Düşünce ve Kuram Dergisi

Kürdistan’da Beyaz Soykırım (1940-1960 Yılları)

Hayrettin Adlığ

Beyaz soykırım, başka bir ifadeyle asimilasyon ya da kültürel soykırım, fiziki soykırımın yapamadığını ya da kimi zaman fiziki soykırımın uygulanamadığı koşullarda devreye girerek, hedef olarak belirlenen grubun, kültürün egemen kültür içinde eritilmesi, etkisizleştirilmesi anlamını taşır.

Fiziki soykırım için açık zor ve şiddet kullanılırken, beyaz soykırım için kullanılmayan araç yok gibidir. Bu araçların başında da egemen ulusun dilini esas alan ve diğer dil ve kültürleri yok sayan tekçi eğitim sistemidir. Kışla, ibadethane, fabrika vb. kurumların her biri belirlenen beyaz soykırım politikasına hizmet edecek tarzda örgütlendirilirler.

Beyaz soykırımın başarılı olabilmesi için kullanılacak olan araçların belirlenmesi yetmez; bu araçların belirlenen amaçlara göre örgütlendirilmesi de gerekiyor. Belirlenen amaç asimilasyon olduğuna göre; birimlerin tümünün asimilasyon çarkını döndüren kanal ve kanalcıklar olmaları gerekiyor.

Tarihte birçok fiziki soykırım yaşanmış olmasına rağmen, egemenlerin beyaz soykırım uygulamaları daha yenidir. 1789 Fransız Devrimiyle başlayan ulus-devletlerin ortaya çıkmasıyla, her ulusun kendi sınırlarına sahip olması ve bu sınırların içinde yaşayanları ya yok etmeleri ya da kendi içlerinde eriterek tek kimlikli, tek renkli toplum yaratma süreci başlamış oldu. Bu süreçle birlikte egemen ulus adına hareket ettiğini söyleyen ve aslında adına konuştukları uluslarla pek bir bağları da olmayan kesimler, kendilerine göre daha zayıf konumda gördükleri ulusları, halkları kendi içlerinde eritme politikalarını devreye koydular.

Ulus-devletlerin halklara dayattığı beyaz soykırımı Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan şöyle değerlendirmektedir:

‘’Ulus-devletin en vahim sonuçlarından biri de kültürel miras üzerinde yol açtığı tarihte eşi görülmemiş yıkım, tasfiye ve asimilasyon hareketidir. Ulus-devletin en ayırt edici özelliklerinden biri, hakim bir ulus-etnisitesine dayanarak, kendi dışındaki tüm diğer etnisiteleri binlerce yıllık kültürleriyle (‘tek dil, tek ulus, tek vatan, tek devlet’ Hitler’in baş sloganıydı ) yok sayması ve buna dayalı yıkım, tasfiye ve asimile etmedir. Tarihte hiçbir baskıcı ve ideolojik gücün başvurmadığı bu hareketler ulus-devletin yapısıyla ilgilidir. Tek farkı başlayarak hep birbirine benzeyen vatandaşlar ve kurumlardan ibaret tek renkli, ya simsiyah ya bembeyaz, bir çöl yaratılması esas kültür politikasıdır. Darwinizm, yani biyolojizm topluma da uygulanmak istenmiştir. Pozitivizm en vahim günahlarından biri de bu alana yöneliktir. En güçlü kültürün diğer tüm kültürleri eritmesini evrim kuralı saymaktadır. Tabi insanın milyonlarca yıllık evrimi yok sayılarak ya da yok edilecek .’’

Ulus-devletin tekçi politikası, kendisini üstün ve değerli kendisi gibi olmayanları ise, aşağı ve değersiz görür. Bundan dolayı uyguladığı politikada kendisini haklı gördüğü gibi kendi politikalarına karşı çıkanları da küstah ve iyilikten anlamazlar olarak görür. Kendisi ‘’üstün’’ ve ‘’değerli’’ olduğu halde kendisinden daha ‘’aşağıda’’ ve ‘’değersiz’’ olanları kendisine benzeştirerek onları ödüllendirdi, hiç de hak etmedikleri biçimde ‘’onurlandırıldıkları’’ ve bunun için egemenlerin ‘’şükran borçlarını’’ ödemeleri gerekirken, kendilerine karşı gelerek ‘’küstahlık’’ yaptıklarına kendilerini inandırmışlar. Frantz Fanon, sömürgecilerin sömürge halka iki şeyi dayattığını söyler. Birincisi, sömürgecilerin “üstün” olduğu ve sömürge halkının ise “akılsız ve beceriksiz” olduğu, sömürgeciler olmadan sömürge halkın hiçbir şey olmadıklarının, kendi kendilerini yönetemediklerini ve hiçbir işte başarılı olamayacaklarını kabul ettirirler. İkincisi ise, sömürge halkın sömürgeciden korkması ve “amirlerine” itaat etmesi gerektiği fikrini kabul ettirirler.

Yani önce zihinsel egemenlik kurulur. Zihinsel olarak kendi üstünlüğüne inanan ulus-devletçi iktidarlar, her uygulamalarını da zorunlu ve gerekli sayarlar. Sömürge halk da egemenlerine “hizmet ederken” zihinsel işgale uğramış olduğundan, efendisi için büyük bir kararlılıkla-gocunmadan- gayret gösterecektir.

Kürdistan özgülünde değerlendirildiğinde görülecektir ki, beyaz soykırım süreciyle Kürdistan ülke olmaktan çıkarılmak istenmiş, Kürt halkı ise tarihi asimilasyon ve katliamlarla halk olmaktan çıkarılıp tümden bitirilmek istenmiştir. 1925-38 yılları arasında isyan bahanesiyle Kürt halkına karşı uygulanan fiziki soykırım politikasıyla tüm direniş odakları birer birer ortadan kaldırılmış, Kürdistan baştanbaşa yeniden işgale uğramış, Kürt ve Kürdistan adına ne varsa yasaklanmış ve sonuçta Kürtler kendi kendilerinden kaçar hale getirilmişti.

Lozan Antlaşmasıyla dörde bölünen Kürdistan, her bir parçası başka işgalciye bırakılmıştı. Kürtlerin bu statüsüzlüğünde İngiltere ve Fransa, hem fiziki soykırımda hem beyaz soykırımda başrolün sahibidirler. Kürt serhildanlarında dış destek arayanları T.C.’nin kuruluşunun Proto-İsrail olarak İngiltere’ye bağlı Yahudi ekonomisinin bir planı olduğunu görmezden geliyorlar. İsyanlar sonrasında yaşanan beyaz soykırımın en büyük destekçisi İngiltere olmuştur. Lozan Antlaşması’nda azınlık halkların dil ve kültür hakları Türk heyetine kabul ettirilirken, Kürtlerin adı bile geçmemektedir. Perde arkasında yapılan antlaşmalarla Kürtleri çıkarlarına kurban etmişlerdir.

Bu anlayış üzerine kurulan T.C. , Türkçe’nin dışında diğer dilleri yok sayıyor, bu dil ve kültürleri ortadan kaldırmak istiyor. Ulus-devlet paradigmasıyla kurulan faşizan sistem, amaçlarını gerçekleştirebilmek için yine emperyalist efendilerinden yardım almış, onları örnek almıştır. Tarihin en trajik soykırımlarıyla yüz yüze kalan Amerikan yerlilerinin geri kalanları da Beyaz soykırımla etkisizleştirilmiştir. Bu canlı örnek, ulus-devletçi Beyaz Türkçüler için hemen devralınması gerekiyordu.

‘’T.C. , ABD’nin Kızılderililere karşı uyguladığı asimilasyon politikasını öğrenmek ve bu siyaseti Türkiye ve Kürdistan’da uygulamak için, 1924’te Columbia Üniversitesi’nden John Dewey’i Türkiye’ye getiriyor.’’

John Dewey’in getirilmesi, Avrupalıların Amerikalılara karşı uyguladığı politikayı Türkiye de Kürtlere karşı uygulayacaktı. Bunun üzerine ‘’Şark Islahat Planı’’ Eylül 1925’te hazırlanarak devreye konmuş. Bu plana göre Kürdistan’da beyaz soykırım tüm ayrıntılarıyla izah edilmiş ve bunun için özel programlar devreye konmuştur. ‘’Şark Islahat Planı’’nın önemli ayaklarından biri de Yatılı Bölge Okulları (YBO) aracılığıyla Kürt çocuklarının ailelerinden erken yaşta alınıp asimilasyon çarkında öğütülmeleriydi.

YİBO’lar 1935’te yaşama geçiriliyor, YİBO’ lar ABD’den alınan örneklerle açılmışsa da asıl olarak Sultan Abdulhamit döneminde kurulan ‘’Aşiret Mektepleri’ ne dayanıyordu. Sultan Abdulhamit bu asimilasyon politikasının amacını ‘’Hatıratım’’ da şöyle açıklıyordu : ‘’Rumeli’de özellikle de Anadolu’da Türk unsurunun güçlendirilmesi, her şeyden önemlisi de içimizdeki Kürtleri eritip kendimize mal etmemiz gerekiyor.’’ diyor.

Kürt çocukları, Kızılderili çocuklar gibi zorla ailelerinden alındılar ve YiBO’ larda bir ‘’Türk’’ olarak eğitilmek istendiler. Bu çocuklar dil, kültür ve tarihlerinden uzaklaştırıldı. Soykırımcı rejim, en iyi hizmetçilerini bu okullardan devşirdi. Hastanesi ve yolu olmayan Kürdistan’ın köy ve ilçelerine YİBO’lar inşa edildi.

Soykırımcı eğitim sistemi, ne YİBO’ larla ne de 1930’larla sınırlı tutulmuştur. T.C.’nin tüm eğitim sistemi aynı amaca hizmet amacıyla örgütlendirilip sürdürülmüştür.

1933’te M. Kemal’in buyruğuyla ‘’Türk Tarih Tetkik Cemiyeti’’ üyeliğine atanan Saffet(Arın) Engin Osmanlı’dan kalan azınlıkların ve özellikle de Kürtlerin Türkleştirilmesi için özel gayret sarf edenlerden olmuştur. Saffet Engin, 1947-1949 yıllarında İngiltere’de yaptığı çalışmalarda İngiltere’nin “Browny Usulü” ile tanışmış ve bunu Türkiye özgünlüğüne uyarlayarak olduğu gibi uygulanmasını önermiştir. Saffet Engin, bu çalışmanın amacını şöyle açıklamaktadır ; “şimdi onları Türklüğe kaynaştırma, baş ödevimizdir. İlkokullarda Browny Usulüyle… Bu usulün, İngiliz ulusalcılığını gönüllerde kökleştiren ve İngiliz birliğini ve bütünlüğünü sağlayan biricik usul olduğunu, bütün yabancı çocukların da bu usulle İngilizleştiklerini anlattılar. İşte bizim de azınlık ırkçılarına karşı tek çıkar yolumuz budur. Kürtleri ve başka Osmanlı azınlıklarını böyle kaynaştıracağız.”

Saffet Engin’ in önerdiği ve daha sonra hayata geçirilen program, ilkokullardan başlayarak eğitim sisteminin ırkçı marş ve programlarla şekillendirilmesidir. Çokça tartışılan ve geçen yıl ilkokullarda kaldırılan “Andımız”da İngiliz Browny usulünden alınmıştır. Öyle ki, ‘’İngiliz’’ kavramı yerine ‘’Türk’’ kavramı konularak değiştirilmiştir. ‘’Ben İngiliz’im, İngilizliği her şeyin üstünde, canımdan, evimden, bakımdan daha üstün tutarım. Gönlümde ve kafamda İngiliz onurunu yaşatırım. Onun koruması ve yükselmesi uğrunda her an ölmeye hazırım… Ben İngiliz olmadıkça hiçim…’’ Sözleri bize ne kadar da tanıdık geliyor, adeta ‘’varlığım Türk varlığına armağan olsun.’’ sözlerini duyar gibiyiz.

Türk eğitim sisteminin temelinde, yeni nesillere ilmi, tarihi, sanatı ve doğruları öğretmek değil, tüm bu dalları kullanarak ‘’Türklükleri şüphe uyandıranları’’ tümden Türkleştirmek vardır. AKP hükümeti döneminde her yıl neredeyse yeni bir sistem getiriliyor olmasına rağmen, sistemdeki ırkçı zihniyete dokunulmaması, ırkçılığın sistemdeki kökleşmesini gösteriyor. İslamcı geleneğin beyaz soykırım politikasına katkıları Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan

şöyle izah ediyor;

‘’Burjuvalaşmış İslami iktidarcı gelenek Beyaz Türkçü yaklaşımı aşma yeteneğini gösterememiş, hatta onun daha da gerisinde bir tutum takınmıştır. Kürt kültürel varlığına karşı Modernist-laikçi yöntemlere ilaveten, İslami gelenekleri de kullanarak, Türk İslam Sentezi adı altında milliyetçiliği daha da koyulaştırıp uygulamıştır. Özellikle tasfiyede laikçi Türkleştirme yetersiz kalınca, Türk İslamcı müttefikler devreye sokulmuştur. Nakşi be kadiri tarikatlar başta olmak üzere, bütün dinsel araçlar, bu konuda kültürel imhanın araçları olarak kullanılmıştır…’’

Soykırımcı rejimin Kürt diline bunca düşmanlığı boşuna değildir. Kürtleri tümden yok etmenin yolu, Kürtlerin anadili olan Kürtçe’ yi ortadan kaldırmaktan geçtiğini iyi biliyor. ‘’Dil, düşüncenin elbisesidir.’’ demiş Samuel Johsnon. Ancak Thomas Carlyle bunu yeterli görmemiş ve ‘’Dilin düşüncenin elbisesi olduğu söyleniyor. Ancak onun düşüncenin derisi, düşüncenin eti olduğu söylenmeliydi.’’ demiştir. Soykırım rejimi de Kürt halkını elbisesinden, derisinden ve etinden koparmak istiyor.

‘’Şark Islahat Planı’’yla (1925) Kürdistan’da sistemleşen beyaz soykırım politikaları, 1961’deki cuntanın hazırlattığı ‘Doğu Raporu’yla sürdürülmüştür. Raporları hazırlayan kişilerin ünvanından çok soykırımcı rejimin uyguladığı politikaların dayandığı zihniyeti göstermeleri açısından önemlidir. Demokratik zihniyetin hazırlayacağı rapor çözümü ve ilerlemeyi hedefleyecektir, ancak ulus-devlet ideolojisiyle kurulan T.C. sisteminin ve bu sistemin temsilcilerinin hazırlayacakları raporlar da soykırımın planları olacaktır. Ecevitin ölümünden sonra özel izinle onun gizli arşivinde araştırma yapan gazeteci Can Dündar ve Rıdvan Akar’ın 22 Ocak 2008 tarihli Milliyet Gazetesi’nde yayınladıkları raporlardan bir tanesi de 1961’de askerlerin Kürt tasfiyesini gerçekleştirmek için oluşturdukları ‘’Doğu Grubu’’nun hazırlamış olduğu “Doğu Raporu” dur. Yazar Mehmet Bayrak’ın aktardığına göre raporda; ‘’eskiden olduğu gibi Kürtler’in ‘’hicret’’ ettirilmesi yani sürülmesi; Irak ve İran Kürtleri ile ilişkilerinin kesilmesi, okullarda misyoner olarak yetiştirimesi; Doğu’ya Kürt memur gönderilmemesi; radyo aracılığıyla Türk güfteleriyle mahalli havaların çalınması; bölgenin lisanına vakıf saz şairlerinin ve âşıkların Türkçe söylemeye özendirilmesi; ırk bakımından, Türk siyasi düzeninin kendi menfaatleri için en elverişli, en emin ve en çok imkan sağlayan düzen olduğunu telkin eden bir inandırma faaliyetine girişilmesi… gibi hususlar yer almaktadır.’’

Bununla yetinmeyen cuntacılar, Kürtlerin Türk olduğunu kabul ettirilmesi için ‘’Akademik Çalışmalar’’ın yapılmasını, ‘’Doğu’nun Türk tarihinin yazılarak neşredilmesi’’ni de istiyorlardı.

Beyaz Soykırımın “Milli” Siyaseti

İttihatçı zihniyetle kurulan T.C. siyasette de ulus-devlet zihniyetinin dışında başka oluşumlara izin vermemiş, en ufak bir muhalif çıkışa şiddetle yönelmiştir. M. Kemal’in izniyle kurulan Serbest Fırka bile tehlike görülerek kısa zamanda kapatılmıştır. Tek parti sisteminin hakim olduğu yıllarda isyanlar bahane edilerek ‘’Takrir-i Sükun Yasası’’ çıkartılmış, muhalif seslerin bastırılmasının yasal zemini hazırlanmıştır.

Siyasetteki bu tekçi zihniyetin Kürtlere yansıması ise, tümden iradesizleşme, kendinden uzaklaşma, siyasetten ürkme, siyaseti Türk kimliğine bürünme olarak algılamaya yol açmıştır. Kuzey Kürdistan’da Kürtlük adına söz söyleyecek tek kişi ve kurum bırakılmamıştır.

İsyanlar döneminde bastırılan, kaçırtılan veya idam edilenlerin dışında kalan ve öncülük potansiyelini barındıran kişiler, sürekli sistemin baskı cenderesi altında tutulmuş, sürgün vb. politikalarla Kürdistan dışında tutulmuş, geri kalanlar ise soykırımcı rejime uşaklık etmekte yarıştırılmıştır.

Dıştan gelen baskı nedeniyle 1947’de Demokrat Parti’nin kurulması, tekçi siyaset kalıplarını zorlamış, CHP’nin soykırımı sistemin kurucu partisi ve temsilcisi sayılması nedeniyle Kürdistan’da DP kısa sürede taban bulmuştur. Var olan durumdan dolayı DP demokrasi, özgürlük vb. kavramlarını daha fazla dillendiriyordu. Sisteme muhalif sayılan DP, 1950 seçimlerinde Kürdistan’da oyların çoğunu aldı.

DP, demokrasi, özgürlük vb. kavramları sıkça kullanarak devleti temsil eden CHP’ye karşı bir alternatif olarak çıkması, Kürdistan’da biriken tepkinin örgütlenmesine yol açabileceği görülerek kısa zamanda soykırımcı zihniyetin devamcısı olduğunu göstermiş, Kürtleri kontrol altına almanın en kestirme yolu olarak işbirlikçileştirilen feodal şeyh, ağa ve aşiret reisleriyle işbirliğine girmiştir. Sanayinin gelişmesiyle Anadolu’da feodalizm etkisizleşirken, Kürdistan’da bilinçli olarak ayakta tutulmuş, devlet varlığını bu işbirlikçi yapıya dayandırarak sürdürmüştür. Katliamların sorumlusu olarak görünen CHP’nin yeterince devlete bağlayamayacağı kesimler, DP tarafından sahiplenilmiş ve sisteme entegre edilmiştir. Bunun için daha önce Anadolu’nun çeşitli kentlerine sürgün edilen yaklaşık 2000 ailenin Kürdistan’a dönmesine izin verilmiş, bu ailelerin çoğu DP tabanı yapılmıştır. Şeyh Said ailesi başta olmak üzere daha önce isyanlarda yer almış ailelerin geride kalan fertleri milletvekili yapılmıştır. 1960 darbesi esnasında bunlardan 300’e yakını Sivas kampında tutulmuş, Şeyh Said’in ailesinin de içinde bulunduğu 55 kişi çeşitli illere sürgün edilmiş, diğerleri serbest bırakılmıştır.

DP’nin kısa sürede devletçiliğe dönmesi Kürtleri yeni arayışlara itmiş, 1961’de kurulan TİP’in etrafında Kürt aydın ve yurtseverleri toplanmış, 1970 kongresinde Kürt varlığını kabul ettiğini beyan eden TİP de 1971 darbesiyle kapatılmıştır.

1938-60 arasında yaşanan korku duvarları yavaş yavaş çatlamış, 1968 dünya devrimci gençlik hareketinin de etkisiyle Türkiye ve Kürdistan’da muhalif hareketler gelişmiş, yani örgüt ve partiler kurulmuştur. Korku duvarlarının parçalanması elbette kolay olmayacaktı. İsyanların bastırılmasıyla varlığı tartışılır hale getirilmiş olan Kürd’ün kendi adına siyaset yapabilmesi her türlü yolla engellenmek istenmiş, Kürtlerde umutsuzluk ve inançsızlık hakim kılınmıştır. 1965’de kurulan T-KDP, genel sekreteri Faik Bucak’ın öldürülmesiyle devletin denetimine girmiş, 1969’da kurulan DDKO, Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın deyimiyle ‘’II. Meşrutiyet Dönemindeki Kürt Teali Cemiyetlerinin düzeyini aşamıyordu.’’(6) Türkiye sol hareketleri de Kemalizm’i aşamadıkları için bir umut olmaktan çıkınca, Abdullah Öcalan etrafındaki bir avuç genç yürekle Modern Kürt Hareketinin temellerini atmıştır.

 

Beyaz Soykırımın Bir Parçası Olarak Ekonomik İşgal:

Kürdistan’da ekonominin gelişmesi, sömürgeci T.C. sistemi tarafından bilinçli olarak engellenmiştir. Kürdistan’da ekonominin gelişmesi, Kürtlerin zenginleşmesi ve güç kazanması olarak görülüyor, bunun engellenmesi için de Kürtlerin ekonomik olarak da devlete bağımlı kalması gerekiyordu. Kürtler aç bırakılarak ‘’terbiye’’ ettiriliyordu. 1950’lerde Türkiye’de sanayinin gelişmesiyle tarımda traktörler kullanılmaya başlandı. Bu da Kürt köylüsünün köyden kente göçüne yol açtı. Mecburi iskânla köylerinden, ülkelerinden koparılamayan Kürtler, ekonomik göçe başladılar. Önce Kürdistan şehirlerine, sonra da Türkiye metropollerine aç-sefiller ordusu olarak dağıldı, Türk burjuvazisinin ihtiyaç duyduğu ucuz iş gücü olarak gerekli ihtiyacı karşıladılar.

Kürtlerin bu tarzda göç ettirilmesi de planlı bir beyaz soykırım siyasetiydi. Türkiye kentlerinden Avrupa’ya kadar yayılan Kürtler, vasıfsız işçiler olarak sömürünün her türlüsüne maruz kaldıkları gibi, kendi vatanlarından da uzaklaştırılarak kendi kendilerine yabancılaştırıldılar.

Önder Abdullah Öcalan; ‘’Ekonomik işgal, işgallerin en tehlikelisidir. Ekonomik işgal bir toplumu düşürme, çökertme ve çözmenin en barbar yöntemidir. Kürt toplumu üzerindeki ulus-devlet statülerinden çok, ekonomik araçlarına el konularak, denetlenerek nefessiz hale getirilmiştir. Bir toplumun kendi üretim araçları ve pazarı üzerindeki kontrolünü kaybettikten sonra yaşamını özgürce sürdürmesi mümkün değildir… Siyasi ve kültürel sömürgecilikten sonra daha da yoğunlaştırılan ekonomik sömürgecilik, ölümcül darbelerin sonuncusu oldu,’’ der.

Sömürgeci sistem, Kürdistan’da sömürüde sınır tanımadı. Kürdistan’ın yeraltı ve yerüstü zenginliklerini talan ederek Türkiye’nin batısına taşıdı. Türkiye’de çıkan petrolün yüzde 80’i Elih(Batman)’te çıkarıldığı halde, buradaki halk geçinmek için metropol varoşlarında en zor işlerde çalışmak durumunda bırakılmıştır. Sanayinin Kürdistan’da gelişmesi devlet eliyle engellendi. Kürdistan’ın geniş ovalarında ekilen buğday, mercimek, pamuk vb. tarım ürünleri, sömürgeci sistemin ofislerinde toplandı ve batı illerine gönderildi.

 

Bir Soykırım Aracı Olarak Yer İsimlerinin Değiştirilmesi:

Beyaz soykırımın bir aracı da yer isimlerinin tarihi adlarının yasaklanması ve değiştirilmesidir. Buna toplumların tarih ve köklerinden koparılması da diyebiliriz. Yer isimleri aynı zamanda o bölgede yaşayan halkların tarihini de veriyor. Birçok işgalci güç işgal ettikleri yerlerin adlarını öncelikle değiştirerek kendilerine ait kılmaya çalışırlar. Kendilerinin bu yerlerin asıl sahipleri olduklarını bu tarzda kabul ettirmek isterler. Buna rağmen birçok yerin tarihi üzerinde yaşayan halkların tarihinden daha eskidir. O yerlere isim veren halklar yok olmuş ya da başka yere göçmüş \ göçertilmiş olabilirler ama o yerlerin onlardan aldığı adlar varlığını koruyor.

Böyle kalıcı olan yer adları, insanlık tarihi açısından da önemli bilgi kaynağı olabiliyor. Arkeolojik kalıntılar, tarihi yapılar, tablet vb. kalıntılar toplum ve insanlığın geçmiş tarihini öğrenmek için aydınlatıcı birer ışıktırlar. Tarihi yer isimleri bundan dolayı toplumsal kültür mirasıdırlar. Birçok yerin UNESCO tarafından korunması ve tahrip edilmesinin yasaklanması, bu yerlerin insanlık tarihinde önemli yer tuttukları nedeniyledir.

Yer adları, aynı zamanda yerli halkın kimliğinin de bir unsurudur. Yer ve bölge adları yerli halkın kimliklerini tamamlayan öğe olarak önemini günümüzde de korumaktadır. Bazı ülke, şehir, nehir, dağ vb. adlarının sadece bir ad olmanın ötesinde anlamlı olduğunu biliyoruz. Zira bu adlar, aynı zamanda bir kültürü, bir karakteri de yansıtıyor. Örneğin Kobané, Şengal isimleri bugün bizim için isim olmanın ötesindedirler. Çiyayê Cudi, Amed, Dersim isimlerini birer ruhu, kültürü de ifade ediyor.

Türkiye’de yer isimlerinin değiştirilmesi siyaseti, İttihat ve Terakki iktidarı döneminde 1913-1916’da başlamış, bu dönemde Rum ve Bulgar isimleri değiştirilmiştir.

Cumhuriyetin kuruluş yıllarında, yer isimlerinin Türkçeleştirilmesi ideolojik olarak tartışılıyor olsa da pratikte fazla uygulanmamıştır. 1930’larda Kürdistan’da bazı yer isimleri değiştirildi. Sevan Nişanyan’a göre: ‘’Sonradan Türkiye’ye katılan Artvin’deki tüm köy adları 1925’te, Hatay’dakiler 1938’de Türkçeleştirildi. 1923-60 aralığında topluca Türkçeleştirme vakaları bu iki yerle sınırlıdır.’’

Ancak ‘’Türk Tarih Tezi’’ ve ‘’Güneş Dil Teorisi’’ yle yeni bir tarih yazmaya ve bunu herkese kabul ettirmeye kararlı soykırımcı zihniyet, kendinden saymadığı dilleri, kültürleri yok saydığı gibi , bu dillerin , kültürlerin şekillendiği yerlerin adlarını da ortadan kaldıracak , topluma ve insanlığa unutturmak isteyecekti. Bunun için 1957’de İçişleri Bakanlığı bünyesinde, Türkçe olmayan yer isimlerini belirlemek ve yeni isimler önermek amacıyla ‘’Yabancı Adları Değiştirme Komisyonu’’ kuruldu.

‘’Hazırlıklar 27 Mayıs 1960 darbesinin hemen ertesinde semeresini verdi. Darbeyi izleyen dört ay içinde 10.000’e yakın yeni köy adı resmi kullanıma sokuldu. 1965’ten önce tüm yer adlarının yaklaşık üçte biri değiştirildi. Bazıları binlerce yıllık tarihe sahip olan 12.000 dolayında köy ve 4.000 dolayında bağlı yerleşim ile binlerce akarsu, dağ ve coğrafi şekil, bürokratik zihniyetin ürünü olan yani Türkçe adlara kavuştu.’’(9) Değiştirilen bu yer adlarının çoğunun Kürdistan’da olduğunu söylemeye gerek yok.

Soykırımcı sistemin hedefinde sadece yer adlarını değiştirmek yoktu. Kürdistan’daki surları, köprüleri, tarihi yerlerin fiziki olarak ortaçağdan kaldırılması için de çoğu kez girişimde bulunulmuştur. Birçok tarihi eserimizin yok olması veya yok olmayla yüz yüze kalmasını bu politikayla direk bağlantılı olduğu bilinmektedir.

Kürdistan’da uygulanan Beyaz Soykırımın çok yönlü olduğunu ve süreklilik arz ettiğini açıkça görmekteyiz. Ulus-devlet geleneğinin Anadolu’daki temsilcisi olarak kurulan T.C. sistemi, tekçi mantığın gereği olarak farklılıkları ortadan kaldırmayı amaç edinmiştir. Bunun için cumhuriyetin kuruluşundan günümüze kadar bir devlet politikası olarak beyaz soykırım devrededir. 1940-60 yılları arasında bu politikaya karşı durabilecek bir Kürt iradesinin olmaması, soykırımcı rejime amaçlarını daha rahat koşullarda hayata geçirme şansı vermiştir. 1960’larda Kürtlerde başlayan hareketlenme , ‘’Kürdistan bir sömürgedir’’ tespitiyle yola çıkan genç yüreklerin cesaretli çıkışı, yeni bir dönemin başladığını müjdeliyordu.

 

 

 

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.