Düşünce ve Kuram Dergisi

Komünalitenin Özgüven Problemini Aşmak

Sinan Palandöken

Toplumsallık ya da komünalite adı verilen özgürlük mücadelesinde insanlık birçok olumsuz deneyim yaşadı. Ancak açıktır ki, son yüzyılın temel sorunu komünalitenin yitirilmesi ve bireyciliğin artık atom bombasından daha tehlikeli bir hale gelmiş olmasıdır. Birinci ve ikinci dünya savaşları başta olmak üzere yaşanan birçok devrim deneyimi komünalitenin aleyhine sonuçlanmıştır. Elbette büyük bedeller, iyi niyetlerle yapılan girişimler çok fazlaydı ama sonuç olarak bu durum ‘toplum adına toplumsallığın kaybı’ ile sonuçlandı. Çağımızı devrimlere açan Fransız devriminin öncülerinden Danton, kayba giden yolu görerek, “Devrim kendi çocuklarını yiyor” diyor. Aslında eşitlik ve özgürlük adına gerçekleşen devrim sadece çocuklarına değil, daha da önemlisi devrim iddiasına ve toplumsallığa zarar veriyor.

Komünalite, yitirilmeye ve dolayısıyla mücadelesinin verilmeye başlandığı ilk zamanlardan itibaren bireyle doğru bağı kuramadı ve bu nedenle de çok fazla sonuç alamadı. Örneğin dinsel çıkışların tümü birer komünaliteyi savunma mücadeleleri olmasına rağmen, bu dinsel çıkışların en hâkim olunduğu çağlarda, toplumun ve bireyin “külli irade” dedikleri ilahi iradenin dışında bir iradesi olamayacağına hükmedecek bir noktaya ulaşıldı. Bu nokta, toplumu iradesinden yani düşünme yeteneğinden soyutlayan ve milyonlarca yıllık birikimini inkâr eden bir noktadır -ki geriye kalana da ‘toplum’ demek mümkün değildir. Hz. İsa örneği üzerinden bunu daha detaylı görebiliriz. Hz. İsa çok yetkin bir ‘irade olma’ çağrısı yayar. Çarmıha gerilmesi ve burada gösterdiği direnç, irade olmanın göstergesi ve hatta zirvesidir ama engizisyon da bunun tam tersi doğrultuda bir zirvedir. Hz. İsa’nın da devamcısı olduğu İbrahimi geleneğin tümü bir put yıkma geleneğidir,[1] ama varılan nokta kendi putlarını dikmek olmuştur.  Elbette Nemrut’a karşı Hz. İbrahim, Firavun’a karşı Hz. Musa, Roma’ya karşı Hz. İsa, Mekke kabile aristokrasisine karşı Hz. Muhammed ileridir. Onlar, yozlaşmış toplum düşmanı-sömürücüsü durumunda olan egemenliğe karşıdırlar ve verilen emek, yaratılan değer şüphesiz çok önemlidir ama aşılmaya direnmeleri ve değişime kapalılıkları sonuçta onları komünalitenin kaybettireni durumuna getirmektedir.

Aslında her varlık ve her biçim kendi neslini sürdürmek ister. Bunun için de sürekli değişim anlamına gelen evrimsel, zaman zaman da devrimsel bir süreçten geçer. Bunun aksi bir varlık ya da varlıklar topluluğu düşünmek açıklanabilirliği, anlamlandırmayı yok saymaya, dolayısıyla da nihilist teorilere ulaşır. Varlığın bu özelliğine, kendini değişime kapatması ve yine içsel olarak kendi değişim dinamiklerini biriktirmesini reddeden bir düşünce biçimi olması nedeniyle pozitivizmi gösterebiliriz. “Tek mutlak, mutlak diye bir şeyin olmadığıdır,” diyen Auguste Comte, mutlak toplumsal ilerlemelerin ‘pozitif’ aşamayı yaşadığını ‘mutlak’ bir biçimde ilan eder ve kendi yöntemlerini, paradigmalarını bu zemine oturtur. Mutlak olumsallığı topluma yüklemek sosyal bilim hastalıklarının kaynaklarından biridir. Dolayısıyla toplumsal gelişimi doğru anlamak, temel öznelerini doğru belirlemek, bunu yaparken de hâkim paradigmaların dışına çıkabilmek mevcut birçok sorunun aşılmasına, en azından aşılmaya doğru anlaşılmasına olanak sunacaktır.

 

Komünalitenin Güven Kırılması

Komünalitenin kendi durumunu ve mevcut formunu bir mutlak olarak dayatması, antropolojik bir kaynağa dayandırılabilir. “Yalnız insan ya bir tanrıdır ya da bir hayvan,” diyen Aristoteles, insanın toplumsuz yaşayamayacağını analiz eder. Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan bu durumu paradoks olarak çözümlemektedir: “Toplum tanımlanmaya çalışıldıkça cehalette derinleşme gibi bir paradoksla karşılaşılmaktadır. İnsan bireyinin gelişiminde toplum ne denli belirleyiciyse gelişiminin önünde de o denli engeldir. Toplumsal paradoks budur.”

İnsan, tanrısal yüceltmenin örneği olabilir ama bu durum tüm tarih boyunca sınırlı sayıdadır. Oysa insanın hayvanlaştığı durumları, özellikle kapitalist dönemde nerdeyse her yerde sayılamayacak denli çok görmek mümkündür. Zaten bütün iktidarlar böyle bir toplumsuzluğu (Aristoteles’in ‘hayvanlık’ diye tanımladığı durumu) sınırsız güçle, sonsuz sayıda araç, yol ve yöntemle yaratmaya çalışmıştır. Ama hiçbir iktidar bu konuda kapitalizm kadar başarılı olamamıştır.

Hem iktidarların toplumsallık karşısında defalarca yaşadığı yenilginin dersleri hem de kendinden önceki uzun iktidar dönemlerinin tecrübelerini iyi değerlendiren kapitalist iktidar, birey-toplum bütünlüğüne karşı hiçbir şansının olamayacağını görmüş ve bütün tecrübelerinden yararlanarak bu bütünlüğü parçalamayı paradigmasının merkezine koymuştur. Rönesans’ın ve Aydınlanma’nın sunduğu zemin üzerinden, daha doğrusu bu zemini istismar etmek üzerinden örgütlenmeye başlayan kapitalist iktidar, ekonomik ve politik birikime giden yolu daha da açabilmek için Rönesans ve Aydınlanma’nın gerçek birey-toplum dengesi oluşturmaya çalışan doğrultusunu bir birey-iktidar dengesine dönüştürmeyi hedeflemiştir. Elbette amaçlarını “serbest pazar” ya da “sınırlar ötesi ticaret” olarak belirtip işin içinden çıkmak doğru değil. Asıl konu, iktidarın el değiştirmesine giden yolda “liberal” örgütlenmedir. Buna karşı duran en önemli iki odak ise geleneksel siyasal yapı yani aristokrasi ile bunun ideolojik merkezi gibi de hareket eden kiliseydi. İkisinin de yumuşak karnı, geleneksel yanları ile bireyi tamamen inkâr eden karakterleriydi. Müstakbel iktidar burjuvazi, bu noktadan sisteme saldırdı. Saldırırken kimi hakikatleri araç edindi. Ama araçsal değerlerinin ötesinde bir değer yüklenmedi bu hakikatlere. Bu hakikatlerin başında, bilimsel ve felsefi çalışmalara özgürlük istemi ile bireye asırlardır inkâr edilen iradesinin iadesi yer alıyordu. Şunu belirtmeden geçemeyiz: Benzer taleplerle ilk ayaklananlar köylülerdir ama isyanlarının sonuçsuz kalmasının temel sebebi, savaşmak için geçmişe duydukları özlemin yanı sıra, sadece ellerindeki kargı ve kılıçlara güvenmeleridir. Oysa burjuvazi daha akılcı yöntemlerle savaşmayı bildi. Mesela kilisenin en çok ellerinden aldığı, bireyselliğe-bireyciliğe kapıları ardına kadar açan Protestanlığa dört elle sarıldılar. Ki, bugün Avrupa merkezli bireyciliğin ve mevcut iktidar biçiminin en güçlü zemini Protestanlıktır. Yine kilise resmi ideolojisinde gedikler açan bilim, felsefe ve sanata hamilik ettiler. Örneğin, “İnsan Haklarının Evrenselliği”ne inanan ve bunun için büyük mücadele eden birçok devrimci girişimin sonunda kabul edilmek zorunda kalınan bu haklar mücadelesini tek tip bireye giden bir köşe taşı haline getirmeyi, her tür toplumsal farklılığı eritme ve kendi ‘vatandaş’larını bunun üzerine inşa etme gibi büyük bir hileye dönüştürdüler. Yani en iyi şeyler bile iktidarların elinde kirlenir ama kapitalizm kadar iyi’yi kirletme başarısı hiç kimseye nasip olmaz demek bu noktada kullanılacak en doğru söz olacaktır.

Tarihsel gelişiminden gördüğümüz kadarıyla kapitalizm ya da burjuvazi insanlığın gelişimi için devrimcilik anlamında hiç bir rol oynamamıştır. İktidara gelmek için de esas olarak mücadele eden odakları kullanmışlardır. Mücadele eden odakların kendisine karşı da mücadele etme azmini kırmak için odak olma anlamına gelebilecek her tür komünaliteye yüzlerce yöntem ve araçla (bilimden sanata, felsefeden spora, dinden eğitime, savunmadan eğlenceye kadar) saldırmaya başlamışlardır. Oysa komünalitenin tümden yok edilemeyeceğini, bırakalım iktidar ideologlarını, en sıradan insan bile bilir. Fakat buna rağmen burjuvazi ikiliklerin karşıtlığına dayanan sosyal bilim ve felsefe anlayışının da etkisi ile birbiri olmadan asla olamayacak olguları karşıtlaştırıp çatıştırmayı esas almıştır. Bu temelde de birey ve toplum konusunda olduğu gibi(!) bireyin toplum dışı hiçbir anlamı ve tanımı dahi olamayacakken, yine aynı şekilde bireyden arındırılmış toplum donuk bir kütleden başka bir şey değilken, birey ve toplum karşıtmış gibi ele alınmıştır. Bu karşıtlık, dinlerden kavimlere, partilerden devrimlere kadar çoğu toplumcu düşüncenin yanılmasına, yenilmesine neden olmuştur. Bu yenilgilerden en ağır sonuçlananı ve komünalitenin güven kırılmasının başat sebeplerinden en önemlisi, şüphesiz reel sosyalizmin yenilgisidir. Bu konuda Kürt Halk Önderi Öcalan, “Sosyalizmin yaşadığı yenilgiler, onun haksız olduğundan değil, yeterince bilimsel olmadığındandır. Sosyalizm genelde toplumu, özelde birey-toplum ikilemini kavramaktan uzak kalmıştır. Kapitalist toplumun sosyalist topluma, kapitalist bireyin sosyalist bireye üstünlüğü aşılamamıştır. Bunda da taşıdığı gerilik ve doğru bilinç yetersizliği esaslı rol oynamıştır,” demektedir.

 

Komünalitenin Sorunu: Politika Yap(ma)mak

Komünalitenin temel sorunlarından biri -gerçek anlamda- uzun süredir toplumsal yönetimin içinde yer almıyor olmasıdır. Her ne kadar komünalitenin yok edilmekle karşı karşıya olduğunu belirttiysek de bu onun yok olduğu anlamına gelmiyor. Ama hak ettiği yerden çok uzak bir konumdadır. Yoksa nasıl ki iktidar kendini farklı biçimlerle sürdürüyorsa bilimden sanata, felsefeden sosyal hareketlere ve devrimci örgütlere kadar geniş bir yelpazede komünalite de faklı biçimlerde kendini sürdürüyor. Hatta bugün bu yayının çıkması, bir düşünce platformu olarak komünaliteyi savunması, konu edinmesi bu direnişlerin, komünalitenin varlığının bir neticesidir. Yanlış ele alınan komünaliteden, bu yanlışlığa dayanılıp geliştirilen kurumsal yapılarda (özellikle de yönetim boyutunda) güya komünalite adına hareket edilmesi komünaliteye karşı güven kırılmasının sebeplerindendir. İnsanlara “nasıl olsa bir şey değişmiyor” fikrini veren de bu yanlış anlamalar ve pratiklerin yıkıcı sonuçlarıdır. Reel sosyalizm deneyiminde, “Tüm iktidar Sovyetlere!” sloganı ile başlatılan sosyalist devrim “Tüm iktidar Bolşevik Partiye!” ve ardından da “Tüm iktidar parti merkezine!” nihayet son olarak da “Tüm iktidar parti sekreterine!” şeklinde bir evrimle, toplumun politikadan tasfiyesine ulaşıyor. Toplumun temel melekesi olan politika, devşirilerek devlet idareciliğine ve sözde toplumculuğa dayanan bir iktidar biçimine dönüşüyor.

Özgüveni sağlayacak en temel yöntem, toplumu politika üretebilirliğine inandırabilmektir. Politika, toplumun en temel işidir. Politikanın dışına itilmiş ya da daha doğru bir ifadeyle politika yapamaz hale getirilmiş, politik araçlardan yoksun bırakılarak kendisi ve geleceği için artık tartışamaz ve karar alamaz hele getirilmiş bir toplum kendisini savunamaz. Politika, toplum için en yararlı işlerde karar birliği sağlarken bir çimento harcı gibi komünal birliği inşa ederek kendini savunma ve yaşatma gücü kazandırır. Komünalite, toplumun ahlaki ve politik gücüdür.

Özgüven krizi, toplumun ahlaki ve politik dokularında yaşanan aşınma nedeniyledir. Toplumu dolaylı yollarla politik süreçlere katmak da bu krizi aşmaya yetmiyor. Temsili demokrasi örneklerinde çokça tanık olduğumuz gibi, politikayı, ‘yöneten erkler’le sınırlamak bir kapitalist modernite tuzağıdır. Demokratik siyaset, toplumun doğrudan, yerinde ve yüz yüze politik süreçlere katılmasını öngörür. Bunu sağlayacak bilinç, araç ve komünal örgütlenmeleri gerektirir. Politikayı toplum yapmalı, pratiğini ise komünal örgütlenmelerin seçtiği yönetim ve koordinasyonlar koordine etmelidir. Dolayısıyla özgüven krizini aşmanın yolu, toplumun ahlaki ve politik kurumlarını topluma açmaktan geçiyor. Reel sosyalizm örneğinde iktidar (toplumcu terminoloji ve pratikteki ifadesi ile politika) gerçekten Sovyetlere verilseydi, bugün dünyanın tüm coğrafyalarında komünalitenin özgüven sorununu değil, belki de daha fazla nasıl geliştirilebileceğini tartışıyor olurduk.

Kapitalist çağ boyunca bazı kırılmalar komünalite lehine yaşandı. Fakat komünalistler lehte olan bu durumları geliştirerek kalıcılaştıramadılar. Bu da yenilgileri beraberinde getirdi. Örneğin “devrimler çağı” denen 20. yüzyıl böyle bir yüzyıldır. Ya da ’68 Gençlik Hareketi çok daha büyük bir komünalite lehine kırılmadır, hem de eleştirisini yaptığımız komünalite hastalıklarından önemli oranda arınmış bir tarzda. Kimi tarihçinin, “’68 hareketi siyasal anlamda çok başarı sağlayamadı (iktidar olamamaları kast edilerek) ama kültür belirleyicisi oldular.” Veya, “’68’den sonraki iktidarları sağcılar, kültürü ise solcular belirledi,” tespitleri önemli oranda doğrudur.  En güçlü yanları, iktidara oynamamaları, aynı zamanda en zayıf yanları, yani politikayı devletlere-iktidarlara bırakmalarıdır. Politika ve iktidarı birbirinden ayıramamaları en temel eksikleri olmuştur. Yine zaman zaman çıkış yapan komünal hareketler aslında yeterince güven verici nitelikte olsalar da sonuçlanma konusundaki zayıflık halen yenilgilerinin kaynağıdır.

 

Kominaliteyi Esas Alan Bir Politika Yapmak

Politika ile devleti birbirinden ayıramamak Lenin’den beri üzerine çalışılan ama halen doğru formüle edilmekten ve toplumsal pratiğe geçirilmekten uzak bir konudur. Devrimlerin bu temel handikabı aşılmadan komünalitenin sorunlarını çözmek mümkün görünmüyor. Konunun güncelliğini “Arap Baharı” ve yine aynı şekilde “Wall Street’i İşgal Et” hareketi ya da Türkiye’deki “Gezi Parkı Direnişi” gibi çok kapsamlı direniş hareketlerinin sonuç alıcı olmaması acil olarak ortaya koymaktadır. Biliyoruz ki, yenilgiyle sonuçlanan her hareketten sonra güven kaybı yaşanıyor. O halde şunu sormak gerekecek: Komünalitenin kazanmasını engelleyen nedir?

Çözüm, sorunun içindedir. Kazanmayan komünalite değil, komünaliteyi esas almayan politikalardır. Yani ‘zikir, fikir ve eylem’ birliğinin olmamasıdır. Bu da kaybetmenin asıl sebebidir. Oysa toplum komünalite olarak direniyor. Eğer bugün halen bir toplumdan bahsedebiliyorsak nedeni budur. Kaybetmeyen esas zemin burasıdır. Devletli uygarlık tarihi boyunca başta kadınlar olmak üzere, dinler ve etnik yapılar büyük direnişler sergilediler. Tarihi oluşturan bu direnişler toplumu sürekli dinamize etti. Ancak genel sosyoloji açısından değerlendirildiğinde başarılı gibi gözüken devletli uygarlıktır. Olaysal sosyolojide her direniş, devletli uygarlık karşısında yenilgi yaşamış gibidir. Bu, çok güçlü bir başarısızlık geleneğini de beraberinde taşımıştır. Elbette bu geleneğe dayanarak komünalite adına sergilenecek direnişler başarılı olamayacaktır. Oysa tam tersine, olaysal ve olgusal açılardan olsa da yenilgilerden dersler çıkartarak, kendini sürdüren asıl başarı zeminine dayanılmalıdır. Bu da kuşkusuz komünalitenin kendisidir. Yenilmeyen direniş zemini burasıdır. Görülmeyen veya nasıl doğrudan temas edileceği çözümlenemeyen başarı zemini de burasıdır. Burada belirteceğimiz en önemli eksiklik, inançsızlıktır. Toplumun komünalite gücüne inanmamaktır. Buna bağlı diğer bir eksiklik ise ütopik ve ertelemeci yaklaşımlardır. Komünalite geçmişin cennet özlemini taşıyan ütopyalar olmayacak kadar gerçek ve günceldir. Çünkü insan tür olarak varlığını sürdürüyor. Toplum olmadan insan var olamaz. Komünalite, insanın varoluş tarzıdır. Bütün iktidarların birikimi olarak kapitalist modernitenin yenemediği ve onsuz edemediği hakikat de bu tarihsel toplum zeminidir. O halde yapılması gereken, yaşayan hakikat olarak komünaliteyi söze ve eyleme geçirebilmektir. Demokratik modernite, komünal toplumun hem sözü hem de pratiğidir.

İktidar, çeşitli biçimlerle kendini sürdürürken, toplumsallık da kadın, bilim, felsefe, kabile biçimlerinde direniyor ve eğer hala varsak bu direnişin sayesindedir.

Bilimlerin her alanda yaşadığı kriz ortadayken, toplumbilim alanında kesinlik aramak anlamlı bir çaba değildir. Esas gerekli olan, toplumsal olgunun doğru tanımlanmasıdır. Toplumu tanıma çalışmaları sanıldığından çok daha düşük düzeyde bir anlam birikimine sahiptir. Bireyciliği derinleştiren liberalizmin sözde özgür bireyi ile komünitenin sıkıca bağladığı birey benzer ölçülerde çarpık olup tekil olarak yaşamdan kovulmuş olmaktadır.

 

 

[1]Burada put, donmuş, gelişim dinamiğini yitirmiş, aşılmış toplumsallık-sistemi olarak anlaşılmalıdır.

 

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.