşlarından duyduğunda, zihninde ve kalbinde binlerce yıl önceki animist yaşamı ve canlı doğayı hissedebilir. Doğa-insan ilişkisinin karşılıklı, canlı, üretken, ben dışında beni oluşturan bu temel anlayışı, bugünkü sömürgeci-tahakkümcü ve hiyerarşik toplum yapısında doğayı nesneleştiren, parçalayan bir anlayışa evrildi. Pandeminin toplumsal ve doğal yaşamda görülemeyen ve fark edilemeyen durumları deneyimledik. Pandeminin dünyanın tamamını etkilemesi, aslında bulaşıcı hastalıklar ve ekolojik tahribat ilişkisini görünür kıldı. Birleşmiş Milletler Çevre Programı (UNEP) her dört ayda bir bulaşıcı hastalıkların ortaya çıktığını söylüyor. ABD’deki Salgından Korunma ve Önleme Merkezi (CDC) ise dünyanın herhangi bir köşesinde bir köyden çıkan patojenin, 36 saat içinde dünyanın dört bir köşesine erişebileceğini belirtiyor. Salgınlara yol açan nedenlerin başında ekolojik tahribatlar geliyor. Bugün sadece bir havayolu şirketinin, Afrika kıtasının tamamının ürettiğinden daha fazla sera gazı üretmesi tahribatın boyutunu gösteriyor. Endüstriyel hayvancılık ve endüstriyel tarım-gıda alanının doğanın çeşitliğinden yoksun, monokültürel üretimle vahşice katlettiği canlılık, hızlıca yok oluşa sürükleniyor. Devasa şirketlerin tekellerindeki endüstriyel tarım-gıda piyasası, pandeminin de gösterdiği üzere, potansiyel gıda krizi odağıdır. Gıda gibi yaşamsal bir unsurun, gün geçtikçe öz ihtiyacı gidermekten uzaklaştırılmasına karşı gıda egemenliğinin yerel toplumlara verilmesi ve üretim-tüketim politikalarının belirlenmesinde demokratik bir katılımın sağlanması hayatidir.

Politikaları ile dünya üzerinde sömürmediği bir karış toprak parçası dahi bırakmayan sermayedarlar, kırsal yaşam alanlarında termik/nükleer santraller, barajlar yaparken yeraltı kaynaklarını (petrol, altın,doğalgaz) sömürmek için doğayı tahrip ederek, yağmalayarak orada yaşayan insanları kente göç ettirerek zaten hastalıklı olan kent yaşamını nüfus artışı ile beraber kanserleşme noktasına getirmiştir. Ekolojik toplumsal mücadelenin krizi ise; ‘kendi arka bahçesini koruma’ esaslı yerel, “çevreci” hareketlerin, ekolojik yıkım zihniyetinin temelindeki toplumsal hiyerarşiye odaklanmaması ve yerel çevre platformlarının demokratik bir anlayışa sahip olmamasıdır. En önemli kriz, aslında Türkiye gibi nüfusunun dörtte üçü genç olan bir ülkede, geçmiş zamandaki Bergama köy hareketinden yakın zamandaki Bursa Kirazlıyaylası köy halkının şirketlere karşı doğalarını korumasına kadar gençlerden ziyade sadece bir avuç yaşlı kadının alanlarda olmasıdır. Genç bakışı ve dinamiğinin toplumun yeniden yapılandırılması mücadelelerinden uzak olması, krizlerden demokratik devrimci çıkışların yapılamamasının ana nedenidir.

 

Kapitalist Uygarlığın Sağlık Krizi

Kapitalizmin öldürdüğünü korona günlerinde net bir şekilde gördük. Dünyada ölümlerin en çok gerçekleştiği yerler kapitalist pazarın büyük kentleriydi. Büyük bir panik ile hastalığın seyrini öngöremeyen devletler, tepkisel olarak çaresiz kaldıkları salgın karşısında insanları eve kapatma politikasızlığını gerçekleştirmiştir. Salgının üçüncü ayı itibariyle ölüm oranlarının azaldığı bahanesiyle “normalleşme”ye dönmek istendiğini görüyoruz. Tüm dünyada kapitalist ulus-devletler ve sermayedarlar, ‘toplumda güçlü olan hayatta kalır’ yaklaşımıyla tüm dünyada sürü bağışıklığı uygulayarak, yaşlı ve bağışıklığı zayıf insanları ölüme terk etmeyi rahat bir şekilde göze almıştır. Kapitalizmin öldürdüğü gerçekliği ışığında, kapitalist pazarın uzak olduğu kırsal alanlarda yıkım çok az olmuş veya toplum kendini koruyacak kararlar alabilmiştir. Örneğin, Türkiye’nin bir köyünde alınan ortak kararla büyük kentlerden gelenlerin köye alınmamasıyla, yine salgından çokça etkilenen İtalya’nın bir kasabasında halk ve belediye başkanın salgını beraber tartışıp ortak kararlarla kendi önleyici politikalarını üretmeleri ve gerçekleştirmeleriyle bu insanlar salgından kendilerini koruyabilmiştir.

Kapitalist modernitenin ideolojik ve kültürel olarak hegemonyasını topluma kabul ettirmesinde etkin rol oynayan pozitivist bilim anlayışı, temel olarak iktidar ve sermaye endekslidir. Bu çerçevedeki rolü toplum karşısında iktidarı, devleti güçlendirecek nükleer silahlar, savaş araçları üretmek, geliştirmek olur. Toplumun ahlaki ve politik özkimliğini tahrip eden tüketim kültürüyle, sermayeye karşı bir diğer rolünü de kışkırtılmış, ihtiyaç dışı metalar üreterek hayata geçirir. Pozitivist bilimin modern biyolojik tıbbı da sağlık alanında aynı çizgide ilerler; yüzyıllardır toplumu sağlık alanında bilgisizleştirip kendisine bağımlı kılan eril-hiyerarşik örgütlü tıp, sermaye için medya ve sağlık yöneticilerinin kışkırttığı sağlık hizmeti talebi ile ilaç ve endüstriyel tıbbi malzeme şirketleri lehinde pozisyon alır. Kar getirmeyen koruyucu sağlık noktasından uzaklaşıp, ürettiği hastalıklı toplum ve bireyin semptomlarını sermaye için tedavi eden bir anlayıştır bu. Gördüğümüz, sermaye için kolları sıvamış tedavi merkezli biyolojik-tıp bilimidir.

Başta da açtığımız gibi yeni tip koronavirüs salgınına çözüm üretemeyen kapitalizm, sebep olduğu tahribatın üstünü örtmek için toplumun dikkatini salgının sonuçlarına yöneltiyor. 21. Yüzyılda bu kadar gelişmiş bilim-teknoloji ve imkanlara rağmen sistem virüs karşısında çaresiz kalmış, sağlık sistemi iflas etmiş, var olan kurumlar topluma ‘evde kal’ demek dışında bir çözüm önerememiştir. Bugün BM, AB ve birçok uluslararası platform salgına bir çözüm bulamadıkları gibi binlerce insanın yaşamını yitirmesine sebep olmuştur.

Toplum nezdinde düşünülmesi gereken nokta ise, kapitalist yaşam tarzı ve alışkanlıklarının bir an önce devam ettirilmesi için yasakların kaldırılmasını istemeleri ve umursamaz davranışlarla toplumda büyük bir ahlaki kriz yaşanmasıdır.

 

Kapitalist Uygarlığın Ekonomik Krizi

Uygarlık sistemi bu evresinde, sermaye kazancını maksimize etmek üzere her yol ve çareyi kullanmaya azimli bir haldedir.

Sermaye sahipleri (egemenler), kazancını ya da sermayesinin getirisini artırmak üzere sürekli yol yöntem arayışı içerisinde olur. Kapitalist sistemde temel slogan ‘ya büyü ya öl’dür. Bu nedenle toplumun ihtiyacı olmayan üretim-tüketim alışkanlığını geliştirir.

Uzun süredir finansal alanda yaşadığı krizi ötelemeye çalışan sistemin, pandemi sürecinde bunu gizleyemez duruma gelmesi, kapitalist uygarlığın yaşadığı güncel krizin somutlaşmasıdır. Paradan para kazanma ve borçla büyümeye dayalı ekonomi ise geldiğimiz aşamada iflas etmiştir. Borsada %20 leri bulan değer kayıpları, işsiz kalan milyonlar (sadece ABD’de 26 milyon), ekonomi alanında yaşanan daralma, petrol fiyatlarında yaşanan tarihi düşüş krizin net göstergeleridir. En iyimser tahminler bile yaşanan bu krizin kısa sürede bitmeyeceğini, bu süreçte işini kaybeden milyonlarca insanın işsiz kalmaya devam edeceğini göstermektedir.

 

Kapitalist Uygarlığın Siyasal Krizi

Sistem siyasal alanda da her yönüyle bir tıkanıklığı yaşamaktadır. Neoliberal politikalara uyumlu olarak dizayn etmek istediği yeni dünya düzeni, önce Ortadoğu’da hezimete uğradı, Afganistan-Irak savaşı ile başlayan süreç Suriye ve Libya’da bir kaosa ve krize dönüştü. Yapılan tüm askeri ve siyasi müdahalelere rağmen düzen kurmak bir tarafa, var olan sistemden daha sorunlu, daha derinleşmiş problemlere yol açarak süreklileşen bir savaş haline yol açtı. Kapitalizmin doğuş merkezi olan Avrupa’da; İngiltere’nin AB’den ayrılması ile başlayan belirsizlik, sağ otoriter hükümetlerin yükselişi, Fransa başta olmak üzere yükselen halk hareketleri, pandemi süreci ile birlikte yaşanan ekonomik sıkıntılar, artan işsizlikle birlikte geleceğin daha da muğlaklaşacağını gösteriyor. Sistem kendisine karşı gelişen tepkileri manipüle ederek kendisinin sebep olduğu açlık, yoksulluk ve tahribatı mültecilere, yabancılara, kadınlara ve LGBTİ+lara yönelterek ırkçılık, cinsiyetçilik ve dinciliğe kaymakta ve kapitalizmin kriz anlarında başvurduğu faşizan yönetime doğru yol almaktadır. Ötekiye karşı güdümlenen kin ve öfke her yerde sokaklara taşmaktadır. Avrupa’da yabancı ve mültecilere yönelik artan saldırılar, Türkiye’de Kürtlere-Ermenilere yönelik yapılan saldırılar, diyanetin hastalığın sebebi olarak LGBTİ+ları hedef göstermesi, en son Amerika’da bir siyahinin herkesin gözü önünde boğularak öldürülmesi sistemin suçunu örtbas etme çabasından başka bir şey değildir. Bir yandan milliyetçilik, cinsiyetçilik, dincilik kışkırtılırken diğer yandan otoriterleşme artmakta, demokrasi ve özgürlükler kısıtlanarak sistemin varlığı sürdürülmeye çalışılmaktadır. ABD-Çin, ABD-Rusya arasında yaşanan siyasi, ticari ve askeri rekabet her alanda bir gerilim ve kriz yaratmakta, yaşanan ekonomik çöküş riskine savaş riskini eklemektedir. Kısacası kapitalizm, düşünsel ve yapısal olarak sorunlara ve krizlere çözüm üretememekte, aksine krizlerin yapısal nedeni olarak bizatihi üreticisi olmaktadır.

Kapitalizmin toplum ihtiyaçları için değil sermayeye kâr getirmek için üretim yaptığını bu süreçle beraber daha net görmekteyiz. Özellikle 1970’lerden başlayarak içine girdiği krizler aralıksız sürerken, emek ve doğa üzerindeki baskıyı sürekli büyütmüş, aşırı üretim-gereksiz tüketim politikaları derin ekonomik-ekolojik ve sosyal eşitsizlik krizlerine yol açmıştır. Kapitalizm, dünya üzerinde yaşanan felaketlerin çetelesini tutmaktan öte hiçbir şey yapmazken, bu felaketleri bir araç olarak kullanır. Bunları kendi iktidarı ve sermayesi için yeni birikim süreçleri olarak görmektedir. Kapitalizm yıkıcı endüstriyalizmi ile her tarafa yayılan kanserleşmiş kentleriyle, neden olduğu iklim kriziyle, burun buruna geldiği nükleer savaş gerçekliğiyle, bugün çözüm üretemediği salgını ile topluma yıkım getirmekten başka bir şey vermeyecek noktaya gelmiştir.

Bu süreçte salgın karşısında çöken, bir sağlık sistemi değil, toplum karşıtlığında gelişen sistemin kendisidir.

Kapitalist uygarlık sisteminin yarattığı ve yaşattığı bu kriz, kendiliğinden demokratik bir sisteme dönüşmeyecektir. Yaşadığı krizler salgın ile gün yüzüne çıkan kapitalist modernite, krizini maskelemek için salgını kullanmıştır. Yaşadığı krizlerin faturasını topluma ödetmeyi benimseyen sistem, salgını bahane ederek çıkış yapmak isteyecektir. Herkes dünyanın eskisi gibi olmayacağını ifade etmektedir. Milliyetçi ve ulusalcılar, bu süreci küreselliğin iflası olarak görmekte ve çözümü ulus-milliyetçi devlete dönüş olarak değerlendirirken; sağ muhafazakar kesim ise bilimin iflasını ilan edip çözüm olarak da dine dönüşü önermektediler. Sol kesim ise bunu her krizde olduğu gibi kapitalizmin ölümü ilan etmekte fakat çözüm önerisi olarak sloganların ötesine geçememektedir.

Kapitalist modernitenin ve endüstriyalizmin yarattığı yıkımı durdurmak için komünal ekonomi kurumları kurulmalı ve eko-endüstriyel üretime dayalı demokratik sosyalizm anlayışı yaratılmalı ve yaşatılmalıdır. Tüm toplumsal ve ekolojik talanları durdurabilecek olan demokratik modernite inşası, toplumun komün-meclisler ile kendisini en temelden örgütleyeceği ve tüm toplumun katılımını sağlayan bir demokratik-ekolojik-kadın özgürlükçü paradigmayı esas alır. Demokratik komünal yeni yaşamın inşasında demokrasi cephelerinin, ekoloji hareketlerinin ve kadın hareketlerinin ortak amaç ve ortak eylem ile yer almaları gerekmektedir. Çünkü ‘Sosyalizmde ısrar, insan olmakta ısrardır’.

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.