Düşünce ve Kuram Dergisi

Mayıs 1960 Askeri Darbesinin Arka Planındaki Kürt Sorunu

Şaban İba

27 Mayıs 1960 sabahı, “Dikkat! Dikkat! Radyolarınızın başına geçiniz! Güvendiğiniz silahlı kuvvetlerinizin sesi bir dakika sonra sizlere hitap edecektir” anonsuyla başlayan askeri darbe, Albay Alpaslan Türkeş tarafından şöyle duyuruldu: “Sevgili Vatandaşlar. Bu harekete Silahlı Kuvvetlerimiz, partileri içine düştükleri uzlaşmaz durumdan kurtarmak ve partiler üstü tarafsız bir idarenin nezaret ve hakemliği altında en kısa zamanda adil ve serbest seçimler yaptırarak idareyi hangi taraf mensup olursa olsun seçimi kazananlara devir ve teslim etmek üzere girişmiş bulunmaktadır. Girişilmiş bu teşebbüs, hiçbir şahsa ve zümreye karsı değildir… Bütün ittifaklarımıza ve taahhütlerimize sadığız. NATO ve CENTO’ya inanıyoruz ve bağlıyız. Düşüncemiz, ‘Yurtta Sulh, Cihanda Sulh’tur.”

Demokrat Parti hükümetini askeri bir darbe ile devirerek siyasi iktidara el koyan; sonradan başına Orgeneral Cemal Gürsel’i getiren ve adını Milli Birlik Komitesi (MBK) olarak açıklayarak 38 kişilik askeri cunta tarafından yayınlanan bu Bildiri, radyodan okunmadan önce ABD Büyükelçiliği’nin giriş kapısının altından atıldı. Ayrıca MBK sabahın erken saatlerinde ABD Büyükelçisi F. Warren’la görüşerek askeri müdahalenin kesinlikle ABD’ye karşı bir hareket olmadığı konusunda garanti verdi. ABD Dışişleri Bakanlığı da üç gün sonra 30 Mayıs’ta yayınladığı bildiri ile “Eskiden olduğu gibi Türkiye ile ABD arasında yakın ve dostça ilişkilerin sürdürüleceğini” açıkladı. Aynı gün CHP örgütlerine bir genelge gönderen Genel Başkan İsmet İnönü, askeri darbeyi desteklediğini açıklayarak partililerden MBK’ nin kararlarına uyulmasını ve genel seçimlerin beklenilmesini istedi. 28 Mayıs’ta İstanbul Üniversitesi anayasa profesörleri tarafından askeri darbenin hukuki dayanağı olabilecek bir bildiri/’fetva’ yayınlandı. Bu bildiri de, “Milli Birlik Komitesi’ni, yani devlet müessese ve kuvvetlerinin idareyi ele almasını, meşru ve sosyal nizamı tekrar kurmak ihtiyacının bir neticesi sayıyoruz” denildi.

 

27 Mayıs darbesinin niteliği

MBK’si kendi denetiminde bir Kurucu Meclis oluşturarak yeni anayasa çalışmalarını başlattı. 6 Ocak 1961’de çalışmalarına başlayan Anayasa Komisyonu tarafından hazırlanan ve MBK tarafından onaylanan anayasa taslağı 27 Mayıs 1961’de Kurucu Meclis’in kabul etmesinden sonra 1961 Anayasası olarak halk oylamasına sunuldu. Bu yeni anayasa taslağı CHP’nin 1959 yılındaki XIV. Kurultayı’nda kabul edilen ve “İlk Hedefler Beyannamesi” adıyla yayınlanan Bildiri/program 1961 Anayasası’nın temelini teşkil etti. 9 Temmuz 1961’de yapılan ve yüzde 80 katılımın olduğu halk oylamasında yeni anayasa yüzde 61.5 “Evet”, yüzde 38.5 “Hayır” oyuyla kabul edildi. Yeni anayasanın yürürlüğe girmesinin ardından 15 Ekim 1961 genel seçimlerinin yapılmasına karar verildiği sırada, yeni döneme özgü bir tarzda askeri icazet ve vesayet devreye girdi. MBK ile seçimlere katılacak olan siyasi partiler arasında “yuvarlak masa toplantıları” denilen görüşmeler yapıldı. 31 Ağustos 1961 -5 Eylül 1961 tarihleri arasında yapılan bu toplantılardan sonra siyasi parti liderleri MBK’ ye,

a)27 Mayıs 1961 Askeri Müdahalesi’ni siyasi çıkarlarına alet etmeyeceklerine; MBK’ yi seçim meydanlarında eleştirmeyeceklerine;

b)Atatürk reformlarını koruyacaklarına;

c)İslamiyet’i siyasal amaçları doğrultusunda

kullanmayacaklarına;

d)aşırı sol ve aşırı sağ düşüncelere karşı mücadele edeceklerine dair, MBK üyelerine garanti verdiler. Bu “milli mutabakattan” sonra 15 Ekim 1961 tarihinde genel seçimlere gidildi. Kürtler ve Kürt sorunundan hiç söz edilmeyen yuvarlak masa toplantılarında tüm partiler Kürt sorunu konusunda MBK ile tam bir uyum ve anlayış birliği içinde oldukları için iki taraf da bu konudan hiç söz etmediler.

1961 Anayasası milli güvenlik devletine özgü bir anayasa olarak hazırlandı. Milli güvenlik kavramı ve ideolojik söylemi Türkiye’de NATO’ya girişle başlamış, ancak anayasa ve yasalara girerek somut uygulamalar 27 Mayıs askeri müdahalesinden sonra hayata geçirilmişti. Bu bağlamda, 1961 anayasasında getirilen ve birbirleriyle örtüşen iki temel hükümden biri, ABD Milli Güvenlik Konseyi’nin bir tür eşdeğeri olan Milli Güvenlik Kurulu (MGK)’nun oluşumu; ikincisi de, Genelkurmay Başkanlığı’nın Milli Savunma Bakanlığı’ndan alınarak Başbakan’a bağlanması ve orduya devlet içinde yeniden özerk bir statü kazandırılmasıydı.

MBK’nin yaptığı ilk işlerden biri ordunun İç Hizmet Kanunu’nu değiştirmek oldu. 4 Ocak 1961 tarih ve 2111 sayılı kanunla değiştirilen ordu İç Hizmet Kanunu’nun 35.maddesinde belirtilen “Silahlı kuvvetlerin vazifesi; Türk yurdunu ve anayasa ile tayin edilmiş olan Türkiye Cumhuriyeti’ni kollamak ve korumaktır” ifadesi 27 Mayıs darbesine meşruiyet kazandırdı. Kanunun bu maddesi sonraki siyasal ve toplumsal süreçte ordunun siyasete müdahaleleri için hukuki zemin oluşturdu. Sonraki süreçte askerler, her müdahale döneminde anayasal ve yasal düzenlemelerle ordunun devlet içindeki özerkliğini güçlendirdi ve özellikle kendilerinin sürekli olarak temsil edildikleri MGK’yi olağanüstü yetkilerle donatarak orduyu “askeri ve politik bir odak” haline getirdi. Böylelikle Türkiye’de milli güvenlik devleti ve askeri vesayet dönemi başladı.

MGK’dan önce, aralarında kuruluş ve yetkiler bakımından benzerlik bulunan Milli Savunma Yüksek Kurulu (MSYK) vardı. l949 yılında kurulan MSYK, “Devlet işlerinin en başında gelen top yekun milli savunma görevlerini yerine getirmek üzere” kurulmuştu. 1961 anayasasında MGK, “Milli Güvenlik ile ilgili kararların alınmasında ve koordinasyonun sağlanmasında yardımcılık etmek üzere, gerekli temel görüşleri Bakanlar Kurulu’na bildirir” şeklini aldı. 1962 yılında çıkarılan MGK Genel Sekreterliği Kanunu’nun gerekçesinde, “İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ileri memleketlerin benzeri teşkilatları üzerinde yaptıkları revizyonlar ve bu konuda MSYK’ nin 10 senelik tatbikatından elde edilen tecrübeler de dikkate alınmıştır. Bu suretle bu tasarı, devletin maddi ve manevi bütün varlıklarının her türlü tecavüzlere karşı korunması ve yüceltilmesi amacıyla takip edilecek politika, prensip ve planların tespiti işleri ile bu konudaki hazırlık ve çalışmaları tanzim edecek esasları derlemiş bulunmaktadır” şeklinde açıklanmıştı.

Fonksiyonel olarak sürekli geliştirilen ve yetkinleştirilen MGK sonraki süreçte devlet ve toplum hayatında özetle şöyle roller üstlendi:

a) Gerek bürokratik ve askeri yapısıyla ve gerekse meclis ve hükümet üstü yetkileriyle devlet içinde oligarşik bir nitelik kazandı.

b)Kısa zamanda yasama, yürütme ve hatta yargının üstünde olan, devletin güvenlikle ilgili tüm gizli kararlarını alan, en dar, en yetkili ve gerçek erki elinde bulunduran bir kurum haline geldi.

c)Ordunun devlet içindeki özerk yapısıyla da örtüşerek “demokratik parlamenter sistem” bakımından hiç bir şekilde izah edilemeyecek Milli Güvenlik Devleti’ne özgü bir sistemin yürütme gücünü oluşturdu.

Anayasal bir kurum olarak idari, mali ve siyasi hiçbir denetimi olmayan MGK’nın üzerinde sadece ordunun ve dolayısıyla Genelkurmayın etkisi sürekli hale getirildi. Demirel’in “Kuruluşundan beri devletin hafızasıdır. Devletin güvenliğini ilgilendiren her şey onun gizli kararlarında mevcuttur” dediği Milli Güvenlik Kurulu rejime adeta bir “gizli askeri devlet” veya “Milli Güvenlik Devleti” ya da son yıllarda yaygın şekilde kullanılan “Derin Devlet” niteliği kazandırdı. MGK, hükümetin ve parlamentonun üstünde “devletin kaderinde” söz sahibi ancak hiçbir siyasal sorumluluk taşımayan “bürokratik bir üst kurum” olarak “devlet işleri” esas olarak MGK tarafından yürütüldü.

27 Mayısçılar askeri darbenin “Milleti temsil vasfını kaybetmiş olan meclisi ve hükümeti dağıtarak” DP’ye karşı yapıldığını açıklamışlardı. Cuntacıların kendilerini haklı gösterme gerekçelerinden başka bir şey olmayan bu anlayış CHP’nin çabalarıyla tüm topluma benimsetilmeye çalışıldı. Bu söylemin etkisinde kalan sol ve sosyalist hareket askeri darbeyi, “Tek parti diktatörlüğüne yönelen Demokrat Parti iktidarına karşı ordunun demokratik hak ve özgürler için yaptığı” meşru bir hareket olarak gördü ve destekledi. Bu nedenle 27 Mayıs darbesinin gerçek nedenleri ve tepeden inmeciliğin/ darbeciliğin anti-demokratikliği irdelenmedi. Bu konuda Kemalist önyargılar, egemen ulus ve devlet şovenizmi, askeri ve bürokratik elitin ve askeri cuntanın askeri darbeyi halka bir devrim olarak (“Ak devrim” olarak adlandırmışlardı) yutturması etkili oldu. Oysa bu darbenin arka planında Irak, Suriye ve özellikle de 4 sömürgeci devlet tarafından ilhak ve işgal edilen Kürdistan gerçeği, Güney Kürdistan’daki gelişmeler ve ABD ile İngiltere’nin bölgede sarsılmaya başlayan çıkarlarından kaynaklanan gelişmeler belirleyici bir önemdeydi. Ve tabi ki bütün askeri müdahalelerde olduğu gibi bu darbenin ardında ABD’nin o günkü Ortadoğu politikaları vardı.

Irak’ta askeri darbe ve Bağdat Paktı’nın dağılması

Soğuk Savaş döneminin en önemli cephesi olan Ortadoğu’ya Sovyetler Birliği’nin nüfus etmesini önlemek ve onu çevrelemek için NATO’nun bir tür uzantısı olarak Bağdat Paktı kuruldu. ABD ve İngiltere’nin teşvikiyle 2 Nisan 1954’te Türkiye ile Pakistan arasında imzalanan dostluk ve işbirliği antlaşması Bağdat Paktı’nın kuruluşu için bir aşama oldu. Ekim 1954’te Ankara’yı ziyaret eden Irak Başbakanı Nuri Said, Türkiye ile Irak’ın Ortadoğu’da bir savunma örgütü oluşturmayı kararlaştırdıklarını açıklayarak ilk adım atıldı. 24 Şubat 1955’te Türkiye ile Irak arasında imzalanan karşılıklı işbirliği antlaşmasına 4 Nisan’da İngiltere’nin, 23 Eylül’de Pakistan’ın, 3 Kasım’da da İran’ın katılmasıyla Bağdat Paktı kuruldu. ABD ise pakta gözlemci üye olarak katıldı. Böylelikle Türkiye, Pakistan, Irak, İran ve İngiltere’den meydana gelen Ortak Savunma ve Bölgesel İşbirliği Teşkilatı meydana geldi. Bağdat Paktı Daimi Konseyi, Kasım 1955’te düzenlediği ilk toplantısında teşkilat merkezinin Bağdat’ta olmasına ve teşkilat içinde Daimi Askeri Komite ile Ekonomik Komite kurulmasına karar verdi. Ancak Türkiye’nin Bağdat Paktı’nda sadık müttefiki olan Kral Faysal’ın 14 Temmuz 1958’de askeri bir darbe ile devrilerek Cumhuriyet ilan edilmesi, Bağdat Paktı için sonun başlangıcı oldu. 28 Temmuz 1958’de Londra’da toplanan zirvede Paktın varlığını sürdürmesi kararlaştırıldı. ABD ile ayrı ayrı güvenlik antlaşmalarının imzalandığı bu toplantıya katılmayan Irak’ın 24 Mart 1959’da Bağdat Pakt’ından çekildiğini resmen açıklaması ile Bağdat Paktı sona erdi. (*)

(*)Irak’ın çekilmesiyle merkezi Ankara’ya taşınan paktın adı, Merkezi Antlaşma Teşkilatı (Central Treaty Organisation-CENTO) olarak değiştirildi. Pakt yeni kimliğiyle ekonomik, kültürel ve teknik işbirliği alanlarına yöneldi. 1979’da önce İran’ın, ardından da Pakistan’ın çekilmesiyle CENTO Daimi Komitesi Eylül 1979’da teşkilatı feshetti. Böylece CENTO’nun varlığı sona erdi.

Irak, Suudi Arabistan gibi bölgedeki diğer Amerikan yanlısı rejimlerle iyi ilişkiler kurarken ABD karşıtı Arap rejimlerine (Mısır ve Suriye) tavır alarak ABD’nin ve İngiltere’nin Orta Doğu’daki en önemli müttefiki haline gelmişti. Irak, İngiltere ve ABD’nin teşvikiyle, SSCB’yi çevrelemek ve Orta Doğu’ya inmesini engellemek için Türkiye, İran, Pakistan ve İngiltere’nin de dahil olduğu Bağdat Paktı’na katıldı. Bağdat Paktı’nın tek Arap ülkesi olan Irak, pakta karşı gösterilen tepkiler sonucu Arap dünyasından tecrit edilmiş durumdaydı. 1958’de de Mısır ve Suriye’nin katılımıyla oluşturulan Birleşik Arap Cumhuriyeti’ne tepki olarak Irak’ın Ürdün’le Arap Federasyonu’nu oluşturması Arap birliği, Mısır ve Irak ordusunun genç subayları tarafından tepkiyle karşılandı. Mısır’da krallık rejimini yıkan 1952 Darbesi’ni gerçekleştiren Cemal Abdül-Nasır’ın liderliğindeki Hür Subaylar Hareketi’nden esinlenen General Abdülkerim Kasım’ın öncülük ettiği Irak Hür Subaylar hareketi 14 Temmuz 1958’de bir darbeyle krallık rejimine son vererek Irak’ta cumhuriyet ilan etti. Darbe sırasında Kral II. Faysal, Veliaht Prens Abdülillah ve başbakan Nuri Said’in de bulunduğu önde gelen saray mensupları öldürüldü. Bu darbeyle birlikte Irak’ın İngiltere ile olan 37 yıllık siyasi bağı da koptu. Irak, Suriye ve Mısır gibi bağlantısızlık adı altında her geçen gün biraz daha Sovyetler Birliği’nin denetimine girdi. Irak Cumhurbaşkanı olan Kürt kökenli General Abdülkerim Kasım, önce Ağustos 1958’de Irak’ı Arap Federasyonu’ndan ayırdı. 24 Mart 1959’da da Irak’ın Bağdat Paktı’ndan çekildiğini açıkladı.

Irak’taki bu değişiklikler Ortadoğu’daki dengeleri alt üst etti. Bu darbeden etkilenen Suriye’de benzer bir askeri darbe yapıldı. Sovyetler Birliği’nin desteğinde gerçekleşen bu askeri darbeler ile Ortadoğu’nun önemli bir bölümünün Sovyetler Birliği’nin etkisi altına girmesi ABD ve müttefiklerini endişelendi. ABD, 15 Temmuz 1958’de Türkiye’deki İncirlik üssünü kullanarak Lübnan’ı işgal etti. Bir gün sonra da, İngiliz paraşütçüleri Ürdün’ü işgal ederek işbirlikçi Kral Hüseyin’in despotik rejimini pekiştirdi.

Kürtlerin ulusal ve demokratik haklara kavuşması

14 Temmuz 1958 darbesinden sonra Kürtlerin demokratik hak ve özgürlük taleplerinin gözetileceğini açıklayan Kasım, Irak Anayasası’nda değişiklikler yaparak Irak Birliği çatısı içinde Kürtlere Araplarla eşit bir statü kazandırdı. Anayasanın 3. maddesinde “Büyük Arap Vatanı’nın bir parçası olan Irak’ın Arapların ve Kürtlerin müşterek sahipleri olduğu” belirtildi. Anayasanın bu maddesiyle Irak hükümeti 1932’de (*) tanınan eşit yönetim yasasını, eşit paylaşımı, sosyal hizmet ve gelişme projelerinden eşit yararlanılmasını ve Kürt dilinin statüsünü yükseltmeyi uzun yıllar sonra yeniden kabul etmişti.

(*)Irak’ta manda rejiminin sona ermesi ve Irak’ın Milletler Cemiyeti (MC)’ne kabulü münasebetiyle 30 Mayıs 1932’de Başbakan Nuri Said tarafından yayımlanan Deklarasyon ile Irak’ın tek taraflı olarak ülkesinde yaşayan azınlıkların haklarını garanti altına alındığını açıklayarak MC azınlık koruma sistemine dahil olmuştu. Bu çerçevede “Kürt, Türk ve diğer her türlü dil ve din azınlıklarının” kişisel ve siyasal haklardan eşit olarak yararlanacağı, ayrımcılık yapılmayacağı, her Iraklının istediği dilde ticari, dini ve her türlü basın yayın faaliyetinde bulunabileceği, mahkemelerde kendi dillerini yazılı ve sözlü kullanabilecekleri, inanç ve ibadet özgürlüğünün korunacağı, azınlıkların kendi dillerinde eğitim yapabilecekleri, hatta Kürtlerin yoğunlukta oldukları yerlerde resmi dilin Arapça ile birlikte Kürtçe olacağı, Kerkük ve Kıfri’de ise Türkmenlerin çoğunluğu oluşturmasından dolayı Türkçe ve Kürtçe’nin Arapça’nın yanı sıra resmi dil olacağı bildirilmiş ve azınlıklara tanınan bu hakların Irak’ın temel kanunu olacağı, hiçbir yasa ile değiştirilemeyeceği vurgulanmıştı. (Kuzey Irak’ta Olası Bir Ayrılmanın Meşruluğu ve Self-determinasyon Sorunu, Yrd. Doç. Dr. Erol Kurubaş, S. Demirel Üniversitesi)

Bu ortamda 12 yıllık mültecilik hayatı sona eren Kürdistan Demokrat Partisi (KDP) lideri Molla Mustafa Barzani Ekim-1958’de Bağdat’a döndü. Araplar ile Kürtlerin ortak vatanı olarak Irak’ın yeniden kurulmasını isteyen Barzani’nin kısmi özerklik talepleri Bağdat yönetimi tarafından genel kabul gördü. Abdülkerim Kasım Türkiye’nin ve Türkmenlerin tepkisini çekecek olan Kerkük’ü de kapsayacak tarzda Kürtlere geniş bir otonomi verme niyetini taşıyordu. Ancak bazı iyi niyetli yaklaşımlarına karşın Abdülkerim Kasım’ın (*) Mısır lideri Cemal Abdül-Nasır’ın etkisinde kalarak Arap milliyetçiliğine soyunması, Kürtler ile Bağdat yönetimi arasındaki ilişkilerin bozulmasına ve Kürtlerin de içinde yer aldığı Irak Ulusal Birlik Cephesi’nin fiilen çökmesine neden oldu. Kürtlerin aleyhindeki bu gelişmeler üzerine KDP 16 Eylül 1961’de ayaklanma kararı alarak savaşa başladı. Savaşın ilk yıllarında Güney Kürdistan’ın büyük bir bölümünde KDP egemenliği kuruldu. Dahası Güney Kürdistan’ın dağlık kuzeyi ve Türkiye sınırına yakın bölgeler Barzani güçlerinin denetimine geçti.

(*)Komünistlerin ve Kürtlerin desteğini kaybederek giderek güçsüzleşen Abdülkerim Kasım sonunda 8 Şubat 1963’te Baas Partisi’nin Irak kolu tarafından gerçekleştirilen darbeyle devrildi. Arap Sosyalist BAAS Partisi’yle işbirliği yapan bir grup subay tarafından yapılan darbede Kasım öldürüldü. 1958’de Krallık dönemine beraberce son verdikleri Abdüsselam Arif Devlet Başkanlığına getirildi. Böylece Irak’ta Baasçılar dönemi başladı. Irak’ta darbe ile Devlet başkanlığına Abdüsselam Arif, Başbakanlığa ise Albay Ahmet Hasan El-Bekr getirildi.

Irak’taki darbe yönetimime karşı ilk büyük tepki 8 Mart 1959 tarihinde Musul’da ortaya çıktı. Arap Milliyetçisi Albay Abdulvahap Şevvaf bir ayaklanma başlattı. Kasım’a karşı başlatılan bu ayaklanma üzerine, Bağdat’ın emriyle Musul garnizonu bombalandı. Musul’da kanlı çarpışmalar meydana geldi. Bu arada, Kerkük’teki yerel yöneticiler arasında yapılan bir takım değişiklikler Türkmenler ile Kasım güçleri arasında gerginliklere neden oldu. 14 Temmuz 1959 günü Cumhuriyetin birinci yıl kutlamaları için resmigeçit törenleri sırasında başlayan ve üç gün süren (14,15 ve 16 Temmuz 1959) çatışmalarda Türkmenlerden ölenler oldu. Olaylara katılan Türkmen lider ve ileri gelenleri halk mahkemelerinde yargılanarak kurşuna dizildi. Dönemin Türkiye Dışişleri Bakanı Fatih Rüştü Zorlu Irak’ın Ankara Büyükelçisi’ni çağırarak Türkmenler için güvence istedi. Türkiye’nin Bağdat Büyükelçisi Ankara’ya gelerek olaylar hakkında bilgi verdi ve Türkiye’nin istekleriyle birlikte Başbakan Adnan Menderes’in bir mesajını Kasım’a iletti. 28 Temmuz 1959’de bir basın toplantısı yapan Cumhurbaşkanı Kasım, Türkmenlere yapılan şiddeti kınayarak olaylarla ilgili çekilmiş fotoğrafları basın mensuplarına gösterdi. Daha sonra olayların baş sorumlusu olarak gösterilen 2.Tümen Komutanı Davud al-Cenabi ile birlikte 200 kişi tutuklandı.

Irak’ta, ulusal, sınıfsal, etnik ve kültürel ayrışmalar ve politik saflaşmalar gelişirken, Güney Kürdistan’da Kürt özgürlük mücadelesinin yeniden dirilişi Kürdistan’ın diğer parçalarını etkilemeye başladı. ABD kadar Türkiye’yi de kaygılandıran Irak ve Güney Kürdistan’daki bu gelişmeler, soğuk savaşın psikolojik savaş yöntemlerinin uygulanmasına yol açtı. Özellikle Kerkük’te Kürtlere özerklik tanınmasını içine sindiremeyen Türkiye, Türkmenleri “sahiplenme” adına Irak hükümeti ve Barzani’ye karşı “Mukabeleyi bil misil” (misli ile karşılık verme durumu) diye tanımlanan uygulamalara yöneldi. Bu bağlamda Menderes hükümeti 17 Aralık 1959’da, yani askeri darbeden önce “49’lar Davası” olarak bilinen tutuklamalara başladı.

Kerkük’te Türkmen Sorunu ve 49’lar Davası

Özetlemeye çalıştığımız Irak ve bölgedeki gelişmeler üzerine CHP Niğde milletvekili emekli Albay Asım Eren, “Biz de Irak’ta öldürülenlere misilleme yapalım” diyerek bir kampanya başlattı. Başbakan Adnan Menderes’in cevaplaması için “Irak Kürtlerinin, Irak’ta Türkmen soydaşlarımıza yaptığı baskı, zulüm veya öldürme olaylarından dolayı, Türkiye’deki Kürtlere karşı aynıyla mukabele yapacak mısınız?” diye bir soru önergesi verdi. Bazı iddialara göre dönemin cumhurbaşkanı Celal Bayar, “Biz de 1000 Kürt’ü sallandıralım ki, diğerlerine ibret olsun” dedi. Bu söylemler Dersim isyanından bu yana ilk defa ciddi anlamda Kuzey Kürdistan illerinde tepkilere yol açtı. Metropol kentlerde okuyan üniversiteli Kürt öğrenciler imza toplayarak hem CHP’yi hem de Asım Eren’i protesto ettiler. 102 üniversite öğrencisi, Başbakan, Cumhurbaşkanı, TBMM Başkanı, Diyarbakır Baro Başkanı ile ABD, Almanya, İtalya, Fransa ve İngiltere gibi büyük devletlerin büyükelçiliklerine olayları kınayan telgraf çekti. Bu telgrafın altında “Türkiye Kürtleri” imzasının bulunmasını bahane eden Türk milliyetçi çevreler ve gazeteler “Kürtler örgütleniyor, Kürtçülük yapılıyor” şeklinde propagandalara başladı.

Hükümet yanlısı gazetelerin “102 Kürt öğrenci Kürtlük iddiasında bulundu” diye haber yapmasının ardından (MAH) Milli Askeri Haber alma (Milli İstihbarat Teşkilatı-MİT’in eski adı) harekete geçerek bir rapor hazırladı. Dönemin MAH başkanı Ergun Gökdeniz’in raporuna göre, “1000 Kürt vatandaşının bölücülükle suçlanarak tutuklanması” Kürtlerin bu tepkisini önleyecekti. Ancak bu rakamı fazla bulan hükümet sayıyı önce 100’e sonra da 50’ye düşürerek savcıları harekete geçirdi. Tam bu sırada Canip Yıldırım ve Yusuf Azizoğlu ile birlikte İleri Yurt Gazetesi’ni çıkaran Musa Anter’in Kürtçe yazdığı “Qimil / Kımıl” şiiri yayınlanmıştı. Şiirin “Üzülme bacım, seni kımıl, süne ve sömürenlerin zararından kurtaracak kardeşlerin yetişiyor artık” dizesinden dolayı Kürtçülük ve bölücülük suçlamasıyla soruşturma açıldı. 22 Eylül 1959 Yurt Gazetesi sahibi Abdurrahman Efem Dolak, Yazı işleri müdürü Canip Yıldırım ve Musa Anter tutuklanmıştı. 17 Aralık 1959’dan itibaren MİT’in hazırladığı rapor ve liste doğrultusunda Türkiye ve Kürdistan’ın her tarafından ve her meslek grubundan insanların olduğu 50 kişi tutuklanarak İstanbul’da şimdilerde Harbiye Müzesi olan askeri cezaevine konuldu. Burada şartların ağırlığından dolayı öğrenci Emin Batu’nun hayatını kaybetmesiyle tutuklu sayısı 49’a düşünce, bu dava “49’lar davası” olarak adlandırıldı. (*)

(*)TCK’nın 125. Maddesine göre, “Yabancı devletlerin müzahereti ile devletin birliğini bozmaya ve devletin hâkimiyeti altında bulunan topraklardan bir kısmını devlet idaresinden ayırmağa matuf fiil işlemeye teşebbüsle” suçlanan 49 kişinin adları, ikametleri ve meslekleri şöyleydi:

1- Şevket Turan (Mardin – levazım binbaşısı), 2- Naci Kutlay (Kars – Doktor), 3- Ali Karahan (Siverek – Avukat), 4- Koço Elbistan (Hassa – Doktor), 5- Yavuz Çamlıbel (Doğubayazıt – Asteğmen), 6- Mehmet Ali Dinler (Cizre – Ank. Huk. Fak. öğrencisi), 7- Yusuf Kaçar (Dersim, İnşaat Tek. Ok. öğrencisi), 8- Nurettin Yılmaz (Cizre – Ank.Huk. Fak. öğrencisi), 9- Ziya Nami Şerefhanoğlu (Bitlis – Avukat), 10- Medet Serhat (Iğdır – İst. Huk. Fak. öğrencisi), 11- Hasan Akkuş (Urfa – İktisat Fakültesi öğrencisi), 12- Örfi Akkoyunlu (Pötürge – Madeni eşya fabrikatörü), 13- Selim Kılıçoğlu (Varto – üsteğmen), 14- Şahabettin Septioğlu (Palu – Yük. Zir. Müh. asteğmen), 15- Said Elçi (Bingöl – Muhasebeci), 16- Sait Kırmızıtoprak (Dersim, Nazımiye – İst. Tıp Fak. öğrencisi), 17- Yaşar Kaya (Iğdır – İst. Huk. Fak. öğrencisi), 18- Faik Savaş (Genç – İst. Huk. Fak. Öğrencisi), 19- Haydar Aksu (Kiğı – Stajyer Avukat), 20- Ziya Acar (Kulp – İst. Huk. Fak. Öğrencisi), 21- Fadıl Budak (Diyarbakır – İst. Huk. Fak. öğrencisi), 22- Halil Demirel (Islahiye – Yardımcı topçu asteğmen), 23- Ferit Bilen (Diyarbakır – Kundura mağazası sahibi), 24- Esat Cemiloğlu (Diyarbakır – Yük. Zir. Müh.), 25- Mustafa Nuri Direkçigil (Diyarbakır – Sağlık Müfettişi), 26- Fevzi Avşar (Kars – İst. Tıp Fak. öğrencisi), 27- Necati Siyahkan (Siverek – İst. Huk. Fak. öğrencisi), 28- Hasan Ulus (Erzurum), 29- Nazmi Balkaş (Lice – İst. Üni. Orm. Fak. öğrencisi), 30- Hüseyin Oğuz Üçok (Diyarbakır – İst. Tıp Fak. Diş Hek. öğrencisi), 31- Mehmet Nazım Çiğdem (Ankara – İnşaat ustası), 32- Fevzi Kartal (Van – asteğmen), 33- Mehmet Aydemir (Siverek – İst. Tıp Fak. öğrencisi), 34- Abdurrahman Efem Dolak (Diyarbakır – İleri Yurt Gazetesi sahibi), 35- Musa Anter (Nusaybin-gazeteci), 36- Canip Yıldırım (Diyarbakır – Avukat), 37- Emin Kotan (Muş – Elektrik Muhasibi), 38- Ökkeş Karadağ (Maraş), 39- Muhsin Şavata (Malatya – Hayvan Tüccarı), 40- Turgut Akın (Ergani – Ank. Üni. Huk. Fak. öğrencisi), 41- Sıtkı Elbistan (Hassa – Ank. Üni. Huk. Fak. öğrencisi), 42- Şerafettin Elçi (Cizre – Huk. Fak. öğrencisi), 43- Mustafa Ramanlı (Beşiri – Ank. Huk. Fak. öğrencisi), 44- Mehmet Özer (Siverek – Ank. Tıp Fak. öğrencisi), 45- Feyzullah Demirtaş (Palu – Ziraat teknisyeni), 46- Cezmi Balkaş (Lice – Orm. Fak. öğrencisi), 47- Halis Yokuş (Kars – İst. Tek. Üni. Mak. Fak. öğrencisi), 48- İsmet Balkaş, (Lice – Tıp Fak. öğrencisi), 49- Sait Bingöl (Bingöl – İst. Üni. İkt. Fak. öğrencisi).

14 ay tutuklu kalan 49’lar mahkemeye çıkarılmayı beklerlerken 27 Mayıs 1960’da askeri darbe yapıldı. 27 Mayıs 1960 sabahı ilk iş olarak Silvan’ın yüksekçe bir binasına Türk bayrağı çeken 27 Mayısçı subaylardan biri, “Eğer darbe olmasaydı belki de şimdi bu bayrak yerine Kürt devletinin bayrağı sallanıyor olacaktı” demişti. DP’yi iktidardan uzaklaştıran 27 Mayısçılar, genel af çıkararak cezaevlerindeki tutukluların serbest bırakılmasını sağlarken, Kürtleri bu affın dışında tutarak askeri mahkemelerde yargıladı. Böylelikle 17 Aralık 1959’da tutuklanan Kürt öğrenci, subay ve avukatların yargılanması 3 Ocak 1961’de başladı. O günlerde Kürt tutuklulara değinen bir MBK bildirisinde, “Ülkenin parçalanması yolundaki girişimlerin etkisiz kılınması için önlemler alınmıştır. Türkiye’nin tümü ile Türklere ait olduğu gerçeği herkese mutlaka ki benimsettirilecektir” denilmişti.

Bu yargılama yıllarca devam ettikten sonra, nihayet 1965 yılında TCK’nın 125. maddesine göre idamla yargılanan 24 sanıktan 10’nun beraatına, 14 kişinin suç vasfı değiştirilerek davanın yenilenmesiyle 1965 yılında TCK’nın 141 ve 142. maddelerinden 16 ay hapis ve 5 ay 10 gün sürgün cezaları verildi.

Sivas toplama kampı ve sürgünler

27 Mayıs darbesinden sonra da askeri cunta Kürtlere tehcir uyguladı. Kürdistan’ın tanınmış aile reisleri, ağa ve şeyh sıfatı taşıyan yüzlerce kişi Sivas’ta açılan bir toplama kampında yaşamaya zorlandı. Daha sonra bir bölümü batı illerine sürgün edildi. Ayrıca askeri cunta, eski Şark Islahat Planı ve Dersim Tenkili’ne benzer bir planı uygulamaya çalıştı.

Bu bağlamda 27 Mayıs 1960 darbesinden sadece 4 gün sonra Kürdistan’ın çeşitli illerinden içlerinde tanınmış aile fertlerinin yanı sıra ağa ve şeyh sıfatını taşıyanların da yer aldığı 485 kişi “Kürtçülük propagandası ve devlete isyan hazırlığı içinde oldukları” iddiasıyla Sivas’ta toplama kampına konuldu. Sivas Kabakyazı’daki 5. Er Eğitim Tugayı’nda askerî garnizon içinde açılan bu kamp askeri yetkililerin deyimiyle “zorunlu misafirlik” olarak 9 ay sürdü. Misafirlik diyoruz çünkü askerî yetkililer kamptakilere tutuklu olmadıklarını, misafir olduklarını açıklamışlardı. Yaşları 14 ile 70 arasında değişen Kürtlerden oluşan askeri kampta tutulanların tümünün menkul ve gayrimenkullerine el konuldu. Kampta kalanlara parasız yemek verilmedi ve kamp boşaltılırken kişi başına 400 lira yemek parası alındı.

7 Ekim 1960’ta çıkartılan 105 No’ lu Mecburi İskân Kanunu’ndan sonra Aralık 1960’ta kamptaki 485 kişiden 55’i Antalya, İzmir, Burdur, Muğla, Afyon, Isparta, Manisa, Çorum ve Denizli’ye mecburi iskâna gönderildiler.(*) Mecburi İskân Kanunu’nun gerekçesi “Sosyal birtakım reformları yapabilmek, ortaçağın Türkiye’de yaşayan düzenini yıkmak, ağalık ve şeyhlik gibi müesseseleri yok etmek… Vatandaşın sömürülmesine engel olmak gayesiyle bu kanun çıkarılmıştır” şeklinde yazılmıştı. 22 Mart 1963’de Cumhurbaşkanı Orgeneral Cemal Gürsel tarafından sağlık nedenleri nedeniyle eski cumhurbaşkanı Celal Bayar’ın affedilmesi sırasında Kürtlerin sürgün kararı da kaldırıldı. Böylelikle 55 kişinin 2.5 yıllık sürgün hayatları sona erdi. Bu olay sonraki süreçte hükümetler, muhalefet partileri, sol ve sosyalist güçler tarafından hiçbir zaman irdelenmedi. Kemalizm’in, egemen ulusu ve devlet şovenizminin etkisiyle sanki böyle bir olay yaşanmamış gibi herkes susmayı tercih etti.

(*)Sivas Kampı’ndan Türkiye’nin batı illerine sürgüne gönderilen 55 kişinin adları şöyleydi:

1- İbrahim Abikoğlu, 2- Hacı Topo Aktoprak, 3- Zeki Bayar, 4- Faik Bucak, 5- İsmail Hakkı Bucak, 6- Hacı Ali Bucak, 7- Mehmet Cemal Bucak, 8- Mithat Bucak, 9- Hasan Abik Bucak, 10- Ali Abik Bucak, 11- Bekir Bucak, 12- Reşit Çeçen, 13-Mehmet Dal, 14- Abdulkadir Ekinci, 15-Abubekir Ertaş, 16- Mahmut Ertaş, 17- Bahattin Erdem, 18- Abdurrezzak Ensarioğlu, 19- Sait Ensarioğlu, 20- Şeyh Ali Fırat, 21- Şeyh Selahattin Fırat, 22- Şeyh Gıyasettin Fırat, 23- Şeyh Ahmet Fırat, 24- Mehmet Fuat Fırat, 25- Faruk Fuat Fırat, 26- Mehmet Emin Fırat, 27- Halil Fırat, 28- Ömer Fırat, 29-Gıyasettin Fırat, 30- Hüseyin İleri, 31- Zeynel Abidin İnan, 32-Mustafa Işık, 33- Kinyas Kartal, 34- Abdulbaki Kartal, 35-Hamit Kartal, 36-Bala Kartal, 37- Şeyh Mehmet Emin Karadeniz, 38-Cemil Küfrevi, 39- Zeki Cemil Küfrevi, 40-Abdülbaki Karakuş, 41- Feyzullah Keskin, 42- Mehmet Kayalar, 43- Abdullah Öztürk, 44- Ferzende Öztürk, 45- Osman Öztürk, 46- Köroğlu Öztürk, 47- Şamil Peker, 48- Sait Ramanlı, 49- Kubbettin Septioğlu, 50- Zeynel Turanlı, 51- Cafer Yağızer, 52- Mecit Yalçın, 53-Derviş Yakut, 54- Kazım Yıldırım, 55- Süleyman Yıldırım.

Sivas Kampı’nın açılmasını ve tutukluların toplanması işini yürüten 3. Ordu Komutanı Orgeneral Ragıp Gümüşpala (*), “Şeyh Said’in bütün çocuklarını toplayıp Sivas’a gönderdim” demişti. 31 Mayıs 1960 tarihli Cumhuriyet gazetesinde MBK’ ye dayanarak yayımlanan bir haberde şu ifadeler yer aldı: “Milli Birlik Komitesi’nin yakında neşredeceği vesikalarda bir Kürdistan hükümeti tesisi için DP grubu içinde çalışanların varlığı ispat ediliyor. Sabık iktidar, Şeyh Said’in oğlunun Rus yapısı ciple Doğu’da propaganda yapmasına göz yummuştur”. MBK icraatlarını ve darbeyi meşru kılabilmek için iktidardan uzaklaştırdıkları Demokrat Parti’yi “Kürtçülük yapmakla” suçlamıştı. Oysa Sivas kampında tutulanların ve sürgüne gönderilenlerin birçoğu Demokrat Partili bile değildi. Ayrıca Yassıada yargılamalarında hiçbir DP’li TCK’nin 125. Maddesinden yargılanıp hüküm giymemişti. DP yöneticilerini parti içinde bir miktar Kürt milletvekili bulunmasından dolayı ‘Kürtçülük yapmakla” suçlanmasının ardında CHP’nin ırkçı ve ulusal şoven politikalarının ve muhalefetinin etkisi vardı.

(*)Ragıp Gümüşpala, Milli Birlik Komitesi’nce tasfiye edilen subaylarla birlikte emekliye sevk edildi. 11 Şubat 1961 tarihinde kurulan Adalet Partisi (AP)’nin genel başkanlığına getirilen Gümüşpala 15 Ekim 1961 seçimlerinde İzmir’den milletvekili seçildi. 1964 yılında ölümünün ardından AP genel başkanlığına Süleyman Demirel geldi.

Sivas kampı operasyonunu, egemen ulus ve devlet şovenizminin en sadık savunucuları olan cuntacıların askeri Kürtlere ve Kürt sorununa ırkçı ve milliyetçi yaklaşımından kaynaklanmıştı. Güney ve Doğu Kürdistan’da yükselen Kürt ulusal mücadelesi Kuzey Kürdistan’ın özellikle sınır bölgelerinde Hakkâri, Van, Siirt, Mardin, Diyarbakır illerinde başlayan ulusal heyecan ve uyanışı kırmak için MBK iktidardan düşürdüğü Demokrat Partilileri Yassıada’da yargılarken; onun bir benzeri olan Sivas Kampı’nı (“Küçük Yassıada” olarak) Kürtler için kurdu. 55’lerden Faik Bucak ve Kinyas Kartal’ın imzası ile hükümete gönderilen bir mektupta, Sivas kampını yöneten İçişleri Bakanı Tümgeneral Muharrem Kızıloğlu’nun “Babam şarkın cellâdıydı, ben de sizin cellâdınız olacağım” dediği yazılmıştı. 24 Kasım 1960 tarihli Vatan gazetesinde yayınlanan Kızıloğlu’nun “Bunlar suçludurlar, müstahak oldukları cezayı göreceklerdir” şeklindeki demeci o günlerde Kürt düşmanlığının boyutlarını gösteriyordu. Çünkü Güney Kürdistan’da Barzani önderliğinde yürütülen Kürt ulusal mücadelesi Kuzey Kürdistan’ın Hakkâri, Van, Siirt, Mardin, Diyarbakır gibi kentlerinde fiili destek bulmuştu. Cumhuriyet gazetesinde yayımlanan bir habere göre bu konuyla ilgili sorulan bir soruya MBK sözcüsü, “Türkiye yalnız Türklerin vatanıdır. Başka gayeler taşıyanlara da bu benimsetilecektir” yanıtını vermişti.

DPT’nin “Doğu Grubu” Raporu

MBK hükümeti 1961 yılında Devlet Planlama Teşkilatı (DPT)’na Kürt sorunuyla ilgili bir çalışma yapması için görev verdi. DPT içinde kurulan “Doğu Grubu” yaptığı çalışmaların raporunu ve somut önerilerini hükümete sundu. Bu konuyla ilgili resmi belgelerden biri, “Zata Mahsus/Kişiye Özel” damgasıyla hazırlanan Başbakanlık Kanunlar ve Kararlar Tetkik İdaresi’nin 5/1108 karar sayılı Kararnamesi”dir. Altında Devlet Bakanı ve Başbakan Org. Cemal Gürsel ile Bakanlar Kurulu üyelerinin imzaları olan bu resmi Kararnamenin kopyası şöyledir:

“Devlet Planlama Teşkilatı Müsteşarlığı tarafından hazırlanan 3 Nisan 1961 gün ve DPTSPD-DG-2400 sayılı ilişik “Devletin Doğu ve Güneydoğu‘da uygulayacağı kalkınma programının esasları” adlı rapor Bakanlar Kurulu’nun 18 Nisan 1961 günü yaptığı oturumda müzakere ve kabul edilmiş ve,

a) Mezkur esasların Devlet Planlama Teşkilatınca planlama, koordine ve tatbikinin yapılması,

b) Esasların yerine getirilmesi için DPT’nin ilgili Bakanlıklar mümessilleriyle kuracağı özel komisyonlarda programlaşan hususların Bakanlıklarca fiiliyat sahasına konulması, 18 Nisan 1961 tarihinde kararlaştırılmıştır.”

Kararname’nin Esbab-ı Mucibesi/Gerekçesi’ nde şöyle yazılmıştı: “İnkılap Hükümeti 1108 sayılı Bakanlar Kurulu kararını çıkarıncaya kadar Doğu ve Güneydoğu bölgesinin yurdun diğer kısımlarına nazaran dikkati çekecek derecede ihmale uğradığını görmüş ve bölgede, devletin nüfusunu daha ziyade artırmayı, bölge halkını mevcut devlet nizamına daha sıkı bağlamayı, vatan bütünlüğünün yegane garantisi olduğunu idrak etmiş ve bunun temini yolunu bulmak için Devlet Planlama Teşkilatı’na tetkik vazifeleri vermiştir. Bu tetkikler neticesinde, mezkur teşkilatı tarafından ekteki rapor hazırlanmıştır. Bu rapor teklif edilen hususların kısa bir zamanda tahakkuk ettirilemeyeceği ve dolayısıyla tatbikatının birbirini takip eden Hükümetler tarafından icra edilebileceği anlaşılmış bulunduğundan, kendisinden sonra gelen Hükümetlere, bir muhtıra ile açıklanmasına zaruret hasıl olmuştur. Mes’elenin inkılap hükümetinin kendisinden sonra gelecek hükümetlerin, tasarruf haklarını kullandığı gibi bir telakkiye yol açmaması, teklif edilen tedbirlerin vatan bütünlüğünün yegane garantisi olduğu ve İnkılap Hükümeti’nin bu işte daha fazla gecikmeyerek ve modern devlet idaresindeki uzun vadeli planlama ihtiyacı zihniyetine uyarak, kendisinden sonra gelecek hükümetlere bir yardımı şeklinde kabul edilmesi temenni olunur.”

Kararname’nin ve Esbab-ı Mucibesi/Gerekçesi’nin altında “Suretinin aynıdır. Haşim TOSUN Kur. Alb. Politika D. Başkanı”nın imzası vardı. DPT bünyesinde oluşturulan Doğu Grubu, bir dokümantasyon merkezi kurarak bölgeyle ilgili MAH’ ta (MİT’in eski adı) Genelkurmay’da, Emniyet’te ne bilgi varsa toplayacak ve “Bölgenin nüfus strüktürünü değiştirme ve asimilasyon bakımından” gerekli politikaları saptayacaktı. 8, 10 ve 16 Şubat ile 24 Mart 1961’de “Bölgede çalışmış ve çalışmakta olan başlıca idare ve siyaset adamlarını bir araya getiren Doğu Grubu hazırladığı raporu Hükümet’e iletti. Cemal Gürsel başkanlığındaki hükümet bu raporu 18 Nisan 1961’de görüştü ve kabul ettikten sonra yayınladığı kararname ile Bakanlıklarca fiiliyata geçirilmesini istedi. Ancak Ekim-1961’de yapılan genel seçimden sonra yerine Kasım ayında İnönü Başkanlığı’nda AP-CHP koalisyonu kurulduğu için MGK hükümeti yeni hükümete bu raporları “bir muhtıra ile” yeni hükümete iletilerek, uygulamanın devamını istedi. “Politika Dairesi Başkanı Kurmay Albay Haşim Tosun” imzasıyla yeni hükümete gönderilen raporun giriş yazısında kibarca “Bunu, sizin tasarruf hakkınızı kullandığımız şeklinde yorumlamayın, size bir yardım kabul edin” denilmişti.

1925 yılındaki Şark Islahat Planı’nı andıran ve hatta bazı maddeleri aynı olan bu Raporun bazı maddelerdi şöyleydi:

1)Hal-i hazır İskan Kanunu ve tatbikatını, tespit edilen politika ihtiyaçlarını karşılayacak ve asimilasyon temin edecek şekilde incelemek ve tadil etmek.

2)Bölgenin, kendilerini Kürt sananlar lehindeki nüfus strüktürünü, Türk lehine çevirmek için, bölgelerindeki iktisadi şartların zorluğu karşısında başka taraflara hicrete mecbur kalan Karadeniz sahillerindeki fazla nüfusla, memleket dışından gelen Türkleri bu bölgeye yerleştirmek, bölgedeki kendilerini Kürt sananları bölge dışına hicrete teşvik ve bu hicreti finanse ederek, memleketin Türk çocuğu bulunan yerlerine iskan etmek.

3)Türkiye’de kendilerini Kürt sananlarla İran ve Irak’taki Kürtlerin irtibatını kesme bakımından bölgeyi, kendilerini Kürt sananların çoğunluğunu dağıtmak üzere, sistemli bir şekilde bölecek iskan sahalarına ayırmak.

4)Planlanan bölge okulları, köy okulları ve meslek okullarının faaliyete geçirilmesi. Kız ve erkek misyoner yetiştirilmesi ve bunun için hususi müessese kurulması. Bölge halkından kabiliyetli ve küçükten asimile edilen gençlere yüksek tahsil imkanları sağlanması.

5)Doğuya kendilerini Kürt sananlardan vali, kaymakam, hakim, jandarma subayı, ordu subayı, astsubay, öğretmen, memur gönderilmesi.

6)Radyo vasıtasıyla Türkçe güfteleriyle mahalli havaların çalınması ve mahalli radyoların, bölge için, propaganda uzmanlarından müteşekkil gruplar tarafından hazırlanacak programları yayması.

7)Irk bakımından, Türk siyasi düzeninin kendi menfaatleri bakımından en elverişli, en emin ve en çok imkan sağlayan düzen olduğunu telkin eden bir inandırma faaliyetine girişilmesi.

8)Bir üniversiteye bağlı derhal bir Türkoloji Enstitüsü kurularak kendini Kürt sananların menşelerinin Türk olduğunun ispat olunarak yayınlanması. Doğu’nun Türk tarihinin yazılarak neşredilmesi.

9)İslam Ansiklopedisi, Rus alim ve politikacısı Minorski’nin tarafgirane bir surette, kendini Kürt sananların menşeinin İrani olduğunu iddia eden yazısını alarak, kendilerini Kürt sananlar kısmında neşretmekle, Lozan’da delegelere kabul ettirilen, kendilerini Kürt sananların dağlı Türkler olup, menşelerinin Turani olduğu tezi ile de tezada düşülmüştür. Doğulu münevverler arasında münakaşayı mucip olan ve ayrılık taraftarlarına tutamak veren bu hatanın, derhal tashih edilmesi.

10)Kendilerini Kürt sananların, menşelerinin Turani kavimlere dayandığı hakkında, çeşitli yönlerden arayışlar yapılmaya ve neticelerinin türlü neşir vasıtalarıyla yayılması.

1950 genel seçimlerinden sonra da iktidarını sürdüreceğini düşünen İsmet İnönü 1949 yılında yasal bir değişiklikle Genelkurmay Başkanlığı’nı Milli Savunma Bakanlığı’na bağladı. Ordunun 25 yıllık devlet içindeki özerkliğine son veren bu değişiklik Cumhuriyet tarihinde ilk kez askeri otoriteyi sivil otoriteye tabi hale getirdi. Bu nedenle 1950-1960 yılları ordu-devlet-siyaset ilişkileri bakımından Türkiye’nin en demokratik dönemi oldu. Devlet içindeki özerkliğine son verilmiş olan ordu ve CHP, bu yeni durumu içlerine sindirebilmiş olsalardı, Türkiye’de yeni bir dönem başlayabilir ve 1946’da “çok partili demokrasiye geçiş” süreci kendi doğal kulvarında ilerleyebilirdi. Hatta askeri darbeden bir yıl sonra yapılması gereken 1961 genel seçimlerinde DP’nin yerine 1957 seçimlerinden itibaren yükselişe geçen CHP iktidar olabilirdi.

Ancak DP’nin iktidara gelmesi, CHP ve onun yönlendirdiği askeri ve bürokratik elit tarafından kabullenilmedi ve iktidarının ilk yıllarından itibaren DP’ye karşı başlatılan gizli ve açık muhalefet stratejisi askeri darbeyle sonuçlandı. CHP’nin de kışkırtmasıyla 27 Mayıs 1960’da ordu darbe yaparak DP’yi iktidardan uzaklaştırdı ve Türkiye’de askeri müdahaleler dönemini başlattı.

27 Mayıs Cumhuriyet döneminin ilk askeri darbesiydi. Bir gecede devlet erkini ele geçirmenin keyfinin yaşayan ordu, devlet ve toplum içindeki konumunu güçlendirecek olan anayasal ve yasal düzenlemeler yaparak ordu, devlet ve siyaset ilişkilerinin kökten değiştirdi. Sonraki süreçte askeri müdahalelerin biri diğerine zemin hazırladı, biri diğerinin gerekçesi haline geldi. Askeri müdahaleler olmasaydı, siyasal ve toplumsal süreç kendi rotasında ilerleyecek ve bugün Türkiye çok farklı bir yerde olacaktı.

Kemalizm’in devletçilik, milliyetçilik ve laiklik rüzgarına kapılan sol ve sosyalist hareket askeri müdahale ve yeni anayasayı destekledi. Sosyal şoven batağında kulaç attığı için bu darbenin amacını, arka planındaki nedenlerini ve Kürtlere karşı uyguladığı inkar, tehcir ve asimilasyon politikalarını göremedi. Daha doğrusu görmek de istemedi ve sonraki süreçte bu tavrını sürdürdü. Kuşkusuz şimdi çok şey değişti. Ancak geldiğimiz aşamada, 27 Mayıs ve sonraki askeri darbelerin, egemen ulus, devlet ve hükümet politikalarının doğru algılanması için bir kez de Kürt gözüyle okunması ve özeleştiriler yapılması gereklidir.

 

 

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.