Düşünce ve Kuram Dergisi

Yok Oluştan Kurtuluş: Eko-Kentler

H.Yekta Eren

Tarih ‘şimdi’ olduğu gibi, şimdi’nin herhangi bir unsurunun da tarih olduğunu vurgulamak durumundayız. Tarih ile şimdi arasında büyük kopukluk bırakılması, her yeni uygarlıksal yükselişin ilk giriştiği meşruiyet sağlayıcı ve kendini ‘ezel-ebed’ kılmayı amaçlayan propagandalarının sonucudur. Gerçek toplum yaşamında, böylesi kopukluklar yoktur. Vurgulanması gereken diğer bir husus, tarih evrensel kılınmadan, yerel veya tekil bir tarih inşasının anlam ifade edemeyeceğidir. Dolayısıyla inşa edildikleri andan itibaren başlayan kentleşme sorunu çok az farkla günümüzün de sorunudur. Nitekim toplum açısından ve uygarlık tarihi bağlamında ele aldığımızda kentleşmenin çıkış itibari ile yüklendiği rol ve misyon, yine toplum ve doğa üzerindeki etki düzeyine baktığımızda günümüz itibariyle sadece küçük nüans farkları ile karşılaşmaktayız. Aralarındaki fark, zaman ve mekân koşullarının eklediği paylardadır. Farklılık ve dönüşüm kavramlarına bu anlamı yüklediğimizde yorumlarımızdaki hakikat payının artacağı açıktır. Farklılığı, dönüşümü ve gelişmeyi küçümseme veya önemsiz saymanın sakıncalarını iyi görmek gerekir. Evrensel tarihten yoksunluk ne denli körelticiyse, tarihsel gelişmeyi farklılık ve dönüşümden yoksun saymak ve hep tekerrürden ibaretmiş gibi ele almak da o denli gerçeği perdeleyicidir. İndirgemeciliğin bu iki biçimine de düşmemek büyük önem taşır.

Uygarlığın diğer bir adı medenileşme yani Arapça kentleşme anlamındadır. Kentleşmeden kaynaklı sorunlar ekolojik sorunlardan daha az veyahut daha önemsiz değildir. Günümüzde toplumsal yaşamı tehdit eden temel kaynaklardan biri durumundadır. Ocak ayı ile birlikte Çin’in Wuhan kentinde ilk defa karşılaşılan ve bütün insanlığı adeta kasıp kavuran Covid-19 virüsü salgını ile kentler adeta dört büyük dinde tabir edilen cehennemi yaşama sürecine girmiştir. Salgının temel yayılım mekanı olan ve adeta felaket filmlerinde izlediğimiz sahnelerin gerçekleşmesine tanıklık ettiğimiz, her şeyi yutan canavarlara dönüşen, toplum ve insan kırım merkezleri olan kentleri, bu kentleri oluşturan zihinsel altyapıyı, düşünsel belleği, yok oluş ile yüzyüze kalınan yeni yüzyılımızda yeniden ele almak değerlendirmek gerekir. Peki nedir kenti bu hale getiren?

Her gerçekte olduğu gibi, kentin başka bir yüzü de doğuşuyla birlikte kendini göstermektedir: Sınıflaşma ve devletleşme. Şüphesiz sınıflaşmanın maddi temeli artan üretkenliktir. Kentin gelişen akıl sahiplerinden bazıları, insan sayısını çoğaltıp verimli topraklarda çalıştırırlarsa katbekat insanı doyurabileceklerini deneyimle öğrenmişlerdir. Geriye kalan bu çalıştırma için gerekli düzeneği kurmaktır. Kurulan düzen bir nevi tekel olan devlettir. Şehir çapında da olsa, bu yeni düzen örgütü açık ki tarım tekeli olarak doğmuştur. Sümer şehirleri bu konuda her şeyi açıklıyor. Mısır ve Harappa uygarlığı gibi çoğu uygarlık doğuşlarında tarım tekelleridir, üretimi düzenleme aygıtlarıdır. Aynı zamanda artı ürün merkezleridirler. Üretim çalışanların en azından bir kat fazlasına ilave artık-ürün sunabilecek seviyeye gelince devletin maddi temeli doğmuş demektir. Devlet denilen olgu aslında fazla üretimden geçinenlerdir. Fazla üretim etrafında örgütlenen sistem devletleşmeyi doğurmuştur. Devlete fazlayı örgütleme örgütü demek daha anlamlı olabilir. Şehir buna en uygun mekândır. Kabile ve köy toplumunda son derece güçtür bu tür ilişkileri geliştirebilmek. Devletin şehirde doğuşunun altında bu gerçeklik yatıyor. Böylece insanlık kentte sömürü olgusuyla karşılaşıyor. Daha önce hiç bilmediği bir ilişki biçimiyle tanışıyor. Yeni oluşumun adı artık ‘devletçilik’ oluyor. Muazzam bir çıkar kapısı oluyor. Köle emekçi bile devlet işsizliğinde eskisinden daha rahat ve güvenceli olduğunu düşünüyor. Çalışmasını tümüyle zora bağlamak abartma olur. Kentin doğuş öyküsü aşağı yukarı böyledir.

Bazı sorunlara yol açsa da, toplumun rasyonel gelişiminde kentin devrimsel bir adım teşkil ettiği açıktır. Aristo, ideal bir kentin nüfusunu beş bin olarak formüle eder. İlk ortaya çıktıklarında kentlerin nüfusu çoğunlukla bu kadardır. Kentte yeni bir toplumsal bileşim söz konusudur. Kabile toplumu aşılmıştır. Ticaret ve zanaatçılık çok gelişiyor. Yollar, mimari, spor, sanat ve saray yapılarıyla tapınağın etrafındaki yapılar yeni dokulaşmalara doğru genişlemiş oluyor. Çoğu kent de askeri oluşumlar etrafında inşa ediliyor. Özellikle Roma askeri karargahları birer şehir proto tipidir. Tarihçiler bu dönemde bir şehire en az on köy düştüğünden bahseder. Aralarında simbiyotik ilişki vardır. Demek ki henüz kent-köy arasında da sorun yaşanmamıştır, karşıtlık yoktur.

Ortaçağ olarak adlandırılan dönemde uygarlık kentleşme itibariyle hiçbir zaman antikçağdaki düzeye erişemedi. Kale ve surlarıyla ortaçağ kenti başlangıçta çok küçüktü. Ortaçağ kentleri bir nevi derebeylikler ve emirliklerin merkezleriydi. Etraflarında bazı zanaatkârlar ve saray hizmetkârlarının toplanmasıyla genişlemeye başlamışlardı. Tüccar sınıfı büyümesi ve görkemliliği için ilk hızı verse de, Roma, İskenderiye, Antakya, Dara-Nusaybin, Urfa-Edessa gibi daha eskiden kalma bu kent örneklerini yakalayabilen yeni kent inşalarına rastlamak çok zordur. Sayısal büyüklükte aşsalar da, mimarlık ve işlevsellikte (tapınak, tiyatro, meclis, agora, hipodrom, amfiteatr, hamam, kanalizasyon sistemi, işlik vs.) eskilerin ihtişamına hiç ulaşamamışlardır. Ortaçağ uygarlığı ilkçağ ve antikçağın enkazı üzerine kurulan çadır uygarlığı ve kentleri gibi bir şeydi denilebilir. Kent henüz kıra, köye üstünlük sağlayacak konumdan uzaktır, aralarında bir denge düzeyinin olduğu belirtilebilir. Bünyelerinde iktidar ve sınıf çelişkilerini taşısalar da, kentler çevresel sorun arz edecek durumda değillerdi. Genel olarak uygarlık sistemi, sermaye tekelleri nedeniyle yavaş yavaş çevreyi kemiriyordu. Toprakta tuzlanma tarım tekelleriyle ilgiliydi. Bu durum 18. Yüzyıl sonlarına kadar devam edip sorunları daha da ağırlaştırıp, katmerleştirdi.

Asıl kentleşme bunalımı 19. Yüzyıl sanayi devriminin, endüstriyalizmin gelişmesiyle ortaya çıkmıştır. Bu tesadüf değildir, büyük oranda endüstriyalizmin anti-toplumsal doğasıyla ilgilidir. Kentin ekolojik açıdan sorun teşkil eden en önemli yönü, çevreden kopuk, zamanla çevre karşıtı bir diyalektiği yaşamasıdır. Köy çevreyle birebir ilişki içinde yaşar. Her şeyiyle ona bağlıdır ve onun ürünü olduğunu bilir. Hayvanları ve bitkileriyle âdeta çevre diliyle konuşarak yaşamını sürdürür. Doğayla bütünleşmiş, doğa ve toplum arasında simbiyotik, açarsak karşılıklı birbirini beslemeye dayalı bir yaşama inanılan bir zihinsel formasyan ve bilinç mevcuttur. Kentte durum bunun tersinedir; kent giderek tarım ve çevreden kopar. Yeni bir dili, kent dilini geliştirir. Ayrı bir gerçekliği vardır. Çevreyle ilgisi giderek zayıflamaktadır. Ticaret, zanaat, sanayi, para işleriyle ilgili bir dildir kent dili. Bunların aklını ve bilimini teşkil eder, bunlar tarafından oluşturulur. Dilin yeni formasyonu böyledir. Açık ki, burada çelişkili ve yabancılaşmayla yüklü bir dil ve zihniyet söz konusudur. Dönemin kentleşmesi eski kırsal toplumla bu toplum sisteminin yaygın klan, kabile, aşiret, kavim ve köy topluluklarını temsil eden lehçelerini ve kültürlerini içine alır. Kendine özgü bir bilim, sanat, din ve felsefe dili de oluşturmuştur. Sınıfsal açıdan aristokrasi ve ötekiler olarak iki ana kategori daha oluşmuştur.

Durmadan kar topu misali büyüyen ve yayılan, kentlerin bu yapısıyla toplum gerçekten sosyal kansere yakalanmıştır. Aristo bile on bin nüfuslu kenti tahayyül etmemiştir. Yüz bin, bir milyon, beş milyon, on milyon, on beş milyon, yirmi milyon ve hedef yirmi beş milyon nüfuslu kenttir! Bu, gerçek bir kanserolojik büyüme değil de nedir? Böyle bir kenti sadece beslemek için orta boy bir ülkeyi çevresiyle kısa sürede yok etmek mümkündür. Bu büyümenin hiçbir mantığı yoktur. Okyanuslarda oluşan çöp adaları, tükenen doğal kaynaklar, varlığı son bulan canlılar, artan küresel ısınma kentlerin açığa çıkardığı vahameti gözler önüne sermektedir. Toplumun ve kentin doğasıyla birlikte Birinci Doğa’yı tahrip etmekten başka bir sonuç vermeyeceği açıktır. Hiçbir ülke ve çevre, halkıyla birlikte bu büyüklükleri uzun süre taşıyamaz. Çevrenin gerçek yıkım nedeni bu kanserolojik büyümedir. Artık bir kent kendi ülkesini halkıyla birlikte işgal, istila ve tahrip edip âdeta sömürgeleştirmektedir. Yeni sömürgeci güç kenttir; kentlerdeki küresel ticaret, finans ve sanayi tekelleridir, onların üsleri olan plazalardır. Bu plazalardaki eskinin kale ve surlarını aratmayan güvenlik tedbirleri bu gerçeği doğrulamaktadır.

21.Yüzyılın emperyalizmi ve sömürgeciliği artık ülkelerin dışında değil içindedir de. Sömürgeciler sadece yabancılar değil, daha çok ortakları, yerel işbirlikçileridir. Sadece sermaye tekelleri küreselleşmedi, iktidar ve devlet de küreselleşti. Artık bir, iki değil, birçok New York ve Londra vardır. Küresel kentler çağını yaşıyoruz. Küresel çağın kentleri kanser hücrelerinin yayılma hızıyla sadece çevreyi yok etmiyor. Kentlinin zaten pek gelişmeyen asaleti daha doğmadan kadükleşti. Kentler modernlik, modalık gösterimleriyle gerçek canavarlığını gizlemek istiyor. Asıl barbar kenttir. Eski barbara rahmet okutturan her tür barbar kişi ve grup (spor fanatiklerinden çılgın partilerin içi boş müzik gruplarına, imhacı bürokrasiden piyasa vurguncularına, ahlâkın hiçbir ilkesine bağlı olmayanlardan robotlaşmış olanlara kadar sanal, simülakr, hayalet çılgınları, medyakeş toplum, fuhuş, sentetik uyuşturucu, dikey ve çarpık yapılaşma, emek sömürüsü, GDO) artık kır merkezli değil kent merkezlidir, bizzat kentin kendisidir.

Modern çağın Babil’leri yaşanıyor. Sonunun nasıl geleceği kestirilemez. Ama  kendisine ihanet eden, ekolojisini imha etmekte kararlı ucubeyi, dünyanın taşıyamayacağını tüm bilimsel veriler göstermektedir artık. Tekrar kıra taşınsalar da, her yerlerine kadar hem de çok hastalıklı bir toplum ve dünya oluşmuştur. Kent toplumunun ‘toplumkırım’ sınırında seyrettiğini çok iyi kavramak ve görmek gerekir.

Hiç şüphesiz kentin bu durumundan sınıfsal iktidar ve devletsel yapılar sorumludur. Kentin müthiş rantı onları amansız barbar haline getirip kent canavarlığını yarattı. Bundan tümüyle kent halkının, toplumunun sorumlu tutulamayacağı açıktır. Ama kurunun yanında yaş da yanıyor. Varoşlar, kentin ‘yeni Hıristiyanları’, bir yol bulmak zorundalar. Yoksa Neron’lardan daha tehlikeli binlerce Neron tarafından yakılmaktan beter halleri yaşamaya mahkûmdurlar. Sınırlı ölçüde kalmış kent güzelliğini, ahlâk ve aklını kurtarmayı düşünmek gerekir. Her toplumsal proje merkezine artık kent kaynaklı sorunları almak durumundadır. Tüm toplumsal ve ekolojik sorunlara ancak bu çerçevede anlamlı çözümler geliştirebileceğimiz asla göz ardı edilemez. Dünyanın ve toplumun çöküşe gitmesi için başka nedenler aramayalım, yalnızca kent kaynaklı olan sorunlar daha şimdiden bu rolü fazlasıyla oynuyorlar.

Bundan ötürü içerisinden geçtiğimiz bu salgın koşullarında, önümüzdeki süreçte nasıl bir yaşam tarzı oluşturacağımız tüm insanlık açısından temel tartışma konusu olmaktadır. Yayılan coronavirus salgını ile beraber kentler, salgının insanlık tarihinde örneği görülmemiş bir kriz ve bunalım merkezleri olmuşlardır. Nitekim bunun temelinde yatan ise kent-sınıf-devlet üçlüsü üzerinden kendisini var eden kapitalizm ve onun kapitalist modernite organizasyonudur. 21. Yüzyıl, kapitalist modernist sistemin kaos çağıdır. Yaşam bir bütünen SOS halini almıştır. Yeni bir çıkışı başaramayacak insanlar büyük ve tehlikeli bir son ile yüz yüze kalabilecektir. Öcalan’ın birçok değerlendirmede vurguladığı dinci, cinsiyetçi, bilimci, milliyetçi düşüncenin ete kemiğe bürünmüş hali olan ulus-devletler, bütün toplumsal ve ekolojik sorunların temel kaynağıdır. Var olan sorunları aşmanın yolu mevcut sorunların kaynağını kurutmaktır. Bunun en önemli adımı ise öze dönüştür. Yeniden doğa ve toplumsallık ile buluşma toplumsallığın ana kaynağı olan ahlaki-politik toplumu geliştirmek ve onun boyutlarını örmektir.

A.Öcalan’ın demokratik ekolojik ve kadın özgürlükçü paradigma olarak oluşturduğu demokratik modernite sistemi mevcut kaos ve krizden kurtuluşun yegane yoludur. Demokratik modernite doğaya dönüşün, doğa toplum ilişkisinin yeniden simbiyotik bir evreye kavuşturulduğu, baskının, zorun, sömürünün ortadan kaldırıldığı sistemsel oluşumun zamanını ifade eder. Demokratik modernite ile buluşan ve kendisini inşa edecek olan insanlık mevcut yokoluş krizini aşacak bir evreye geçiş yapabilir. Köye ve kıra dönüş projeleri ile beraber eko-denge ile uyumlu bir şekilde dönüştürülmüş eko-kentlerin gelişimi ile dünyamız yeni bir toparlanmayı yaşayabilir.

Demokratik modernite de eko-kentin hedefi, tüm karbon atıklarından arınarak tamamen yenilenebilir kaynaklardan enerji üretmek, şehri doğal çevre ile uyumlu hale getirmek, komünal, toplumsal ekonomiyi teşvik etmek, yoksulluğu azaltmak ve verimliliği mümkün olduğunca arttırmaktır. Eko-kentler, herkese açık yeşil alanlara, temel kentsel hizmetlere, uygun fiyatlı konutlara ve istihdam alanlarına çevre dostu ulaşım seçenekleri ile kolayca ulaşılabilir şekilde tasarlanmış olmalıdır. Kentlerin yeniden inşası veyahut dönüşümü, nüfus arttıkça ve nüfusun ihtiyaçları değiştikçe büyüyebilir ve gelişebilir olmalı, altyapı sistemleri doğayla uyumlu bir şekilde inşa edilmelidir.

Eko-kent, temiz ve yenilenebilir enerjinin üretimi ve kullanımı ile birlikte kaynakların ve malzemelerin sorumlu bir şekilde yönetilmesini taahhüt etmelidir. Temiz havaya, temiz ve güvenli suya ulaşmayı sağlayan fiziksel koşulları sağlamalı ve korumalıdır. Sağlıklı toprağa ve ekim alanlarına sahip olmalı, yerel olarak eko-tarım ile besin yetiştirmeli ve bunun sürekliliğini sağlamalıdır.

Eko-kent, herkese hayat boyu, cinsiyetçilikten, dincilikten, bilimcilik ve milliyetçilikten arındırılmış toplumsal eğitim olanağı sağlamalı, kültürel faaliyetler ve sosyal yaşama tam katılımı destekleyecek bilgi ve etkileşim koşullarını kolaylaştırmalıdır. İnsanların ve dünyanın yararına olan adil komünal ekonomiye yatırım yapmalı ve sosyo-ekonomik durumdan bağımsız olarak her vatandaşın özgürlük ve refahına kendini adamış olmalıdır. Eko-kentler yerel, bölgesel ve küresel ekosistemlerin biyolojik çeşitliliğini sürdürmeli ve genel ekolojik bütünlüğü, doğa ile kent arasında güçlü bir simbiyotik ilişkiyi desteklemelidir.

 

Eko-Kent Kriterleri
Eko-kent kriterleri yukarıda belirttiğimiz konuları içeren çerçeve dahilinde saptanmıştır. Özet olarak aşağıdaki gereksinimleri karşılayan bir şehir eko-kent olarak tanımlanmaktadır:

  • Kendi kendine yeten bir ekonomiye sahiptir, ihtiyaç duyulan kaynaklar yerel olarak bulunur.
  • Yönetim şekli doğrudan, katılımcı, radikal demokrasiyi esas alan komünler örgütlülüğü olan özyönetim modeline dayanır.
  • Tamamen karbon-nötr ve yenilenebilir enerji üretimi vardır.
  • Ulaşım, öncelikli yöntemleri mümkün kılan, iyi planlanmış bir şehir düzenine ve toplu taşıma sistemine sahiptir: Önce yürüyüş, sonra bisiklet, daha sonra da toplu taşıma.
  • Kaynakların korunması, su ve enerji kaynaklarının verimliliğinin en üst düzeye çıkarılması, katı veyahut sıvı tüm atıklarının geri dönüştürülmesi ve yeniden kullanılması, sıfır atık sistemi yaratılması için bir atık yönetim sistemi vardır.
  • Çevresel açıdan hasar görmüş, doğal tahribat yaratan, her türlü cinsiyetçi, dinci ve milliyetçi zihniyetin tezahürü veyahut ifadesi olan alanlar yıkılıp kente yeniden kazandırılır.
  • Tüm sosyo-ekonomik, dinsel ve etnik gruplar için iyi ve uygun fiyatlı konut sağlanır. Kadınlar, gençler, azınlıklar ve engelliler gibi dezavantajlı gruplar için iş olanakları geliştirilir.
  • Yerel, organik tarım ve üretim desteklenir.
  • Ahlaki ve politik toplumun yaşam tarzı seçimlerine saygı duyulur.
  • Malzeme tüketimi azdır. Çöp kavramı eko-kent oluşumuna aykırıdır.
  • Çevre ve sürdürülebilirlik konularında alternatifler yaratılır.
  • Kır ve kent arasında karşılıklı birbirini besleyen simbiyotik bir ilişki vardır.
Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.