Düşünce ve Kuram Dergisi

Kürt Sorunun Demokratik Çözümünde İkili Karakter: Devletli mi, Devletsiz mi?

Engin Elbistanlı

Önce neye toplumsal bir sorun diyeceğiz, ona bir cevap oluşturmamız gerekiyor. Çünkü her sorun toplumsal değildir. Doğal felaketler eğer insanların yol açtıklarıyla ortaya çıkmamış iseler burada toplumsal bir sorundan söz edilemez. Bir meteorun düşerek büyük felaketlere yol açması da buna benzer bir durumdur. Toplumsal sorun insan eliyle oluşturulan sorundur. Bu bağlamda: “Toplumsal problemi toplumun temel dinamiğini çiğnemek olarak sunmak” önemli olacaktır. “Toplumun toplum olmaktan çıkarılmasını temel sorun yapmak gerekir.”

“Burada birinci husus, bir toplumu belirleyen, toplumsal varlığı inşa eden ve kurgulayan değerlerin varlığıdır. Varlığın kendisi dediğimiz husustan” söz ediliyor. “İkincisi, bu kendiliği, varlığı kendilik olmaktan çıkaran, varlığın temelini ortadan kaldıran gelişmelerden” bahsediliyor. “Bu iki husus iç içe yaşanıyorsa büyük bir toplumsal sorun var demektir.

O halde temel toplumsal sorunu toplumu temellerinden yıkan ve çözen güçlere bağlamak bizi doğru bir tanımlamaya götürecektir.” Sermaye ve iktidar tekeli bu güçlerin başında gelir. Nedeni açıktır, her iki güç de sonuç itibariyle; toplumun değerlerine ve ekonomik birikimlerine yöneldikleri gibi, topluma karşı saldırı halindedir.

Kürt Sorunu bu bağlamda ele alındığında karşımıza çok büyük bir toplumsal sorun olarak çıkar. Kürt Sorunu ağırlıklı olarak geçen yüz yılın başında yaşanmış olan I. Paylaşım Savaşı esnası ve sonrası giderek derinleşen bir sorun halini almıştır. 17 Mayıs 1916 yılında Sykes-Picot adıyla İngiltere ve Fransa arasında gerçekleştirilen, Ortadoğu’yu kendi aralarında paylaşma antlaşmasıyla birlikte Kürt Sorunu aslında bugün bilinen düzeyiyle yaşanmaya başlamıştır.

Bilindiği gibi İngiltere’nin 1. Dünya Savaşı esnası ve sonrası en çok uğraştığı durum Musul eyaleti olmuştur. Bugünkü Irak o zamanlar üç eyaletten müteşekkildi. Bunlar; Musul, Bağdat ve Basra eyaletleriydi. Irak’ın daha doğrusu Kürdistan’ın en çok petrol barındıran sahası Kerkük şehri de Musul eyalet sınırları içerisinde yerini almaktaydı.

Dile getirildiği gibi İngiltere bu Musul eyaletini almak için dünyanın neredeyse tüm hilelerini kullanarak -ki bu hilelerin içerisinde-; şantaj, tehdit, blöf, yalan ve gözdağı her zaman vardı. Özcesi; İngiltere Musul’u almak için gerçekten de büyük uğraştı. Bunun için çok sayıda toplantı, konferans, kongre ve antlaşmalar yapıldı. Osmanlının teslimiyetini ifade eden Mondros Ateşkesi, San Remo, Sevr, Paris, Londra, Ankara, Kahire, Mudanya, Lozan ve 5 Haziran 1926 yine Ankara antlaşması.

Bu konferansların en meşhur ve bilineni 10 Ağustos 1920’de Sevr’de yapılanı idi. Bu konferansa göre Kürtlere kimi vaatler, Ermenilere bir Ermenistan denilirken Yunanlara Ege’nin bir kısmı, İtalyanlara Akdeniz, Fransızlara bir kısım Kürdistan toprağı ve yine Ruslara tahsis edilmiş yerler vardı. Türklere ise Ankara ve Konya’nın bozkırları bırakılmıştı.

Ve gerçekten de herkes bunun böyle olduğunu, böyle olacağına inanarak yaklaştı. Nitekim 1921 yılının Ocak ayında sonuçlanan Paris Konferansı’nın sonuçları da bu kararları tasdikler nitelikteydi. Mart 1921’de Londra’da gerçekleşen konferansın da sonuçları benzerdi. Ancak tarihle uğraşanlar da bilir ki; Sevr kararları alınırken ya da Sevr gerçekleştirilirken büyük hile ve oyunlara başvurulmuştu. Şöyle ki: Sevr Antlaşması William Eagleton’un sözleriyle; “daha imzalandığı anda ölü doğmuş bir metinden başka bir şey değildi. Çünkü tarih M. Kemal tarafından farklı yazılmaktaydı” ifade edilmekteydi. Yine boşuna Amerikalı diplomat George Kennan “gelecekte yaşanacak büyük trajediler, söz konusu antlaşmalarda şeytanın eliyle yazıya dökülmüştü” dememişti.

Sevr’in gerçek manada büyük bir aldatmaca olduğunu bizler Londra’dan Atatürk’e gönderilen mektuplardan biliyoruz. İngilizler her defasında; “eğer İstanbul Boğazı ve çevresi ile Musul-Kerkük’ten vazgeçilirse, Sevr kararlarının iptal edileceğini” bu durumu gönderdikler yazılarda ifade etmişlerdi. Başka bir deyimle Sevr Türklere yapılan bir şantaj ve tehditti. “Eğer rahat durmazsanız, eğer Musul’u vermezseniz, Türkiye’yi 8’e böleriz” mesajıydı. Yoksa Kürtlere ya da Ermenilere verilen sözlerin tümü -gerçek manada- içi boş hatta aldatmacadan başka bir şey değildi. Londra ardından gerçekleştirilen Kahire Konferansı’nda ise Türklere daha ileri düzeyde sözler verildi. Bu sözlere Türkler çok ikna olmayınca Kürt kartını yeniden kullandılar, ta ki Türkleri Musul Eyaletini vermeye ikna edene kadar. Bu arada Mudanya’da Türklere güven vermeleri açısından Yunanları Türkiye’de çekmelerine ikna ettiler. Kürtleri bir koz olarak kullansalar da, çok sayıda vaatle Kürtleri devre dışı bırakacaklarının da sözünü verdiler. İşte Lozan bu sözleri yerine getiren bir antlaşmaydı. Ancak resmi olarak ise bu 5 Haziran 1926 yılında gerçekleştirilen Ankara Antlaşmasıyla sabitlendi. Ankara Antlaşmasının sonuçları İngiltere’nin somut bir şekilde Musul Eyaletini almasıyken, Türklere ise “Kürtleri istedikleri gibi katledebilirsiniz” sözü idi.

Nitekim Şeyh Said İsyanı ardından geliştirilen Şark Islahat Planı, İzale-i-Şekavet ile Takrir-i Sükûn kanunları özü itibariyle Kürtlerin tasfiye edilmelerinin belge ve kararları iken, 5 Haziran 1926 Ankara Antlaşması ise bunu sağlayan devletlerarası belge ve antlaşmaydı. Dikkat edersek; o zaman Musul ve Kerkük’ü aldılar, Kürtleri de sattılar.

Kürt Sorunu dediğimiz ve içinden bir türlü çıkılamayan sorun işte böyle oluşturuldu. Ve halen de bu sorunun nasıl çözüleceği, bilinmezliklerle doludur.

Kürt Özgürlük Hareketi bu sorunun giriftliğine rağmen bir çözüm önerisi sunmaktadır. Büyük direnmenin ve savaşmanın ardından, artık bu sorunu bir şekilde çözmenin yollarını arıyor. Bu ise sorunun çözümüne önemli bir katkı sunuyor. Kürtler belirtildiği gibi son yüzyıl da dahil büyük direndiler, büyük kavga verdiler. Son direnişleri hariç hep kaybettiler ve kaybetmeleri ardından ise hep katliamlardan, kıyımlardan geçirildiler. Bunlar yetmedi bu kez kültürel soykırım diye adlandırdığımız özel bir rejimle yok edilme cenderesine alındılar. Varlıkları bile tartışılır hale gelen Kürtler, son direniş kükreyişleri ile bu çıkmazı bu kez aşarak varlıklarını herkese kabul ettirdiler. Tuhaf gelebilir ancak dünyanın diğer halkları kurtuluş savaşları verirken, Kürtler sağlıklı bir şekilde kurtuluş savaşları verememiş, verme durumunda da değildiler. Çünkü Kürtlerin kurtuluştan önce varlık sorunları diye bir sorunları vardı. Önce kendi varlıklarını dünyaya kabul ettirmeleri gerekiyordu ki, kurtuluşa adım atabilsinler. Bunun aslında çok geri bir durum olduğu açıktır. Ne var ki, Kürt sorunsallığı böyle derin bir sorunsallıktır. Paradokslarla, çelişkilerle tuzaklarla dolu, “mayınlanmış” bir sorunsallıktır. Bundandır ki bu sorunsallığa el atma, el atıldığında ise çözmeye kalkışma çok zor olmaktadır. Kürt Sorunu denilen bu girift sorun artık sadece bir iki devleti ilgilendirmemektedir. Hatta sadece Kürtleri de ilgilendirmemektedir. Kürtlerle birlikte bu coğrafyada yer alan tüm halkları, doğası gereği Kürtleri sömürge statüsüne tabii tutan devletleri, bölgenin bu hale gelmesinde oluşturulan gerici cepheleri derken ve belki de en önemlisi de bu sorunu yaratan Batı Dünyası’nı ilgilendirmektedir. Batı, bu sorunu kendi sorunlarını aza indirmek için üretmiş, bunun için de bu sorunun böyle kalmasında da dayatıcı ve ısrarcı olmuştur. Şimdilerde az da olsa çözüme niyetliymiş gibi görünse de, bunun ne kadar samimi ve içten olduğu tartışmalıktır.

Şöyle ki, dünyanın hiçbir yerinde bu coğrafyada verildiği gibi bir direniş verilmemiştir. Sömürge devletlerini bu denli zorlayan direnişler de eşine ender rastlanır durumlardır. Bir halk ki-yaklaşık 25 yıldır kesintisiz ayakta- buna rağmen Batı dünyası sağırdır, kördür, laldır. Duymuyor. Görmüyor. Söylemiyor. Ve öyle görülüyor ki; lal olmaya, sağır olmaya ve kör olmaya devam edecek.

Gerçekler böyle de olsa, bu sorunun mutlaka çözüme ihtiyacı vardır. Ve çözümün çok yolları vardır. Yöntemlerde ne kadar zengin olunursa çözümde de o denli zengin olunabilir. En zengin olan yol ise belki de en zor olanıdır. En zengin olanı, gerçek manada bir barışı sağlayarak özgürlüğe ulaşılacak olan yoldur. Barışa giden yol her zaman çetrefillidir. Bin yıllardır insanoğlu barıştan ziyade savaşla uğraşır hale getirilmiştir. Komünal yaşama karşı saldırıya geçerek egemenliği eline geçiren eril zihniyet, toplumları ortakçı yaşamdan uzaklaştırarak aşırı bencil bir yaşam geleneği yaratmıştır. Bu ise çatışkının esas olduğu bir zihniyet yapısını doğurmuştur. Doğru olan uyum iken uyum oportünistlik olarak ele alınmış, uyumsuzluk yani çatışkı ve savaş ise sanki tek olması gerekenmiş gibi puan toplamıştır. Başka bir deyimle güç her şey olmuştur. Gücü elinde bulunduran iktidar olmuş, iktidarı elinde bulunduran ise kendini hükmettirerek düşündüğünü kendi çıkarları temelinde uygulatmıştır ya da uygulatmaya çalışmıştır. Yukarıda dile getirdiğimiz mevcut durum esasen bir sapmayı ifade ediyor. Ama bu sapma, bir doğru olarak hatta tek geçerli yöntem olarak bugün benimsenir olmuştur. Kürt özgürlük mücadelesi bu sapmayı düzeltmek için uzun yıllardır en sert saldırılara göğüs germeyi göze almıştır. Bu uğurda en seçkin Kürt evlatlarını uyumun yaratılmasının bedeli olarak kaybetmiştir. En zor olan yaşama dağların doruklarında yıllardır tahammül etmektedir. Adeta canını dişine takarak bir yaşam direnci göstererek sapma olanı düzeltmeye çabalamaktadır. Sapılmışlığı düzeltmek dediğimiz gibi ciddi bedel ödemeyi gerektirir. Ve bunun bedeli çok ağır da olsa verilerek sapmanın nerede başladığı herkese gösterilmiştir. Varılması gereken yere ağırlıklı olarak varılmıştır. Ve doğru olanın ne olması gerektiğini de herkese göstermiştir. O nedenle de Kürt’ün silaha sarılma gerekçesi geçmişte de siyasaldı bugün de siyasaldır. Silah bir siyasal araç olarak rolünü yeterince oynamıştır. Ancak bugün silahın yani şiddetin yapacağı çok az şey vardır. Zorunlu olmadıkça silaha başvurulmayacağı da açığa çıkmıştır. Çünkü TC’nin tüm baskı, ezme, yok etme girişimleri hep fiyaskoyla sonuçlanmıştır. Kürdistan coğrafyasında Kürt’ün silaha sarılmış olanını alt etmek artık mümkün değildir. Bugün PKK’dir, yarın ismi başka da olabilir. Yani bu başka bir güçte olsa biraz doğru gerillacılık yaparsa yine böyle olacaktır. Kürdistan coğrafyasında bu bağlamda her türlü gerilla çalışması yenilmezdir. Bu altın değerinde sonuca ulaşılmışsa yapılması gereken hızla uyumu yaratacak olan adımların atılmasına geçmektir. Uyum için ne kadar bedel gerekiyorsa o bedelde verilmelidir.

Kürtler uyumu yaratabilmek için tek taraflı olarak sayısızca çatışkıyı durdurmuştur. Çatışmasızlık kararı alarak silahları pasif konuma getirmiştir. Ve silahların çok devreye girmemesi için de zamanında sürekli olarak çağrı üzerine çağrı yapmaktan da geri durmamıştır. “Türk ordusu kışlalarında çıkmadıkça silahlar konuşmayacaktır, Türk ordusu gerillaya saldırmadıkça gerilla saldırmayacaktır” demiştir. Bugün Türkiye’de uyumu yaratmak için her türden imkanın olduğunu söylemek zordur. Çok değerli aydınlar görüş sunuyorlar. Yol gösteriyorlar. Kimisi Kürt tarafını da eleştiriyor, belki kimisi haklıdır da. Kimisi haksız da olabilir. Yeter ki uyumu yaratacak beyin çalışması yapılsın. Tarihi fırsatlara denk bir çalışma içerisinde olmak insanım diyen herkesin görevi olmalıdır. Kaldı ki böylesine süreçleri aşmak için hazır reçeteler yoktur. Çok sayıda düşünce, öneri, görüş her zaman olacaktır. Bazıları ayrıksı da olabilir. Benimsenmeyebilir de. Ancak her konuyu enine boyuna tartışmaya açık olmak böylesine zorlu süreçleri aşmaya destek sunacaktır. Dünyanın birçok yerinde birçok halkın devrimci direnişine tanıklık etmişizdir. Kimisi uzun sürmüş, kimisi kısa sürmüş. Kimisi silahlı direnişle sonuca ulaşmış, kimisi alt edilmiş. Kimisi ise ne mücadelelerini başarıya götürmüş; ancak ne de ezilmiştir. Pata diyebileceğimiz bir durumu yaşamışlardır. Bu aynı zamanda sürgit bir direniş ya da savaş demek olduğu için, farklı arayışlar içerisine girilmiştir. Yine savaşın uzaması herkese-devletlerarası güçlere de dahil-zarar vermiştir. Ve tabii duyarlı uluslararası kamuoyunun sesini yükseltmesiyle birlikte, birçok mekanizma harekete geçmiştir. Barış Süreci denilen yollar böyle adım adım örülmeye başlanmıştır. Direnenlerle ezenler arasında bu bağlamda en çarpıcı buluşmanın Güney Afrika’da yaşandığını söylememiz yanlış olmayacaktır. Güney Afrika derken doğası gereği Nelson Mandela’yı anmamız gerekiyor. Doğu Timor’da ise önemli isim, daha sonra Timor’un Devlet Başkanı olan Xanana Gusmao’dur. Daha yakinen bilinen örnek ise İRA’dır. İRA’nın siyasal kanadı olarak birçok kez ifade edilen Sinn Fein Partisi’nin Lideri ise Gerry Adams idi. Biraz geriye doğru gidildiğinde FKÖ’nün liderliğini yapan Yaser Arafat’ı anmak gerekecektir. Daha güncel olan bir örnek ise Kolombiya’da yaşananlardır. Zamanında Kolombiya devlet başkanı olan Pastrana, daha görevini resmen devralmadan önce Kolombiya Devrimci Silahlı Güçler (FARC) lideri Marulanda’yla görüşerek işe başlamıştır. Şimdilerde ise FARC ile ileri düzeyde görüşmeler yapılmaktadır. Daha örnekleri sıralayabiliriz. Endonezya’da Özgür Açe Hareket -Açe gerillalarının hem direnişleri hem de çözüm arayışları sonuç itibariyle başarıya ulaşmıştır. Guatemala’da ise Guatemala Ulusal Devrimci Birliği-URNG ile devletin, yıllar süren görüşmelerden sonra barışa ulaşması ayrıca –ülkenin coğrafik durumu gözetildiğinde- örnek gösterilmesi gereken bir çözüm modelidir. Guatemala’da ilk soykırım davasını açmış olan avukat La Rue, bu durumu; “Devlet, askeri olarak savaşı kazanıyor ama politik olarak kazanamıyordu. Hem ülke içinde hem de ülke dışında desteğini yitirmişti, izole edilmişti. Bu durum hem ekonomiyi hem de uluslararası ilişkileri etkiliyordu. Ayrıca askeri olarak yense de gerillaları bitiremiyordu. Gerillalar yıllarca savaşmaya hazırdı. Böyle bir durumda savaşın sonu olmadığını gördüler” demişti. Orta Amerika demişken, Nikaragua ve El Salvador’u da örnek vermek gerekiyor. Özelde de El Salvador’da FMLN’nin 90’lardan sonra El Salvador devletiyle başlayan görüşmeleri aradan yıllar geçtikten sonra barış ve başarıyla sonuçlanmıştır.

İspanya’da ise BASK’ların ETA’sı farklı farklı görüşmelerle BASK sorununu çözmeye çalışması halen devam etmektedir. Zapatistaları da anmamız önemlidir. Meksika’da sorunsalın ne olduğunu birçok renkli eylem ve ifadeyle dünya kamuoyuna götürerek belli bir duyarlılık yaratabildiler.

Yukarıdakilerinden farklı olarak ise Sri Lanka örneği verilebilir. Yıllarca görkemli bir direniş sergileyen Tamil Elam Özgürlük Kaplanları (LTTE) müzakere sürecine geçmeleri ardından, birçok hile ile yüz yüze kalarak-bu hilelerin uygulanmasında devletlerarası güçlerin çok büyük bir rolü olduğunu unutmayalım- 2009 yılında neredeyse binlere varan gerillanın katledilmesiyle neredeyse tam bir hezimete uğratılmışlardır. Yüz binlerce sivilin katledilişi, binlercesinin halen kayıp oluşu ayrı bir trajedidir. Öyle ki bugünlerde baskıcı birçok rejim için Sri Lanka modeli ezip yok etmeler için seçkin bir örnek olarak ele alınarak değerlendirilmektedir. Sri Lanka’daki kırıma yol açanların: “eline silah alan kanlı bir örgüt ile ancak anlayacağı dilde konuşulabileceği” sözleri ile böyle düşünenlere büyük umut aşıladıklarını ise ekleyelim.

Yukarıda çokça örnek dile getirilmiştir. Kimisi başarıyla sonuçlanmış, kimisinin çözümü halen ortada durmakta, kimisi de tamamen bir tasfiyeyi yaşamıştır.

Bu örnekler ışığında Kürt Sorunu’nun çözümüne eğilmek yerinde olabilir. Her ülkenin elbette kendi koşulları farklıdır. Nitekim çözüm yolları da farklı olmuştur. Kimisi çok sert, kimisi çok uzun, kimisi çok kısa, kimisi çok yumuşak, kimisi soykırım, kimisi büyük bir hoşgörü derken çok farklı ve zengin yol ve yöntemlerle sorunlar çözülmeye çalışılmıştır.

Müzakereyi dar anlamda: “Bir konuyla ilgili görüşme, danışma” olarak tanımlamak mümkündür. Ancak daha geniş olarak ise Müzakereyi: “Birbirinden birtakım şeyler elde etmek isteyen kişilerin, kurumların, hareketlerin, devletlerin, diğer tarafı ikna etmek ve etkilemek suretiyle, kendi istekleri gibi düşünmelerini ve taleplerini kabul etmelerini sağlamaya odaklanarak bilgi ve hüner sergiledikleri bir iletişim ve karar verme süreci diye tanımlayabiliriz. Müzakere bütün alternatif uyuşmazlıkların çözüm yollarının temelini oluşturur. Müzakerelere katılan hakem, arabulucu ya da tarafsız ön değerlendirmeci çözüm yolunun niteliğini belirler… Müzakere edebilmek için en az iki taraf gerekir. Müzakerenin tarafları gerçek ve tüzel kişiler, gruplar, devletler olabilir. Müzakerenin esaslı unsurları ise diğer tarafı etkilemek ve ikna etmektir. Bunun için bilinçli ya da bilinçsiz duygusal veya hesaplanmış birçok iletişim yöntemi kullanılır. Tarafların birbirlerini etkileyen menfaatleri ve ihtiyaçları vardır. Tarafların menfaat ve ihtiyaçlarının kesişmesinin yarattığı sorunları çözüme kavuşturmak için müzakere etmeye ihtiyaçları vardır. Müzakere karşılıklı etkileşim ve bilgi alışverişi nedeniyle, dinamik bir süreçtir. Müzakere tarafları, ikna çabalarının sonunda kendi isteklerine en yakın uzlaşmaya varmayı amaçlarlar. Müzakere, tarafların gönüllü olarak katıldığı bir süreçtir ve başarılı olması için gerçek bir çaba gerektirir.”

Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan müzakerelerin Kürtler için nasıl ele alınacağını ya da nasıl olması gerektiğini şöyle formüle etmektedir: “Türkiye’nin demokratikleşme sürecine girmesi ile Kürt Sorunu’ndaki demokratik çözüm bir madalyonun iki yüzü gibidir. Bir yüz diğerisiz olmaz. Çözümün Türkiye üzerindeki boyutlarını biraz somutlaştırmaya çalışırsak daha aydınlatıcı olacaktır. Her şeyden önce yukarıda kısaca değinilen ve tekrar edilen ilkesel yaklaşım göz ardı edilemez. İlkesi ve sistemi olmayan çözümler hem anlaşılır olmaz, hem de günübirlik pansuman tedavisinden öteye sonuç vermez. Düşünülen çözüm, Batı kapitalist hegemonik sistemi ister dağılsın ister devam etsin, tüm bu yapısal dönem boyunca uygulanması ve yaşanması savunulan bir çözüm olasılığıdır. Birinci husus, demek ki Batı uygarlığı süresince, hatta onu aşmaya açık bir çözüm önerilmektedir. İkinci husus, kapitalist modernite unsurlarının Türkiye Cumhuriyeti’ndeki yapısallıkları, kurumsallıkları ve arkalarındaki ideolojik tekelcilik ne olursa olsun, demokratik ulusal toplumun varlığını, dolayısıyla çözüm şansının mevcudiyetini ve meşruiyetini kabul etmektedir. Burada düşünülen demokratik çözüm unsurları ne kapitalist modernite unsurlarının (ulus-devletçiliğin, kapitalizmin ve endüstriyalizmin) devrimle tasfiyesini önermekte ne de bu unsurların askeri güç politikası tarafından imhası ve asimilasyonunu kabul etmektedir. Birbirlerinin meşruiyetini tanıyan iki ana varlığın, entite’nin barış içinde bir arada yaşamasını ve çatışmalı olmayan yarışını esas almakta, bunu önermektedir. Üçüncü husus, ilk iki hususla bağlantılı olarak, demokratik siyaset kurumunun vazgeçilmezliğini önermektedir. Ortaya çıkacak bütün sorunlarla halen var olan sorunların çözüm zemini demokratik siyasettir. Demokratik siyasete demokratik müzakereler ve diplomasiler de dâhildir. Demokratik siyasetin işlemesi için var olan tüm engellerin kaldırılması gereğini de içerir. Kapsamlı düşünce özgürlüğü, demokratik yapılı parti, sendika, kooperatif ve her türlü sivil toplumun varlığı ancak mevcut engellerin aşılmasıyla mümkündür. Seçimlerde baraj sisteminin ya çok düşürülmesi ya da hepten kaldırılması demokratik siyasetin vazgeçilmez bir gereği durumundadır.

Dördüncü husus, her iki temel entitenin, varlığın öz savunma hakkının gereğini karşılayan sistemler geliştirilmek durumundadır.”

Yine başka bir yerde ise sözlerine şöyle devam etmektedir: “Toplumsal sorunlarda önerilen her çözüm modeli pratik değer ifade etmedikçe zihin jimnastiği olmaktan öteye gitmez. Şüphesiz pratik adımlar da düşünceyle ilgilidir, yürüyen düşüncedir. Yine de başarılı çözümlemelerin değeri ancak pratikle yanıt bulabilir. Anlamlı diyaloglara her zaman öncelik verilmesi gerektiğine inanırım. Ama diyalog adına kendini kandırmanın da felaket getirdiğini bilirim. Tarafların müzakere pozisyonunu hiç küçümsememek gerekir. En küçük bir müzakere zemini, en gelişkin ve başarılı geçen güç eylemlerinden daha değerlidir…

Savaşın tarafları arasında planlar yok değildir. Eylem planları, üzerinde en çok durulan ve yapılan çalışmalardır. Kendi deneyimlerimden bu çalışmaların varlığını çok iyi bilmekteyim. Tek taraflı eylem planları iştiyakla yapılır. Zor olanı, tarafları buluşturacak eylem planları geliştirmektir. Karşılıklı empati olmadan bu tür planlar geliştirilemez.”

Kürtler kendi cephesinde sorunu çözüme yatırmaya çalışırken elbette çok yönlü düşünmeyi esas almaktadır.

 

Temel sorunlar olarak:

A-Geleneksel İnkârcı ve İmhacı Çözüm Modeli: Bunlar TC devletinin yüz yıldır Kürtlere uyguladığı ve bu uygulamalar ile de sonuç alabileceğini düşündüğü yöntemdir. Bu çözüm yöntemi daha çok dar bir çevrenin kendi ekonomik ve siyasal çıkarları için Türkiye toplumunun büyük bir kesimini kendi çıkarlarına angaje ve ajite ederek etkilemeye çalıştıkları yöntemdir. Ne var ki; bu yol uzun yıllar denenmiş ancak hiçbir sonuç elde edememiştir. Belki bir kesim kendi Kürd’ünü yanına alabilir, ancak önemli bir sayıda Kürd’ü ise karşısına alacağı için bu yolun yol olmadığı kendiliğinden anlaşılırdır. Son zamanlarda yeniden içine girilen yol ya da yöntem budur.

B- Federalist, Milliyetçi Çözüm Modeli: Birçok halkın içerisinde geliştirildiği gibi Kürtler içerisinde de milliyetçi eğilimlerle sonuç almak isteyen çözümler elbette vardır. Ve bunlar anlaşılırdır da. Yine bir çözüm modeli de Federal çözüm modelidir. Her iki modelin de uzun vadede yaratacağı sorunlar olacaktır. Örneğin milliyetçi çözüm modeli, hep birileri tarafından kullanılmaya açık olmayı ifade ettiği için geleceği tehlikelidir. Yine Federal yapılar bir çözüm modeli olarak ortaya çıksa da dört sömürge devleti bu hususta ikna etmek çok güçtür. Bu bağlamda bu modelin de uygulanması zor görülmektedir. Kaldı ki federal yapıların da devlet modelleri gibi iktidarcı yapılar olması, halklara ne getirecekleri de tartışılır oldukları kadar, “Küçük Kürdistan” modelleri hep birileri tarafından birilerine karşı kullanılmak için açık yapılar olduklarından, Kürt halkı için bir çözüm modeli olamaz.

C-Demokratik Çözüm Modeli: Yukarıda dile gelen iki çözüm modeli, özelde de Kürtler için esas olmakla beraber ancak genel anlamda da bölgeye faturası ağır olmuştur. Özelde de son kırk yıllık mücadele hem TC’nin hem de ilkel milliyetçi yapıların yapmak isteyeceklerinin gerçekleştirilemeyeceğini birçok kez göstermiştir. Özgürlük Hareketinin çözüm modeli, toplumsal yaklaşımı, halkların kardeşliği, demokratik özerklik, demokratik konfederal çözüm modeli neredeyse tek seçenek olarak ortaya çıkmaktadır. Yukarıda ifadeye kavuşturulduğu gibi ezme, bitirme, yok etme yaygınca kullanılan deyimle: “inkâr-imha” siyaseti denenmiş, ancak bir çözüm sağlanamamıştır. Tam tersine bu çözüm modeli hem Türkiye’ye, halklarına zarar vermiş hem de Kürtlere büyük zarar vermiştir. Kürtler büyük zarar görmüş olsalar da, bu gerçekliği bilerek büyük direnişleriyle bugüne daha da büyüyerek gelmişlerdir.

Yukarıda ifadeye kavuşturulduğu gibi ezme, bitirme, yok etme yaygınca kullanılan deyimle: “inkâr-imha” siyaseti denenmiş, ancak bir çözüm sağlanamamıştır. Tam tersine bu çözüm modeli hem Türkiye’ye, halklarına zarar vermiş hem de Kürtlere büyük zarar vermiştir. Kürtler büyük zarar görmüş olsalar da, bu gerçekliği bilerek büyük direnişleriyle bugüne daha da büyüyerek gelmişlerdir. İkinci çözüm modeli ise bugün Güney’de denenmektedir. Ancak en küçük bir saldırı karşısında her an dağılabilecek kırılgan bir model olarak durmaktadır. İlkel milliyetçiliklerin ise gelecek vaat etmediklerini, ortaya çıkan sayısız örnekten biliyoruz.

Tek çözüm olarak geriye Demokratik Çözüm Modeli kalmaktadır. Bu modelin çok büyük avantajları olsa da, eğer karşı taraf köklü militarist, milliyetçi, dinci zihin yapılarını değişime ve dönüşüme uğratmazsa, bu çözüm modelinin pratikleştirilmesi de çok zor olmaktadır. Hele buna bir de bu sorunsalı yaratan devletlerarası güçlerin sessizliği, görmezden gelmeleri, vurdumduymazlıkları da eklenince, bu modeli de sürdürmek zor olacaktır.

Demokratik Çözüm Modeli en kansız olan çözüm modelidir. Aklın yolu birdir denilir. Aklın yolu ise bu tür yaratılmış olan sorunların yeniden rayına konulabileceğini bize göstermektedir. Eğer toplumsal sorunlar insan eliyle inşa edilmiş iseler-ki öyledir- o zaman bu yanlış inşaların yeniden insan eliyle değiştirilebileceği anlaşılırdır. Doğası gereği bu çözüm modeline yüklenmek gerekir. Yukarıda onca örneği bunun için vermiştik. Ne var ki, müzakere kavramında da görüldüğü gibi bir sorunun müzakere edilebilinmesi için en az iki tarafın varlığı zorunludur. Tek taraflı çözümler zaten çözüm olmadıkları için müzakere süreçleri öne çıkmıştır.

Abdullah Öcalan 1993 yılından bu yana büyük bir çaba ile Kürt Sorunu’nu müzakere aşamasına taşırmak için uğraşmıştır. Bunun için çok sayıda tek Taraflı Ateşkesler ilan etmiştir. Öyle ki kimi zaman, yaşanan onca sıkıntıya rağmen bu durumu sağlamak için ısrarcı olmuştur. Yer yer büyük kopuşların olabileceğini bilerek de olsa bu çizgide ısrar etmiştir. En son olarak ise 2013 yılında Amed Newroz konuşmasıyla Demokratik Siyasetin önünün açılması için çağrıda bulunmuştur. Nitekim iki yıl boyunca çeşitli görüşmelerle 28 Şubat 2015 yılında -Dolmabahçe’de devletin, hükümetin ve de HDP’lilerin hazır bulunduğu bir ortamda -Müzakerelerde ele alınacak konular madde madde sıralanarak ilan edilmiş ve bu karşılaşmaya birçok çevre, -özelde de hükümet çevreleri -zamanında müzakerenin başlaması olarak ele almışlardı.

Ortaya çıktı ki, TC devleti adına görüşmelere katılan AKP yetkilileri-özelde de Erdoğan-yapılan ve gerçekleştirilen onca görüşmenin, buluşmanın, tartışmaların amacı Özgürlük Hareketi ile sorunları çözmek değil, Özgürlük Hareketini tasfiye ederek, yüz yıldır yok sayılan Kürtleri yeniden yüz yıl daha yok saymakmış. Erdoğan ve çevresinin beklentileri istedikleri gibi gelişmeyince önce masa devrilmiş, sonra görüşmeler yok sayılmış, verilen onca söz söylenmemiş sayılmış, demokratikleşme projeleri iptal edilmiştir. 7 Haziran 2015 yılında yapılan seçimlerle Halkların Kardeşliği bu bağlamda Demokratik Çözüm Modeli başarı elde edince de bu yok saymalar, iptal etmeler daha da ileriye taşınarak 24 Temmuz 2015 günü büyük bir kapsamlı, komple saldırıya dönüşerek, yüz yıllık tarihinin de tüm inkâr ve imha birikimlerini de değerlendirerek Topyekûn bir saldırı konsepti devreye konularak yeni bir süreç başlamıştır.

Çok önceleri Abdullah Öcalan, tarihi öngörüsüyle farklı çözüm alternatiflerini şöyle ifadeye kavuşturmuştu:

“Günümüzde KCK çözümü bir yol ağzındadır: Ya sorunların barış ve demokratik siyaset yoluyla çözümü demokratik anayasa yöntemiyle gerçekleştirilecektir. Bu durumda ilgili ulus-devletler sadece inkâr ve imha politikalarından vazgeçmekle kalmayacaklar, sorunun gerçekçi tanımını kabul edip çözümünü evrensel demokratik anayasada arayacaklar, demokratik anayasanın hem içeriğini hem de yöntemini muhataplarıyla paylaşacaklardır. Ülkelerin hem devlet hem de ulus olarak bütünlüğünü mümkün kılan bu çözüm radikal demokratik dönüşümleri gerektirmektedir.

Ya da eğer öncelikle arzu edilen bu yol ısrarla engellenirse, geriye KCK’nin tek taraflı ve devrimci tarzda kendi demokratik otoritesini inşa etme ve savunma yolu kalacaktır. Bu yolda başarıyla yürümenin birçok unsuru mevcuttur. Otuz yılı aşkın bir tecrübeye sahip olan PKK’nin ideolojik ve politik kılavuzluğu, halkın devrimci savaşımla denenmiş güçlü desteği, öz savunmayı her alanda yapabilecek askeri gücü, geniş iç ve dış ilişki ağları KCK’nin demokratik ulusu inşa etmesine, yönetmesine ve korumasına imkân vermektedir. Bu yol bir daha eskiden yaşanan tıkanmaya uğramayacaktır. Devlet ulusçuluğunu değil demokratik ulusu hedeflediğinden, her zaman çözüm ve barış yanlısı, ulus-devlet güçleriyle diyalog ve müzakereye açık olduğu gibi, bunda başarılı olmazsa kendi asli yolunda özgüçleriyle demokratik ulusu başarıyla inşa etmeyi sürdürecek, yönetmesini ve korumasını bilecektir.” Sonuç itibariyle; çözümün devlet ile mi yoksa devletsiz mi olacağı, TC devletine bağlıdır. “Devlet ile mi, devlete rağmen çözüm mü?” durumu da TC devletine bağlıdır. Bu bağlamda, çözümün anahtarı, seçilecek dilden sorumlu olan devlet olacaktır. Nedeni açıktır; Kürt tarafı büyük bir inatla, sabırla Kürt sorununu barışçıl yol ve yöntemlerle çözmek için büyük özverilerde bulunmuştur ve halen de bulunmaktadır. Onca eleştiriye rağmen bu yolu pratikleştirmek için ısrar etmiştir. Hiçbir gücün yapmadığı kadar Tek Taraflı Ateşkesler ilan etmiştir. Silahlı güçlerini kuzeyden iki kez çekmiştir. Üç barış grubunuiyi niyetlerini göstermek için-göndermiştir. Birçok kez esir askerleri, polisleri hiç bir şey talep etmeden bırakılmıştır. Bazı durumlar için özür dilenmiş hatta geçmişte yaşanmış eksik ve yanlış yaklaşımlar için Hakikat ve Uzlaşma Komisyonları oluşturmak için çalışmalar yürütmüştür.

Özcesi, demokratik siyasetin savaşa galebe çalması için ne gerekmiş ise yapılmıştır. Hatta yer yer o kadar pozitif adımlar atılmıştır ki, dostları bile Özgürlük Hareketine karşı eleştiri geliştirmişlerdir.

Tüm bunlara rağmen en son görüldüğü gibi TC’nin Cumhurbaşkanı olan Erdoğan; olumlu cevap verme yerine, tamamen tanklarla-toplarla Kürdistan şehirlerini yakma-yıkma ile cevap vererek, topyekûn savaş ilan etmişlerdir. Bu durumda Kürtlere kalan ise kendi yollarını çizmedir. Çünkü onlara başka bir yol bırakılmamıştır. Kendi yollarını ise Kürtler, toplumlarını daha önce sıkça dile getirilen tüm boyutlarda örgütleyerek çizeceklerdir. Kendi; ekonomik, eğitim, kültürel, basın, diplomasi, öz savunma, sosyal, hukuk, kadın, komünal yaşam ve demokratik özerklik sistemlerini oluşturur. Devletçi bir yapıya benzemeden, devletin dışında ancak toplumu tüm hücrelerine kadar, halkı Meclisler tarzında örgütlemek. Zihin dünyasını oluşturmak için Akademiler inşa ederek, -halkın kendi yaşamını, başkalarına bağlı ve muhtaç olmamak için- komünlerini oluşturarak ve tabi bir de ekonomik modellerini adım adım kooperatiflerle örerek Kürt Toplumunu tümden örgütleyerek kendi cevabını vermesini bileceklerdir.

Son tahlilde, varlık özgürlükle tanımlanıyor. Özgürlüğü olmayanın da varlığı tartışmalıktır. Tartışmalık değilse bile kölece bir yaşamın da ne kadar bir yaşam olduğu ayrıca değerlendirilebilir.

 

 

 

 

 

 

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.