Düşünce ve Kuram Dergisi

Kürt’ün Yokluğu Üzerinden Kurulan Türklük

Çiğdem Doğa

TC’nin yeni inşa edilmeye başlandığı süreç, emperyalist politikalar, işgale karşı verilmesi gereken kurtuluş savaşı ve yaşananlar, bugünkü TC devlet mantığını, Kürt politikasını anlamak açısından çok büyük önem taşımaktadır. Günümüzü anlamak tam da 1919-1925 sürecini anlamaktan geçiyor. Bu süreçte hem mücadelede birlik ve hem de bu birlikteliği zehirleyen ve kırılmaya uğratan hileci, komplocu politikalar, günümüzün politikalarının da temeli olmaktadır. 1924 yılından itibaren Türk basınında öne çıkan “Türkün süngüsünün göründüğü yerde Kürtlük biter” söylemi, derinlikli anlaşılmayı gerektiren bir söylemdir. “Türkün varlığı Kürdün yokluğu” denklemi nasıl oluşmuş ve günümüze dek gelebilmiştir? İşte bu yazımızda, Osmanlı devletinden ve yine İttihat ve Terakki’den miras kalan Türk devlet hafızasının ilk yıllarını, o dönemin koşullarını, emperyalist işgal ve işgalden kurtuluş sürecini, yapılan anlaşmalar ve sonuçlarını işlemeye çalışacağız. Öncelikle Kürdistan’ı dört parçaya bölen tarihin bu en acımasız kararlaşmasına, eşsiz soykırım politikalarına doğru giden süreçlere tarih sıralamasıyla daha yakından bakmaya çalışalım:

 

Kürt Soykırım Kıskacının Örülüşü

16 Mayıs 1916’da Sykes-Picot Anlaşması İngiltere ve Fransa arasında gizlice gerçekleştiğinde, 1.Paylaşım Savaşı daha ikinci yılını doldurmamıştır. İşi asla şansa bırakmayan İngiltere ve Fransa, daha sonra Rusya’nın da dahil olduğu bu gizli anlaşmayla Osmanlı topraklarını nasıl paylaşacaklarına dair kararlar almışlardır. Anlaşmada İngiltere’ye Hayfa ve Akka limanları, Bağdat ile Basra ve Güney Mezopotamya (yani bugünkü Irak toprakları); Fransa’ya Doğu Akdeniz Bölgesi, Adana, Antep, Urfa, Mardin, Diyarbakır, Musul ile Suriye kıyıları; Rusya’ya Trabzon, Erzurum, Van ve Bitlis ile Kuzey Kürdistan’ın güneyinden bazı yerler verilecektir. Fransa ile İngiltere’nin elde ettiği topraklarda Arap Devletleri Konfederasyonu ya da bu devletlerin denetiminde bir Arap devleti kurulacaktı.

Bu anlaşma her ne kadar belirlendiği gibi uygulanmasa da, 20.Yüzyılda Ortadoğu’yu yapay sınırlarla bölme niyetini gösteren ilk anlaşma niteliğindedir. Rusya’da devrim gerçekleştikten sonra Sovyetler anlaşmayı kamuoyuna açıklamıştır. Görülmektedir ki Kürdistan daha bu anlaşmadan itibaren yok sayılarak ya Arap egemenliğine ya da henüz adı konulmamış farklı egemen güçlere bırakılmıştır. Yani Kürdistan başta olmak üzere Ortadoğu halklarının tarihsel toplumsallığını bölüp parçalamaya, sömürgeleştirmeye dönük bir anlaşma olup sürekli bir çatışma-savaş potansiyelini taşımaktadır. Nitekim anlaşmadan haberdar olduktan sonra Wilson bile “Bu son derece kötü bir anlaşma… Gelecekte savaşların üreyeceği bir bölge yaratıyorlar.” demiştir.

Dünya savaşının sonlarına doğru gidildiğinde 8 Ocak 1918’de ABD Başkanı Wilson, Kongrede yaptığı konuşmada Wilson İlkelerini ortaya koyar. Bu ilkeler, savaş sonrası öngörülen dünya düzenine ilişkin bir perspektiftir. Lenin 1917 Ekim’inde Barış Kararnamesini dünya kamuoyuna açıklamış, yapılan gizli anlaşmaları da ifşa etmiştir. Wilson ilkeleri, bir nevi Sovyetlerin hamlesine karşı geliştirilmiş bir hamledir. Bu ilkeler içerisinde Türkleri ve Kürtleri ilgilendiren 12. Madde şöyledir: “Bugünkü Osmanlı İmparatorluğundaki Türk kesimlerine güvenli bir egemenlik tanınmalı, Türk yönetimindeki öbür uluslara da her türlü kuşkudan uzak yaşam güvenliğiyle özerk gelişmeleri için tam bir özgürlük sağlanmalıdır…” Bu madde eski Osmanlı topraklarında yaşayan Kürtler için özerklik ya da bağımsızlık mücadelesinde esin kaynağı olmuştur.

Savaş sona erdiğinde İtilaf devletleri, İttifak devletleri ile ateşkes ve barış anlaşmaları gerçekleştirmişlerdir. Osmanlı devleti ile de Mondros Mütarekesi 30 Ekim’de gerçekleşmiştir. Bu ateşkes anlaşması, aynı zamanda Osmanlı’nın bitişini resmileştirmiş ve gelişecek yeni ulus-devletin çerçevesini çizmiştir. Anlaşma yirmi beş maddeden oluşur ve birçok madde belirsiz bir biçimde bırakılır, çünkü itilaf devletleri Osmanlı’yı nasıl paylaşacakları konusunda ortak bir yaklaşıma ulaşamamışlardır. Bu anlaşmanın “İtilaf devletleri güvenliklerini tehdit edecek bir durumun ortaya çıkması halinde herhangi bir stratejik yeri işgal etme hakkına sahip olacaktır” biçimindeki 7.maddesi ile “Vilayet-i Sitte (altı vilayet) adı verilen yerlerde (Erzurum, Van, Harput, Bitlis, Sivas, Diyarbakır) bir karışıklık olursa, vilayetlerin herhangi bir kısmının işgali hakkını itilaf devletleri haiz bulunacaktır.” biçimindeki 24.maddesi, İngilizlere işgal alanı açacak ve yine Kürdistan’ı sürekli bir karmaşaya itecektir.

İngiltere özellikle Musul’u, bugünkü Irak bölgesini ele geçirmek istiyordu. Mondros ateşkes antlaşması yapıldığında Musul Osmanlı Devleti’nin hakimiyeti altındadır. Aslında İngilizler Mondros ateşkesinden önce ele geçirip öyle masaya oturmak istiyorlardı, planları buna göreydi. Bu durum Fransız belgelerinde şöyle geçer: “İngilizler, önlerine hedef olarak Musul’u Ekim ayında (1918) ele geçirmeyi koyarlar. Musul için önlerine dört ay gibi uzun bir zamanı koymalarının nedeni Osmanlı ordusu değildir. İngilizler karşılarında çocuklarına kadar silahlanmış Kürtleri bulmuşlardır. Bu dağlılarla başları beladaydı ve bir türlü kontrolü sağlayamıyorlardı”[1] Böylece İngiltere, Kürt direnişi nedeniyle gecikmiş, Mondros ateşkesinden on beş gün sonra Musul’u ele geçirebilmiştir. İngilizler Kürtlerin bu gücünü gördükten sonra şimdilik karşılarına almaktansa yanlarına çekmeyi ve oyalamayı daha uygun görmüşler ve bu temelde Şeyh Mahmud Berzenci ile Binbaşı Noel üzerinden ilişki geliştirmeye çalışmışlardır. Kürtlere dost gibi görünüp derinliğine alana nüfuz etmek istemişlerdir. Bazen bağımsız Kürdistan bazen özerk Kürdistan söylemleriyle oyalamaya çalışmışlardır. Berzenci de bunun farkında olarak bir yandan Kürtlerin etkinlik alanını genişletmeye çalışmış, diğer yandan İngilizlerle bir Kürt federasyonu kurulması konusunda anlaşma yapmıştır.

Süleymaniye-Musul hattında bunlar yaşanırken, Aralık 1918’de İstanbul’da, bağımsız Kürdistan amacında olan Kürdistan Teali Cemiyeti kurulmuştur. Cemiyet o dönem iktidarda olan Hürriyet ve İtilaf Fırkası ile bir anlaşma imzalamıştır. Bu anlaşmaya göre, İslam Halifeliğine ve Osmanlı saltanatına bağlı kalmak şartıyla Kürt coğrafyasında Kürtlere özerk yönetim hakkı tanınacaktır. Cemiyet, Mondros Anlaşmasının ve Wilson ilkelerinin ortaya koyduğu fırsatlardan faydalanmak için büyük devletlerle ilişki kurmaya çalışmıştır. Bu doğrultuda İngilizlerle görüşmeler yapmışlar, bu nedenle de Osmanlı hükümeti tarafından uyarılmışlardır. İki yıl sonra Koçgiride gelişecek isyanın öncüleri de Cemiyet’in üyesidirler. Nuri Dersimi Cemiyet’in görevlendirmesiyle Koçgiri-Dersim alanına geçmiş ve örgütleme çalışmaları yürütmüştür.

18 Ocak 1919’da başlayan Paris ‘Barış’ Konferansı, 1. Dünya Savaşını tümden sona erdiren antlaşmaların hazırlandığı uluslararası bir konferanstır. Yenilen İttifak devletleri ile yapılacak anlaşmaların barış taslakları hazırlanır ve kısa sürede bu anlaşmalar yapılır. Ancak Rusya’nın durumu gerekçe gösterilerek Osmanlı devletinin antlaşma esaslarının birçok boyutu daha sonraya bırakılır. Asıl neden ise Osmanlı’nın büyük lokma olması ve bu lokmayı kendi aralarında nasıl paylaşacaklarını henüz netleştirememeleridir. Netleşen boyutlar; Fransızlara Antep, Urfa ve Maraş’ın, Yunanlılara İzmir ve çevresinin verilmesidir. Ayrıca “… Ermenistan, Mezopotamya ve Kürdistan, Suriye, Filistin ve Arabistan Osmanlı Devletinden tamamen ayrılmalıdır” maddesi de nettir. Konferansta İngilizlere yakın duran Şerif Paşa dışında Kürt yoktur. M.Berzenci konferansa katılım konusunda çok ısrarcı olmasına rağmen engellenmiştir. İngilizler Kürt taleplerinin kendi denetimleri dışında gelişmesini istememektedir. Bu konferansta Kürtler için ayrılma hakkından bahsedilmiş ancak statü vb. konular muğlak bırakılmıştır.

Berzenci Paris Konferansının ortaya çıkardığı fırsatlardan faydalanmak istemiş ve mayıs ayında İran ve Irak Kürdistan’ını birleştirerek büyük Kürdistan kurma talebiyle bir ayaklanma geliştirmiştir. Bu ayaklanmada İngilizlere karşı savaşılmış, Süleymaniye’de Kürt bayrağı asılmıştır. Ancak bu isyan sonuçsuz kalmış ve Berzenci yakalanarak Hindistan’a sürgün edilmiştir.

Aynı günlerde Paris Konferansı kararları gereğince Anadolu ve Mezopotamya işgal edilmeye başlanmış ve M.Kemal Samsun’a çıkmıştır. Önce Amasya’da bir genelge yayınlamış ve ardından Erzurum ve Sivas kongrelerini gerçekleştirmiştir. M.Kemal’in ilk önce yönünü Kürdistan’a vererek kurtuluş savaşını başlatması manidardır. Asıl olarak buradaki Kürt potansiyelinin nabzını ölçmek, etkilemek ve Kürtlerin ayrılma riskini ortadan kaldırma peşindedir. Bu nedenle Samsun’a çıktıktan on gün sonra Genelkurmay Başkanlığı’na bir telgraf çekerek şunları iletir: “Bağımsız Kürdistan görüşünü savunan, Diyarbakır’daki Kürt Kulübü ile hükümet yandaşı olan öteki kulüpler arasındaki çelişkinin arttığını araştırmalarımdan öğrendim. Kürtlere ve Kürdistan üzerinde etkili, savaş sırasında yakınlık ve sevgilerini çok iyi kazandığım Kürt ileri gelenlerinden bazılarına doğrudan, bazılarına Kolordu aracılığıyla telgraflar çekerek, devletin gerçek durumunu ve kendilerince alınması gereken önlemler için gereği kadar bilgi vererek, etkili öğütlerde bulundum.
Son günlerde edindiğim bazı bilgilere göre, Kürdistan bölgesiyle de ilgilenmek gerekiyor…” [2]

O dönemin bazı belgelerinde Kürtlere ilişkin söylemler dikkat çekicidir. 30 Mayıs tarihli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti Erzurum Şubesinin bir bildirisinde Kürdistan için “bu illerimiz kan, din ve tarih kardeşi olan Kürt ve Türk’ün namus ve vatanseverliğine emanettir…” denilmiş, 17 Haziran tarihli bir raporunda ise Kürt ile Türk’ten meydana gelmiş birleşmiş bir milletin haklarından söz edilmiştir. 15 Haziranda M.Kemal Erzurum’daki Kazım Karabekir’e gönderdiği telgrafta “…ben Kürtleri daha ötesi bir öz kardeş olarak, bütün ulusu bir nokta çerçevesinde birleştirmek ve bunu dünyaya Müdafaa-i Hukuk dernekleri aracılığıyla göstermek karar ve çabasındayım.” demiştir.

1919 Temmuz ayında Amediye ve Aqra bölgelerinde yine Kürt ayaklanmaları vardır.

Temmuzda başlayan Erzurum Kongresi, Trabzon, Erzurum, Sivas, Bitlis ve Van delegeleriyle sınırlı bir Kongredir. Katılan 54 delegenin 32’si Kürt’tür. Geçici bir hükümet olarak çalışması öngörülen Temsil-i Heyet’in bazı üyeleri seçilmiş, ulusal bağımsızlığın esas olduğu vurgulanmış ve “Doğu bölgesinde yaşayan unsurlar (Kürtler), birbirlerine karşı saygı ve fedakarlık duygularıyla dolu, ırksal durumlarına ve toplumsal ile coğrafi haklarına saygılı öz kardeştirler… denilmiştir. Bu kongrenin ardından M.Kemal etkili Kürt bey ve ağalarına da 7 mektup yazmış, Kürt ve Türkler adına ortak neler yapmak istediğini anlatıp destek istemiştir.

Sivas Kongresinde Misak-i Milli kararlaşması yaşanmış, “milli sınırlar içinde vatan bölünmez bir bütündür, parçalanamaz” kararına gidilmiştir. 11 Eylül 1919’da yayınlanan Sivas Kongresi bildirgesinin 1. Maddesi şöyledir: “1- … antlaşmanın (Mondros) imzalandığı 30 Ekim 1918 günündeki sınırlarımız içinde kalan ve her yerde ezici çoğunluğu Müslüman olan Osmanlı ülkesinin parçaları birbirlerinden ve Osmanlı bütünlüğünden hiçbir nedenle koparılamaz bir bütün oluşturur. Bu parçalarda yaşayan bütün Müslümanlar; birbirlerine karşı, karşılıklı saygı ve özveri duygularıyla dolu, etnik ve sosyal haklarıyla, bulundukları yöne koşullarına bütünüyle bağlı öz kardeştirler…”[3]

22 Ekim’de Temsil Heyeti ile Osmanlı Hükümeti arasında Amasya Protokolü imzalanmıştır. Bu protokolün üçü kayıt ve imza altına alınmış, ikisi gizli olduğu için kayıt altına alınmamıştır. Protokolün 1.maddesi şöyledir: “Beyannamenin (Sivas Kongresi sonuç bildirisi) 1.maddesinde Osmanlı Devleti’nin düşünülen ve kabul edilen sınırının Türk ve Kürtlerin oturduğu araziyi kapsadığı ve Kürtlerin Osmanlı toplumundan ayrılmasının imkansızlığı izah edildikten sonra bu sınırın en asgari bir talep olarak kabul edilmesinin temini lüzumu müştereken kabul edildi. Bununla birlikte Kürtlerin gelişme serbestliğini sağlayacak şekilde ırk hukuku ve sosyal haklar bakımından daha iyi duruma getirilmelerine izin verilmesine ve yabancılar tarafından Kürtlerin bağımsızlığını gerçekleştirme amacını güder gibi görünerek yapılmakta olunan karıştırıcılığın önüne geçmek için bu hususun şimdiden Kürtlerce bilinmesi hususu uygun görüldü…”[4]

Sevr Anlaşmasının şartlarını hazırlamak üzere 18-26 Nisan 1920’de gerçekleşen Sanremo Konferansında, özellikle Kürt sorunu, boğazlar ve borçlar meselesi görüşülmüştür. Konumuzla ilgili olan kararlar şunlardır: Musul’un, İngiltere’nin Irak manda bölgesine dahil edilmesi; bağımsız bir Ermenistan ile özerk bir Kürdistan’ın kurulması. Konferansın gerçekleştiği esnada 23 Nisan’da TBMM ilan edilmiş, mayıs ayında ise İslami komünist Yeşil Ordu Cemiyeti kurulmuştur.

10 Ağustos 1920’de gerçekleştirilen Sevr Anlaşması, 433 madde ile Osmanlı’nın paylaşım esaslarını belirler. Daha sonra geçersizleşse de süreçlerin gelişiminde önemli izler bırakmıştır. Anlaşmada Van, Erzurum, Bitlis ve Trabzon illerinin bulunduğu alanda bir Ermenistan devletinin kurulması, Suriye’nin Fransa’ya, Irak’ın İngiltere’ye verilmesi kararlaştırılır. Kürtlerle ilgili olan 64. madde ise şöyledir: “İşbu anlaşmanın yürürlüğe konuluşundan bir yıl sonra 62. maddede belirtilen bölgelerdeki (Fırat’ın doğusundan, ilerde saptanacak Ermenistan’ın sınırının güneyinde… Suriye ve Irak ile Türkiye sınırının kuzeyinde Kürtlerin sayıca üstün bulunduğu bölgedeki) Kürtler bu bölgelerdeki nüfusun çoğunluğunun Türkiye’den bağımsız olmak istediklerini kanıtlayarak Milletler Cemiyeti Kongresi’ne başvurulursa ve konseyde bu nüfusun bağımsızlığa yetenekli olduğu görüşüne varırsa ve bu bağımsızlığı onlara tanımayı Türkiye’ye salık verirse Türkiye bu tavsiyeye uymaya ve bu bölgeler üzerinde bütün haklarından ve sıfatlarından vazgeçmeyi şimdiden yükümlenir.” Bu madde hem Kürdistan’ı parçalayan bir biçimde ve hem de Kürtlerin bağımsızlık hakkını sözde tanıyor gibi görünerek adeta bağımsızlaşmaması için türlü engeller konularak formüle edilmiştir. Kürtleri düşünmekten ziyade, Kürtleri hem oyalama ve hem de Türklere karşı bir tehdit-şantaj aracı olarak kullanma mantığı üzerinden formülleştirilmiştir. Binbaşı Noel’in 1919 yılından başlayarak gerek Kuzey Kürdistan’da ve gerekse de Musul, Süleymaniye hattında Kürt temsilcileri ile sık sık görüşmesi de bu amaca hizmet etme temelindedir.

Öte yandan Sovyetler de halklara ilişkin çözüm üretmeye, çözüm gücüyle etkisini yaymaya çalışıyordu. Eylül 1920’de Bakü’de gerçekleşen 1.Doğu Halkları Kurultayı, halklar sorununa ilişkin çözüm üretme amacıyla geliştiriliyordu. Bu Kurultaya TBMM’den gözlemci bir heyet, sol-sosyalist Türkler ve Kürtlerden de bir grup katılmıştır. Anadolu’daki kurtuluş savaşı da gündem olmuş ve kurultay bu hareketi destekleme kararını almıştır. Yine 3 Aralık’ta TBMM’nin ilk resmi anlaşması, Gümrü’de Ermenistan Demokratik Cumhuriyeti ile imzalanmış ve doğu sınırı netleştirilmiştir. 7 Aralık’ta T. Halk İştirakiyyun Fırkası (TKP) M.Kemal tarafından kurdurulmuştur. Tüm bunlar, Ankara’nın Sovyetlerle temas içine girerek sosyalist çizgiye kayıyor gibi bir imaj vermesi nedeniyle önemlidir. Çünkü Sovyet devrimi, ezilenlerin bir devrimi olması ve diğer halklara örnek teşkil etmesi nedeniyle emperyalist güçleri ürkütmektedir. Özellikle de Anadolu ve Mezopotamya, Sovyetlerin yakın etkileme kapsamındadır. Bunu iyi gören M.Kemal, iki gücün çelişkisinden faydalanarak kendisine bir alan açmak istemiştir. Sürekli bu durumu bir koz olarak kullanmaya çalışmıştır. Durumlara göre kah sosyalist kah liberal görünmüştür. Nitekim Londra Konferansına gitmeden önce zararlı olacağı düşünülerek; Ocak 1921’de Çerkes Ethem hain ilan edilerek tasfiye edilir, Mustafa Suphiler Karadeniz’de katledilir ve daha bir ayını doldurmamış olan TKP kapatılır.

Aynı dönemde 1921 Anayasası TBMM’de kabul edilir. 23 maddeden oluşan bu belgeyi, bir anayasadan ziyade bir geçiş süreci belgesi olarak ifade etmek daha doğrudur. Sevr Anlaşması sonrası Kürtlerde gelişen bir hareketlilik, buradan yapılan bir basınç vardır, bu potansiyeli etkisizleştirmek için 11.maddede çok da belirgin olmayan bir biçimde özerklik ifade edilmiştir. Kürt vurgusu yapılmadan adem-i merkeziyetçilikten, illere özerklik hakkından bahsedilmiştir. Söylemlerde vatanın, meclisin ve anayasanın Türk ve Kürtlere ortak ait olduğu belirtilir iken, bu söylemlere anayasada yer verilmemiştir. Samimiyetsizliğin izleri burada da açıkça gözükmektedir.

23 Şubat 1921’de Londra Konferansı gerçekleşir. İtilaf devletleri Londra konferansında Sevr anlaşmasındaki bazı maddelere ilişkin değişiklik yaparak, Anadolu’da ortaya çıkan gelişmeleri kendi ekseninde tutmayı planlamıştı. Konferansta bazı değişiklikler gündeme getirilmiş, ancak bunları TBMM kabul etmeyince sonuçsuz kalmıştır. Önemli yanı, Ankara Hükümetinin ilk defa İtilaf devletlerince muhatap alınmasıdır.

6 Mart-17 Haziran günlerinde Koçgiri İsyanı yaşanmıştır. İsyan, Kürt Teali Cemiyeti’nden Nuri Dersimi, Ali Şer, Alişan Bey, Haydar Bey gibi öncüler tarafından örgütlenmiştir. Buradaki Kürt öncüleri M.Kemal ekibine karşı mesafeli dururken, Şubat 1920’den itibaren Wilson ilkelerindeki özerklik maddesine dayanarak politikalarını şekillendirmeye çalışmışlardır. Kasımda TBMM’ye Sevr Anlaşması gereğince özerklik talebinde bulunmuş, tutukluların serbest bırakılmasını ve Kürtlerin yaşadığı yerlerden Türk memur ve askerlerinin çekilmesini belirtmişlerdir. M. Kemal önce bir nasihat komitesi göndermiş, uzlaşma yollarını aramıştır. Kısa bir dönem uzlaşma yaşanmış gibi görünse de gerçek talepler ve sorunlar çözülmeyince Koçgiri İsyanı başlamıştır. İsyan, Nureddin Paşa ve Topal Osman gibi katliamcı kişilerce kanlı bir biçimde bastırılmıştır. Yüzlerce insan öldürülmüş, binlercesi sürgün edilmiş, her yer yakılıp yıkılmıştır. Katliamcı komutanları M.Kemal korumuş ve ödüllendirmiştir. Bu süreç, Ankara Hükümeti ile Kürtler arasında yaşanan bir kırılma sürecidir. Kemalistlerin gerçek yüzü burada ortaya çıkmış, bu isyan karşısındaki çizgilerini cumhuriyet tarihi boyunca da derinleştirerek sürdürmüşlerdir.

Koçgiri isyanının yaşandığı dönemlerde 12 Mart’ta Kahire Konferansı gerçekleşir. Bu konferans, Irak devletinin kuruluşunu kararlaştırmış, bir Arap olan Faysal’ın kral olmasını netleştirmiştir. Burada da Kürt temsilcilerin katılımına müsade edilmemiştir. Bu anlaşmada bölgede yaşayan Kürtler yok sayılmış, hakları gözetilmemiş, idari sistemde yer verilmemiştir. İngiltere öncülüğünde Irak Kürtlerinin parçalanmasının zemini burada hazırlanmıştır diyebiliriz.

İngilizler Irak sınırlarını ve statüsünü netleştirirken, TBMM de 16 Mart’ta Sovyetler ile Moskova Anlaşmasını imzalayarak, yeni Türkiye’nin Doğu sınırını kesinleştirir. Yine Batum’un Gürcistan’a bırakılması karşılığında Sovyetlerin Türkiye’ye belli miktarda altın ve silah gönderecek olması da bir kazanım olarak görülür. Tabii Sovyetlerin, Koçgiri İsyanında Kemalistlerin geliştirdiği katliama karşı duyarsız kalması, göz yumması da manidardır. İtilaf devletleri Kürt haklarını görmez ve Kürtleri çıkarlarına göre kullanmak ister iken, Sovyetlerin de farklı bir biçimde Kürtleri görmezden gelmesi, ortak yanları olmuştur.

Suriye sınırını asgari düzeyde belirleyen Ankara Anlaşması, Fransız Hükümeti ile TBMM arasında 20 Ekim’de gerçekleşir. Burada da Kürtlerin iradesini tanıma, konferansa katma ve statü tanıma gibi bir gündem yoktur. Sessiz bir biçimde buradaki Kürtler de yeni Suriye’nin insafına bırakılmıştır. Böylelikle adım adım Kürdistan parçalanmıştır. Diyebiliriz ki 1921 yılında Kürdistan’ı parçalama bölme işi -Musul meselesi dışında- hemen hemen tamamlanmıştır. Kürdistan’ın parçalanması üzerinden Ortadoğu’da yeni ulus-devletleri boy vermeye başlamaktadır.

1922 yılına geldiğimizde yeni Türk devleti Doğu’da Sovyetlerle, Güney’de Fransızlarla sınırlarını netleştirmiş, Batıda Yunan savaşını bitiremese de ilerleyişi durdurmuş durumdadır. Yine 1919 yılından başlayarak 1921 Haziranına kadar içte gelişen ayaklanmaları da bastırmış, iç otoritesini güçlendirmiştir. Geride en önemli sorun olarak, Kürtlerin nasıl ele alınacağı gibi çok temel bir sorun kalmıştır. Bu süreçte M.Kemal özerklik temelinde ortak vatan söylemini yoğunlaştırmıştır. 10 Şubat 1922’de 18 maddelik özerklik yasası, TBMM’de gizli bir oturumda 373 oyla kabul edilmiştir.[5]

Yine M.Kemalin 22 Temmuz 1922 tarihli El Cezire cephesi komutanına gönderdiği bir mektup bu dönemki politikasını yansıtır: “Kişiye Özel.
El-Cezire Cephesi Komutanı Tuğgeneral Nihat Paşa Hazretlerine,
1-Aşamalı olarak, bütün ülkede ve geniş ölçekte doğrudan doğruya halk gruplarının ilgili ve etkili olduğu bir biçimde yerel yönetimlerin oluşturulması iç politikamızın gereğidir. Kürtlerle dolu bölgede ise, hem iç politikamız ve hem de dış politikamız açısından ölçülü yerel bir yönetim kurulmasını savunmaktayız.

2-Ulusların kendilerini yönetmeleri yetkisi bütün dünyada benimsenmiş bir ilkedir. Biz de bu ilkeyi benimsiyoruz…

3-Kürdistan’da Kürtlerin Fransızlar ve özellikle Irak sınırında İngilizlere karşı düşmanlığını silahlı çarpışmayla durdurulamaz bir düzeye vardırmak ve yabancılarla Kürtlerin birleşmesini engellemek aşamalı olarak yerel yönetimler kurulmasının zeminini hazırlamak ve bu yolla yürekten bize bağlılıklarını sağlamak Kürt yöneticilerinin sivil ve askerlik görevleriyle görevlendirilerek bize bağlılıklarını pekiştirmek gibi genel yollar benimsenmiştir…
BMM Başkanı Mustafa Kemal.”[6]

Bu belgede özellikle 3. madde çarpıcı gerçeklere işaret etmektedir. İngilizler ve Fransızlar nasıl ki Kürtlerle Türkleri sürekli çatıştıran bir politika izliyorsa, M.Kemal de Kürtleri bu güçlerle “düşmanlığını silahlı çarpışmayla durdurulamaz” bir düzeyde savaştıran bir pozisyonda tutmak istemektedir. Özerklik yaklaşımının samimiyetsizliği bu sözlerde gizlidir. Yine özerkliğe ilişkin yapılması gerekenlerden El Cezire Cephe Komutanı’nı birinci dereceden sorumlu tutması da, günümüzün OHAL Valiliği uygulamasına ne kadar da benzemektedir. Tarih günümüzde de aynı dilden konuşmaya devam ediyor.

Ağustos-Eylül aylarında gerçekleşen ‘Büyük Taarruz’ ile kurtuluş savaşı sonuçlanır. Anadolu’nun batısında savaş sonuçlanırken, Musul meselesinin peşi bırakılmamıştır. M.Kemal Musul’da inisiyatifi elinde bulundurmak için bir birlik güç gönderir, ancak buradan ciddi bir sonuç çıkmaz. Güney’deki Kürtler ise, kendi iradeleri olmaksızın Irak devletinin kurulmasına, Faysal’ın kral seçilmesine ve Kürtlerin statüsüz bırakılmasına tepkiliydiler ve yer yer ayaklanıp İngilizleri zorluyorlardı. Mücadeleyle Musul vilayetinin yarıya yakınını kontrol altına alacak bir düzeye gelinmişti. Bunun üzerine İngilizler Kürtlerin öfkesini dindirmek ve Türkler’in buradaki hesaplarını boşa çıkarmak için Kürtlere otonom hakkı tanımışlardır. Bir Kürt Hükümeti oluşturulmuş, Berzenci sürgünden geri gelip hükümetin başına geçmiştir. İngiliz Yüksek Komiserliği “İngiliz ve Irak hükümetleri, Irak sınırları içinde yaşayan Kürtlerin, bu sınırlar içinde bir devlet kurma haklarını tanımaktadır…” biçiminde bir bildiri yayınlamış, ancak gereğine sadık kalmamıştır. Klasik oyalama politikasıdır.

Anadolu’da savaşın bitmesiyle önce Mudanya ateşkes anlaşması yapılmış, kısa bir süre sonra da İtilaf devletleri TBMM hükümetini Lozan’da gerçekleşecek ‘barış’ konferansına davet etmişlerdir. Berzenci öncülüğünde otonom bir Kürt hükümetinin oluştuğu süreçte, 20 Kasım 1922’de Lozan ‘Barış’ Konferansı başlamıştır. İsmet İnönü’nün öncülüğünde bir heyet konferansa gider iken, bu heyetin içinde tek bir Kürt milletvekili vardır. Lozan’da birçok gündem uzun uzun tartışılmıştır. Anlaşma sağlanamayan esas konular; Musul, kapitülasyonların kaldırılması ve İstanbul’un boşaltılması meseleleridir. Genel olarak çıkan anlaşmazlık nedeniyle 4 Şubat 1923 tarihinde görüşmeler kesilmiştir. Görüşmelerin bu ilk bölümünde İngiliz temsilci Lord Curzon Türk tarafını sıkıştırma amaçlı sürekli Kürtlerden ve haklarından bahsetmiştir. İsmet İnönü ise sürekli Kürtlerin Türklerle birlikte hareket ettiğini, Meclisteki birliğini, kendisinin de her iki halkı temsilen Lozan’da olduğunu vurgulamıştır.

Aynı esnada M.Kemal de (16-17 Ocak’ta) İzmit’te basın toplantısı yaparak hem cumhuriyet sistemini kurma yönündeki fikrini belirtmiş ve hem de “Kürtlere bölgesel özerklik verilecek. Yeni anayasa bunu sağlayacak şekilde yapılacak” demiştir. Ayrıca “Kürt sorunu; bizim yani Türklerin çıkarına da kesinlikle söz konusu olamaz. Çünkü bildiğiniz gibi bizim milli sınırlarımız içinde bulunan Kürt unsurlar, öylesine yerleşmişlerdir ki, pek sınırlı yerlerde yoğun durumdadırlar. Fakat yoğunluklarını kaybede kaybede ve Türk unsurların içine gire gire, öyle bir sınır çizmek istesek, Türklüğü ve Türkiye’yi mahvetmek gerekir… Dolayısıyla başlı başına bir Kürtlük düşünmektense, bizim Anayasa gereğince zaten bir tür yerel özerklikler oluşacaktır… (Kürtler) İfade edilmedikleri zaman, bundan kendilerine ait sorun çıkarmaları daima beklenir…”[7], “Musul bizim için çok önemlidir. Birincisi, Musul’da sınırsız servet oluşturan petrol kaynakları vardır… İkincisi, onun kadar önemli olan Kürtlük sorunudur…”[8] biçiminde açıklamalar yapmıştır.

Lozan heyetinin dönüşüyle Musul meselesi TBMM içinde bir hafta boyunca tartışılır. Türklerden ve ağırlıklı Kürtlerden bazı milletvekilleri Musul’un İngilizlere bırakılmasına şiddetle karşıdır. Yoğun ve sert tartışmalar vardır. En sert muhalefet edenlerden biri Ali Şükrü Bey’dir ki bu tartışmalardan kısa bir süre sonra Topal Osman tarafından öldürülür. M.Kemal bir yandan Musul’u bırakmak istememektedir ancak diğer yandan elde kalanın da kaybedilme riski vardır. Yaşadığı bu çelişkide görünen o ki Musul’u İngiltere’ye bırakma eğilimi ağır basmıştır. Bunu açıkça söylemez, ancak pratik politikaları bu yolda ilerler. Bu nedenle muhalifleri susturur ve Lozan’ın 2. tur görüşmeleri başlamadan önce anlaşmayı onaylayacak yeni bir meclis belirleme kararı verir.

İngilizler ise Musul-Kerkük-Süleymaniye çevresinde gittikçe güçlenmeye başlayan Berzenci Hükümeti’ni tasfiye etme kararı vermiştir. Bu güçlenmeyi durdurma ve tasfiye etme amacıyla İngiltere uçaklarla Süleymaniye’ye saldırmış, yoğun çatışmalar yaşanmıştır. Berzenci ise geri çekilip isyana devam etmiştir. Ancak buna rağmen İngilizler Bölgeyi işgal etmişlerdir. Lozan görüşmeleri 2. kez başladığında Berzenci hükümeti de tasfiye edilmiş, bölge işgal altına alınmıştır.

24 Temmuz 1923’te Lozan Anlaşması imzalanır. Anlaşmada Türkiye-Suriye sınırı, Ankara Anlaşmasında çizilen sınırlar olarak kabul edilmiştir. Irak sınırı, Musul üzerinde anlaşma sağlanamadığı için tam belirlenememiştir. Bu konu anlaşmanın 3.maddesi 2.fıkrasında şu şekilde geçer: “Türkiye ile Irak arasındaki sınır, dokuz ay içinde Türkiye-Büyük Britanya arasında dostça belirlenecektir. Öngörülen süre içinde iki hükümet arasında anlaşmaya varılamazsa, anlaşmazlık Milletler Cemiyetine götürülecektir.” Yine anlaşmanın 40. Maddesinde Müslüman olmayan azınlıklar açısından güvenceler ortaya konmuş ve haklar belirlenmiştir. 39. Madde de oldukça tartışmalı bir maddedir: “… Türkiye vatandaşlarından hiçbirinin gerek özel ya da ticari ilişkilerde, gerek din, basın veya her türlü yayın hususunda ve gerek genel toplantılarda herhangi bir dili serbestçe kullanmasına karşı hiçbir kayıt konmayacaktır. Resmi dil mevcut olmakla birlikte, Türkçeden başka bir dil konuşan Türk vatandaşlarına mahkemelerde kendi dillerini sözlü olarak kullanabilmeleri için uygun kolaylıklar gösterilecektir.”[9] Kürt kimliğinin ve dilinin yaşamın her alanında yasaklı olması, anlaşmanın bu maddesine göre de aykırı bir durum olarak yaşanmaktadır.

Azınlık meselesi tartışılırken Türk heyeti, Kürt kelimesinin hiç bir şekilde antlaşma metinlerinde geçmemesinde ısrarcı olmuş, Kürtlerin haklarına ilişkin gündemleri engellemiştir. Kürtleri ‘temsil’ eden Türkler, öz kardeş olarak nitelendirdiği Kürtlerin adını bile zikretmemek için çok büyük çaba göstermişler, inkar sürecinin startını Lozan’la birlikte böyle vermişlerdir. Konferansa M.Kemal’in talimatı ile katılan Kürt mebusu Zülfüzade Zülfü ise Kürtleri temsil etmediği gibi, Türk devleti adına görüntüyü kurtarma, Kürtler adına “Biz kardeşiz, ayrılmak istemiyoruz” mesajını verme amacıyla seçilmiştir. Yine bu Zülfü, Musul meselesi gibi en önemli ve zorlu bir konuda, “hastayım” diyerek otelinde kalmış, toplantıya katılmamıştır.

Her haliyle Lozan, Kürt iradesi olmadan Kürtlerin kaderinin belirlendiği bir konferans olmuştur. Türk’ün Kürt üzerindeki egemenliği resmileştirilmiş, Kürdistan dört parçaya bölünerek Kürt vatansızlığa ve kimliksizliğe mahkum edilmiştir. Lozan’ın ardından Cumhuriyet’in ilanı gerçekleşmiş, hilafet kaldırılmış, yeni anayasa yürürlüğe girmiştir. Yani artık Lozan’dan sonra -her ne kadar Musul meselesi çözülmese de- Türk ulus-devlet sistemi rayına oturmaya başlamıştır. Yeni anayasada birkaç yıl önce Kürtler için belirtilen özerklik hakkına, Türk-Kürt öz kardeşliğine, ortak vatana, Kürdün toplumsal ve coğrafik haklarına bilinçli bir biçimde yer verilmemiş, Lozan’da uluslararası olarak resmileşen Kürt inkarı, Türk ulus-devletinin yeni anayasasında da resmileşmiştir. Özellikle “Türk devletinin dili Türkçedir,…” biçimindeki 2.maddesi, yine “Türkiye ahalisine din ve ırk farkı olmaksızın vatandaşlık itibariyle ‘Türk’ ıtlak olunur” biçimindeki 88.maddesi bunun ispatıdır.

Diğer yandan Lozan’da Musul meselesinin çözümüne dair belirlenen süreç de devam etmektedir. Bunun için 19 Mayıs 1924’te Türkiye ile İngiltere arasında Haliç Konferansı gerçekleşir. Bu konferansta İngiltere Türkiye’den Hakkariye kadar uzanan toprakları talep etmiştir. Aslında İngiltere’nin şimdilik istediği Musul’dur, ancak Türk tarafının Musul’u vermeme konusundaki direnci nedeniyle “Musul’u vermezsen Hakkari (dolayısıyla Kuzey Kürdistan) elinden gider” mesajını vererek tehdit etmiştir. 1925 Şubat ayında Şeyh Sait isyanı gelişmiş, Türk devleti kanlı bir biçimde bu isyanı bastırmıştır. Bir yandan İngilizlerin “Musul’u vermezsen Hakkari gider” dayatması, diğer yandan İngiltere’nin politikalarından bağımsız bir biçimde ayrı bir kulvarda gelişen Şeyh Sait isyanı, Kuzey Kürdistan’ın elinden gideceği korkusu, “Kürdistan giderse Anadolu da gider” paranoyası, Musul’u gözden çıkarmaya yol açmıştır. Milletler Cemiyeti Musul’u Irak’ın manda yönetimine vermeyi kararlaştırdığında yeni devletin buna itiraz edecek takati ve cesareti kalmamıştır. Nihayetinde Türkiye ile İngiltere arasında 5 Haziran 1926’da yapılan Ankara Anlaşmasıyla Türkiye-Irak sınırı netleştirilir. Böylece Kürdistan’ın eşi görülmemiş bir biçimde dört parçaya bölünme süreci tamamlanmış ve sömürgeci soykırımcı sistemin ayakları sağlam biçimde oturtulmuş olur.

 

Yüz Yıllık Kürt Soykırım Kıskacı  

Kaba bir kronolojik bakışla; 1919’dan özellikle 1922’de Lozan görüşmelerinin başladığı sürece kadar Kemalistlerin Kürt politikasının, Kürt-Türk öz kardeşliği, ortak vatan, özerk bir idari sistem vb. argümanlar üzerinden yürütüldüğünü görüyoruz. Lozan sürecine kadar işgal altında olan Anadolu ve Kürdistan’ın akıbetinin ne ve nasıl olacağı henüz belli değildir. Sevr’le birlikte İtilaf devletlerinin Ermenistan ve Kürdistan gibi devletler kurma stratejisi var iken, daha sonra ortaya çıkan gelişmeler bu stratejinin değişmesine yol açmıştır. İlk başta kendilerine bağlı bir Ermenistan ve Kürdistan devletlerinin kurulması, Osmanlı’nın paylaşılması ve Ortadoğu’ya hakim olmak ve yeni devrim yapmış Sovyetlerin yayılmasını engellemek açısından temel bir strateji olarak ele alınmıştır. Ancak aşağıdaki nedenler:

Katliamdan geçmiş ve topraklarından sürgün edilmiş Ermenilerin Bölgede zayıf olmaları, Kürtlerin bir Ermenistan devletine sıcak bakmamaları,

Kürtlerin bir kısmının Türklerin ortak vatan söyleminin etkisiyle Kemalistlerle birlikte hareket etmesi, yine Kürtlerde bir ulusal uyanış ortaya çıkmasına rağmen bu uyanışı birleşmiş ulusal bir politikaya, direnişe dönüştürememeleri, parçalı kalmaları,

 

Kurtuluş Savaşı Süreci

Sovyetlerin hemen yanı başındaki bu coğrafyada gelişen kurtuluş hareketi ile ilişkileri ve desteği, Kemalistlerin bundan faydalanan politik manevraları, İtilaf devletlerinin Sevr stratejisinin değişmesine neden olmuştur.

Bu biçimiyle Bölgede bir Ermenistan ve Kürdistan devletinin kurulma süreci hem sancılı ve uzun geçecek gibi görünüyor ve hem de bir tampon olma görevi açısından da yeterince güçlü bir seçenek olmadığı görülmeye başlanıyordu. Süreç uzadıkça Anadolu ve Kürdistan’da gelişen mücadele gücünün sosyalist bir mecraya doğru akma riski vardır. Ve zaten M.Kemal yer yer bu yönlü sinyal vermeyi ihmal etmemiştir. Bu nedenle bir süreçten sonra Sevr stratejisi el altından değiştirilmeye başlanır. 1921 Londra Konferansı sonuçsuz bir konferans olsa da Ankara Hükümeti’nin muhatap alınmasıyla, Sevr stratejisinin değişmeye başladığının bir göstergesi sayılabilir. Ardından İngiltere öncülüğünde gelişen Kahire konferansı ile Irak devletinin kurulması ve buradaki Kürtlerin Irak devletine bağlanması değişen stratejinin ikinci göstergesi olmuştur. Özellikle de İtilaf devletlerinden olan Fransa’nın Kemalistlerle imzaladığı Ankara Anlaşması, buradaki Kürtlerin de Suriye’ye pay edilmesi, değişen stratejinin üçüncü ve en önemli göstergesidir. Çünkü artık resmi olarak Ankara hükümetinin tanınma süreci başlatılmıştır. Fransa’nın bu yaklaşımı İtilaf devletlerinde bir çatlak olarak gösterilir, bir çatlaktan ziyade gelişen yeni stratejinin ifadesi olarak da değerlendirilebilir. Bu ara süreçlerde gelişen İnönü savaşları, Büyük Taarruz gibi savaşlar da öyle çok zorlu savaşlar olarak gelişmez, adeta yeni kurulacak ulus-devletin ihtiyacı olan kahramanlık destanlarına zemin açılmıştır. İtilaf devletleri bu savaşlarda tümüyle kazanmak üzerinden yüklenmemiştir. İşgalin ilk yıllarında gelişen durumdan daha farklı bir tonu vardır.

Lozan ise eski stratejinin çöpe atıldığı ve sınırları Misak-i Milli olarak çizilen yeni ulus-devletin İtilaf devletleri tarafından kabul edildiği bir anlaşma olur. Sevr’de Ermenistan ve Kürdistan’a atfedilen tampon rol, Lozan’da TC’ye verilmiştir. Güçlü ve merkezileşmiş, liberal çizgide bir ulus-devlet, emperyalizmin Bölgedeki çıkarlarına daha iyi hizmet verebilecektir. Aslında buna ikna olunmuştur, ancak Musul’un geleceği gibi İngiltere açısından çok önemli bir mesele pürüz olarak durmaktadır. Bunu da zaten kendi istediği noktaya getirince, sorun çözülmüş ve yeni ulus-devletin gelişmesine izin verilmiştir.

Bu noktaya gelinmesinde çok önemli bir boyut Sovyetlerde gelişen devrim ve etkileri olurken, diğer bir boyut ise İngiltere’nin Bölgede süreklileşen bir hakimiyetinin nasıl sağlanacağı konusudur. Ortadoğu’nun kimlikler, kültürler anlamındaki zengin mozaik yapısını cetvelle çizilen devletlere hapsetmek, bölüp parçalamak, İngiliz stratejisinin esasıdır. Hepsini de bir etnik kimliğin tekeline koyarak devletleştirmek, kültürel zenginliği fakirleştirdiği gibi, maddi zenginliklerin de emperyalistler tarafından sömürülmesine kolaylık sağlamış, zenginlikler böylelikle gasp edilebilmiştir. Böylece Ortadoğu’da hakim, devlet sahibi etnik kimlik olarak Arap, Türk ve Fars kimlikleri öne çıkarılmış, diğer kimlikler devletsizleştirilerek sömürüye tabi tutulmuştur. Özellikle de Kürdistan dört parçaya bölünmüş, kimliği tümden inkar edilerek sürekli bir asimilasyon ve soykırıma tabi tutulacak bir pozisyonda bırakılmıştır.

Tabii Kürtlerin sömürgeleştirilme biçiminde özgünlükler vardır. Kürdistan coğrafyası, tarihsel-toplumsal derinliği olan ve her açıdan zengin bir coğrafyadır. Kürtler Ortadoğu’nun yerleşik kadim halklarından biridir, hatta bu topraklarda yaşamın, maddi ve manevi kültürün, değerlerin öncü geliştirici halkıdır. Coğrafik olarak dağları, suları, verimli toprakları, zengin maden yatakları ile zengin ve güçlü bir yapıya sahip iken, aynı zamanda kıtalar arası, bölgeler arası, ülkeler arası geçiş hattı olması itibariyle de stratejik bir öneme sahiptir. Bu yönleriyle de Kürdistan coğrafyası, eşi bulunmaz bir jeostratejik özelliğe sahiptir. Uluslararası ve Bölgesel güçlerin bu kadar üzerinde iktidar kavgası vermesinin çok önemli bir nedeni de zaten budur. Coğrafyası jeostratejik, hırçın, ele geçmez iken, halkı da bir o kadar direngen ve iktidarlara başkaldıran bir halktır. En benim diyen ordular Asur’dan, İskender’den Haçlı ordularına, Fransızlardan İngilizlere, DAİŞ’e kadar gelip gelip Kürt direniş duvarına çarpmışlardır. Kürdistan Ortadoğu’nun direniş damarı, hafızası ve Ortadoğu’yu savunmanın temel kalesidir. Kürt ve Kürdistan’ın varlığı, Ortadoğu halklarının kültürel olarak varlığı ve zenginliği anlamına gelir. Kürdistan Ortadoğu’nun savunmasıdır, Mezopotamya ve Anadolu’nun savunmasıdır. Kürdistan ve Kürt halkının yokluğu üzerinden bir Ortadoğu kimliğinden, Mezopotamya ve Anadolu kimliğinden bahsetmek mümkün değildir. Nitekim egemenlerce de iyi görülen bu durum, Kürdistan’ın neden dört parçaya bölünmek istendiğinin de cevabını içermektedir.

Konumuz gereği özellikle Türk-Kürt ilişkileri kapsamında bölünmeyi ifade ediyoruz. Ancak şunu vurgulamak gerekir: Parçalanma süreci 1632 Kasr-ı Şirin Anlaşması ile başlarken, o dönem ulus-devlet sınırları kadar katı pozitivist bir pozisyon yoktur. Yine de bir parçalanmadır tabii ki. 20. Yüzyılda başlayan parçalanma sürecinde ise tamamen İngiliz ve Fransız müdahalesi ve inisiyatifi söz konusudur. Suriye ve Irak ulus-devletlerine teslim edilen Kürdistan parçalarında Arap egemenlerinin plan ve stratejileri yoktur, planı ve stratejiyi kuran İngiltere ve Fransa’dır, Arap egemenleri buna tabi olmuşlar, kabul etmişlerdir. Türk devleti ile gelişen süreç ise daha çetrefillidir, bu sürecin gelişiminde İngiltere-Fransa kadar Kemalistlerin de yürüttüğü politikalar olmuş, oyalama, kandırma, gerektiğinde isyan bastırma yaşanmıştır. Kemalistler (Fransa ile olan) Ankara Anlaşmasıyla Kürdistan’ın Suriye parçasının Suriye’ye teslim edilmesini kabul etmişler, onay vermişlerdir. Kahire anlaşmasıyla Kürdistan’ın Irak parçasının Irak’a teslim edilmesini -Musul dışında- kabullenmişlerdir. 1926 (İngiltere ile olan) Ankara Anlaşmasıyla Musul’dan da vazgeçip buna onay vermişlerdir. Geriye Misak-ı Milli denilen kendi sınırları içerisinde kalan Kürdistan kalmıştır. Burada da Lozan görüşmeleri ve anlaşma sürecine kadar Türk-Kürt öz kardeşliği, ortak vatan, din kardeşliği, özerklik gibi söylemlerle kendi sınırlarındaki Kürtleri oyalamıştır. Çünkü Lozan’a kadar yeni devletleşen Türklüğün geleceği belirsizdir, bu belirsizlik içinde Kürtlerin Kemalistlerden farklı bir tutum içerisine girmesi, bağımsız bir yol izlemesi yeni doğan devletin geleceğini karartabilir, ilk adımlarında yok oluşuna sebep olabilirdi. Aslolan Türkiye Kürdistan’ının elde tutulabilmesidir, çünkü burası kaybedilirse Türk devleti de kaybedilebilirdi.

Osmanlı devletinden, İttihat Terakki’den kalan hafızanın yarattığı bir bilinçtir bu. Ve o süreçte Kürtler farklı çizgilere kaymasın diye Kemalistler bu nedenle alabildiğine Kürtleri kazanmanın, yanında tutmanın politikalarını geliştirdiler. M.Kemal neden ilk önce yüzünü Kürdistan’a dönmüştür, neden ilk Kongre olan Erzurum Kongresi ve ardından Sivas Kongresi Kürdistan’da gerçekleşmiştir? İşgale karşı mücadeleyi örgütlerken neden önce Kürt aşiretleri ile ilişkiye geçmiş, mektuplar yazmış, ikna etmeye çalışmıştır? Niye İzmir’den, Bursa’dan, Antalya’dan vd. bölgelerden değil de Kürdistan’dan başlangıç yapmaya çalışmıştır? Çünkü Kürtler olmaksızın ya da yanında durmaksızın, Anadolu’nun kurtulamayacağını, işgale karşı başarılı bir savaş yürütemeyeceğini en iyi M.Kemal biliyordu. Sayın Abdullah Öcalan’ın belirttiği gibi “Anadolu’ya hakim olmanın yolu Kürdistan’a hakim olmaya bağlıdır.” Tabii Lozan’la birlikte resmi bir ulus-devlet statüsünü kazandıktan sonra, Kemalistler o zamana kadar söylenenleri bir kenara bırakıp Türklük söylemini öne çıkarmaya, söylenenler hiç söylenmemiş gibi davranmaya başladılar. 1924 anayasası ile de bunun pozitivist kanunlaşması sağlandı. Merkezi, tek tipleşmiş Türkçü devlet yapısı ve kimliği, artık TC’nin varlığının esası haline geldi. Daha kötüsü bu devlet mantığının, toplumsal kimliğin esası, “Türklük Sözleşmesi” haline getirilmesidir. “Türküm, doğruyum, çalışkanım… Varlığım Türk varlığına armağan olsun..” biçimindeki kafalarımıza vura vura ezberletilen ant, aslında bu zihniyeti çok çarpıcı biçimde anlatmaktadır.

İşte Kürt varlığının kendi iradesi ve istemi dışında Türk varlığına armağan edilmesi süreci, 1924 yılından sonra sistemli ve planlı bir biçimde soykırım uygulaması olarak başlar, günümüzde daha organize edilmiş bir biçimde devam eder. Bu soykırım kıskacı, Kürdistan’ın coğrafik olarak parçalanmasıyla başlar, kimlik-dil inkarıyla ve imha politikalarıyla süreklilik kazanır. Kürdistan’ın bir ülke olmaktan, Kürt toplumunun toplum olmaktan çıkarılması, bir stratejidir. Kendi öz kimliğiyle yaşama, konuşma, öz yönetimini oluşturma, toplumsallığını süreklileştirme hakkı tümden elinden alınır, bunlara sahip çıkan bir yaklaşıma girdiğinde, isyan ettiğinde ise kanlı katliamlarla, imha ile yüz yüze gelir. Kürt’ün kaderi Batılı emperyalistler, göz yuman Sovyetler ve Kemalistlerin ortaklığıyla böyle yazılır. Türklük sözleşmesi “Türkün varlığı Kürt’ün yokluğu” denklemi üzerinden yazılınca, Kürt’ün varlık mücadelesi de Türklüğün yokluk (bölünme-parçalanma) paranoyasına dönüşür. Ve elbette ki bu durum, hem Türk egemenlerinin ve hem de Batılı emperyalist güçlerin çıkarlarına hizmet eder. Açık olan bir yara nasıl ki her zaman bir doktor müdahalesine yol açıyorsa; Bölgede süreklileşen bir Kürt sorununun olması da sürekli savaşa, sürekli savaş ile halkların güçsüzleşmesine, bölge zenginliklerinin emperyalist gaspına ve meşrulaşan emperyalist işgale yol açmaktadır. Kürt sorunu, hem Bölge devletlerinin, hem uluslararası emperyalist güçlerin birbirlerine karşı koz olarak kullandıkları bir sorun olurken, stratejik anlamda karlı çıkan hep emperyalist güçler olmaktadır.

Kürdistan’ın bir ülke olarak ve Kürtlerin bir ulus olarak varlığı tehdit değil, halkların demokratik birlikteliğinin dinamiğidir. Bu kördüğümü çözmek ise Ortadoğu halklarının karartılmış zihniyetlerini aydınlatmaktan, halkların özgürlük ve demokrasi hafızasını canlandırmaktan geçer. Her kimliğin varlığı, farklı kimliklerle birlikte demokratik yaşayabilme gücünde saklıdır. İşte bu bilinç, Ortadoğu’nun bu yüzyıllık yarasını saracak en büyük dermandır.

 

Kaynakça

[1] Fransız belgeleri, Türk Dosyaları Cilt 63, sayfa 21
[2] Har Tarihi Vesikaları Dergisi, Sayı: 4
[3] Sivas Kongresi, Vehbi Cem Aşkın, Ankara, 1963, Sayfa: 158
[4] Osmanlı’dan Bugüne: Kürtler ve Devlet (3) yazısı, Ayşe Hür
[5] Kürt Milliyetçiliğinin Kaynakları ve Şeyh Said İsyanı, Robert Oslon
[6] TBMM Gizli Celse Zabıtları, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Ankara, 1985, Cilt:3, Sayfa 550
[7] Türk Tarihi Kurumu Arşivi, 1089 Numaralı Belge
[8] M. Kemal: Eskişehir-İzmit Konuşmaları 1923’ten aktarılarak, Cumhuriyet gazetesi, 7 Haziran 1991, sayfa 10
[9] Reha Parla, Türkiye Cumhuriyeti’nin Uluslararası Temelleri, Lozan-Montrö, 2. Baskı, Lefkoşa 1987, s. 11

 

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.