Düşünce ve Kuram Dergisi

Türkiye’de Politikayı Yeniden Düşünmek

Mehmet Sezgin

Sınıflı toplumun her döneminde bilgi ve düşünce, yöneten ve buyuran sınıfın tekelinde oldu. Devlet, bir bilgi ve güç yoğunluğu olarak toplumu yönetti. Toplumsal zekânın toplumun elinden devletin eline geçmesini ise devletin bizzat toplumu ele geçirmesi izledi. Oysa zekâ, arzu ve bilinç, toplum kaynaklıdır. Toplum, insan faaliyetinin en nitelikli buluşu ve örneğin başta doğal afetler olmak üzere baş edilemeyen tüm güçlere karşı, komünün ortak yanıtının geliştirildiği ilk platformdur.

Böylesine kadim bir hakikatin zekâ üretmediğini düşünmek büyük bir yanılgıdır. Toplumun doğuş ve gelişim evreleri büyük ölçüde bilinmediğinden, bilgi-iktidar yapıları tüm bilme ve anlama yöntemlerini kadük bırakmıştır. Toplum, arzu, duygusal zekâ ve maneviyat iken; devlet, bilinç ve analitik zekadır. Toplum, içkinlik düzleminde canlı doğa anlayışı iken; devlet, aşkın ve dışsaldır. Yapısı gereği sömürgeci ve yabancı yönetim erkidir. Egemenliğin bedeni ve toplum karşıtı faaliyetin “resmi” merkezidir. Toplumun üstüne binerek hakikatini gasp ettiğini söylemek bir propaganda değil, büyük ölçüde kanıtlanan bir görüştür. Kadının toplumun içindeki rol ve irtifa kaybı da bu düşüşle ilintilidir.

Kadın şahsında toplumsal roller ilk ciddi kırılmayı yaşadı. Kadının sınıflı toplumun oluşumuyla birlikte yaşamın tüm alanlarından tasfiye edilmesi, bir sosyal, siyasal ve kültürel olgu olarak işlenmeyip sorun alanı olarak değerlendirilmedi. Yaptığımız felsefe ve bilim, kadın sorununa ilişkin neredeyse bir şey söylememektedir. O halde beş bin yıl kadar bir zaman dönemiyle takvimlendirilen devlet, toplumun beyninin dağıtılmasıdır. Beyni ve yüreği vurulan toplum başka bir beyne -aşkınsal- ve akla teslim olur. Sınıflı toplumun doğuşu bu sistemli ve organize aklın yönetime geçmesiyle başlar.

Hegemonik düşünce yapısını tartışırken göz ardı edilen, toplumsal varlıktır. Toplumun başlı başına kendi tanımı yapılmadan, ürettiği ilk düşünce ve eylem de hakkınca anlaşılamaz. Buna göre bina edilen politik felsefe de toplumsuz ve büyük ölçüde kurgusaldır. İdare edenlerin zihniyet yapısını tartışırken “idare edilenlerin” tanınmaması, felsefenin toplumdan uzak bir yaratım gibi algılanmasına yol açtı. Episteme sorunu gerçekte tüm uygarlığın sorunudur. Dinin, mitolojinin ve felsefenin temel paradoksu topluma değil, devlete ilişkin düşünce üretmeleridir.

Modern siyaset felsefesi Machiavelli ve Hobbes ile zirveleşen yönüyle egemenliğin ve iktidarın tasarımı gibi bir işlev gördü. Makyavelli, siyasetin bir analitik ve bilinç olgusu olduğunu işledi. Buna göre politika, devletin aşkınsal-dışsal bir güç olarak sürdürülmesinin bir aracından başka bir şey değildi. Batı sosyal bilimindeki yetmezliğin nirengi noktası, yönetim sorununun salt analitik akılla izah edilmeye çalışılmasıdır. Hobbes’tan Kant ve Hegel’e siyaset felsefesinin büyük ekolleri, aklı ve dolayısıyla egemenlik fikrini çözmeye çalıştılar. Egemenlik fikrinin teorizasyonu çağdaş ulus-devletin üzerine bina edilen temel düşünce oldu. Özellikle Rousseau ve Montesquieu ulus-devlete biçim ve içerik kazandırırlar.

Marks ve Engels ile birlikte bu tanım yeni bir içerik kazanır gibidir. Marks’a göre idealist Parmeneides’den Hegel’e filozoflar, gerici sınıf felsefesinin gelişimini ve sonuçta kapitalizmin egemenlik fikrini tesis etti. Kendi zamanındaki Fourier, Proudhon gibi toplumcu düşünürlerin düşünce düzlemini dikkate almayıp, modern felsefi geleneğin takipçileri olarak düşünce geliştirmeye yöneldi. Böylece onları ütopik sosyalist diyerek eleştirip “bilimsel sosyalizmi” geliştirdi. Marks, Hegel’le uçlaşan -baş aşağı duran- idealizmi ayaklarının üzerine oturttuğunu idea ederek onun diyalektik idealizmini diyalektik materyalizme dönüştürdü. Bilimsel sosyalist felsefe ve politika, ilk defa insanın insan üzerindeki tahakkümüne son vermeyi deneyecekti. Ancak esas aldığı proletarya diktatörlüğü de son analizde bir “özgürlük sosyolojisi” değil, komünizme varıncaya dek esas alınacak zorunlu bir tahakküm aşamasıdır. Sonuçta gerçekleşen Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın “firavun sosyalizmi” belirlemesindeki totalitarizm oldu.

Özgürleşme zaten Marks ve Engels’de büyük oranda yanıtsız bir kavram. Birçok eserinde Marks, özgürlüğü burjuva liberalizmine ve egemen sınıf felsefesine içkin bir kavram olarak değerlendirir. Marks’ta daha çok öne çıkan, “eşitlik” ve “kurtuluş” gibi kavramlardır. Kurtuluş, bir mücadele pratiği olarak tarif edilir, ama özgürleşmenin etik hakikatini sürekli yaşayan bir yaşam ilkesi olarak değil.  Marks ve Engels’le teori ve politikaya dönüşen bilimsel sosyalizm, topluma dair başta dil, kültür, din ve etnisite olmak üzere hakikati çözümlemeyi değil; ekonomi-politika ve üretim ilişkilerini anlamayı amaç edinmiştir. Dolayısıyla üretim ilişkileri ve ekonomi başta olmak üzere -ezilenler için de olsa-, yine egemenlik fikrini işlemiştir. Kürt Halk Önderi, Marks’ı “sol-Hegelcilik” yapmış olmakla eleştirir. İnsanın insan üzerindeki tahakkümünü sona erdirmeyi amaç edinen bu yiğit düşünce ve politika, büyük kazanımlarının, insanlığımızın en değerli sayılabilecek direniş ve devrimlerinin ardından başarılı olamadı. Yüz elli yıl sonra açığa çıktığı gibi, Marksizm de egemenlik düşüncesine dayalı modernist felsefenin tersinden sürdürülmesinden, kapitalizmi muazzam yıkma arzusuna ve değerli çabalarına rağmen, sistemin solunda konumlanmış bir iç muhalefetten başka bir şey değildir.

 

Türkiye’de Bir Sömürge Kurumu: Siyaset

Modern Türkiye Cumhuriyeti’nin padişahın kulları olan bireyi tebaa olarak tarif eden Osmanlı İmparatorluğu’nun ardından kuruluşu, savaşlara yollanan, ağır vergilere bağlanan ve yoksulluk içinde yaşayan insanlar için kategorik bir ayrım ifade etmemektedir. Modern TC, “modern gibi görünmeye” çalışıp bir türlü olamayan bir üçüncü dünya ülkesi olmaktan kurtulamamıştır. Teorik olarak tüm inanç ve düşünce kültürü dolayımıyla saltanatın ve hilafetin tebaası olmakla özdeşleşen halk, “kılık-kıyafet devrimi” denilen uygulamayla modern, laik ve medeni olacaktı. Cumhuriyetin 1923’te ilanının ardından imparatorluğun “geri” ve “ilkel” denilen çok kimlikli ve etnisiteli karakterinden intikam alırcasına  “birlik” espirisi etrafında yeni bir devlet tesis edildi. Bu “birlik” mefhumu, halen Türk ulus-devletinin amentüsü ve yegane ülküsüdür. Görece çoklu devlet kimliğinden tekleştiren, bölen ve Türk dışındaki her kimliği ezen bir “birlik” ana belirleyenine geçildi. Politika da tek partinin tasallutunda ve seçeneksiz bir devlet yönetim sahası olarak yapıldı. Cumhuriyet fikrinin “daha iyi” olduğu kabulünün ardından “demokrasi” için çok partili sistemin gerekliliği fark edilince, Cumhuriyet Halk Fırkası’na karşı -Cumhuriyet Halk Fırkası tarafından- Serbest Fırka kuruldu. Çok geçmeden, “Ben elimi Kürt kanına bulaştırmam,” diye Şex Said Ayaklanması’nın tenkil ve tediple bastırılmasını reddeden Serbest Fırka kapatılacak ve partinin başkanı Fethi Okyar, ülkeyi terk etmeye zorlanacaktı. 23 yıl süren tek parti yönetimi cumhuriyetin kuruluşundan bu yana muhalefetin fitne ve fesat yuvası olarak tarif edildiği, iktidarın “devlet baba” olarak imlendiği bir seçeneksizlik ülkesi yarattı. Türkiye 1930’lardaki Recep Peker, Mahmut Esat Bozkurt, Şükrü Saraçoğlu ve Nevzat Tandoğanlı yıllarda kendisini komünizme karşı bir ileri geçit karakolu olarak gördüğünden, her türlü özgürlük ve demokrasi meselesini “komünizm şeytanını kovmak” olarak anladı. Böylece itiraz ve ona dayalı daha müreffeh bir toplum olma talebi, hep hainlik ve terörizmle yaftalanarak yasaklanacak; sert cezalar, büyük tevkifatlar ve katliamlarla toplumun serbest düşünme yeteneği ölümcül bir darbe alacaktı. Cumhuriyet tarihi günümüzde kitapları “Yüz temel eser”  olarak okullarda okutulan yazarların katledildiği,  hapislerde yıllarca tutulduğu ve özgür düşünce insanlarının sürekli baskı ve zulüm altında tutulduğu sayısız örnekle doludur. Esasta devletin Kürt varlığını tedricen ve tamamen ortadan kaldırmaya “and içen” karakteri onu daha da gerginleştirecek, Kürdistan’da tüm olanaklarıyla Kürtlüğü yok etmeye yoğunlaşan yeni cumhuriyeti tüm özgürlükçü düşünce olasılıklarına karşı “tedbir” almaya yöneltecekti. Bu sorunsal günümüzde de demokrasi ve özgürlüğün belirgin bir ihtiyaç haline gelmesini önleyen oldukça önemli bir faktör olmaktadır. Marks’ın deyimiyle, “Başka bir ulusu ezen ulus özgür olamaz”dı. Modern olma ideasına rağmen devlet “geleneğine” özgürlük ve demokrasi adına hiçbir şey ekemeyenler, sürekli isyan ve kalkışma biçerler. Bugün de yaşanan, “geleneğin” devamıdır.

Düşünceyi yeni yönetim kılavuzu olarak her yenileme, onu toplumdan uzaklaştırıp devletin –Kürt Halk Önderi Öcalan’ın deyimiyle- “beynine, yüreğine ve rahmine” yerleştirdi. Politika, bilim ve felsefenin “ciddi adamların”, devletlilerin işi olarak tanımlanması bu yüzden. Sevimsiz ve sıkıcı bir alan olarak okullarda öğrencilerden kaçırılan bir alandır politika. Çünkü politika ve felsefe, okuyan özne için doğrudan kendisini “yönetenlerin” varlığını sorgulamaya yönelik oldukça keskin bir boşluk onlara göre. Öyle herkesin ilgilenmemesi gereken, üstyapıya-devlete ait alanlar bunlar.

Toplum, “Egemenler katında neler oluyor?” diye meraklanmaya başlayınca, demokratik siyaset doğuş halinde demektir. Toplum (society), ekonomik sömürü ve mağduriyete rağmen sorgulama, dayanışma ve itiraz yönüyle gelişirse, kendisini yönetenleri değiştirebilir, bir devrimle alaşağı edebilir çünkü… Milyonlarca kitabın ve o kitaplarla şu veya bu şekilde ilgilenen bir toplumun “sakıncalı” görülüp baskı ve yasağa tabi tutulması, politika ve devlet konusunda oldukça öğreticidir. Düşünce ve politika, devletin tekelinde olduğu sürece “güvenli” ve meşrudur. Tersi anarşi, kaos ve moda deyimle istikrarsızlıktır. Bu tutarsızlık devletin bilime, aydınlanmaya ve akademilerdeki ilim vurgusuna da tezattır. Devlete kendi cehaletini tahkim edecek bir akademya ve bilimcilik gereklidir. Toplumu güçlendirirken kendi varlığını ortadan kaldırabilecek bir anlama ve bilme girişimi kesinlikle yasak ve “sakıncalı”dır.

Siyasetin Türk ulus-devlet sömürgeciliğine ve faşizmine payanda olan gerçekliği, tüm siyasi partilerin resmi ideolojiye biat etmeleriyle gerçekleşmektedir. Bunun dışında bir siyaset yapma şansı yoktur. AKP’deki durum ise ırkçı siyasetin devletleşmiş, hükümetleşmiş hali olmaktadır. Aslında faşizmin iktidara gelişidir. Bir süre öncesine kadar MHP kurumsal faşizm için rıza üretmekte, AKP ise bu rızayı resmi devlet politikasına tahvil etmekteydi. Ancak bugün bir cumhurbaşkanı olarak insan ölümünün “indirmek” gibi katı bir dille izahı, histerik faşizme rıza üretmede AKP’nin en mahir parti olduğunu göstermesi bakımından ibretliktir. Üstelik MHP gibi acemice ve sokak jargonuyla değil, en son Cizre’de katledilen 35 günlük bebekte olduğu gibi doğrudan “saygın devlet anlayışı“ gereği olarak uygulamaktadır. AKP, bir retorik olarak sokak jargonunu seçim meydanlarında zaten en pespayece kullanıyor. Asıl olan onu kurumsallaştırmaktır. AKP, Kürt Halk Önderi’nin belirttiği “beyaz, yeşil ve kara faşizm” biçimlerinin en rafine ve sentetik halini almış bulunmaktadır. Yıkılışını faşizmde muazzam ısrar ederek durdurmaya çalışan yönüyle bu ısrar, bir hayli dikkat çekicidir. Böylece ırkçılığı ve nefreti sürekli tekrarlayarak kurumsal, kültürel ve dahası temsille meşruiyetini koruyan bir yerleşmiş faşizm oluşturulmaktadır. Bunda başarılı olunduğu açıktır. Siyaset Türkiye’de soldan değil AKP’nin ajite etmeyi başardığı en sağdan kurulmaktadır. Bu nedenle de anti-demokratik, mukaddesatçı ve her türlü özgürlüğe karşıdır. Yapısal olarak Türkiye’de siyaseti bir sömürge aparatı olarak değerlendirmemizin nedeni, onun oligarşik, kapalı ve topluma karşı suç dolu hakikati nedeniyle gerçek bir demokratik politikaya fırsat tanımamasından ötürüdür. Türkiye’de siyaset, siyasete karşıdır.

Temsilin en merkezi karar organı olan TBMM’ye girmek ve görüş beyan etmek, Hegel’in “tüm ineklerin siyah olduğu bir geceydi” belirlemesindeki seçeneksizliklere “kayıtsız şartsız” teslim olmak demekti. Egemenlik kayıtsız şartsız oligarşik cumhuriyet elitinindi. 1960 başlarında TİP’in meclise girmesi bir yana; 1991’de Kürtlerin HEP deneyimi oldukça sancılı bir demokratik siyaset ısrarına dayanıyor. HEP milletvekilleri, il başkanları ve üyeleri devlet tarafından katledildiler. Amaç Kürtlerin sisteme rağmen sistem içinde ve sisteme karşı siyaset yapmasını önlemekti. Günümüzde aynı tutuculuk ve nefret, kapatılan birçok Kürt partisinin ardından Kürtlerin Türkler, Aleviler ve sosyalistlerle birlikte kurduğu HDP’nin her fırsatta engellenmesi, saldırıya uğraması ve hukuki baskıya maruz bırakılmasıyla devam etmektedir.

 

Bir Başka Siyaset?

1960’lar dünyasında hem Sovyet revizyonizmine hem de Amerikan emperyalizmine karşı dünya gençliği yeni bir arayış geliştirdi. Politikaya hem usulen hem de içerik olarak yeni bir müdahale arayışı demek olan bu akım, Kürt Özgürlük Hareketi’nin önderlerini de etkiledi. ’68 gençlik hareketi, bu anlamda küresel bir devrim hareketiydi. Esasında 1960’ların tıkanan Marksizm’ine gençlik yeni bir yanıt geliştirmek ve böylece günümüzde Demokratik Ulus dediğimiz halkların kardeşliği ve sosyalizmi kurmak istiyordu. Sanıyoruz hiç kimse Fransız Sarbonne Üniversitesi’ndeki Mayıs Ayaklanması’ndan Seattle’a, Asya’dan Afrika’ya ve Kürdistan’a kadar yayılan bu yeni özgürlük isteminin, günün birinde kapitalist moderniteye soldan eklemlenecek ve -Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın deyimiyle- onun “bir mezhebi olacak” ulus-devleti hedeflediğini söyleyemeyecektir. Arzulanan yeni bir dünya ve yeni bir yaşamdı.

Türkiye’de de Deniz Gezmiş, Mahir Çayan ve İbrahim Kaypakkaya ile sembolleşen gençlik hareketiyle, yeni teori ve politika ile toplumsal sorunları çözmeye odaklanan bir devrim hayaleti dolaşmaya başladı. Talebelerin “memleket meselelerine” artan ilgisi, katı devlet geleneğine karşı büyük bir tedirginlik kaynağıydı. Gençliğin ve halkın sosyalizme dayalı politika arayışı, 1969’da dönemin öğrenci liderlerinden Taylan Özgür’ün Türk kontrgerillası tarafından katledilmesinin ardından gelen 12 Mart 1971 darbesiyle yanıtlandı. 12 Mart 1971 darbecilerinden General Memduh Tağmaç, “Sosyal gelişme, ekonomik gelişmenin önüne geçmiştir,” derken bu endişeyi dile getiriyordu. Sonraki yıllarda 1980’e dek 71 devrimciliğinin ardılları örgütlenmeye, çoğalmaya ve parçalı da olsa toplumu etkilemeye devam edecekti. Toplumun gençlik önderleri öncülüğünde uyanışı ve toplumsal özgürlük istemi yükselince 12 Eylül 1980 darbesi yapıldı.

 

12 Eylül’ü Aşmak ve Demokratik Ulus

12 Eylül, gençliği ve kurduğu örgütlenmeleri, dolayısıyla toplumu hedef alan faşist bir operasyondu. Ancak zihni olarak politikanın kendisini hedef aldığı bugün daha fazla açığa çıkmış bir husustur. Böylece politikayı devletin hegemonyasından hiçbir izin almadan çekip almak isteyen gençlik, çok sert bir cevapla karşılaştı. Düşüncenin yasaklanması, kitaplarla, kitapları yazan ya da okuyan binlerce insanın devre dışı bırakılmasıyla uygulandı. Günümüzde Türk gençliğinin “birinci vazifesi” kendi gemisini kurtaran kaptan olabilmektir. Ülkenin geleceğinin pek de iyi olmadığını söyleyen günümüz gençliği, bireysel geleceğini oldukça parlak görebilmektedir. Üniversiteler ve eğitim kurumları yalnızca birer memur ve teknisyen yetiştiren meslek atölyeleri gibi çalışmakta, bilim ve felsefe boş, uçuk ve gereksiz faaliyetler olarak görülmektedir. Hiçbir toplumsal kaygı duymadan “iddaa” ve “sayısal” şans oyunlarıyla gelecek kurma arayışına hapsolunmuştur.

Günümüzde politika neredeyse Kürt menşeili olarak yapılan bir iş gibi algılanmakta. Kürt gençlerinin ve kadınlarının politikaya, felsefeye ve beşeri bilimlere olan ilgisi Türkiye’de çoktandır var olan yeni bir dinamiğin ifadeye kavuştuğunu göstermektedir. Kürt gençliği büyük ölçüde ulusal, toplumsal ve siyasal sorunlara ilgili olduğu için AKP hegemonyasına karşı gerçek bir itiraz gücünden söz edebiliyoruz. Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın Denizlerin, Mahirlerin, İbrahimlerin ve Kemallerin devrimci, demokratik ve sosyalist mirasının temsilci partisi olduğunu ifade ettiği HDP, aynı zamanda Türk, Arap, Laz ve Çerkes milletlerinden insanların da kendi potansiyellerini gerçekleştirdiği çoklu ve yeni bir politik platformdur. HDP ile bu ezilen ve yok sayılan kimliklere-kesimlere temas etme olanağı yaratıldı.

Öcalan’ın Demokratik Ulus teorisiyle kendisini ifade ve bedene kavuşturdukça ulus-devletin tekçi ve baskıcı karakterini anlamsızlaştırarak aşacaktır. Ulus-devlet yaşamsal olanla siyasal olanı ayırarak, birey ve toplum üzerinde en azgın bir “ameliyat” gerçekleştirmektedir. Tek bir milletin başka milletlere hakim ve üstün olduğunu dayatan ulus-devlet, artık bir sürdürülemezlik içerisinde ve Demokratik Ulus yeniden buluşan Türk ve Kürt halklarının barış ve bir arada yaşam formu olmaktadır. HDP şahsında ortadan kaldırılmak istenen, faşizmin imkansızlık koşullarıdır. Faşizmin mümkünlük koşullarını giderek ortadan kaldıran, Demokratik Ulus çözümünün gördüğü onay ve ilgidir.

Demokratik Ulus, temsilin tekçiliğine ve merkeziliğine karşıdır ve bunu yönetim sorunsalını yerelleştirerek gerçekleştirir. Her toplumsal kesimin kendini yönettiği meclisler, komünler ve ocaklarla politika bir halk gerçeğine dönüşür. Türkiye’de yapıldığının aksine kendi hakkında konuşan toplumsal bünye yararlı ve sağlıklıdır. Türkiye’de toplumun kendi coğrafyası, kültürü ve ekonomisine dair söz söylemesi yasak ve sakıncalıdır. Bu görevi beş yılda bir seçilen milletvekilleri icra etmektedir. Beş yılda bir konuşan “özne” açık ki obur, hasta ve bakıma muhtaçtır. Kürt Halk Önderi bu durumun değiştirilmesi için “sözü ve eylemi özgür kılmak”  belirlemesini yapar. Yine politikayı “zekânın yoğunlaştığı alan” olarak tanımlar. O, sözü ve onun tılsımlı iktidarını hegemonik devlet aygıtından geri aldığından beri politika, giderek herkesin daha nitelikli bir özgürleşme arayışı olarak ilgilendiği bir toplumsal faaliyet olmaya başladı. Günümüzde bu gelişimin ısrarıyla ulus-devletin en sağda ve en eskide kalma ısrarının çatışmasına şahitlik ediyoruz. Siyaset Demokratik Ulus ile ulus-devletin kıyasıya çarpıştığı belirleyici bir yoldur. Böylece politika geleneksel siyaset tarzı gözetildiğinde ilk defa hakkınca yapılmaktadır.

 

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.