Düşünce ve Kuram Dergisi

Kültürel Soykırım Gerçekliği ve Direniş

Mehmet Uçar

Alman faşizminin dünyada yankılanmasına sebep olan Guernika bombalanmasıyla yaşanan korku, karmaşa ve dehşetin Picasso’nun ünlü tablosuyla anlatılabilmiş 20. yüzyılın savaş karşıtı ikonu olmuştu. Ve bu ikon, o soyutlama dilini kullanarak savaş sonuçlarına karşı tüm insanlığı direnmeye çağırmış, yıllar geçse de o baskıya karşı direnişin varlık sorunsalına adını yazmıştı. Batıda bunlar yaşanırken yaşadığımız coğrafyada, 1850’lerden beri kurulmuş bir kültür sanat endüstrisinin varlığından başlayabiliriz. Bu endüstrinin içinde kültür sanat eğitiminin çeşitli türleri vardı; sanatı ve kültürü sürekli gündemde tutan. 1882’ye gelindiğinde resmi kurumlaşmasını Sanayi-i Nefise ile yapan Osmanlının, topluma ait özellikleri değiştirmek dönüştürmek için bir çaba içine girdiğini görürüz. Cumhuriyet dönemiyle de modernist kurumlara evirilmiştir. Devlet Güzel Sanatlar Akademisi, Halkevleri. Türk tarih kurumu, Türk dil kurumu… Bazı sanat eleştirmenleri ve küratörlere göre Osmanlı aslında epistomolojik bir değişim geçirmesi için toplumda bir temel atmış denilmekte. Bunun böyle olmadığını 1891’e gelindiğinde Hamidiye alayları ile askeri bir disiplin üzerinden asimilasyon örgütlenmesine girildiğini görürüz. Bu örgütlenme içinde aşiret mekteplerini ve buna paralel aşiretin önde gelenlerin çocuklarının eğitimlerle kazanılması çabası da bulunmaktaydı. Tüm bunlara rağmen Osmanlı döneminde kısmen kültür özerkliğin den söz etmek mümkünken bakiyesi Cumhuriyet ile kurumları tamamen asimilasyon politikalarına yönelmiştir. Mustafa Kemal’in emriyle İsmet İnönü’nün 1935’de bir dizi il seyahatlerine çıktığı ve 1935 yılında hazırlayıp Mustafa Kemal’e sunduğu gizli Kürt raporu ile başta Kürtlerin kültürel asimilasyonu olmak üzere Ermeniler, Araplar, Nasturiler üzerine yoğunlaşmıştır. Cumhuriyet’in ülküsü ve ilkesinde Türklük yattığından dolayı diğer halkların asimilasyonu birinci koşul olarak öne çıkmıştı. Bununla birlikte bölgede kurulan şimdiki hali OHAL olan birinci ve üçüncü genel müfettişlik idareleri (enspektörlük) eliyle nasıl asimile edileceği bilimsel verilere dönüştürülmüştü. Balıkesir ve Sakarya civarında bulunan Çerkesleri asimile etmek için bu enspektörlüğün ikincisi Balıkesir’de kurulmuştu. İnönü’nün raporunda Erzurum’un sağlam bir Türk merkezi olması gerektiğinden, Erzincan’ın Kürt merkezi olmasıyla Kürdistan’ın kurulması korkusundan bahsettiği bölümleri bu şehirlerin şimdiki halini düşündüğümüzde işletilen asimilasyonun ne kadar başarılı olduğunu görürüz.

Dünyanın her yerinde olduğu gibi bu coğrafyada da kültürel asimilasyon politikalarının ilk hedefi dil olmuştur. İsmet İnönü’nün raporunda Kürtleşmiş ve kolayca Türklüğe dönecek yerleri okutmak, hatta Kürtlere Türkçe öğreterek Türklüğe çekmek için ilk tahsil ve onun iyi hocası eliyle yapılması etkili bir yöntem olarak belirlenmiştir. Bu yöntemle ayrılık siyaseti bırakılmış gibi gösterilip Kürdün kültürel asimilasyonu yine Kürdün eliyle başlatılacaktı. Diğer yandan bu süreci hızlandırmak için o günlerin Türkiye’sinde baş gösteren Trahom hastalığını bile kültürel asimilasyon politikalarında kullanacaklardı. Devletin Kürtler üzerindeki etkisini arttırmak, sağlık hizmetlerinin seyyar doktorlar vasıtasıyla Kürt merkezlerine girilmesinden geçiyordu. Çünkü halk sağlık hizmetlerine itimat etmişti. Bugün bile sağlık sistemi üzerinden yürütülen politikalar o günlerin örneğidir. Dönemin Türkiye’sinde bunlar cereyan ederken Erivan’da 1935 yılında toplanan Kürdoloji Kongresinde bugünlere ışık tutacak kararlar alınıyordu, bu kongrede aşiret mekteplerinde yetişmiş Bedirxan oğulları da bulunmaktaydı. Bu aşamada aşiret mekteplerinin öngördüğü maya tutmamıştı. Kürdün kültürel birikimiyle var olmasına dair yoğun bir çaba vardı.

Bu kongrede alınan bazı kararlar şunlardır: Kürt’ü Türk kültürü tesirinden kurtarmak. Kürt tarihini yazmak. Kürdistan haritasını yapmak. Kürtçedeki lehçeleri birleştirip tek dil vücuda getirmek, gramerle bir sözlük yapmak ve yazıyı tespit etmek. Bir bütünen başlıklara baktığımızda bir halkın değerleriyle kendisini yaşatması ve maruz bırakılmak istenilen asimilasyona karşı kültürel direniş hattını ördüğünü görürüz.

1935 yılı genel sürecine baktığımızda devletin asimilasyonda dile büyük önem verdiğini ve bu önemi yatılı okullarda Türklük aşılayacak azimli öğretmenlerle öne çıkardığını görürüz. Türklerle Kürtler aynı okulda okumalıdır. Bu Kürtleri Türkleştirmek için etkili olacaktır.”[1] Bu öylesine bir kültürel kuşatmadır ki veteriner ve ziraatçilerin köylerde Türkçe propaganda yapmasına kadar gider. Kürt kızıyla evlenecek Türklere bazı hakların verilmesi bile asimilasyon politikalarında bir yöntem olarak benimsenmişti. Buna mukabil, Türklük merkezlerinin oluşturulması ve bu Türklük merkezlerinde Türk kültürü aşılamak hedeflenmiştir, Kürdün kendi kültürüne ait bir arayışı olmaması adına her yol kapatılmalıydı. Devlet dairelerinde bütün memur ve hizmetlilerin özellikle görev başında Kürtçe konuşmasına kesinlikle izin verilmemesi de önlemler arasında yer alıyordu. Türkçe bilmeyen vatandaşlara memur kesinlikle Kürtçe konuşmayacak dışarıdan bir tercüman bulacaktı. Bu yaratılan zorluk vatandaşı Türkçe öğrenmeye zorlayacak. Kürtçe konuşan memurlara önce yazılı ihtar, tekrarı halinde maaştan kesinti, sonrasında Kürtçe konuşmaya devam ederse memuriyetten çıkarılması vardı. Bu uygulamanın gelişmiş halini 12 Eylül 1980 faşizminde Amed zindanlarında oğlunu görmeye giden bir Kürt annenin oğlu ile öğrendiği tek Türkçe kelime “Nasılsın” üzerinden konuşmasını bize hatırlatmalı. 2018 yılında bile halen TBMM’de Kürt vekillerin Kürtçe konuşması X dil olarak tanımlanmakta. Kürt, devlet sistemi içinde alışılmış bir tip değildir. Devletin nazarında Kürt, köyün ağası, aşiretinin reisi, ektiği tarlanın ve kullandığı öküzün sahibiydi. Sadece devletin sözüne itibar etmesi ve emirlerini yerine getirmesi gibi bir tanımı vardı. Raporda göç politikası ile de her yıl belirli sayıda kişinin batı illerine göç etmesinin sağlanması, kalanların da tamamen Türk kültürüne yönlenmesine devam edilmesi vardı. Şimdilerde bu politikanın yerini TOKİ adıyla yapılan yüksek binalarla mahalle ve komşuluk kültürünün bitirilmesi olarak görmekteyiz. Bu aynı zamanda aynı kültürden olanların dayanışmasını, kaynaşmasını da önleyen, birbirinden uzaklaştıran bir tedbir de olacaktı. 1935 lerin Türkiye’sinde Kürt illeri arası yol yapım inşası bile Kürt illerine yönelik hareket ve sevkiyata yönelik olarak düşünülmüş hatta bu yolları askere alınan Kürtlerin (amele) İstihkam taburlarına alınarak yapılması sağlanmıştı. Bugün bile bölgeye gidildiğinde ana yolların gayet iyi asfalt edildiğini telefon şebekelerinin de gayet iyi çektiğini görürsünüz.

Özellikle 20. yüzyılın son çeyreğinde uluslararası sözleşmelerce de güvence altına alınan farklı kültürlerin korunması ve yaşatılmasına dönük pozitif hamleler birçok ulus-devletin anayasal düzeyde reformlara yönelmesinde etkili olmuştur. Buna şimdilik kültürel özerklik diyelim. Bu özerklik biçimi teritoryal olmayan, tüzel kişiliğe dayalı bir özerklik biçimine tekabül etmektedir. Aynı zamanda bu özerklik biçimi, topluluk ya da grupların sadece kültürel alanla ilgili düzenlemelerinde özerk davranma haklarının tanınması anlamına gelmektedir. Kültürel özerklik modeli ile ilgili olarak, iki örnek vermek mümkün. Birincisinin, daha çok SSCB’den geriye kalan ülkelerde uygulandığını ifade edebiliriz, ikincisinin de Osmanlı döneminde “millet sistemi” uygulaması ile var olduğunu belirtebiliriz. Bunun sonradan neye dönüştüğünü yukarıda vurgulamaya çalıştım. Öte yandan yakın tarihimizde siyasal atmosferin olumlu olduğu bir dönemde sosyal ve kültürel kurumların; Cegerxwin Kültür Merkezi, Kurdi Der, M.K.M. gibi kurumlar, kültür sanat ve özellikle dil alanında ulus-devlet tarafından yok edilen ya da ciddi anlamda erozyona uğratılan kültürel varlığın yeniden canlandırılması ve inşa edilmesi temelinde gelişme seyretmiştir. Son tahlilde devlet başta kültürel olmak üzere Kürt siyasal gelişimini görerek yeni bir asimilasyon hattı belirlemiştir; kültürel kurumların kapatılması, belediyelere kayyum atanması, seçilmişlerin rehin alınması, parklara verilen Kürtçe isimlerin değiştirilmesi, tarihsel Kürt kişiliklere ait heykellerin yıkılması ve daha birçok örnek 1935’li yılların enspektörlük uygulamasını geliştirecek niteliktedir.

Unutmayalım ki hâlâ bu gelişmelerin şafağındayız! Ama kültürel mirasımızın bilincinde olarak. Ama direnişin bilincinde ve Dünyaya söyleyecek yeni sözü olanlar olarak. Mazlumların ve boyun eğmeyenlerin şanından kimse kaçamaz.

[1] 1935 yılında Atatürk’ün emriyle Kürt illerini, ilçelerini adım adım dolaşan dönemin Başbakanı İsmet İnönü’nün hazırladığı “çok gizli” rapor.
Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.