Düşünce ve Kuram Dergisi

Sosyolojinin Kurguladığı Toplum ve Kadın

Esra Bilge

İktidar ve devlet zihniyetinin tüm toplumsal dokulara yayıldığı, yine her bireyin devlet ve iktidarı tüm ilişki sistemi içinde yaşattığı önemli bir gerçek. Bu gerçek doğrultusunda iktidar sanki tüm dünyaya hakim ve o olmazsa olmayacakmış gibi bir algı dünyası oluşturulmuştur. Bu algı dünyası insan zihnini sarmalamış olsa da, evrenin tümünde olduğu gibi insan zihninde de iktidar ve devletçi yöntem işlememektedir. Fakat bilimcilik, insan zihninde iktidarı olmazsa olmaz bir kaideymiş gibi inşa ettiği için tüm evren yorumlarımızda da iktidarsız bir yorumu bulmak mümkün değildir. Yalan ve yanlışlarla donatılan bu durum, kanıtlar ve ispatlar olmadığı halde bir olayı, olguyu iktidarcıymış gibi ele almamıza neden olur. Bunun sorumlularından biri de bilimsellik adına yola çıkan bilimcilerdir. Bilim dünyası kurguladığı yöntemleri mutlak yöntemler olarak ortaya koyarken, farklı düşünüş biçimlerini de sürekli doğruluk payı olmayan gerçekler olarak ele alıp, topluma empoze etmekten de geri kalmıyor. Tarihsel toplumsal düzleme baktığımızda görüyoruz ki şimdiye dek özgürlüğü, adaleti ve eşitliği getireceğini iddia eden bilimsel yaklaşımların büyük bir bölümü toplumsal eşitsizliği, sınıfları, kategorize etmeyi, ‘ben’ ve ‘öteki’yi, iktidarı ve bir avuç insanın her türlü tasarrufunu büyütmekten öteye bir anlam ifade etmedi. O zaman anlaşılıyor ki bilimsellik adı altında geliştirilen düşüncelerin, kuramların ve kavramların yeniden tanımlanmaya ihtiyacı var. Spinoza’nın söylediği gibi “anlamlı yaşam özgürlüktür”. Toplum biliminde geliştirilmesi gereken temel konu, anlamlı yaşamı ortaya çıkarmak ve onun sürekliliğini sağlamak olmalıdır.

Agust Comte, menşeli sosyoloji; insan topluluğunun nasıl yaşaması gerektiğini araştıran, fizik, kimya, biyoloji gibi bir bilim dalı olarak tanımlanmıştır. Bu nedenle onda insan topluluğunu, evrenin tüm canlılığı ve bütünlüğünün çok dışında bir ele alış vardır. Onun için Comte, sosyoloji bilimini inşa ederken toplumsal yapıyı, doğadan, koparan parçalı kurgulamıştır. Bu kurgu sonucunda insan kendisini her şeyin üstünde görür ve buna göre yaşamını oluşturur. Bu temelde şekillenen sosyolojinin inşası, erkek toplumsallığı olarak gerçekleşmiştir. Bu şekilde A. Comte’un inşa ettiği sosyal bilim fizik, kimya, biyoloji bilimlerinden bağımsız olarak ele alınması gereken bir alan olarak tanımlanmıştır. Bu bilimlerle bağı sadece ortaya çıkardığı ürünlerden faydalanma olarak tanımlanmıştır. Comte’un inşa etmeye çalıştığı bu bilim dalı içinde bilim adamı(!)’nın kimliği ise bağımsız ve objektif düşünebilmek şeklinde ele alınmıştır. Bu konu üzerinde çok yoğun duran Comte, bilimin toplumsal tarihsel düzlemi parçalı ele almasında önemli bir rol oynamıştır. Comte’un kurgulamış olduğu sosyoloji bilimi günümüze kadar, iktidar ve devletin sürekli yüceltildiği bir alan olma özelliğini taşıya gelmiştir. Dolayısıyla sosyal bilim, insanın varoluşunu daha fazla karmaşıklaştırıp, bir sorun yumağına dönüştürmüştür. Toplumun iktidar ve devletli kültürle obezit hale getirilmesinde modernitenin sosyolojik yaklaşımı başı çekmektedir. Oysa toplum kendisini yaşatabileceği kültür olan anlam gücünü sosyal bilimlerden almak durumundadır. Sosyolojinin toplumlar açısından önemi, onun anlam arttırıcı rolünde olmasındandır. O nedenle sosyoloji, toplumsal varlığın teminatı olan savunma gücünü zayıflatıyorsa o sosyolojinin mutlaka sorgulanması gerekmektedir.

Yapısal ve anlamsal olarak toplumsal sorunların çözülmesinde sosyal bilim, hem kendi yarattığı sorunları görerek hem de iktidar ve devlet geleneğinin oluşturduğu sorunları aşma konusunda kendisini sorumlu görmek durumundadır. Sosyal bilimler açısından temel ele alınması gereken konuların başında da iktidar ve devlet sarmalından kurtulmak olmalıdır. Bu konuda sosyolojinin kendisi ciddi sorunları taşımaktadır.

Toplum bilimin sorunsal olarak gördüğü bir konu da, kadın-erkek sorunu olarak tanımlanan ve toplumsal bozulmanın yaratıldığı ilişki sistemidir. İlk ezilen sınıf, soy ve ulus olarak tanımlayacağımız kadın özgürlük sorunu, tarihin iktidar ve devlet geleneğinin kendisini kurguladığı ilişki sistematiğidir. Bu özgürlük sorunun giderilmesi konusunda, sosyal bilimin yapamadığını feminizm özellikle 1960’lı yıllardan itibaren yüksek sesle yapmaya çalışmıştır. 1960’lı yıllardan itibaren toplumsal alanda feminizm sesini duyurmaya başlamış olsa da çıkış tarihi Fransız devrimine kadar dayanır. Feminizm kelime kökeni itibariyle Türkçeye çevrildiğinde kadıncılık anlamını taşıyor. Kelime tanımı olarak bu anlamı taşıyor olsa da feminizm kadın hakları, kadın-erkek eşitliği, kadının gerçekliğini toplumsal ve tarihsel düzlemde yeniden açıklama çabasını anlatmaktadır.

Kelime anlamı bu olan feminizm, toplumsal-tarihsel alanda kadının hakikatini ortaya çıkarma ve savunma konusunda önemli çabalar geliştirmiş olsa da yeterli gücü ortaya çıkarmaktan uzaktır. Bunun temel nedeni ise, oluşturduğu kavramsal ve kuramsal çerçevedir. Yürütülen bir mücadelenin kavramları ve kuramlarının doğru ele alınması, mücadelenin özgürlük eğilimini de güçlendirmede belirleyici bir role sahiptir. Kavramlar doğru bir zemine oturtulmadığı müddetçe ne kadar özgürlük adına mücadele yürütüldüğü iddia edilse de modernitenin oluşturduğu sarmaldan kurtulmak mümkün olmamaktadır. Dolayısıyla biz kadınların ilk görevi, özgürlük mücadelemizin kapitalist modernitenin oluşturduğu kavramlar ve kuramlardan kurtarılması olmalıdır. Ancak bu temelde, inşa edilen toplumsal-tarihsel zemini iyi, güzel ve doğru temelde eleştiri süzgecinden geçirerek kadının hakikatini ortaya çıkarmak mümkün olabilir. Hakikati ortaya çıkarma ve savunma mücadelesinde düşüncenin, sözün ve eylemin bütünlüklü ve birbirini tamamlar nitelikte olması önemini her zamankinden daha fazla koruyor. Özgürlük eğilimini geliştirip güçlendirecek bir hareket olma iddiasını taşırken bu bütünlüğü koruma kararlılığı, kendi kendini tanımlamada mücadeleyi belirleyecektir. Çünkü eylemi, sözü ve düşünceyi bütünsel değil parçalı ele alınışı aşılması gereken en ciddi tehlike olmaktadır. O nedenle kadıncılık hareketi olarak ortaya çıkan feminizmin belki de içine düştüğü en temel sorunlardan biri de olguları parçalı ele alarak modernitenin oluşturmuş olduğu kavramsal çerçevenin dışına çıkamamaktır. Toplumsal sorunlar bir bütündür. Toplumsal sorunların parçalı ele alınışı, “tek sorun en önemli sorun” biçimindeki değerlendirmeler toplumsal hakikatin parçalanması ile ilgili bir sorundur.

Günümüzde inşa edilen toplumsal yapı ele alındığında parçalı zihniyet kalıplarının paradigmaları belirlediğini görüyoruz. Paradigmanın parçalı inşa edilişi ise tüm yaşam alanlarında parçalılığı yansıtmıştır. Toplumsal yapının parçalanması sonucunda ortaya çıkan temel gerçek; erkeğin bir üst sınıf, biçiminde ele alınışıdır. İkili ele alışların temel sorunu da biraz da burada gizlidir. İktidarcı ve devletçi paradigmanın kendisini inşa ettiği temel yöntemlerden birisi de tekli düşünce biçimidir. Kadın-erkek ikileminin türevi haline getirilen; Biri ya da öbürü, ben ya da o, idealizm-materyalizm, felsefebilim, toplum-birey, doğa-toplum dualitesi düşünüş yapısına hakim kılınmıştır. Tekli düşünce yapısının belirleyici olduğu zihinsel yapılar mutlak anlamda birini tercih haline dönüştürmüştür. Biri diğerini olumsuzlanması üzerinden zihinler kendini varlık haline getirmiştir. Bu dualist paradigma ile inşa edilen düşünce biçimleri madalyonun bir yüzü halindedir. Oysa evrende her şey ikili halde kendini var etmektedir. Birbirini yok etme üzerinden değil, biri varsa diğeri de vardır. Her birinin karşıt haline dönüştürülmesi sonucunda iktidar ve devlet toplumsal doku içerisinde kendisini çok daha güçlü inşa etmiştir. Feminizm bu karşıtlıkları ortadan kaldırmak yerine madalyonun bir yüzü haline dönüşmüştür. Bunun temel sorumlusu ise yukarıda ifade ettiğimiz gibi, modernitenin yöntem sarmalından kurtulamamaktır. Modernitenin parçalı zihniyeti, hakikat yerine imal eden parçalı inşası, toplumun iktidar tercihli kurgulanmasına götürmüştür.

Anarko-feminizmin güçlü teorisyenlerinden biri olan Emma Goldman şöyle der: “Onun (kadının) gelişmesi, onun özgürlüğü, onun bağımsızlığı kendinden ve kendisi aracılığı ile olmalıdır. İlk önce, kendisini bir seks metası olarak değil, bir şahsiyet olarak değerlendirmesi ile. İkinci olarak, herhangi birisinin kendi vücudu üzerinde hak iddia etmesini reddederek; istemedikçe çocuk doğurmayı reddederek, Tanrı’ya, Devlet’e, topluma, kocaya, aileye vb. hizmetçi olmayı reddederek; yaşamını daha basit, ama daha derin ve zengin yaparak. Yani, yaşamın anlam ve özünü tüm karmaşıklığı ile anlamaya çalışarak; kendisini toplumun değer yargılarının ve sınırlamalarının korkusundan özgürleştirerek.” Evet, Goldman’ın ifade etmiş olduğu iktidar ve devletin kadına biçmiş olduğu toplumsal kimlikten kurtuluş sağlanmadığı müddetçe kadının kendi kimliği ile yaşayamayacağıdır. Fakat bu konuda en temelde yürütülmesi gereken mücadele, modernitenin anlamlar yüklediği kavramları çok eleştirel bir yaklaşımla ele almaktır. Bu nedenle toplumsal kaynak olan ve ahlaki-politik toplum olarak ifadeye kavuşturduğumuz doğal toplumu, derinliğine kavramak bir ihtiyaçtır. Tarihi de ele alırken modernist bakış açısının oluşturduğu çemberi kırıp, dualist paradigmadan sıyrılmak gerekir. Kimlik ve tanımlamalar toplumun tüm özgürlük sorunları ile ilgili bir sorundur. İktidarın biçtiği rollerin dışına çıkabilmek için öncelikli olarak kadının ahlaki-politik toplum içerisindeki yerini görmek için iktidarcı-devletçi inşadan önceki tarihi doğru okuması bir ihtiyaç olarak ortaya çıkıyor. Bu nedenle eğer tarihsel toplumsal yapı içinde kadını bilimsel olarak ele alacaksak, tarihle ve ahlakla bağını doğru kurmak önemli bir zihniyet biçimi oluyor.

Marily French (İktidarın Ötesinde’de), insan ırkının ilk önemli toplumsal katmanlaşmasının, kadının etkin olarak “daha düşük” ve “daha aşağı” bir toplumsal sınıf haline sokulduğu, erkeğin kadına hakim hale geldiği zaman oluştuğunu öne sürer. Bu önemsenecek bir çıkıştır. Kadının ikinci sınıf olarak kategorize edilmesi ile birlikte iktidar ve devlet, toplumsal dokuda kendisini inşa etmiştir. Mezopotamya merkezli uygarlık çıkış süreci bu konuda örnek kabilinden birçok mitolojik anlatımla doludur. Yine feminist epistemoloji ve metedoloji çokça tartışılmaktadır. Fakat yürütülen bu tartışmalar, sosyoloji ve genel olarak sosyal bilimlerin yaşadığı çıkmaz sokağı aştıramamıştır.Abdullah Öcalan “hakikat bütündür” demektedir. Hakikati ise ahlaki-politik toplum yapısı olarak tanımlamaktadır. Kadın da ahlaki-politik toplumun inşası, bu toplumun kendisini sürdürmesi ve koruması açısından önemli bir güçtür.

Bu gücün hakikatini ortaya çıkarabilmek için bilimin de bütünlüklü olması gerekmektedir. Bu nedenle de toplum bilimin kendi içinde yaşadığı parçalılığın aşılması gerekir. Tarih, felsefe, epistemoloji, antropoloji, ekoloji, filoloji, psikoloji gibi tüm lojilerin bu hakikati ortaya çıkarmak için toplumsal yapıyı parçalayan değil birbirleri arasındaki bağı korumak durumundadır. İşin en can alıcı noktası ise inşa edilen kavramların iktidar ve devletten arındırıldığı kadar onların savunulmasında da kendisini örgütlemek durumundadır. Feminizm, kadının hakkını almak adına yola çıkmış olsa da adil, eşit ve özgür bir toplumun inşasında söz ve eylemin uyumluluğu konusunda sorunlu bir yapıya sahiptir. Akımlara göre değişiklikler göstermiş olsa da kendi içinde parçalı bir duruş topluma ve kadına da parçalı yaklaşımları beraberinde getirmiştir. Söylem düzeyinde kimi akımlar hakikati ortaya çıkarmada önemli bir veri ortaya çıkarmış olsa da toplumsal alanda hakikati örgütleme konusunda ciddi bir zayıflığı göstermişlerdir.

Kapitalist modernitenin zirve yaptığı ama aynı zamanda düşüşünün de yaşandığı günümüzde sorunun aşılması için bütünlüklü, bir bilimsel yaklaşıma ihtiyaç var. Abdullah Öcalan’ın AİHM’e sunmuş olduğu “özgürlük sosyolojisi” isimli savunmasında ahlaki-politik toplumun inşasında kadının rolüne vurgu yapmış ve bunun için kadının bir bilim olarak ele alınmasının bu konuda önemli bir aşama geliştireceğini belirtmiştir. “Kadını sosyal ilişki yoğunluğu olarak incelemek, bu nedenle sadece anlamlı değil, toplumsal kördüğümleri aşmak (çözümlemek) açısından da büyük önem taşır. Erkek egemen bakış bağışıklık kazandığı için, kadına ilişkin körlüğü kırmak bir nevi atomu parçalamak gibidir. Bu körlüğü kırmak büyük entelektüel çaba harcamayı ve egemen erkekliği yıkmayı gerektirir. Kadın cephesinde ise neredeyse varoluş tarzı haline getirdiği ve aslında toplumsal olarak inşa edilen kadını da çözmek, o denli yıkmak gerekir. Tüm özgürlük ve eşitlik mücadelelerinin, demokratik, ahlaki-politik ve sınıfsal mücadelelerin başarı veya başarısızlıklarında yaşanan hayal kırıklıkları (ütopya, program ve ilkelerin hayata geçirilemeyişi), kırılmayan egemen (iktidarlı) ilişki biçiminin (kadın-erkek arasındaki) izlerini taşır.” Toplumsal sorunlara çözüm getireceğini iddia eden birçok akım, teori ve kuram, kadın özgürlük sorununa çözüm getiremediklerinden dolayı iktidarla donatılmış bir toplum kuruluşuna gitmiştir. Hele ki reel sosyalist gelenek bu konuda can alıcı bir örnektir. Reel sosyalizmde kadın kimliği ve hakikati bu mücadele tarafından yutulmuştur. Abdullah Öcalan aynı savunmada “Tüm bilimlere olduğu gibi sosyal bilimlere de damgasını vurmuş erkeklik söyleminde kadından bahseden satırlar, gerçekliğe hiç dokunmayan propagandatif yaklaşımlarla yüklüdür. Kadının gerçek statüsü bu söylemlerle tıpkı uygarlık tarihlerinin sınıf, sömürü, baskı ve işkenceyi örtbas etmesi gibi belki de kırk kez örtülmektedir. Feminizm yerine jineoloji (kadın bilimi) kavramı amacı daha iyi karşılayabilir. Jineoloji’nin ortaya çıkaracağı olgular herhalde teolojinin, eskatalojinin, politikolojinin, pedagojinin, velhasıl sosyolojinin birçok bölümlerine ilişkin loji’lerden daha az gerçeklik payı taşımayacaktır.” demektedir. Jineoloji kendisini inşa ederken aynı zamanda feminizmin ortaya çıkardığı özgürlükçü değerleri de miras olarak ele alır. Bu nedenle feminizmin ifade ettiği, eyleme geçirdiği değerleri, özgürlük ve adalet süzgecinden geçirerek hakikati inşa etme çabasını geliştirmek önemlidir. Hakikatin belki de en sade tanımı ahlaki-politik toplumdadır. Toplumu parçalayan ele alışlarla toplumun bir kesimini belli bir statü altında tanımlayıp, kadını toplumun içerisinde tanımlamamak bu hakikati parçalı ele almayı da beraberinde getirecektir. Dolayısıyla kadın tanımı yapılmadan toplum tanımı da sakat olacaktır. Yanlış tanımlanan kadın doğası toplumun özgürlük düzeyini etkileyip, toplumu iktidara açık hale getirebilir. Başta kadının sömürgeleştirilme tarihini, ekonomik, siyasal, sosyal, zihinsel ve estetik anlamda kadını yeniden tanımlaya ihtiyaç vardır. Charles Fourier “toplumsal ilerleme ve tarihsel devir değişimleri kadınların özgürlüğe doğru ilerleyişiyle orantılıdır ve toplumsal düşüş kadınların özgürlüğündeki azalma sonucunda gerçekleşir” bu deyim feminist hareket için önemli bir kaynak olmasına rağmen altını doldurmada zayıflıklar yaşanmıştır. O nedenle Jineoloji, iktidar eliyle sakatlanmış sosyal bilimlerin yaşadığı sıkıntılardan kurtulmak için girişeceği temel mücadele, toplumsal hakikati ortaya çıkaracaktır. Çünkü üstü örtülen kadın hakikati ile birlikte iktidar ve devlet, kendisini güç haline getirip örgütlemiştir. Bu konuda düalist paradigmanın rolü belirleyicidir. Ötekilik kavramı, toplumsal gerçekliğin alt üst oluşuna neden olmuştur. Jineoloji bu paradigmanın radikal değişiminden kendisini sorumlu görür. Paradigma değişimi, toplumsal zihniyet, örgüt ve eyleminde köklü değişiklikleri de beraberinde getirecektir.

Düalist paradigmanın temel argümanlarından biri de özne ve nesne ayrışmasıdır. Kadının nesne, erkeğin ise özne konumunda tutulduğu sosyal bilim alanında çokça dillendirilir ve bunun üzerinden toplum inşa edilir. Sosyal bilimin oluşturduğu bu parçalanmanın önünü alıp, kadının toplumun ahlaki-politik yapı içerisinde savunmasını sağlayacak temel zihniyet alanı da jineolojidir. Bilimcilik adı altında toplumu ahlaki anlamda düşürme olarak tanımlayacağımız öznelik ve nesnelik dayanaklarını ortadan kaldırmak başlıca görev halindedir. Egemen sistemin devletin prototipi olarak tanımladığı aile kavramı da jineoloji kapsamında ele alınan konuların başındadır. Devletli yapının inşa ettiği aile kavramı kadını özgürlükten katbekat uzaklaştıran kavramlardan biridir. Bu paradigma ışığında aile içinde kadına biçilen statü çocuk doğurmanın ötesine geçmemektedir. Kadın, çocuk doğurur ve bakar, doğuracağı çocukların her biri kadının yaşamından bir ömür alsa da kaç çocuk doğurup, büyüteceği erkek tarafından belirlenir. Erkeğin kendi hanedanlığını büyüttüğü aile yapısı itibariyle de bir devletçik biçiminde inşa edilmiştir. Kadın, erkek karşısında ikincil bir konumda tutulmayı bu yapı içinde sürekli öğrenirken bir de koruyacağı namusu vardır. Bu namus da erkek ölçülerinde oluşturulmuş bir namustur. İnşa edilen bu kurumlaşmada değişikliğe gitmek jineoloji kapsamındadır. Erkek egemenlikli yaklaşımın besleyip, büyüttüğü aile kavramı yerine demokratik, özgürlükçü ve eşitlikçi bir sistemi inşa etmek günümüz toplumsallığı açısından kaçınılmaz görevlerin başında geliyor. Aslında burada şunu ifade etmekte fayda var ki kadını öteki, ikinci sınıf, bir ırk, ulus olarak ele alan modernist kavramların ve toplumsal yapıların tümü jineoloji kapsamında ele alınmak durumundadır. Fakat sosyal bilimlerin yaşadığı sıkıntıların başında da kavram karmaşası gelmektedir. Dolayısıyla modernitenin oluşturduğu bu sarmala takılmak yerine bazı kavramlardan başlayarak sorunlara çözüm gücü olmak ve bunlar üzerinden ortaya çıkan değerleri savunabilecek program, örgüt ve eylemler üzerinde durmak bir ihtiyaçtır. Ele alınması gereken konuların başında tarih, ekonomi, nüfus, etik ve estetik konuları gelir. Bu konuları ele alırken aynı zamanda paradigmatik yaklaşım da belirlenerek tarihsel ve güncel sorunlar bir arada çözümlenebilir.

 

Yararlanılan Kaynaklar

1) Emma Goldman, Anarşizm ve Diğer Makaleler, s. 211
2) Abdullah Öcalan, Özgürlük Sosyolojisi
Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.