Düşünce ve Kuram Dergisi

Hegemonik Kültürün Bir Yansıması: “Tecavüz Kültürü”

Zeynep Esengül

“Avrupa kıtasına adını vermiş parlak tenli, göz alıcı bakışı ile dillere destan olan Fenikeli kız… Zeus görüp beğendiği Europa’ya ulaşmak için güzel, beyaz bir boğa kılığına girer. Europa’nın arkadaşları ile sahilde çiçek toplayıp oynamasını fırsat bilerek kıza yaklaşır ve onu sırtına alır. Sonra yüzerek Girit Adası’na kızı kaçırır. Burada Zeus tekrar eski halini alır ve kendini tanıtır. Horalar aceleyle Zeus ve Europa için bir yatak hazırlarlar… Europa Zeus ile birleşerek 3 çocuk sahibi olur;  Minos, Sarpedon, Rhadamanthys. Minos, Girit  Adası’na hükmederek Minos Uygarlığı’nı başlatır.  Sarpedon ise Lykia kralı olur. Rhadamanthys ise öldükten sonra yer altı dünyasında yargıç olur…” [1]

 

Uygarlığın Babası Zeus!

Tanrılar tanrısı, uygarlığın babası Zeus! Adına söylenen her sözün, anlatılan her söylencenin bir anlamı, toplumsal yaşamda bir izdüşümü vardır. Öylesine söylenmemiştir hiçbir söz. Anlamı tartılarak, insan hafızasına yedirilerek, gerçeklik algısı oluşturularak söylenmiştir. Söylencede “tanrı” sıfatını kaldırıp, yerine “hükmeden adamı” koyarsan, anlatılan tamı tamına insanın yaşadığıdır. Mitolojik öykü diye anlatılanlar yaşanmış, yaşanan ve yaşatılmak istenen gerçekliktir. Her ne kadar verdiğimiz örnek Zeus’u anlatıyor olsa da bu sadece onunla sınırlı bir durum değildir. İlk devletli uygarlıkla başlayıp zamana ve mekana yayılarak tüm yeryüzünü etkisi altına alan kültürel şekillenmeyi ve uygarlığın temel kodlamalarını anlatan öykülerden sadece biridir. Bu Greklerde Zeus olurken, Sümerlerde Enki, Babillerde Marduk, Mısır’da Seth olmuştur. Kimisi zamandaş, kimisi ardıl olsa da hepsi aynı geleneğin başlangıcında ve sürdürülmesinde yer almışlardır. Amaçlarının odağında ise ana kadın etrafında oluşan toplumsallığı; zorla, şiddetle, hileyle, tecavüzle ele geçirerek dağıtmak, ataerkil iktidarı geliştirip sömürüyü derinleştirmek vardır. Söylenceler irdelendiğinde uygarlığın temel kodlamalarının nasıl geliştirilip sistemleştirildiği, toplumsal hafızaya nasıl kazıldığı rahatlıkla görülecektir. Bu bağlamda taciz ve tecavüzle birlikte gelişen. “Uygarlık tarihi aynı zamanda kadının kaybedişi ve kayboluşunun tarihidir.”[2]

Girişte verdiğimiz kısa örnek, “ırz düşmanı” Zeus’un tek pratiği değildir. Her defasında farklı kılıklara girerek pek çok tanrıça ve kadına tecavüz eden Zeus’un yaptıkları söylencelerde sempatik kılınmış, “çapkın” sözüyle hafifletilerek, kabullenebilir düzeye çekilmiş, hatta özendirilmiştir. Böylece taciz-tecavüz; verdiği rahatsızlık tolere edilebilen ama erkekliğin, iktidarın ve hükmetmenin temel vasıfları olarak sunulmuştur. “Erkek dediğin çapkın olur, her çiçeği koklar” yaklaşımı bu mantalitenin bir ürünü olarak hala geçerli bir akçedir. İnsandan tanrıya, tanrıdan insana uzanan hükmetme geleneğinin halkaları bu temel argümanlar üzerinden kurgulanmıştır.

Tekrar örneğimize dönecek olursak,  Avrupa kıtasına adını veren güzeller güzeli Europa, Fenike’den kaçırılıp, sular aşılarak, Zeus tarafından götürüldüğü yerde tecavüze uğrar. Bu tecavüzün sonucunda Minos ve Lykia uygarlığı, bir de yeraltının yargıcı doğar. Ölüm yargıcı ve uygarlığın aynı tecavüz ediminin sonucu ortaya çıkmış olması tesadüf olmasa gerek. Tecavüz sevgi, saygı, eşit-özgür olma duygusunu ortadan kaldırarak yerine ölümü koyar. Uygarlık bu zemin üzerinden hile, kurnazlık, kandırma, gasp ve tecavüz ile geliştirilir. Ancak yaşanan trajedi mitolojinin şiirsel diliyle normalleştirilir, rol modeller bu anlatım üzerinden topluma empoze edilir. Böylece tüm taciz-tecavüz uygulamaları normalleşerek bir süre sonra yaşamın içinde yer bulup kültür haline gelir.

 

Tecavüz mü, Kültür mü?

İlk etapta kültür ve tecavüz yan yana gelmez iki kavram gibi durur. Kültür, insanın toplumsallaşmasıyla birlikte gelişen, ortak yaşam değerlerini ve birikimini ifade ederken, tecavüz yıkıcı ve öldürücü özelliği ile bu kavramla çelişir konumdadır. Çünkü tecavüz, tek taraflı iradenin karşıya dayatılması ile özgürlüğü ortadan kaldırır, karşı iradeyi yok ederek, boyun eğdirir. Yani biri yapıcı, kapsayıcı ve geliştirici iken diğeri; tek yanlı, hükmedici ve yok sayıcıdır. Ancak kültürü, yaşam tarzı ve değerlerinin bütünü ya da sözlük tanımıyla “tarihî, toplumsal gelişme süreci içinde yaratılan bütün maddî ve manevî değerler ile bunları yaratmada, sonraki nesillere iletmede kullanılan, insanın doğal ve toplumsal çevresine egemenliğinin ölçüsünü gösteren araçların bütünü”[3] olarak ele alırsak, tecavüzün de kültür haline geldiğini görebiliriz. Günümüz toplumunda tecavüz dar bir kalıba sıkıştırılarak, sadece bir kadının, çocuğun bazen erkeğin bir başka erkek ya da grup tarafından cinsel saldırıya uğramasıyla sınırlandırılmıştır. Bu dar tanımlama durumu tecavüzün geniş kapsam alanını gözden uzak tutarak normalleştirmekte, günlük yaşamda görünmez kılmaktadır. Tecavüz tanımında ve cezai yaptırımında bile erkek özneye göre tariflenen ilişki biçimleriyle ele alınmaktadır. Bir bireyin dokunulmaz değerlerinin ihlal edilmesinden öte bir erkeğin mülkü konumunda olan kadının dolayısıyla erkeğin mülkiyet haklarının ihlali kapsamında daha çok ele alınmaktadır. Yasa, bunu böyle ele almasa da pratik uygulama ve mevcut zihniyet yapılanması bu temelde şekillenmiştir. Sonuçta devlet, erkeğin-güçlünün haklarını koruma üzerinden kurgulanmış bir organizasyondur. Erkeğin kadın üzerinde geliştirdiği taciz-tecavüz kültürünün tüm toplumsal yapılara içerilmesinde birinci dereceden sorumlu bir yapıdır. Uygarlığın doğuşu da tecavüzün bir sonucudur ve tüm sistem kodlamalarına bu özelliği yedirilmiştir. Tecavüzü bu geniş kapsamıyla ele almak daha yerinde bir yaklaşımdır.

Tecavüzün dar tanımı, tecavüzün kapsamını gözden kaçırtan bir tanımlamadır. “Irza geçmeyi” geniş haliyle tanımladığımızda bunun sadece cinsel olarak birinin saldırısına maruz kalmakla sınırlı olmadığını görebiliriz. Kişi, salt fiziki yapıdan oluşan bir varlık değildir; mahremiyeti, değerler sistemi ve kimliği ile bir bütündür. Bu nedenle tecavüz olayını sadece cinsellik ile sınırlandırmak dar bir yaklaşım olur. Kişinin sınırlarının her ihlali bir tecavüzdür. Bu bağlamda beden ve emek sömürüsü bir tecavüzdür. İstenilmeyen yaşama mahkum edilmek, kimlik haklarının yok sayılması, farklı bir kimlik ve kişiliğin dayatılması tecavüzdür. Çünkü burada karşılıklı iradelerin varlığından ziyade tek taraflı dayatılan ve karşıdakinin kişilik haklarını ihlal eden bir saldırı vardır. Toplumsal cinsiyet kodlamaları ile kadın üzerinde erkeğin geliştirdiği her türlü tahakküm özünde tecavüz içeriklidir.  Girişte ki mitolojik anlatımda da ortaya koyduğumuz gibi uygarlığın gelişiminden bu yana kadın hep erkeğin tecavüz tehdidi altında tutulmuştur. Bunu egemen söylemin dikte etmeye çalıştığı şekliyle, erkeğin cinsel olarak kendini denetleyememesiyle izah edemeyiz. Tam tersine kadını sürekli tehdit altında tutarak hegemonik ilişki sistemini sürdürmek amacıyla geliştirilen sistematik, bilinçli bir politikadır. Asla tekil bir olay değildir, bu tarzda ele alınamaz. Bu nedenle tecavüzün cinsellikle pek bir bağı olduğu da söylenemez. Cinsellikten öte cins ilişkilerinde kurulan iktidar yapılanması ile ilgilidir. Yani cinsellikte inşa edilen iktidar kodlamalarına hitap etmeye odaklı bir girişimdir. Brownmiller, tecavüzü “.. tüm erkeklerin tüm kadınları psikolojik bir sindirme durumunda tutmalarına yarayan,  en büyük fiziksel gözdağı aracı” olarak tanımlar. Böylece “ ırz düşmanı, tüm kadınları kuşku ve korku içinde bırakarak tüm erkeklere hizmet etme işlevini yerine getirir.”[4] Bu bağlamda tecavüz, bir erkeğin veya bir grup erkeğin tüm erkekler adına tüm kadınlara verdiği bir gözdağı ve teslim alma politikasıdır.

 

En Uzun ve Yıkıcı İktidar Savaşı

Tecavüz bir insanlık suçudur. Bir insanın haklarını yok sayma ve iradesini kırıp kendine tabi kılma girişimidir. Bunun kendiliğinden gelişmesi, kolayca kabul edilmesi beklenemez. Ataerkil sistem kurumlaşmasını sağlarken temel bir araç olarak tecavüzü yaygınlaştırmıştır. Tecavüzün kabulünü sağlamak amacıyla toplumsal bilinçle oynanmış, normalleştirilerek, yaşamın günlük parçası haline getirilmiştir. Kültürleşme dediğimiz durum tam da burada devreye girmiştir. Tecavüzün kabulünü kolaylaştıran argümanlar oluşturulmuş; iktidarla, erkeklikle özdeşleştirilerek, doğadan gelen özellikler diye topluma yutturulmaya çalışılmıştır. Yapılan ritüeller, geliştirilen değer yargıları, toplumsal cinsiyet rolleri bu algının oluşturulmasında belirleyici olmuştur. Bekaret, namus, sadakat gibi olgular kadınlarla sınırlandırılmış, mülk konumuna indirgenen kadın bedeni ve iradesi üzerinde erkek denetimi sağlanmıştır. Bu konuda pek çok toplumsal kural ve ritüel oluşturularak, ataerkil sistemin sürdürülmesi sağlanmış ve kadının yaşananlara rızasının sağlanmasında ya da boyun eğmesinde ikna edici argümanlar rolünü oynamıştır. Örneğin yaygın olarak bilinen ilk gece ritüeli, özünde kadın ve erkek arasında gelişen bir birleşme durumu olmayıp, erkeğin iktidarını ispatlama ve kendini kanıtlama pratiğidir. İlk gece çoğunlukla tecavüzle sonuçlanır. Çünkü toplumun beklentisi ve o geceye atfedilen önem kadının saf, el değmemiş pozisyonunu ispatlaması, erkeğin ise iktidarını-gücünü göstermesidir. Yani kadının pasif, edilgen pozisyonda, erkeğin saldırgan ve belirleyen pozisyonda olması istenir. İlk karşılaşmadaki hazırlıkların tümü iktidarın kimde olduğunun anlaşılması ve boyun eğen tarafın mutlaka kadın olması şartı ile yapılmıştır. Erkek bu konuda kışkırtılırken, kadın boyun eğmeye, itaate odaklandırılır.  Toplumsal sistemde “ Cinsel ilişki gibi biyolojik bir olguya sürekli iktidar ilişkisi yüklenmiştir. Erkek kadın üzerinde zafer kazanma havasıyla yaklaşır.”[5] Sevgi, karşı iradeye saygı yumuşaklık belirtisi sayılıp, erkekliğe yakışmayan tavır olarak itibarsızlaştırılır. Bu nedenle ritüellerle allanıp-pullanan evliliklerde, daha ilk buluşmada çoğunlukla kadının şiddete ve tecavüze uğraması kışkırtılıp, normalleştirilir. Bu münferit olmayıp, gelenek haline getirilen, kuşaktan kuşağa aktarılan ve kutsanan bir durumdur. Erkeğin kadınla ilk karşılaşması bir işgal girişimi gibi ele alınır. Korku, şok, çaresizlik duygusu yaratacak uygulamalarla kadına teslimiyet dayatılırken, erkeğe saldırma ve ele geçirme aşılanır. Yetiştirilme tarzı, öğrenilmiş çaresizlik duygusuyla kadın her denileni yapmayı kendi görev ve sorumluluğu olarak addeder. Yani tüm yaşananlar ölüm gibi ağır olsa da, kadın olmanın ağır sorumluluklarından biri olarak görecek kadar da bir bilinç bulanıklığı yaratılır. Tecavüz kültürü, devletli uygarlığın sürdürülmesinin temel araçlarından biridir. Bu nedenle bu sistemi sürdürecek saldırgan erkek kişiliğini yaratmak kadar bununla uyumlu olan, işgale zemin sunan kadın tipini yaratmayı da amaçlamışlardır. Kadında içselleştirilen bu boyun eğme ve yaşananları normal görme anlayışıyla mücadele edilmeden, erkeğin saldırgan tavırlarını önlemek ve tecavüz kültürünü aşmak mümkün olamaz. Bu karşılıklı olarak aşılması ve mücadele edilmesi gereken sosyolojik, psikolojik, kültürel, siyasal boyutları da olan kapsamlı bir durumdur.

 

“Aşk” Cinayetleri

Tecavüzün, kadını mülk gibi gören ve nesneleştiren yaklaşımla doğrudan bağı vardır. Yaşananın cinsellik olmadığını, bundan da öte bir muhabere savaşı olduğunu yukarıda da belirtmiştik. Savaşta nasıl ki kazanan ganimete el koyar ve istediği gibi bu sonuçtan fayda sağlamayı umarsa,  kadın-erkek ilişkilerinde de iktidarı ispatlamaya odaklanan tecavüz girişimleriyle aynı sonuca ulaşmak amaçlanır. Erkek kadınla girdiği ilişkide iktidar savaşına girer, kendini kanıtlama, sözünü geçirmenin bir yöntemi olarak tecavüze başvurur. Kadın bedeni işgal edilen bir ülke gibi ele alınır ve savaşta ele geçirilen bir ganimetin hoyratlığıyla yaklaşılır. Erkek kıskançtır, çünkü sonuna kadar iktidarı elinde tutamayacağı korkusunu yaşar. Tahakkümcüdür, çünkü iktidarının yükseldiği zemin kadındır. Ama tüm bu ölümcül ve yıkıcı yanlar gözden ırak tutularak, yaşananlar ne yazık ki sevgi, aşk, kahramanlık olarak adlandırılır. “Erkeğin tek taraflı kadın tecavüzü bir kahramanlık gibi görülürken, erkek bundan son derece keyif ve gurur alırken, kadın taşlanarak öldürülmekten geneleve kapatılmaya, toplum içine bir daha çıkmamaya kadar her tür acımasızlıklarla karşı karşıyadır.”[6]

 

Erkek-Kadın / Devlet-Toplum

Tecavüzü salt birey ve toplumsal kültürle sınırlandırmak asıl faali gözden kaçırmak olur. Tecavüz nasıl ki devletli uygarlığın doğurucusuysa aynı zamanda devlet politikalarının bir ürünüdür de. Bu konuda erkek ve devlet köklü bir işbirliği içindedir. Tecavüz, olay düzeyine indirgenerek salt bireyin işlediği, kabullenebilir sınırlarda seyreden bir suç kategorisine indirgenmektedir. Bir başka deyişle itibar kaybına uğrayan ataerkil sistemi yeniden güçlendirmek ve bu amaçla geliştirdiği muhafazakar politikalara toplumsal rıza oluşturmak amacıyla devlet bilinçli olarak taciz-tecavüz politikalarını teşvik etmektedir.

Bir yandan taciz-tecavüz kışkırtılmakta, diğer taraftan yasalarla bununla mücadele edilmek istendiği algısı yaratılmaktadır. Oysa sorun yargısal değil, zihinseldir, sistemseldir. Köklü ele alınmayıp, yargıya havale edilen münferit olaylar düzeyine indirgendiğinde sonuç alınması mümkün değildir. Kaldı ki sistemin yargısı da eşit-özgür bir yaşamı savunan ve gerçekleştiren içerikten yoksundur. Erkeğin iktidarını savunmaya kurgulanmış bir yargıdır. Tacizi-tecavüzü rahatlıkla kabullenebilir hatta aklayabilir. Tecavüzcüsüyle evlendirme yasası bu mantığın sonucu olarak geliştirilmiştir. Evlilik aklanma merci olarak görülmüştür. Oysa tecavüzcüsüyle evlenmek, katiliyle aynı hücreye ömür boyu mahkum edilmek demektir. Her iki durum arasında pek bir fark yoktur. Oysa ölümden beter olan bu durumu devlet aklı rahatlıkla kabul edebilmekte, yasal kılıf giydirerek yaşamımıza yamayabilmektedir.

Kamusal alandan kadınların geri çekilip, eve kapanmalarını sağlamak için tecavüz bir tehdit aracı olarak tüm kadınlara karşı kullanılmaktadır. Türkiye kamuoyuna mal olan Özgecan Aslan cinayeti tüm kadınlara verilen bir gözdağıydı.[7] Bununla kadınlara “hiç tanımadığınız biri tarafından herhangi bir yerde tecavüze uğrayabilir, buna direnildiğinde ise hunharca katledilebilirsiniz” mesajı verildi. Bu ve benzeri saldırılar, muhafazakar politikalara yaşam alanı açıyor. AKP’nin 16 yıllık iktidarında bunun sayısız örneği yaşandı. Kıyafetinden dolayı otobüste hiç tanımadığı bir erkek tarafından şiddete maruz kalmak, hakarete uğramak sıradanlaşan uygulamalar haline geldi. Yani tek bir erkeğin değil, her kadın tüm erkeklerin malı konumunda ele alınıyor. Her erkek, kadına yerini hatırlatmayı kendine görev biliyor. Bu saldırılar olağan hal getirilerek, kadına evi dışında hiçbir alanın güvenli olmadığı duygusu yaratılmaya ve eve mahkum edilmeye çalışılmıştır. Oysa bu durum evde de kadının peşini bırakmaz. Değişen tek şey tüm erkeklerin saldırısı yerine bir erkeğin saldırısı ve taciz-tecavüz tehtidi altında kalmasıdır.

 

Kadın Bedeni Üzerinden Verilen Mesajlar

Kadın üzerinde kurulan tahakküm ile toplum üzerinde geliştirilen tahakküm aynı karakterdedir. Kadın bedeni üzerinden tüm kadınlara ve topluma mesaj verilir. Bu ataerkil tarih boyunca hep böyle olmuştur. Kadına tecavüz edilmesi ile toprağın işgal edilmesi tarihte hep zamandaş ve anlamdaş olarak ele alınmış ve pratikleştirilmiştir. Bu bağlamda 15 Ağustos 2015’te Ekin Van’ın çıplak bedeninin teşhir edilmesi, özyönetim sürecinde direnen Kürt toplumuna mesaj amaçlıydı. Özellikle geliştirdiği direnişiyle sadece bulunduğu coğrafyada değil tüm dünyada umut olan, ataerkil sistem karşısında meydan okuyan kadının bedeni üzerinden bunun verilmesi kuşkusuz daha derin anlamlar taşır. Aynı uygulama, 2017 yılında yüz yılın direnişine damgasını vuran Efrin savaşında Barin Kobani’ye yapıldı. Bu iki örnek de işgalin tecavüzle bağını ve kadın bedeni üzerinden tüm topluma tehditlerin nasıl savrulduğunu iyi ortaya koymaktadır. Kuşkusuz bu uygulamalar tecavüzcü zihniyetin bir ürünüdür. Toplumda günlük olarak yaşanan tecavüz kültürünün savaş anlarına yansıma biçimidir.

 

Tecavüz Bir Erkeklik Kültürüdür

Tüm bunlardan açığa çıkan sonuç şu, tecavüz bir erkeklik kültürüdür. Faili erkek, mağduru kadın olan ruhsal ve manevi olarak öldürücü bir saldırı biçimidir. Bu ilişkilerden açığa çıkan deneyim tüm toplumsal ilişkilere ve savaş biçimlerine yansımasını vermiştir. Bu konuda belirtmek gerekir ki tüm uygarlık tarihi bu tecavüz kültürünün bir sonucu gelişmiş, şekil almıştır. 2014 yılında Ortadoğu’da hortlayan ve erkeklik ideolojisinin saf-katışıksız temsilini yapan DAİŞ örneğinde bunu rahatlıkla görmek mümkün. Kadına tecavüz ile toprak işgali eş düzeyde ele alınmış, adeta uygarlığın başlangıç dönemleri yeniden diriltilmeye çalışılmıştır. Bu ölümcül ve katliamcı uygulamaların kısmen de olsa kendisine taraftar bulmasında hiç kuşku yok ki tecavüz kültürünün toplumsal yaşamda kendine zemin bulmuş olması yatmaktadır. Normalde kıyamet koparılması gereken vahşet pratikleri; ilahların sözleri, ataerkil sistemin geleneği arkasına alınarak sıradanlaştırılmış ve tanrı kelamı sayılmıştır. Ancak belirtmek gerekir ki bu politikalar sömürü sisteminin yaygınlaşması ve derinleşmesine hizmet ettiği ve egemen sistemin temel kodlamalarıyla benzerlik taşıdığı için aslında onay görmüştür. Soruna dönüşen ve emperyalist güçlerle karşı karşıya kalmasına neden olan saldırıların tecavüzcü karakteri değil, çıkarlar çatışması ve sömürü sisteminin önünde engel konumuna gelmiş olmasıydı. Bu dönem Ezidi ve Süryani kadınları başta olmak üzere bölge halkına yapılan uygulamalar savaş suçu ve insanlık suçuydu. Uluslararası mahkemelerde yargılanmayı ve mahkum edilmeyi gerektiren suçlardı. Ancak emperyalist güçler çıkarlarıyla çelişen yanına odaklanırken, bu yönlü tek bir girişimde bulunulmamış, bulunanları da görmezden gelerek yaşananları zaman aşımına bırakmıştır.

 

Devlet Kaynaklı Tecavüz

Devletlerin tecavüze toleranslı olmasının altında yatan en önemli faktör, devlet politikalarının da aynı genetik kodlamaları taşıyor olmasıdır. Erkeğin kadına yönelik taciz ve tecavüz uygulamalarını, devlet benzer tarzda kadınlar ve tüm toplum üzerinde zaten uygulamaktadır. Özellikle savaşın, şiddetin, faşizmin yükseldiği dönemlerde kadına ve topluma yönelik taciz-tecavüz oranında büyük artışın yaşanması tesadüf değildir. Devlet, ıslah etmek, gözdağı vermek, iradesini kırıp, teslim almak amacıyla aynı uygulamalara sistematik bir şekilde başvurur. Kadına karşı devlet kaynaklı taciz ve tecavüz olayları bilinçli uygulanan politikalar olarak azımsanmayacak düzeydedir. Sorguda konuşturmak ve iradeyi kırmak için taciz ve tecavüz temel bir işkence yöntemi olarak yıllarca kullanıldı. Bu sadece kadına da değil, çocuklara, erkeklere de yapılan bir işkence biçimiydi. Erkeğin sokakta-evde kadına uyguladığını devlet sorguda tutukluya uyguluyordu. Bir işkence yöntemi olarak tecavüz, o insana devletin büyüklüğü ve gücünü göstermenin ve mutlak itaate zorlamanın aracıydı. Bir anlamda o insan tüm savunma mekanizmalarından yalıtılarak, sorgulayan, hesap soran, hak arayan pozisyondan çıkarılıp, yaşayan ölü pozisyonuna getirilirdi. Tek tek bireylere yapılan bu işkenceler uygulandığı alanla sınırlı kalmaz etkileri dalga dalga yayılarak tüm toplumu kuşatırdı. Bu uygulamalar işgalin, sömürge savaşlarının olduğu her alanda uygulanmıştır. Amed Zindanı, Ebu Garip Hapishanesi, Guentenema cezaevi sadece bu konuda ismi öne çıkan birkaç yerdir. Ancak bu uygulamalar sistematik olup, çok yaygındır. Bosna gibi bazı alanlarda ise etnik temizlik amacıyla tecavüz bir yöntem olarak kullanılmış, tecavüz sonucu doğan çocuklardan yeni bir toplum yaratılması hedeflenmiştir. Yani tecavüz yoluyla kadın kırım ve toplum kırım politikası iç içe uygulanmıştır. Daha doğrusu tecavüzle genetik yapıya müdahale hedeflenmiştir. Nazi kamplarında yakılarak kül etme, ortadan kaldırma yerine; tecavüzcüden çocuk doğurarak ölümü bir ömre yayma politikası izlenmiştir. Kürt sorununun çözümü için her Türk’ün ikinci kadın olarak bir Kürt kadını ile evlenmesi gerektiğini söyleyen AKP’li Rize Belediye başkanı da aynı politikayı savunmuştu.

Tecavüz, salt bedensel sınırların ihlali ile ilgili bir durum değildir. Devlet aynı zamanda ulus-devlet politikalarıyla tüm farklılıkları yok sayarak da bunu gerçekleştirir. “Ulus-devletin içerdiği dinci, milliyetçi, cinsiyetçi ve ‘bilimci’ iktidar çoğaltımı karşısında toplumsal hakikatler her zerresine kadar tecavüze, işgale ve inkâra uğramış durumdadır.”[8]. Etnik, inançsal kimlikleri yok sayan, ortadan kaldırmak için zor kullanan, itibarsızlaştırılıp, küçük düşüren her girişim özünde toplumsal değerlere tecavüzdür. Bu bağlamda yurdu işgale uğrayan, kültürel değerleri talan edilen, varoluşunun ayrılmaz bir parçası olan dili yasaklanan bir halk olarak Kürtler, her açıdan tecavüz saldırısı altındadır. Erkeğin karşısında kadının konumu, devlet karşısında Kürtlere dayatılmıştır. Kuşkusuz buna sadece Kürt halkı değil, ulus-devlet karşısında tüm halklar bu politikaya maruz bırakılmıştır. Okullar, kışlalar, hapishaneler bu amaçla inşa edilmiş; ceza ve ödüllendirme ile doğanın çeşitliliği ve zenginliğine aykırı ulus-devletin tüm zulüm politikalarına rıza üretilmeye çalışılmıştır. Asimilasyon politikalarının merkezine kadın konulmuştur. Toplumsal kültürü yaratan ve yaşatan kadın, kendi yaratımına karşıtlaştırılarak asimilasyon aracı haline getirilmeye çalışılmıştır. Türk ulus devletinin ilk yıllarında fiziki katliamın yanı sıra kültürel yabancılaşma ve benzeşmeyi dayatan asimilasyon politikalarının önündeki en büyük engelin kadın olduğu tespiti yapılmıştır. Bu amaçla oluşturulan yatılı bölge okullarına öncellikle kadınların alınması hedeflemiş, bu amaçla Sıdıka Avar, at sırtında köy köy dolaşarak ailelerin kız çocuklarını okula göndermeleri için ikna çalışmaları yürütmüştür. Çünkü kültür en canlı ve bozuma uğramadan anneden çocuğa aktarılır. Kadın kültürel değerlerin en güçlü yaşatanıdır. Bu nedenle deyim yerindeyse kaleyi içten fethetmek amacıyla kadınların küçük yaşta aileden kopartılarak eğitilmesi ve kendisine yabancılaştırılarak, kültürel değerlerine sırt çeviren pozisyona getirilmesi amaçlanmıştır. Bilinir ki kişinin kültürel değerleriyle kurduğu bağ zayıfladığında, o artık her tür yönelime açık hale gelmiş demektir. Kadınların yalnızlığını ve çaresizliğini betimlemek için, “ ez kerênga li ber ba me. Geh li virim geh li wirim” sözü tam da bu durumu izah eder gibidir. Yani kökleriyle bağı zayıflayan, toplumsallığından koparılan birey en ufak yönelim karşısında rüzgar karşısında savurulan kenger misalidir. Değerler bütünlüğü parçalanan bir halk- topluluk, savunmasız ve iktidar karşısında her daim yenilgi psikolojisindedir. “Şüphesiz tecavüz ve tahakküm toplumsal istismar kavramlarıdır. Olup bitenin toplumsal niteliğini ifade etmekte, daha çok da hiyerarşiyi, ataerkilliği ve iktidarı çağrıştırmaktadır. Daha derinlikte yatan bir anlamı ise, yaşama ihaneti ifade etmesidir.”[9]

“Ya Yaşam Ya Barbarlık!”

Kürdistan Kadın Özgürlük mücadelesi, tecavüz kültürünün her alanına sindiği toplumsal değerler sistemine bir itiraz olarak, 2008 yılında  “Em Ne Namusa Tu Kesine, Namusa me Azadiya meye” şiarıyla bir kampanya başlattı. Namus adına her gün kadın katliamının yapıldığı bir coğrafyada kimsenin namusu değiliz, namusumuz özgürlüğümüzdür diye, meydan okumak beş bin yıllık ataerkil kültüre başkaldırmaktı. Önemli bir mücadele geleneği olsa da toplumsal kültüre sinmiş ve erkeğin mülkleştirici yaklaşımına zemin sunan namus anlayışını sorgulamak arı kovanına çomak sokmak kadar tehlikeli bir durumdu. Ama irin akıtılmadan apsenin iyileşme şansı yoktur. İçerde, dışarıda pek çok tartışmaya yol açmış olsa da konuya kafa yorulması, tabulaşan bazı olguları sorgulatması açısından önemli bir başlangıçtı. Çünkü tecavüz kültürü büyük oranda kendisini namus kavramı üzerinden üretip, yaşatır. Bu dönemde yapılan çalışmalar ve tartışmalarda açığa çıktı ki, tecavüz kültürü aşılmadan toplumsal özgürlüğün ve kadın özgürlüğünün önü açılamaz. Bu nedenle 8 Mart 2010 yılında “Özgürlük Mücadelesini Yükseltelim, Tecavüz Kültürünü Aşalım” şiarıyla yeni bir kampanya başlatıldı. Bu kampanyanın amacını, “5000 yıldır sürdürüle gelen politikalar tecavüzü perdeleyerek gelenekler adına, ahlak adına, din adına başta kadın mülkleştirilmiş, toplumsal demokratik-özgürlükçü değerlere el konulmuş, gasp edilmiş ve üzerinden her türlü hak sahibi olunmuştur. Gelenekler ve toplumsal düzen adına oluşmuş bu büyük yalanı, sahtekarlığı, tecavüz kültürünü deşifre etmek, teşhir etmek ve karşı durmak kadın özgürlük bilincinin bir gereği olmakla birlikte toplumun kendisine sahip çıkmasının da bir gereğidir”[10] tarzında ifade etmekteler.Yapılan bu kampanyalar konuya dikkat çekmek amaçlı sembolik süreçler olsa da ulaşılan sonuç, tecavüz kültürünün çok yönlü ve derinlikli olduğu, her boyutuyla mücadelenin süreklileştirilip, yürütülmesi gerektiğidir.

Kadın özgürlük mücadelesi her boyutta örgütlenerek, özsavunmasını geliştirerek, kendi sistemini inşa ederek tecavüz kültürünü aşmaya çalışmaktadır. Çağdaş Dervişler-Adulêler, yaşamı yok eden tecavüz kültürüne karşı, aşkı yeniden canlandırmaktadır. Beritanlar, Zilanlar, Viyanlar, Arinler, Awestalar binlerce ardılıyla bu zorlu yolun en önünde yer alanlardır. İmkansız olarak sunulan, yapılamaz denilen zaman ve mekanların, özgür irade ile nasıl aşılacağının yol ve yöntemini ortaya koymuşlardır. Tecavüz kültürünün öldürdüğü yaşamı, yeniden dirilterek, aşık olmanın, aşık olunanın nasıl olması gerektiğini mücadele tarzı ve eylemleriyle ortaya koymuşlardır. “Köleliğe, tecavüze ve iktidara bulanmış kişiliklerde aşk asla gerçekleşmez. Yoğun ve sürekli yaşanan başarısız deneyimler ve aile iflasları bu gerçeği doğrulamaktadır. En az erkek kadar kadının da toplumsal güce ve bilgeliğe sahip olması durumunda sevginin ve güzelliğin, iktidarsız, barış içinde eşitçe ve özgürce üretilerek ve paylaştırılarak yaşanması sağlanabilir. Günümüz, 21. yüzyıl kadın devrimine öncelik vermeyi şart kılıyor. ‘Ya yaşam ya barbarlık’ sloganı bu devrimi dayatıyor.”[11]

Tecavüz kültürü karşısında dünya genelinde ciddi arayışlar ve kadın mücadeleleri verilmiş ve halen verilmeye de devam edilmektedir. Ölüme karşı yaşamın mücadelesi olarak tabir edebileceğimiz bu arayışlar önemli olmakla birlikte, daha radikal ve köklü arayışları gerektirmektedir. 2017 yıllında Hollywood merkezli başlayan ve kısa sürede tüm dünyaya yayılan “Mee too” kampanyası, işte, sokakta, eğitimde kadınların nasıl bir tecavüz tehdidi altında olduğunun resmini ortaya çıkarmıştır. Öncelikle tecavüzün tüm erkeklere empoze edilen, sanatçısından, maliyecisine, politikacısına kadar her kesimden erkeklerde yaygın olarak yaşandığını ortaya koymuştur. Bunu tespit etmek, teşhir etmek önemlidir. Ancak salt teşhir ile sınırlanan bir çalışma aynı zamanda “her kes yaşıyormuş, normaldir” gibi bir sonuca da yol açabilir. Dünya genelinde geliştirilen bu tür kampanyaların mutlaka taciz- tecavüzün sistemsel boyutunu esas alması ve köklü sistemsel değişimi hedefleyerek çalışma yürütmeyi esas alması gerekir. Reform düzeyinde yapılacak düzenlemelerle bu kadar sistemli bir yapının aşılması bir yana can çekişen sisteme hayat öpücüğü sunulmaktadır. Sistem bu durumdan faydalanarak daha fazla örgütlenme imkanı bulmaktadır. Bu nedenle tecavüz kültürünü aşmanın yegane yolu kadın devrimidir. Her alanda kadın sistemi kurulmadan, özgür yaşam alanı oluşturulmadan tecavüz kültürü aşılamaz. İlk ve son sömürgenin başkaldırısı aynı zamanda tüm köleliklerin ortadan kalması ve özgür ilişkilerin açığa çıkması açısından da önemlidir. Bu ideolojik perspektifinde olduğu kadar, örgütlenmesinde ve eyleminde de radikal olmayı gerektirir.

 

[1] https://tr.wikipedia.org/wiki/Europa_(mitoloji).
[2] Ali Fırat, Özgürlük Sosyolojisi, s.108.
[3] Büyük Türkçe Sözlük, TDK
[4] Tecavüzü, Hegemonik Erkeklik Zemininden Kavramak, FE Dergisi, Cilt 2, Sayı 2, Omaca Özdemir.
[5] Ali Fırat, Özgürlük Sosyolojisi, s. 108.
[6] Ali Fırat, Bir Halkı Savunmak, s. 184.
[7] 11 Şubat 2015 yılında Mersinde kaçırılıp tecavüz edilmek istenen ve buna direndiği için katledilen üniversite öğrencisi. Cenazesi daha sonra yakılmış halde bulundu.
[8] Ali Fırat, Ortadoğu’da Uygarlık Krizi.
[9] a.g.e.
[10] YJA’ nın Aralık 2010 yılında yayınladığı genelge
[11] Ali Fırat, Ortadoğu’da Uygarlık Krizi.
Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.