Düşünce ve Kuram Dergisi

Kul Olmaya ve İktidara Karşı Anarşizm

Prof. Dr. Kadir Cangızbay

Anarşizm: Kimsenin kimseye kulluk etmediği, kimsenin kimseye hükmetmediği, başkaları karşısında önceliğe/egemenliğe sahip olmadığı bir toplum düzenini, yani anarşiyi ön gören siyasal felsefe ve akım.

Anarşi Fransızca bir kelime; Eski Yunanca arkhe (otorite, iktidar, buyurma gücü, birincillik, önde/önce gelirlik) sözcüğü ile -sız anlamına gelen olumsuzlayıcı anöneki temelinde oluşturulmuş.

Genellikle düzensizlik, karmaşa, kaos anlamında kullanılmış. Bir bakıma Durkheim’ın anomi kavramının gündelik dildeki karşılığı: Kuralsızlık, hiç kimsenin kimin nerede ne zaman nasıl davranacağını bilemez hâle gelmesinden doğan kargaşa, çatışma ve dayanışmasızlık durumu. Aynı zamanda, özellikle toplumu yönetme hakkını kendinde görenler açısından ‘ayakların baş olması’. Bunlara ilaveten, XIX. Yüzyılın son çeyreğinde anarşistlerin baş vurduğu ‘eylem üzerinden/yoluyla propaganda’ yöntemi, yani uzun soluklu ve geniş tabanlı örgütlenmeyi reddedip anında ses getirecek ve halk kitlelerini sarsacak şiddet eylemleri gerçekleştirmiş olmaları, anarşizmin terörizmle, anarşistin de teröristle özdeşleştirilmesi sonucunu verecektir.

Anarşistlerin, hiç değilse bir dönem için böylesi bir yöntemi benimsemeleri, anarşizmin felsefî temeliyle doğrudan ilişkilidir: Anarşist için başta gelen değer, bireysel özgürlüktür ve başta devlet olmak üzere her türlü hiyerarşik yapılanmaya karşı olmaları da işte bu özgürlük kaygısından kaynaklanır; anarşizmin davası peşinde dahi olsa siyasal parti türünden bir örgütlenmeye gitmek ise, zaman içinde iktidar ilişkilerinin oluşmasına yol açma rizikosu taşıyor olması açısından anarşizmin kendi kendisini kendi elleriyle dejenere/yok etmesi anlamına gelecektir.

Anarşistlerin doğrudan doğruya bireysel veya kalıcı olmayan küçük gruplar tarafından gerçekleştirilecek şiddet eylemlerine yönelmelerinde aslında şu iki husus da etkili olmuştur: Bir yandan otoriter ve dogmatik buldukları komünistlerle ölümüne bir karşıtlık içindedirler; diğer yandan ise, önlerinde parlamenter yollar açıldıkça oy manyağı hâline gelip her türlü devrimci ideal ve iddiadan kopmuş reformistler olarak görüp adeta tiksindikleri sosyal-demokratlarla da hiçbir işleri olamaz; ki böylesine bir çiftyönlü yalnızlık içindeyken geniş kitlelere ulaşıp kendilerine kalıcı bir taban oluşturmaları da neredeyse artık imkansızdır.

Anarşistlerin en büyük itirazı, insanların barış ve huzur içinde yaşamalarını sağlayacak bir düzenin ancak siyasal bir otorite eliyle kurulup sürdürülebileceği iddiasınadır: İnsanlara hükmedecek bir otoritenin/devletin bulunmaması hâlinde ortaya çıkacak olan, pejoratif anlamıyla anarşi (anomi) değildir; tam tersine, insanlığın evrensel bir huzur ve düzene kavuşması, ancak ve ancak kendi kendilerini özgürce gerçekleştirmelerinin önüne yerine göre töre, yerine göre ahlâk, yerine göre yasa yerine göre de din adına türlü türlü engeller çıkartıp, karşı gelenlere ise yine türlü türlü yaptırımlar uygulayan iktidar yapılanmalarının tümüyle ortadan kalkması, yani gerçek –kelimeanlamıyla anarşinin tesis edilmesiyle mümkün olacaktır.

Anarşizm bütün dogmalara karşıdır; zira her dogma gerek gerçek/somut insan karşısında önceliğe, insan aklı karşısında da aşkınlığa sahiptir; oysa, anarşizm için her şey gerçek/somut insanın özgürlüğüyle başlar ve mutlaka bu özgürlüğün fiilîleşmesi için olmalıdır. İşte tam bu noktadadır ki, anarşizm, aslında tam tamına farkında olmadan, dolayısıyla da açıkça telaffuz etmeden en önemli, en temel dogma yıkıcılığını gerçekleştirmiş olmaktadır; zira burada söz konusu olan –Batı dünyası itibariyle- öylesine içselleştirilmiş ve zihniyetin en temel yapı taşlarından biri hâline gelmiş bir dogmadır ki, insanlar, bunun bir dogma olduğunun bile farkına varmazlar: Hrıstiyanlığın ‘ilk günah’, yani insanın yaradılıştan günaha/kötülüğe meyilli olduğu inancı; ladinî ifadesiyle ‘homo homini lupus’ (insan insanın kurdudur) ilkesi.

Hobbes, Leviathan’ın yani süper kurt olarak devletin gerek ortaya çıkışını, gerekse varlığının kaçınılmazlığını bu ilke üzerinden açıklayıp meşrûlaştırır. Tamam, kendisi aynı zamanda Hrıstiyan bir din adamıdır; ama, değil hristiyan bir din adamı, en deklaresinden ateist bir Yahudi olarak Marx da “insanlık tarihi, sınıf mücadelelerinin tarihidir” derken, aslında insanın insanın kurduğu olduğu ön kabûlünden hareket etmiş olmaktadır: İnsanlar daha ilk günden diğer insanları egemenlikleri altına alıp sömürmenin peşinde, yani kötülüğe yönelimli olmasalardı, tarih niye insanların sınıflar hâlinde birbirleriyle mücadelesiyle başlayıp bugüne kadar da sırf bu mücadelelerle gelmiş olsundu ki.

Anarşizm, insanların özgürce kendi doğal yönelimleri doğrultusunda var olma fırsatını bulduklarında, kargaşa ve çatışmanın değil düzen ve huzurun geleceğini iddia ederken, işte Hrıstiyanlığın bu dogmasını yıkmaktadır. Her türlü dogmaya karşı olan anarşist, kendisiyle tutarlı kaldığı ölçüde, sadece tanrının varlığı yönündeki değil, olmadığına ilişkin dogmaya da kendisini teslim etmeyecektir. “Tanrı yoktur” demek, “tanrı vardır” demekten daha az dogmatik değildir; zira her iki önerme de insanın öznesi olmadığı bilgilere tekabül eder; oysa, anarşist için razı olunabilecek en son şey, özne konumundan düşmektir: Bir iktidar odağı olarak, tabiî ki kilisenin her türlüsüne sonuna kadar karşıdır; ama, Tanrının varlığı-yokluğu konusunda “ben bilemem” der geçer; metafiziğe kesinlikle bulaşmaz.

Anarşistin ‘bilemem’ciliği, yani agnostikliği arızî bir durum, yani olumsal (kontenjan, ‘olabilir de, olmayabilir de’) bir tercih değil, bugün burada yaşamakta olan somut insanı, insan-üstü/bura-dışı/şimdi-ötesi hiçbir referansın hipoteği altına sokmama ilkesinin zorunlu kıldığı tavırdır. İşte bu açıdan da anarşizm Fransız Aydınlanması ve Büyük Devrimi’nin en has çocuğudur: Fransız Aydınlanması tanrıyı saf dışı bırakır; ama, bunu yapmak için ne ‘tanrı yoktur’u ispatlamanın peşine düşer, ne de tanrı yerine ona mümasil bir üst/aşkın belirleyici bulmaya, icat/imal etmeye girişir. İnsan, tamam, kadir-i mutlak bir varlık değildir; ama böyle olması, kendi dünyasını düzenlesin diye bu dünya dışında yer alan bir güce/güçlere –onların gerçekten var olup olmamasından bağımsız olarakmüracaat ve biat etmesini ne gerekli kılar, ne de meşrû. İşte bu anlayış doğrultusundadır ki, Proudhon, ‘insan özgürlüğünün nihaî formülünü bulduğu iddiasındaki her düşünce, aslında ölüm kokar’ der. Buradaki uyarı başta Marxizm olmak üzere, insanlığın gidişatını belirli bir tarih felsefesi üzerinden baştan sona bir bütün olarak açıklama iddiasında bulunan ve bu sözde açıklama modelini ileriye dönük siyasal stratejisini temellendirmede kullanan ideoloji ve hareketlere yapılmış bir uyarıdır.

“Ben bir anarşistim” lafını ilk telaffuz eden Proudhon, tabiî ki Büyük Devrim’in çocuğudur; ancak ondan çok daha önce bu devrimin ‘özgürlük, eşitlik, kardeşlik’ şiarının, başta din, devlet, özel mülkiyet ve evlilik olmak üzere bize kutsalmış gibi dayatılan, oysa gerçekte ‘atalarımızın tutkularının, korkaklıklarının, kıskançlıklarının ve hırslarının ürünlerinden başka bir şey olmayan kurumlar’ın geride bırakılmasıyla mümkün olacağını söyleyen bir İngiliz, William Godwin vardır. Hakeza Fourier de, toplumdaki huzursuzluk ve çatışmaların, iktidar zafiyetinden değil, bizatihi iktidarın varlığından kaynaklandığı görüşündedir. İnsanların kendi doğal yönelimleri doğrultusunda yaşamalarına izin veren bir düzende insanlık gerek kendi içinde, gerekse doğa ile bütünleşip ‘evrensel harmoni’ye ulaşırken, devlet de baskıcı bir güç olarak ortaya çıkmış olmayacaktır. Fourier, böyle bir dünyanın ideal örgütlenme modelini ince ince anlatıp adını bile koyar: Falanster.

Anarşizm sözcüğünü bir kez dahi telaffuz etmemiş olsalar da bu her iki düşünürde de anarşizmin günümüze kadar uzanan iki ana damarını apaçık görmekteyizdir: Serbest aşk/cinsel özgürlük ve çevre duyarlılığı/ekolojizm.

Anarşist düşüncenin XX. Yüzyılın ikinci yarısı itibariyle en etkili iki temsilcisinden Daniel Guérin’in (ö. 1988) öncelikli konularından birinin cinsel özgürlük olduğunu, Amerikalı Murray Bookchin’in (ö. 2006) ise çağdaş çevreci/yeşil hareketlerin adeta peygamberi görüldüğünü de dikkate alırsak, Godwin ve özellikle de Fourier’yi pek de öyle anarşistten saymayan çağdaşları ve doğrudan ardıllarının, aslında bu iki düşünüre bayağı bir haksızlık yaptıklarını söyleyebiliriz.

Ancak sol-sosyalist düşünce tarihinde kendisine en fazla haksızlık yapılan düşünür Proudhon’dur; hem de en başta bizzat Marx ve tabiî marxistler tarafından. Bidayette, kendisi Marx’ın gözünde de işçi sınıfının en yürekli savunucusu ve sosyalizmin en derinlikli düşünürlerinden biridir, hatta birincisidir. Ama ne zaman ki Marx’ın kendisini kendileriyle birlikte çalışmaya davet eden mektubuna (1846), bu teklifi reddetmemekle birlikte, kendisi için esas davanın işçi sınıfının kapitalistler karşısında muzaffer olup onlar üzerinde egemenlik kurması değil, kimlerin kimler üzerinde kurduğundan bağımsız olarak, her türlü egemenlik ilişkisinin ortadan kaldırılması olduğunun da altını çizerek bir cevap verir, işte o andan itibaren Kant’ından Hegel’ine hiçbir düşünürü ne tam okumuş ne de tam anlamış (“Kendisi zaten Almanca da bilmez” der, Marx), sathî, geveze, tutarsız, hatta neredeyse bunak, hayalci, ütopist, otodidakt küçük-burjuva vb… oluverir. Zaman içinde aldığı politik tavırlar itibariyle tutarsızlıkları (örneğin, esas odaklanılması gerekenin ekonomik alan olduğu, neredeyse kendi amentüsü iken, 1848’de ara seçimlerine katılıp parlamentoya girer) olmuştur/olabilir; ancak esas önemlisi, tutarsızlığın ötesinde birbiriyle çelişen önermeleri de vardır. ‘Mülkiyet, hırsızlıktır’ sözü kendisine aittir; ama, kendi üretim araçlarına sahip olmanın bireyin özgürlüğünün garantisi olduğu söyleyen de yine kendisidir: Ne kadar çelişik, değil mi; ama, ilk bakışta. İlk bakışta; zira, Proudhon’un hırsızlık olarak gördüğü mülkiyet, insanların kendi hayatlarını kazanmak/idame ettirmek, kendi kendilerini yeniden üretmek üzere kullanacakları üretim araçları üzerine her ne yoldan olursa olsun tekel konulup, onların bu araçlara ulaşmasının imkansız veya başka birilerinin iznine tâbi kılınmasıdır. Proudhon’un ve onu doğru anlayanların tabirlerini kullanırsak, ‘propriété’ nesneler üzerinde tekel iken, ‘possession’ nesneyi üretimde kullanma hakkıdır ve anarşizmin özyönetimle buluşup kuvveden fiile çıkmasının yolunu açabilecek anahtar da işte bu ayırımda gizlidir.

Marxist anlamıyla komünizm ile anarşizm arasındaki temel farkı da yine bu kavram ikilisi üzerinden formüle edebiliriz. Şöyle ki, komünizmde üretim araçlarının mülkiyeti (propriété) devlet tekelinde olup gerçek bireylerin bunlar üzerinde tasarrufta bulunması (possession) da ancak devlet tarikiyle gerçekleşirken, anarşizmin ön gördüğü çözümde sadece ve sadece gerçek bireylerin ‘possession’undan arda kalan nesneler kamusal mülkiyete konu/umuma ait olacaktır. Bu formül üzerinden bakıldığında, her şeyden önce siyasal iktidarı/devleti ele geçirmenin komünizm açısından neden tartışılmaz şekilde birincil öncelik olduğu apaçık ortaya çıkar. Anarşistler ise, devrimi ekonomik düzlemde başlatıp sürdürecekler, dolayısıyla başlangıçta devleti ele geçirmelerine gerek olmadığı gibi, süreç ilerledikçe de zaten devlete ne yer kalacaktır ne de gerek. Tabiî, burada anarşistlerin önüne çıkan ve ne o gün, ne de bugün çözebilmiş oldukları ufak bir problem vardır: İleride nasıl olsa yok olacaktır ama, bugün buradaki mevcut devlet, anarşistlerimizin ekonomik devrimine izin verecek midir; üstelik sonunda kendisini ortadan kaldıracak bir gidişata neden izin versindir ki…

Anarşistlerin, Marx’ın ön gördüğü devrim sürecinin devleti ortadan kaldırmak bir yana, kamusalın (umuma/herkese ait olanın) tümünü peşinen işgal edecek olduğuna göre hiç kimseye de özel alan bırakmamış olacak devasa ve kadir-i mutlak bir canavar ortaya çıkartacağını söylerken ne kadar haklı olduklarını tarih zaten göstermiştir. Ancak, kendileri de “aman, böyle bir canavar ortaya çıkmasın” diye en etkili olabilecekleri ortam ve konjonktürlerde dahi siyasal iktidardan pay almayı reddedip kendilerini ekonomik alana (öncelikle fabrikalara) hapsettikleri ölçüde, toplumun tümünü kuşatıp dönüştürme şansını kendi elleriyle yok etmişlerdir. Bu, hem İtalya’da (1919-20 İşçi Konseyleri hareketi), hem de daha büyük ölçüde İspanya’da (1936-39 İç Savaş) böyle olmuştur. Bu başarısızlıklarında komünistlerin ve Sovyetler Birliği’nin kendilerine karşı hasmane tutumu da şu ya da bu ölçüde rôl oynamıştır; ancak, esas zafiyet, anarşistlerin toplumsal olan ile ekonomik ve siyasal olan arasındaki diyalektik ilişkiyi kavrayamamış olmalarından kaynaklanır: Siyasal olan, ekonomik olan toplumsal karşısında özerkleştiği, toplumsal olana emilir olmaktan çıktığı veya kendi kendisini toplumsaldan tecrit ettiği ölçüde varlık ve belirleyicilik kazanır; dolayısıyla siyasal iktidarı işlevsiz kılıp devleti söndürme işi, ekonomik olanı tek başına güçlendirmekten değil, tam tersine doğrudan doğruya toplumsal olana tâbi kılmaktan geçer.

İktidarın yozlaştıcılığını vurgulayarak devleti ele geçirmekle özgürlüğe ve eşitliğe doğru yol alınamayacağını söylerken çok haklıdırlar ama, toplumun topyekûn özgürleşmesi de bireyin özgürlüğüne övgüler düzüp (Max Stirner) gönüllü katılım temelindeki birliklerin çoğalmasını teşvik etmekle kotarılacak bir iş değildir: XIX. Yüzyılın ikinci yarısı, özellikle de Proudhon’un ölümünden (1865) sonra, anarşistler için Marx’ın ve marxistlerin kıvrak manevraları ve örgütlenmedeki büyük maharetleri karşısında işi Engels’in bir Alman olarak Slavlara karşı üstünlük taslamakla suçlamaya kadar vardıran (Bakunin) kısır polemiklerle geçecektir. Ayrıca yine Bakunin’e ait şu sözleri de alıntılayalım da, hem söz konusu polemiklerin ne seviyelere düştüğüne bir örnek olsun, hem de işin içine Zerdüştlüğü, Nusayrîliği katan bir siyasal söylem karşısında yeise kapılanlar birazcık teselli bulsun:“Bu Yahudi dünyası bugün çoğunlukla Marx’ın ve Rothschild’in komutası altındadır. Ben eminim ki bir taraftan Rothschildler Marx’ın faziletlerini takdir ediyorlar, diğer taraftan da Marx Rothschildler’e karşı içgüdüsel bir yakınlık ve büyük saygı besliyor. Bu tuhaf görünebilir. Komünizm ve yüksek finans arasında nasıl bir ortak nokta olabilir? Ho ho! Marx’ın komünizmi güçlü bir devlet merkeziyetçiliği istiyor ve bunun olduğu yerde – insanların emeği üzerine spekülasyonlar yapan – parazit Yahudi milleti daima varoluşunun anlamını bulacaktır…” Polémique contre les Juifs (Yahudilere karşı polemik), 1872.

Yazımıza “anarşizm, kimsenin kimseye kulluk etmediği, kimsenin kimseye hükmetmediği, başkaları karşısında önceliğe/egemenliğe sahip olmadığı bir toplum düzenini, yani anarşiyi ön gören siyasal felsefe ve akım” diye başlamıştık. Şöyle de diyebiliriz: Anarşizm, insanlar üzerindeki her türlü tekeli reddeder. Komünizmin reddettiği ise, birilerinin şeyler/nesneler üzerindeki tekelidir. Ancak, ister şeyler/nesneler üzerinden gerçekleşsin, isterse doğrudan insanı hedef alsın, tekelin her türlüsü mutlaka ve mutlaka bir emek sömürüsüne tekabül eder. İşte tam bu noktada, anarşizm ile komünizmi birbirleri karşısında nereye yerleştireceğimiz konusunda bize yol gösterecek olan sosyalizmdir; zira, nihaî hedefi emek sömürüsünün olmadığı bir dünya olduğuna göre, sosyalizmin dünyası, aynı zamanda hiçbir egemenlik ilişkisinin de bulunmadığı bir dünya olacaktır. Öyleyse, biz de yazımızı şöyle bitirelim: Komünizmin de, anarşizmin de hedefleri sosyalizmde mündemiç olduğuna göre, her ikisinin de aslında aynı hedefe ulaşmak üzere çizilmiş iki farklı yol; sömürüsüz bir dünya idealine adanmışlığın iki farklı tarikati olduğunu söyleyebiliriz.

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.