Düşünce ve Kuram Dergisi

Kültür

Ali Fırat

Kültürü insan toplumunun tarihsel süreç içinde oluşturduğu tüm yapısallıklar ve anlamlılıklar bütünü olarak genel bir tanıma kavuşturabiliriz. Yapısallıkları dönüşüme açık kurumların bütünü, anlamlılıkları ise dönüşen kurumların zenginleşen ve çeşitlenen eşgüdümlü anlamlılık düzeyi veya içeriği olarak tanımlamak mümkündür. Bir benzetmeyle tanımlamayı güçlendirirsek, yapısallığı yapının maddi, somut çerçevesi, anlamı ise bu maddi, somut çerçevenin içeriği, hareket ettiren, duygulu ve düşünceli kılan yasası olarak belirlemek mümkündür. Burada Hegel’in ‘doğa’ ve ‘tin’ kavramlarına yakınlaştığımızı söyleyebiliriz. Özellikle Hegel ‘in iki yüz yıl önce bu kavramlara yüklediği anlamın ve bu kavramlar için yaptığı tanımlamanın içeriğinin daha sonraki bilimsel gelişmelerle yetkinleştiğini söylemek mümkündür.

Kültürün dar anlamda tanımı da oldukça sık kullanılmaktadır. Burada kültür daha çok anlam, içerik, yapının yasası ve canlılığı olarak belirlenmeye çalışılmaktadır. Toplum söz konusu olduğunda, dar anlamda kültürü toplumun anlam dünyası, ahlâk yasası, zihniyeti, sanatı ve bilimi olarak tanımlıyoruz. Politik, ekonomik ve sosyal kurumlar bu dar anlamla bütünleştirilerek geniş anlamda genel kültür tanımına geçilir. Dolayısıyla ancak temelde kurumsal ve içerik olarak anlamı varsa, bir varlık olarak toplumun kendisinden bahsedilebilir. Tek başına kurumsal ya da anlamsal toplumdan bahsetmek oldukça yanıltıcı olur. Tikel bir toplum ancak yeterli ölçüde kurumsal ve anlamsal bir düzey taşıyorsa kendisini bir varlık olarak kimliklendirebilir, adlandırabilir. Kendi başına kurumsal veya anlamsal toplumdan bahsetmek, bu tür toplumlar içinde insanca yaşanabileceğini varsaymak, tarihte tüm toplumların yaptığı gibi yanlışlık, sapma, ahlâksızlık ve çirkinlik olarak yargılanır. Bir toplum kurumsal olarak dağıtıldıktan sonra artık onun anlamından, dar kültüründen bahsedilemez. Bu durumda kurum su dolu bir tas gibidir. Tas kırıldıktan sonra, açık ki suyun varlığından bahsedilemez. Bahsedilse bile o artık tasın sahibi için su değil, başka topraklar veya kapların sahiplerine akmış bir yaşam unsurudur. Toplumsal anlam, zihniyet ve estetik yitiminin sonuçları daha da vahimdir. Böylesi bir durumda ancak başı uçurulmuş canlı varlıklar gibi bir varlığın çırpınmasından bahsedilebilir.

Zihniyet ve estetik dünyasını yitiren bir toplum çürümeye, vahşice parçalanmaya ve yenmeye terk edilmiş bir leşe benzer. Dolayısıyla bir toplumu kültürel olarak tanımlamak için onu mutlaka kurumsal ve anlamsal bütünlük içinde değerlendirmek şarttır.

Kürt Gerçekliğinde Kültürel Boyut

Kültürel boyut daha çok zihniyet durumuyla bağlantılıdır. Zihniyetin temel ifade aracı olduğundan dil önem taşır. Dil en eski toplumsallaşma araçlarındandır; toplumsallaşmada ilk aletlerden olan yontma taşlar kadar rol oynamıştır. Daha doğrusu, dilsel gelişme araçsal gelişmelerle bağlantılı olup, birbirlerini sıkıca etkilerler. Simgesel dil düzeni Homo Sapiens’in en önemli çıkış nedenidir. Bu dil düzeniyle insanlık düşünce gücünü geliştirmiş, bu da akabinde peş peşe devrimsel gelişmelere yol açmıştır. İnsan türünün toplumsal sıçrama yaptığı bu devrimlerin ana merkezi, coğrafi konumu gereği Toros-Zagros dağ sistemidir.

Kürt anaları ve ataları bu sistemin ana gruplarıydı. Oluşturdukları en eski dil grubu olan Aryen dil ve kültürü hem neolitik devrimin, hem de kent-uygarlık sürecinin gelişiminde temel rol oynamıştır. Tüm bu yönlü gelişmeler yaklaşık yirmi bin yıl öncesine kadar götürülebilmektedir. Dolayısıyla Kürtlerin zihniyet dünyalarında neolitik ve uygarlık süreçlerinin izlerini okumak mümkündür. Daha sonra Hint-Avrupa dil ve kültür grubu denen gelişme de kökenini bu geçmişten almaktadır. Bu dil ve kültür grubundakiler karşılarında hep iki farklı dil ve kültür grubunu buldular. Güneyden Afrikalı kökenlerle yakından bağlantılı olan Semitik gruplarla (çöl ve sıcak alan kültürü) kuzeyden Sibirya eteklerinden kaynaklı Ural-Altay gruplarına (tundra ve soğuk alan kültürü) nazaran durumu en avantajlı gruplar orta alandakilerdi. Coğrafi avantaj gelişmede belirleyici rol oynadı. Bu nedenle orta alan grupları tarihsel olarak gözlemlenen büyük çıkışların gerçekleşmesine damgalarını vurdular. Hem maddi hem de manevi kültürel gelişmede başat rol oynamaları bu nedenle anlaşılırdır.

İktidar İslâm’ından kaçınan mezhepler ve tarikatlar da iktidar hastalığına bulaşmadıkça, daha özgür ve ahlâklı bir toplum yaşamına katkıda bulunmuşlardır. Bunlar ortaçağın bir nevi öz savunma örgütleriydi. Kürt kültürü ortaçağda esas olarak bu iki yoldan hem varlığını korumuş, hem de kullaşmayı derinliğine yaşamamış ve özgürlüğüne tutkulu bağlılığını sürdürmüştür.

Kapitalist modernite maddi kültür alanında olduğu gibi manevi kültüre yönelik olarak da asimilasyonist ve soykırımcı bir tutum sergilemiş, bunu da ulus-devletçi imha mekanizmaları yoluyla gerçekleştirmiştir. Kapitalist modernitenin ajan kurumları ve acenteleri niteliğindeki Arap, Türk ve Fars ulus-devletleri, geleneksel iktidar yapılanmalarından yararlanarak Kürt kültürünü tam bir cendereye almışlar, anadilde eğitimin tüm olanaklarından mahrum bırakmışlar, geleneksel medrese düzenlerini de yıkıp yasaklayarak Kürt dili ve kültürünü ulus-devletlerin hâkim dil ve kültür kurumlarında imha olmaya terk etmişlerdir. Kürt milliyetçiliğinin Kürt kültürünü koruma amaçlı cılız çabaları (dil ve edebiyat çalışmaları) başarılı olmadığı gibi, güçlü rakipleri karşısında ters etkiye yol açmıştır. Direniş kültürü güçlü olmayınca, ben zer her olguda rastlandığı gibi, giderek erime ve yok olma kaçınılmaz olmuştur. Ayrıca burjuva milliyetçi formlar genel olarak da halk kültürlerini yaşatma ve geliştirme kapasitesinde olmayıp, tersine çarpıtma ve özünden boşaltma işlevini yerine getirirler. Yazılı kültürün zirve yaptığı modernite de, yasaklama ve asimilasyon nedeniyle kimi cılız çalışmalar dışında Kürt kültürü çok az ürün vermiştir. Bu ürünlerde de özgür yaşam doğru bir ifadeye kavuşturulmamış, daha çok aşiret aristokrasisi, beylik düzeni ve dinî otoriteler öne çıkarılmıştır.

Kürt gerçekliğinde ulusal kültürün gelişiminde kapitalist modernitenin rolü olumsuzdur. Burjuva ulusal kültürünü oluşturma açısından bile gerçekliğe yaklaşılamamıştır. Geçerli olan kültür hâkim ulus-devletin imhacı, asimilasyoncu ve soykırımcı kültürüdür. Her gün tekrarlanan faşist sloganlar olan ‘tek vatan’, ‘tek ulus’, ‘tek devlet’, ‘tek dil’, ‘tek bayrak’ söylemi bu gerçekliği ifade eder. İlk ve ortaçağların kültürel baskı ve asimilasyonunun çok ötesinde bir sistemi olan kapitalist modernite unsurları, mahşerin üç atlısı olarak, bir an önce mahşeri gerçekleştirme peşindedir. Azami kâr, endüstriyalizm ve ulus-devlet kültürü Kürtlerin henüz modernleşmiş olmaktan uzak olan geleneksel kültürünü uluslaşmadan tüketmek için tüm imhacı yöntemlerini uygulamaktan çekinmemektedir.

Türk bürokratik kapitalizminin yarattığı Beyaz Türk burjuvazisinin oluşum öyküsü tümüyle komplocudur. Komploculuk baştan itibaren geleneksel imparatorluk kültürünü kendine basamak ve maske yaparak, iç ve dış odaklı olarak toplumu rehin almıştır. Bu kültürde toplum tutsaktır. Kendine orijin saydığı toplumsal kültürü (Türk etnisitesi ve Sünni İslâm) bile rehine olarak kullanan bir sınıfsal elit türeyişin Kürt kültürel gerçekliği üzerinde çok daha tahripkâr rol oynayacağı açıktır. Tüm 20. yüzyıl tarihi bu yönde çarpıcı örneklerle doludur. Laik temelde çıkış ideası olan İttihat ve Terakkici kültür ve onun özellikle CHP ile daha da iktidarlaşmış biçimleri Ermeni, Helen ve Süryani kültürel varlığının tasfiyesini tamamladıktan sonra tüm güçleriyle Kürt kültürünün tasfiyesine yönelmişlerdir. Gerek 1925-1940 döneminde provoke edilen isyanlar sürecinde, gerekse daha sonraki beyaz ölüm sessizliğinde imhacı yöntemler sonuna kadar uygulanmıştır. Yer yer fiziki soykırımlar da uygulanmakla birlikte, uygulanan esas olarak kültürel soykırım modeli olmuştur.

Bu dönemde Kürt kültürü tüm maddi ve manevi unsurlarıyla mutlak bir inkâra ve yasaklamaya uğratılmış, sınırsız asimilasyon uygulamalarıyla kültürel soykırım tamamlanmaya çalışılmıştır. Kürtlerin kültürel varlıklarını yaşatmaları için tek bir ‘anaokulu’ açmalarına bile imkân tanınmamıştır. Dünyada bir örneği daha olmayan bir uygulama söz konusudur. Tek bir yasa maddesinde bile kültürel kimlik ifadesine yer verilmemiştir. Kürt kültürü tüm unsurlarıyla (edebiyat, tarih, müzik, resim, bilim vb.) hukuk dışı sayılmıştır. Bunun da yeryüzünde ikinci bir örneği yoktur. Kürtlükle ilgili yıkılması ve yok olması gereken unsurlar yıkılıp yok edilmiş, kullanılması gerekenler burjuva ulus-devlet kültürüne entegre edilmiş ve eritilerek Türk kültürü sayılmıştır. Anadilin yasaklanmasıyla birlikte tüm tarihsel köy, şehir, bölge ve anavatan adları da yasaklanmış, yerine Türkçe ‘Beyaz Türk’ adlar ikame edilmiş, böylece gerçekliklerinin de kolayca tasfiye olacağına hükmedilmiştir. Kürt kültürünün tüm ifade tarzları olan edebiyatı, müziği, resmi, tarihi ve bilimi aynı yasaklama kapsamında tutulmuş; daha da ileri gidilerek bu alanlarda çalışma yapanlar sadece hukuk dışı ilan edilmemiş, işsizliğe ve yoksulluğa mahkûm edilerek felç edilmiş lerdir. Yaşama şartı olarak kendilik kültüründen vaz geçiş dayatılmış ve uygulanmıştır. Özellikle isyan döneminden sonra ekonomi, hukuk ve siyaset en etkili tasfiye silahları olarak kullanılmıştır. Bu uygulamalardan geriye kendinden vazgeçmiş, yanına yaklaşılması bile başa en büyük belayı getirecek olan bir Kürt kültürel kadavra kalmıştır. Hazmedildikçe tüketilen bir kadavra! Tabii ki leş kargalarının yediklerinden geriye kalan unsurların çürümesi gibi bir kadavra! Kürt kültürel olgusunda büyük bir çürüme süreci yaşanmıştır, yaşanmaktadır.

Burjuvalaşmış İslâmî iktidarcı gelenek Beyaz Türkçü yaklaşımı aşma yeteneğini gösterememiş, hatta onun daha da gerisinde bir tutum takınmıştır. Kürt kültürel varlığına karşı modernist laikçi yöntemlere ilaveten, İslâmî gelenekleri de kullanarak, Türk-İslâm sentezi adı altında milliyetçiliği daha da koyulaştırıp uygulamıştır. Özellikle tasfiyede laikçi Türkleştirme yetersiz kalınca, Türk-İslâmcı motifler devreye sokulmuştur. Nakşî ve Kadirî tarikatlar başta olmak üzere, bütün dinsel araçlar, bu konuda kültürel imhanın araçları olarak kullanılmıştır. Diyanet İşleri Başkanlığı zaten Cumhuriyet’le birlikte kuruluşundan beri laikçilerin hizmetinde çalıştırılmıştır. Özellikle Kürtlerin din kültürüne bağlılığı istismar edilerek, dinin komplocu tarzda kullanımına büyük ağırlık verilmiştir. Tarikatların geleneksel direnişçi özellikleri içi boşaltılarak tersine amaçlar için kullanılmıştır. PKK’nin direnişçi ve özgürlükçü yaşam kültürüne karşı mücadelede işlevsiz kalan Beyaz Türk milliyetçiliği (güncel olarak somutta CHP, MHP vb.) yerine veya onunla birlikte, Türk-İslâmcılığını temsil eden (başta AKP olmak üzere Milli Görüş ve benzer diğer akım ve partiler) oluşumların Atatürkçü Cumhuriyet ilkelerine ters olduğu halde, ulus-devlet politikasının gereği olarak kullanılmasından çekinilmemiştir. Kürt kültürel varlığı söz konusu olunca, birçok İslâmcı akım ve parti, bir nevi ‘Haçlı Seferleri’ tarzında hareket etmeyi ‘milli birlik ve bütünlüğün’ gereği saymışlardır.

Son dönemde Kürt kültürel varlığının imhasının tamamlanamayacağı anlaşılınca, küresel hegemonyanın da dayatmasıyla geleneksel imhacı soykırım politikaları gevşetilmiş, ucu sahte bir Kürt ulus-devletçi kültüre varan oluşumlara yol açılmıştır. Bunda belirleyici etken, Kürt direniş ve özgür yaşam kültürüdür. Sahte, içi boş ve komplocu tarzda inşa edilen Kürtlükle esas olarak devrimci demokratik Kürt ulusal toplum kültürü hedeflenmektedir. Sanki bu tarz burjuva liberal bir Kürtlük varmış gibi çaba harcanarak, Kürt direniş ve özgür yaşam kültürü yerine ikame edilmeye çalışılmaktadır.

Bu yöntem kapitalist modernitenin ideolojik hegemonyası tarafından doğdukları günden beri tüm devrimci ideolojilere, reel sosyalizme ve ulusal kurtuluşu gerçekleştiren kültürlere karşı kullanılmış ve bunda oldukça başarı sağlanmıştır. Liberal ideolojik hegemonya son üç yüz yılda, özellikle devrimler çağında bu işlevini hem ince hem de kaba tüm araçlarla başarıyla yerine getirmede büyük bir tecrübe kazanmıştır. Başarı kazanmış sosyalist, demokratik ve ulusalcı deneyimler kendilerini kapitalist modernitenin liberal ideolojik hegemonyasından kurtaramamışlar, aralarına net çizgiler çekememiş olarak içinde erimekten kurtulamamışlardır. Şüphesiz bu durum direniş ve özgür yaşam kültürünün tümüyle yok edildiği anlamına gelmez; uygarlık tarihi boyunca sıkça yaşanan hegemonik baskının daha gelişkin bir benzerinin başarıyla geliştirilip uygulandığını kanıtlar.

Tarih boyunca Kürt direniş ve özgür yaşam kültürüne dayatılan hegemonik ideolojiler ve ikame kültürler en yıkıcı ve asimilasyonist uygulamalarını kapitalist modernite sürecinde sergilemişlerdir. Bu durum kapitalist modernitenin faşist özüyle bağlantılıdır. Azami kâr endüstriyalizmi, endüstriyalizm de ulus-devletçiliği zorunlu kılan bir kölelik sistemine dayanmak durumundadır. Evrensel çapta yaşanan kültürel soykırımlar bu sistemin işlerlik kazanması için sıkça başvurulan uygulamalardır. Kürt kültürel soykırımı sistemin bu varoluşsal niteliğini açığa vu ran başta gelen bir örnektir. İddia edildiği gibi soy kırım, sosyolojik birer olgu olan Türk, Arap, Yahudi veya herhangi bir ulusal olgudan kaynaklanmaz. Soykırım kapitalist modernitenin sömürü tarzıyla bağlantılı bir olgudur. Fakat görünüşte soykırım sanki modern uluslararası nda gerçekleşen bir olguymuş gibi yansıtılır. Kültürler soykırımlara varıncaya dek birbirleriyle çatıştırılmazsa, kapitalist azami kâr eğilimi işlemez kalır.

Türk ulus-devletince Kürt kültürel varlığına karşı yürütülen soykırım süreci, benzer biçimde ve bağlantılı olarak, öteki parçalayıcı ulus-devletler olan Arap ve İran devletlerince de işletilir. Sistemin mantığı gereği, birlikte parçalama ve imha etme başarı için gerekli görülür. Son dönemde İran, Suriye ve Türkiye ulus-devletleri arasında oluşturulan anti-Kürt koalisyonu deneyimlerinin tarihsel temeli vardır. Fakat petrol ve İsrail’in güvenliği nedeniyle küresel hegemonyanın çıkarları yerel ulus-devletlerinkiyle çatışınca, bu uygulamalar eskisi kadar rahat yürütülememektedir. Çelişki sistemin yer yer çatlaklar yaşamasına yol açmaktadır. Bu durumda Kürt kültürel direniş ve özgür yaşam hareketinin bir kez daha tarihî bir rol oynama şansı doğmakta; uygarlığın en son merkezî gücü olan kapitalist moderniteye karşı demokratik modernitenin kendini güçlü bir seçenek olarak sergilemesine fırsat sunmaktadır. Modern Kürt kültürü özgün nedenlerden ötürü kendini ancak demokratik modernite unsurları kapsamında başarıya götürebilir. Başarı derken, özgür yaşam kültürünün kalıcı, yok edilemeyen varlığından bahsediyoruz. Bu yaşamın temel formları demokratik ulus, ekolojik endüstri ve sosyal pazara da yer veren komünal ekonomidir. Kürdistan ve çağdaş Kürt gerçekliği tarihsel olarak uygarlık sisteminin doğuşuna beşiklik ettiği gibi, demokratik modernitenin de sistem olarak kendisini kanıtlamasına beşiklik etme şansına sahiptir. Demokratik kültürün sadece Kürtlerin modern yaşam kültürünün değil, bölgenin ve evrensel insanlığın da bir şansı olarak bu temelde rol oynaması büyük bir tarihsel önem kazanmaktadır.

Kürt gerçekliğini tanımlamaktaki güçlükler gerçekliğin bizatihi kendisinden kaynaklanmaktadır. Kürtler sadece sorunları çok ağır bir toplumsal gerçeklik değildir; varlık olarak tanımlanmaları konusunda da güçlükler öne çıkmaktadır. Tarihte ve daha çok da kapitalist modernite sürecinde Kürt varlığının tartışmalı hale gelmesinin altındaki temel etken, Kürtlere uygulanan baskı ve sömürü sisteminin soykırıma kadar varan özellikler taşımasıdır. Kürtlüğün kendisi sadece özgürce oluşmamakla kalmamakta, aynı zamanda paramparça edilmekte, sömürge olmaktan öteye âdeta toplumsal kadavralara bölünerek bitirilmeye çalışılmaktadır. Fakat yine de bir türlü bitirilememektedir. Bunda esas rol oynayan, coğrafyasının elverişli yapısı ile kabileci ve tarikatçı toplumsal özelliklerini tarih boyunca hep korumasıdır. Siyasal, iktidarsal ve devletsel bir toplum haline gelmek istediğinde sert kuşatma ve imha seferleriyle karşılaşmakta, bu yönlü kategorik gelişmeleri yaşamasına fırsat tanınmamaktadır. Böylesi durumlarla karşılaştığında, küçük toplumsal birimler halinde bölünmek ve dağlara sığınmak zorunda kalmaktadır. Bu küçük birimler neolitik çağdan beri oluşan kabileler toplumunu aşamamaktadır. Küçük birimlere bölünmesi toplumsal gerilikle ilgili olmayıp, çevresinde ve iç uzantılarındaki uygarlık güçleriyle (kent, sınıf ve devlet) bağlantılıdır. Kürt kabileciliği ve aşiretçiliği ndeki gerçeklik, bu gerçeklikteki ısrar kendi iç dinamiklerinden kaynaklanmamaktadır. Merkezî uygarlık sisteminin oluşumu ve sürdürülmesinde Kürt coğrafyasının stratejik konumu belirleyici olmaktadır. Coğrafyasının konumu ve uygarlıkla çatışmalı süreç, Kürt toplumsal gerçekliğine dağlı kabile ve aşiret toplulukları halinde varlığını koruma ve sürdürmeyi dayatmaktadır. Aynı hususlar Arap ve Türk toplumsal gerçeklikleri için de geçerlidir. Arabistan ve Orta Asya çölleri ve etrafındaki uygarlık sistemleri, Arapları ve Türkleri tarih boyunca güçlü kabilesel ve aşiretsel özellikler taşımak zorunda bırakmıştır.

Kürt gerçekliğindeki sınıflaşma ve kentleşme süreci önemli toplumsal dönüşümlere yol açmıştır. Kendisini dinsel ideoloji ve kurumları biçiminde yansıtan bu dönüşüm sürecinde, Kürtler kabile ve aşiret toplumunu aşan toplum biçimleriyle tanışmışlardır. İki yönlü etkiye yol açan dinsel ideoloji, kabile ve aşiret üst tabakasını devlet olmaya zorlarken, alt tabakaları tarikat topluluklarına dönüştürmüştür. Saf haliyle tarikatlar, iktidarlaşan ve devletleşen dinsel hiyerarşiye karşı bir nevi öz savunma toplulukları olarak tanımlanabilir. Kürt orijinli topluluklarda yaşanan ilkçağ daki Zerdüşt geleneği ile ortaçağdaki İslâmî gelenek te bu ikiliği yoğun olarak gözlemlemek mümkündür. Kürtler için Zerdüştlük tarihte ifadesini bulan ahlaki ve politik toplumun seçkin örneği olarak önem taşımaktadır. Med Konfederasyonunda ve uzantısı olan Pers İmparatorluğunda bu ikilem güçlü bir biçimde yaşanmıştır. Medler ile Persler arasındaki iktidar değişikliğinde Mağîlerin çok etkili oldukları ve yoğun bir mücadele verdikleri kanıtlamaktadır. Ortaçağ İslâm’ında bu yönlü ikilem ve mücadeleler daha açık ve görünür bir hal almaktadır.

İslâm’ın çıkışından itibaren devlet İslâm’ı ile kabile İslâm’ı biçiminde bir ikilem yaşanmış veya kabilenin üst hiyerarşisinin devletleşmesine karşılık, alt tabakaların isyanları kendisini sayısız mezhep ve tarikat çatışmaları biçiminde yansıtmıştır.

Tüm İslâm topluluklarında gözlemlenebilen bu mücadele sürecinin Kürt toplumsal gerçekliğinde de sürekli ve yoğunca yaşandığı bilinmektedir. İlkçağ daki Kürt orijinlerinde aşiret ve kabile toplumu başat iken, ortaçağdaki İslâmî uygarlık sürecinde Kürtlük hem ad olarak hem de olgusallık bakımından kendini daha iyi tanımlayabilmektedir. Ama aynı süreç derin bir bölünmeyi de beraberinde taşımıştır. Kürtlük önemli oranda kabilesel ve aşiretsel özelliklerini korurken, kentleşen ve sınıflaşan Kürtlük devletli Kürtlükle ona karşı savunma halinde olan sivil tarikat ve mezhep Kürtlüğü halinde bir ayrışmayı yoğunca yaşamıştır. Ortaçağ toplumsal tarihi esas olarak bu üçlü ayrışma ve olgusallaşmaya dayanmaktadır. Anlatılar hangi ifade biçimlerine bürünürse bürünsün, temelindeki maddi olgular aşiret, tarikat ve mezhep olarak kalmaktadır. Tüm kavimsel ve sınıfsal çatışmaların dayandığı birimler bu üçlü kategori içinde yer almaktadır. Bu tarz parçalanmalar tüm Ortadoğu toplumları için geçerlidir, hatta evrensel özellikler kazanmıştır. Kürt gerçekliği açısından durum farklı değildir. Kayıplar ve kazanımlar birbirini karşılamakta, iktidar seçeneğinin tüm imhacı ve asimilasyonist varlığına rağmen aşiretler, mezhepler ve tarikatların baskı altına alınmış ve sömürüye yatırılmış kesimleri toplumsal varlıklarına sıkıca sarılmakta ve özgür yaşamı savunmaktadır.

Kürt kültürü tarih boyunca ana nehir kültürünün gelişiminde önde gelen bir role sahiptir ve bu kültürden etkilenmiştir. Fakat hep uygarlık tarihinin çatışma alanında yaşaması, varlığını ancak dağların doruklarına çekilerek koruyabilmesini beraberinde getirmiştir. En eski halk olma unvanını bu dağ yaşamına borçludur. Bunun olumsuz sonucu ise, bünyesinde kent kültürüne fazla yer vermemesidir. Kent uygarlığıyla sürekli zıtlık içinde olmuş, kenti kendisini yutan bir karşı-barbar olarak görmüştür. Dolayısıyla geleneksel kabile ve aşiret kültürü varlığını günümüze kadar koruyabilmiştir. Kabile ve aşiret formu Kürt kültürünün temel biçimi, kapları durumundadır. Aşiret kültürünü sosyolojide tanımlandığı gibi kan bağına dayalı bir kültür olarak değil, uygarlığa karşı direnişin belirlediği bir varoluş tarzı ve özgür yaşam kültürü olarak tanımlamak daha doğrudur. Kürtlerde aşiret kültürünün çok güçlü olmasında, tüm uygarlık tarihi boyunca hep direniş konumunda varlığını koruma ve özgür yaşam iradesi rol oynamıştır. Kan bağı veya akrabalık durumu bunda belirleyici değildir. Zerdüşt geleneği bu çerçevede Semitik din geleneğinden farklı olarak kullaştırma yönünde değil, özgür yaşam yolunda etkileyici olmuştur. Aralarında bu yönlü köklü bir fark vardır. İslâm hâkimiyeti döneminde Zerdüştî geleneğin darbe yemesi beraberinde kullaşmayı da getirmiştir. İktidar İslâm’ının Zerdüştî geleneğe düşman kesilmesinin temelinde bu İslâm’daki sert bir sınıflaşma ve kullaşma olgusu yatmaktadır. Kürtlerin iktidar İslâm’ına katılmaları oranında kullaştıkları, köleleştikleri hususu çok önemlidir. Kürt kültüründeki özgür yaşam iradesi iktidar İslâm’ıyla büyük bir kırılmayı yaşamıştır. Buna karşılık Alevilik ve Êzîdîlik temelinde gösterilen direniş eski Zerdüştî gelenekle bağlantılı olup, özgür yaşamdan ve buna imkân veren kültüründen vazgeçmeme iradesinde esas rol oynamıştır.

Merkezî uygarlık sisteminin Batı Avrupa’ya kayması Ortadoğu toplumunda köklü dönüşümleri beraberinde getirdi. Zaten sürekli devrevi bunalımlarla kendini sürdüren uygarlık sistemi, bu yeni kapitalist modernite aşamasında derinliğine çöküş sürecine girmişti. 19. yüzyılla birlikte bölge üzerinde gelişen Batı hegemonyası, kendine bağımlı acente ve ajan kurumlarla gerçekleştirdiği dönüşümle birlikte çöküşü hızlandırdı. Kapitalizmin azami kâr eğilimi ancak despotizmin en yoğunlaşmış ifadesi olan ulus-devletçiklerle sürdürülebilirdi. Endüstri devriminden yoksun ve politik devrimin çok uzağında olan bu yeni statükonun, toplumun genelinde olduğu gibi Kürt gerçekliğinde de varlık-yokluk ikilemine yol açması kaçınılmazdı. Hem devlet hem de toplum olarak ayakta durmak oldukça tartışmalı hale gelmişti. Osmanlı ve İran İmparatorluklarında bu gerçekliği izlemek mümkündür. İslâmi uygarlık döneminde daha başat konumda olan Arap, Fars ve Türk egemenleri devletlerini korumayı temel mesele sayarken, ezilen topluluklar ve milliyetler toplumsal varlıklarını koruma sorunuyla karşı karşıya kaldılar. Coğrafyasının jeostratejik konumu ve dağınık toplum yapısı nedeniyle Kürtler bu dönemde statükonun geleneksel baskı ve sömürü uygulamalarından daha fazlasına maruz kaldılar. İngiliz İmparatorluğu başta olmak üzere, kapitalist modernitenin hegemonik güçlerinin geliştirdikleri acenteli ve ajan rejimler yöntemi, dünya genelinde olduğundan daha yoğun olarak bölgede, özellikle Anadolu ve Mezopotamya’da iktidar dışında kalmış topluluklar ve kavimler üzerinde tam bir felakete yol açtı. Geleneksel ümmet ideolojileri temelinde fethedilmeleriyle oluşturulan bir statüye mahkûm edilen Hıristiyan halklar, en büyük felaketi yani soykırımı yaşayarak, binlerce yıllık kültürleriyle birlikte tasfiye oldular. Geleneksel baskı ve sömürüye tabi kılınan Müslüman topluluklar da bu felaketlerden paylarını aldılar. Ermeniler, Helenler ve Süryaniler kadar, değişik biçimde de olsa Arap Bedeviler ve Fellahlar, Türkmenler, Acemler, Berberiler ve Kürtler de sistem olarak arkalarında duran kapitalist modernitenin bölgesel acente ve ajan kurumlarınca gerçekleştirilen bu büyük felaketi hep birlikte yaşadılar.

Kürt gerçekliği Ortaçağ boyunca geliştirdiği kavimsel varlığını ve kültürünü büyük oranda bu dönemde yitirdi. Gidiş baş aşağıya, daha doğrusu gerisin geriyeydi. Modernitenin var olma tarzı olarak özüne uygun bir kapitalist sisteme, endüstriye ve ulus-devlete sahip olmak şurada kalsın, hegemonik güçlerin kendileri tarafından ve acente-ajan kurumlarınca bu üçlü sacayağı altında âdeta cayır cayır yanmaya terk edildi. 20. yüzyılın ortalarına geldiğimizde, Kürtler açısından esas tartışma, çağdaş özgürlük, demokrasi ve eşitlik konuları olmaktan ziyade, ‚Var mıyız, yok muyuz? ikilemi etrafında dönmekteydi.

Kapitalist modernitenin hegemonik güçleri, bölge ulus-devletçilerini bölge halkları ve ulusları üzerindeki soykırıma kadar varan uygulamaların sorumluları olarak yansıtmaya özel önem verirler. Gerçekte olan ise farklıdır. Ulus-devletçi elitleri bizzat oluşturan, onların hem ideolojik hem de askeri ve ekonomik donanımlarını sağlayan, hegemonik sermaye ve ideolojik tekellerin bizzat kendileridir. Örneğin Anadolu ve Mezopotamya’daki soykırım uygulamalarından sorumlu tutulan laikçi Beyaz Türk faşistleri, hem ideolojik olarak hem de maddi donanım kapsamında baştan sona hegemonik güçlerin (İngiliz, Fransız, Alman, ABD) desteğiyle inşa edilmişlerdir. Bunların desteği olmadan varlık bulmaları olası değildir. Zaten kültür olarak ne İslâmiyet ne de Hıristiyanlık veya Musevilik soykırım pratiğini üretecek kapasiteyi taşır. Bu kapasiteyi kapitalist modernite unsurları taşımakta, ihtiva etmektedir. Fakat görünüşte soykırımlardan genel kategori olarak Araplar, Türkler, Yahudiler, Kürtler sorumlu tutulur. Günümüzde benzer uygulamalar İslâmcılık adı altında türetilen milliyetçi ideolojilerle sürdürülmeye çalışılmaktadır. Hâlbuki bu ideolojik ve örgütsel çıkışların da temelinde İngiltere’nin geleneksel, ABD’nin güncel olarak payları belirleyicidir. Hegemonik güçlerin desteği olmadan, İslâmcı güç denen odaklar nefes bile alamazlar. Kürt gerçekliği üzerinde günümüzde sürdürülen yenilenmiş soykırım uygulamalarından sorumlu tutulması gereken Yeşil Türk faşizmi de baştan sona Londra, Washington ve Berlin merkezlidir. Bu merkezlerin desteği olmadan Yeşil Türk faşizmi adım bile atamaz. Burada da sorumluluk geleneksel İslâm dini üzerine yıkılır. Hâlbuki Beyaz Türk faşizminin sosyolojik Türklükle çok az alakası olduğu gibi, Yeşil Türk faşizminin de geleneksel ve sosyolojik İslâm’la çok az ilgisi vardır. Varlık ve biçimleri kesinlikle kapitalist modernite ve onun hegemonik güçleri ile bağlantılı olarak oluşturulmuştur. Sürdürülmeleri de yakın destekleriyle mümkün olmaktadır. Örneğin tüm Ortadoğu ülkelerinde olduğu gibi Türkiye’deki İslâmî tandanslı iktidar oluşumları da hegemonik güç merkezlerinde inşa edilmekte ve laikçi modellerden daha fazla desteklenip varlıklarını sürdürmeleri sağlanmaktadır. Kürt gerçekliği, diğer belli başlı İslâmî gelenekli toplumsal varlıklardan farklı olarak, kendini ulusal toplum haline dönüştürmekte başarılı olamamış, onlar gibi ulus-devlet imkânlarını kullanamamıştır. Tersine, hâkim ulus-devletler tarafından ulusal toplum haline gelmemesi için sistemli ve sürekli olarak soykırımlara kadar varan baskı ve talan rejimlerine tabi tutulmuştur. Bu soykırım ve talan rejimleri hegemonik güçlerin desteği olmadan sürdürülemez. Neolitik dönemden kalma kabile ve aşiret kültürünün yanı sıra ilk ve ortaçağlardan kalma mezhep ve tarikat kültürlerinin de hiyerarşik devletçi sistemin çıkarcı ve köreltici etkileri altında iç dinamiklerden yoksun kalması doğal olarak ulusal toplum haline gelememeye yol açmıştır.  deta toplumsal kadavra halinde tutulmaktadır. Üzerinde hegemonik güçlerin ve mahkûmu olduğu ulus-devletlerin sınırsız imha ve talan uygulamaları gerçekleştirilmektedir. Varlık-yokluk tartışmasının altında bu gerçeklik yatmaktadır. Son tahlilde bu gerçeklik tamamıyla kapitalist modernite unsurları ve işbirlikçi acente-ajan kurumları ile inşa edilmekte, mümkün kılınmaktadır.

Şüphesiz her toplumsal olguda evrensel olarak geçerli olduğu gibi, Kürt gerçekliğinde de varoluşsal olarak direniş kutupları doğuşundan günümüze kadar hep var olagelmiştir. İlk kabile ve aşiret oluşumlarında bile belirleyici olan, karşıt toplulukların ve doğal koşulların tehditlerine karşı korunma refleksidir; ilkel korunma düşüncesi ve örgütlenmesidir. Darwinist yorumlar bu konuda gerçeği yansıtmamakta ve çarpıtmaktadır. Kabile ve aşiret oluşumlarının belirleyici yönü kan ve akrabalık bağı değil, tehditlere karşı korunma, daha verimli beslenme ve üremedir. Kürt gerçekliğinde kabile ve aşiret kültüründeki direnişçi, üretici ve üreyici yapı bu varsayımı kesinlikle doğrulamaktadır. Aynı husus daha sonra oluşan mezhep ve tarikat kültürlerinin saf haliyle toplumun direniş, üretim ve sağlıklı üreme tarzı ile bağlantısı için de geçerlidir. Mezhepleşme ve tarikatlaşmaların iç ve dış iktidar odaklarına, kentin bozucu nüfuzuna ve sınıflaşmaya karşı toplumu savunma, varlığını sürdürme ve özgür tutma rolleri önemlidir. Böyle olduğu içindir ki, ya imha edilmek istenmişler ya da içlerine işbirlikçi unsurlar yerleştirilerek, direnişçi ve var kılıcı-özgürleştirici rollerinden uzaklaştırılmaya çalışılmışlardır.

 

Kültürel Hareketler:  Geleneğin Ulus-Devletten İntikamı

Ulus-devletin hâkim bir etnisite, din, mezhep veya başka bir grupsal olguya dayanarak toplumu, ulusu homojenleştirme sürecinde çok sayıda gelenek ve kültür ya soykırımla ya da asimilasyon yöntemiyle yok edilmeye çalışıldı. Binlerce dil, lehçe, kabile, aşiret ve kavim kültürleriyle birlikte yok edilmenin eşiğine getirildi. Birçok din, mezhep ve tarikat yasaklandı, folklor ve gelenekleri asimile edildi, asimile edilemeyenler göçe zorlandı, marjinalize edildi, bütünlükleri parçalandı. Tüm tarihsel varlıkların, kültür ve geleneklerin ciddi bir tarihsel-toplum anlamı olmayan, son tahlilde modernitenin ticari, endüstriyel ve finansal tekellerin iktidar tekelleriyle ulus-devlet olarak yoğunlaşmasının örtüsü olarak kullanılan ‘tek dil, tek bayrak, tek ulus, tek vatan, tek devlet, tek marş, tek kültür’ milliyetçiliğine kurban edilmesi demek olan bu süreç yaklaşık iki yüz yıl bütün hızıyla sürdü. Tarihin belki de en uzun süreli, en şiddetli savaş dönemi olan bu süreç, en büyük tahribatını binlerce yıllık kültür ve gelenekler üzerinde gösterdi. Azami örgütlenmiş tekelciliğin kâr hırsı hiçbir kutsal gelenek ve kültüre acımadı.

Postmodernist denilen sistemsiz bazı hareketler modernitenin ‘ulus-devlet zırhını’ delince veya ‘demirden kafesini’ parçalayınca, bu yok edilmenin eşiğinde çoğunlukla marjinal düzeyde bir yaşama mahkûm edilmiş kültür ve gelenekler, çölde yağan yağmur sonrası açılan çiçekler gibi yeniden açılıp çoğalmaya başladılar. Bunda reel sosyalizmin çözülüşünün de önemli etkisi oldu. 1968 gençlik hareketi ise bu gelişmeyi ateşleyen fitil oldu. Ayrıca kapitalist sömürgeciliğe karşı direnen tüm ulusal kurtuluş hareketlerinin ulus-devletleşmemiş eğilimler ve aşamalarının da bunda etkisi olmuştur. Zaten gelenek ve kültürün kendileri direniş demektir. Ya yok edilirler ya da yaşarlar, çünkü teslim olmayı bilmezler. Böyle bir özellikleri vardır. Fırsat buldular mı daha yoğun direniş sergilemeleri özleri gereğidir. Ulus-devlet faşizminin hesaplayamadığı gerçeklik budur. Bastırmak, hatta asimile etmek bitmeleri anlamına gelmez. Kültürlerin direnişi kayaları delerek varlıklarını kanıtlayan çiçekleri andırır. Üzerlerine dökülen modernite betonunu parçalayarak tekrar gün ışığına çıkmaları bu gerçekliği kanıtlar.

Sonuç olarak, Kapitalist moderniteye karşı geliştirilen modern demokratik özgürlük ve eşitlik hareketleri tarihsel geleneği sürdürmeye çalışmışlardır. Kürt kültürü ve gerçekliğinin özgül koşulları, kapitalist modernite unsurları eliyle modern bir ulusal toplumun oluşturulmasına fırsat tanımamıştır. Küçük burjuva ve feodal unsurların bu yönlü cılız çabaları sonuçsuz kalmıştır. En son başvurulan yapay Kürt ulus-devletçiği, eğer kapsamlı demokratik ulusal toplum oluşumlarıyla kuşatılmazsa, soykırımla tasfiyeyi, büyük felaketleri davet etmekten öteye ciddi bir sonuç doğuramaz. PKK’de ifadesini bulan demokratik sosyalist toplum inşacılığı Kürt gerçekliğini farklı bir modernite anlayışıyla buluşturmakta, demokratik modernite teorisi ve pratiğiyle varlığını koruyup bütünleştirebileceğini ve özgür kılabileceğini söylemleştirmekte ve eylemleştirmektedir.

Demokratik modernite alternatifi sadece geleceğe ilişkin bir ütopya veya geçmişte kalan toplumsal bir mitoloji değildir; toplumsal gerçekliğin doğası ile paralel gelişen bir seçenektir. Demokratik modernite dönemlere göre biçim değiştirmekle birlikte hep var olan, uygarlık tarihi boyunca kendisi de karşıt bir tarihe sahip olan bir gerçekliktir. Zorba ve sömürgen güçlerin dışında kalan evrensel tarihin tüm insanlığını temsil etmekte, daha doğrusu sistemini ifade etmektedir. Proto Kürt gerçekliği orijin olarak uygarlığın beşiği rolünü oynamışsa da, evlat gadrine uğrayan ana gibi, uygarlık güçlerinden en çok darbe yiyen ve bu güçlerin imha amaçlı saldırılarına uğrayan kültürü de ifade etmektedir. Dolayısıyla varlığını ancak geleneksel sınıf uygarlığı dışında bir uygarlıkla, demokratik toplumcu uygarlıkla gerçekleştirebilir. Eğer anlamlı bir Kürt tarihi yazılacaksa, ancak bu çerçevede yazılabilir. Bunun günümüzdeki ifadesi demokratik modernitedir. Kürtler geriye kalan varlık parçalarını (ontolojik parçalar) ancak demokratik uygarlık tarihinin ışığı altında daha açık görebilir; bunlardan yola çıkarak demokratik modernitenin demokratik ulus, ekolojik endüstri ve sosyal pazar ekonomisi ile kendini yeniden inşa ederek var kılabilir.

Tarihte Toros-Zagros coğrafyası Afrika (İnsan türünün türediği kıta) ile Avrasya (uygar toplumun gerçekleştiği coğrafya parçası) arasında insan toplumunda Homo Sapiens devrimine, neolitik tarım ve kent uygarlık devrimlerine beşiklik etmekle kalmamış, bunları yakın tarihe, Batı Avrupa endüstri devrimine kadar büyüterek taşımıştır. Şimdi ise kökü kapitalist modernite de yatan en derin insanlık krizinde varlığı imha ile karşı karşıya olan ziyaretlik mezarlık konumundadır. Tarih bir kez daha aynı coğrafyada insanlık adına Kürtleri toplumsal varlıklarını korumak ve özgür kılmak için devrime zorla-makta, demokratik modernitenin inşasına çağırmaktadır.

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.