Düşünce ve Kuram Dergisi

Modernite Kıskacında Kürt Varlığının İnkârı

Nesrin Akgül

“Kan, işkence ve kurban etme (yani acı) hafıza geliştirmenin en etkin aracıdır. Acı vasıtasıyla kazanılan bilme türü insanın nedenselliğini anlayarak, öngörüde bulunarak, olumsallık ve zorunluluğu birbirinden ayırarak söz verme yetisi kazandıran bilgidir.”
F. Nietzsche

Toplumsal gerçeklikler de hafızanın kendini en şen, en coşkun ve en kalıcı özgürlük değerinde yarattığı, birikim değerinde oluşturduğu zaman bilgelik zamanı olarak da bugüne kadar akmayı başaran Neolitik Çağdir. Bu tarihten sonra yaşanan gerçeklikler toplumsal hafızada acı, gözyaşı trajediler silsilesinde yer edinmiş, toplumsal vicdanın da buna karşı direnişi ile anlamını kazanmaya çalışmıştır. Kürt toplumunun da yaşadığı gerçeklik kendi hafızasında; bir yanıyla binlerce yıllık insanlık miraslarının anısını, öte yanındaysa varlığında taşıdığı öz birikimlerin acımasız saldırılarla yaralanması, acının kangrenleşmesinin yakıcı anılarını, bilmelerini taşımaktadır. Binlerce yıllık öz gücüyle insanlığa analık etmiş Kürt halkının toplamında yaşadıkları doğru okunursa, okuyucuya verilen tarihsel mesajın “anlatılan senin hikâyendir” olduğu görülecektir. O hikâye büyük direnişlerin, kadının en mutlu, şen özgür zamanlarının ahlakın ve politikanın “soy kütüğünün” en acımasız saldırıların, kahramanlık destanlarının, binlerce yıllık yalnızlaştırılmış insanlığın yeniden dirilişinin hikâyesidir. O hikâye Leviathan heyulasının kapitalist modernite ile daha da büyümesi ile beraber, adeta binlerce yıllık uyutulmuş, ertelenmiş vahşetini uyandırarak Kürtlere de tufanını salarken ulusdevlet tufanı ile bir halk kendisinin yabancısı, kendi ülkesinin sürgünü, mivani olmuş; “en iyisi ölü halidir”, hatta ölüsüne dahi ölümün kendisi az görülerek büyük bir soykırımın cenderesine alınmıştır. O nedenle özelde kapitalist modernite çağının dişlileri ile Kürt toplumun soykırım tarihini anlamak kulakların duymadığı, gözlerin kapandığı zamanlarda yaşanan gerçeklerle, sadece Kürtlerin değil o halk şahsında bedenleşen özgürlük hakikatinin yaşadığı acılarla kendi insanlıklarının da yaralandığını görecekler. Bu hikâyenin okuyucusu olmak önemlidir.

 

Kürtlerde Varlık Sorununu Yaratan Ana Kavşak

Toplumsal gerçeklikler, insanın kendini yaratma akışında zamana oluşum gücü kazandıran, varlığın da kendini özgürlük sorunu kapsamında tanımlamaya angaje olduğu, tarihin bu diyalektik içinde zaman-mekân bütünselliği ile varlık-hiçlik ikilemindeki mücadelesinde toplumsal doğanın kendini bilme yaratma ve sürdürme hallerindeki hakikatlerine tanımlar. Toplumsallıktaki hakikatlerin yaşam diyalektiği, iyi güzel ve doğru olanın arayışı doğrultusunda karakter kazanır ve toplumsal varlıklar bu esaslarda kesintisiz olarak oluşum mücadelesini verdikçe özgürlük momenti yükselişe geçiyor. Politik-ahlaki toplum orijini olarak Neolitik Çağ, özgürlük diyalektiğinin en coşkunca akış kazandığı zamanın kendisi olmuştur. Toplumsal problem olgusu ise zihniyetin hegemonik tekelci yapılarca tekelleştirilmesi ile at başı oluşarak toplumun kendisini inşa ettiği her alanda nüfuzlaşmasını sağlayan merkezi uygarlıkların büyümesiyle orantılı olarak ortaya çıkmıştır. Artık toplumların özgürlük problemi var olan özgürlük düzeyini büyütmeden öte, varlığını dahi her anlamda koruyamaması, yaşatamaması olarak ortaya çıkmıştır. Kendini yaratmayı başarmış bir hakikat hem yok sayılmakta, hem de kendini sürdürülemez kılınıp kadükleştirilmek istenmektedir. Toplumsal sorunları ortaya çıkaran tekelci-hegemonik yapının doğru tanımlanması, toplumsal doğada yarattığı etkileri doğru tanımlamak kadar, özelde uygarlığın doğuş yaptığı topraklarda o toprağın insanı olan halkları ve bunlara karşı yürütülen anti-toplumcu yapıların savaşlarını izana kavuşturmak önemlidir. Binlerce yıllık bir sürece yayılan bu süreçleri değişim-dönüşümün tepe noktasına ulaştığı kaos aralıklarının derinleştiği, esas kırılma noktasını oluşturan eşik zamanlardan ele almak; bu tarihsel süreçleri, esas karakteristik toplumların varlık mücadelelerinden, belirleyici süreçleri tasnifleyerek düze çıkarmak, toplumsal zamanda yaşananları da özetleyecek güçte olacaktır. Kürt toplumu Ortadoğu coğrafyasındaki yaşanmışlıklarıyla öylesine güçlü bir gerçeğin taşıyıcısı olmuşlardır ki bugünden kendini sürdürmekteki başarılarıyla geçmişi de aydınlatmaktadırlar. Bu potansiyelleriyle Ortadoğu kördüğümünde hem sorunun merkezine yerleştirilmiş, hem de çözümün de başat gücü olmuşlardır. Bu minvalde projektör tutulması gereken belirleyici süreçlerden biri de Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş sürecidir. Yine kapitalist modernitenin Ortadoğu’ya müdahalesini gerçekleştirdiği son 200 yıllık süreç olmaktadır. Kürt halkı kapitalist modernitenin Ortadoğu’ya ulus-devlet ayağı ile kendini projelendirerek müdahale ettiği andan itibaren yaşadığı soykırımlarla varlık sorunu yaşadı.

Kürdistan tarihinde kapitalist modernitenin hegemonik işgali ile estirilen tufan, bu toprakları anayurt bellemiş, teritoryal toplulukların da soykırım sürecinden geçmesine sebep olmuştur. Kapitalist modernite ile beraber yükselişe geçen Avrupa uygarlığı köklü bir kültürel geleneğe sahip Ortadoğu uygarlığına hegemonik müdahalesini yapmak için elindeki ulus-devlet modelinin “böl-yönet” silahını kullanarak etkili olmayı hedeflemiştir. Kültürel toplum olma gücüne sahip Kürtler de bu nedenle öncelikli hedefler içinde yer almıştır. Ulus-devlet ile bina edilen belalar halklar, mezhepler ve farklılıkların karşıtlığına dayalı çatışmaya ve savaşlara neden olmuştur. Kürt toplumunun tarihsel varlık özelliğine bağlı olarak devletleşmemiş toplum yapısıyla ulusdevlet gömleğini giymemişse de, zorla tabi kılındığı ulus-devletlerin deli gömleği içine sığdırılmaya çalışılarak en ciddi yabancılaşma sorunları ile karşı karşıya kalmıştır. Kürtler edindikleri toplumsal dokusu ile kendi varlıklarını bir başka halkın varlığı üzerinde kurulacak hegemonya ile değil, ittifaka dayalı birliklerle korumuştur. Hititlerde, Urartularda, Med-Pers konfederasyonlarında ve sonrasında yaşananlar bu gerçeğin aynası olmuştur. Aynı özellik KürtTürk ilişkilerinde, ittifaklarında da kendini sürdürmüştür. Kültürel kimliğinin orjinalitesinde birlikte yaşam özelliği vardır. Doğal toplum geleneğini derinden yaşamaları, merkezi devlet otoritelerine karşı sürekli mücadele içinde olup direnmeleri, varlığını sürdürme ve korumayı sağlatan kültürel gücü ve örgütlenme formları kadar, doğal toplumun temel ilkesi olan “birimiz hepimiz, hepimiz birimiz için” özelliğinin başka toplumlarla da birlikte yaşam özelliğine dönüşmesi bu tarihsel-toplumsal karakterde belirleyici olmuştur. Abdullah Öcalan, Türk-Kürt ilişkilerini de tanımlarken şöyle dile getirmektedir: “İki toplumun yoğunlaştığı coğrafyalar arasında tarih boyunca sıkı jeo-politik ve jeo-stratejik yaklaşımlarıyla belirleyen yoğun kültürel alışverişler yaşanmaktadır. Günceli, şimdiyi de belirleyen bu ilişkiler ancak bütünsel bir yaklaşımla doğru çözümlenebilir. İktidar ve devlet sorunuyla daha çok karşılaşan Kürt hiyerarşik üst tabakası, tarih boyunca ağırlıklı olarak kaderini nispi bir özerklik temelinde, hep kendisinden daha güçlü iktidarlara ve devletlere bağlamıştır. Kürtler iktidar ve devlet sistemleri peşinde pek koşmamıştır. Tarihsel ve toplumsal koşullar bu yönde çıkarlarına uygun gelmemiştir. Türklerle geçen yaklaşık bin yıllık tarihi de bu temelde değerlendirilmiştir.” Bu tarihsel gerçekliği ele alırken özgürlük hareketinin neden ulus-devlet modelini tercih etmediğini de temel çözüm ilkesini demokratik ulus modelinin esas alınmasıyla gerçekleşebileceğini serimlemektedir.

Konumuz bağlamında Kürt halkının Ortadoğu özgülünde, aslında küresel bir boyut kazanmış olan varlık sorununu, bu sorununun kendini hangi yapılarda var ettiğini, özelde de kapitalist modernitenin hegemonik müdahalesi ile yaşadığı özgürleşme sorunsalı ekseninde ele alabilmektir. Son 200 yıllık süreç içerisinde Yahudi ideolojisi ve Türkiye cumhuriyetinin kurgulanışı ekseninde ele almak, gerçeğin “ben buyum” diye kendini kalın hatlarda tarihe yazdığı süreci okumaya ışık tutacaktır.

 

Yahudilerin TC’nin İnşasındaki Rolleri

Yahudi toplumu Ortadoğu’nun kadim halklarından biri olmakla beraber, farklı zaman-mekânlarda uzun süreye yayarak tekerrür ettirmiş diasporayı yaşamaları sonucunda da kendilerini dünyaya yaymış bir toplum özelliğini taşırlar. Öcalan’ın da dediği gibi Yahudiler; “Ortadoğu kökenli olan ama tüm dünyayı birinci derecede ilgilendiren, etkileyen temel bir kültür kaynağı olarak değerlendirilmelidir.” Yahudi toplumunun kendi varlını yaşatma, koruma mücadelesinin kendisi de bu süreçlerin sonucu gelişmiştir. Yahudilerin Kudüs’te Davut ve Süleyman tarafından kurulan krallık dışında tarihe damgasını vuran bir iktidar otoritesi, devletleşmesi olmamışsa da; ideolojik etkinlikleri, maddi ve manevi yatırımlarıyla günümüze kadar “uygarlıkların sentezi bir uygarlık gücü” olmayı başarmışlardır. Babil Kralı II. Nebukadnezar’ın Kudüs işgali (M.Ö 587) ile beraber Yahudi halkının yaşadığı Babil sürgünü, bu halkın dünyaya yayılmasında önemli başlangıçlardan oluşmuştur. Bu sürgüne son veren ise Pers Kralı Sirus*’tur. Diasporanın etkili diğer biz zamanı ise Filistin’in Romalılarca işgali ile yaşanır. İslamiyet’in doğuşu ve yayılışıyla beraberde İspanya ve Portekiz’e göç ederler. Bu diasporalarla yaşadıkları bölünmelerle etkili olarak Aşkenazlarla ve Seferadlar olarak ayrışma yaşarlar. Yahudi toplumu yaşadıkları diasporalar karşısında kendi varlıklarını korumayı sürekli olarak var olan uygarlıklardan etkilenme, bunengellerler. Bu sürecin dikkat çekici karakterini Erdoğan Aydın şöyle dile getirmektedir; “…Tüm baskılara rağmen Araplara ve onlar tarafından İslamiyet ile direnen Hazaralar 740’lardan başlayarak, başta hakanları olmak üzere (Selçuk Bey) Yahudi dinini gönüllü kabul ederler. En büyük Türk kavimlerinden birinin, İslamiyet’in tüm baskılarına karşın bağımsızlıklarını inatla koruduktan sonra toptan ve gönüllü olarak, üstelik her üç dinin temsilcilerini çağırıp onları tartıştırıp, uzun değerlendirmelerden sonra Yahudilikte karar kılmaları büyük tarihi önemde bir gelişmedir. Bu kadar büyük bir Türk topluluğunun Yahudiliği seçişi ilktir… Bir anda dünyadaki tüm Yahudilerden daha kalabalık bir topluluğun Yahudi olması…” Bu durum aynı zamanda Hazaraların dönemin hakim iki uyarlığı olan Doğu Roma İmparatorluğu (Hristiyan) veya Bağdat halifesi İslamiyet nüfusuna girmeyip bağımsız kalmaları tercih etmeleri açısından da dikkat çekicidir. Nihayetinde Cengiz Han saldırıları sonrasında buradaki Yahudi Türklerin önemli bir kısmı Avrupa’ya göre göç etmek zorunda kalır ve Türkler Orta Asya’dan göç edip bir uygarlık gücü olma arayışında yol alıp Ortadoğu’yu mesken edindikten sonra, bunu hâkim uygarlığın ideolojik kimliğini kabul ederek sağlayabileceklerini görerek İslamiyet’i kabul ederler. 10. yüzyılla beraber İslamiyet’i seçerek yurt kazanan Türklerin savaşçı karakterleri İslamiyet’in cihatçılığı ile birleşince etkin bir güç olmaya başlarlar. Artık tarih sahnesine İslamiyet’in halifeliğini de taşımayı başaran “büyük” Osmanlı İmparatorluğu artarak çıkarlar.

Osmanlı süreci ile beraber Yahudi topluluklarının imparatorluk içindeki etkinliği dikkat çeker. Buna sebep etkenlerden biri Yahudilerin (1391, 1492, 1550) İsabella ve Ferdinand monarşilerinin hüküm sürdüğü İber Yarımadasından sürülmeleri ile yaşadıkları göçtür. Anadolu Yahudilere yurt olmaya devam etmektedir. II. Beyazıt Yahudilerin ticari güçlerini de keşfederek, onların güven içinde İspanya’dan çıkıp ülkesine gelmelerine de yardımcı olmuştur. Benzer dönemlerde İspanya’dan göç eden Yahudiler Hollanda’ya kaçmışlardır. ‘Seferat’ olarak da adlandırılan İspanya’da yaşayan Yahudilerin bu süreçte Selanik’e yerleşmeleri de önemlidir. Nitekim ilerleyen süreçlerde Selanik Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş aşamalarına kadar etkili bir göç, üs haline gelecektir. Osmanlı İmparatorları Yahudilerin ekonomik, ticari, mesleki, kültürel gücünden yararlanırken, Yahudiler de kendinde sağladıkları bu güçler vasıtasıyla iktidarda da etkin rol sahibi olarak varlıklarını kazanmışlardır. Bu yararlanma ilişkisini en güzel dile getirense İspanyol krallarının Yahudileri sürmelerine atıfla II. Beyazıt’ın; “Kendi ülkesini yoksullaştırıp, bizimkini varsıllaştıran Ferdinand’a, bir de akıllı krallarımız diyorsunuz” sözleri olmuştur.

Osmanlılar, Venedik Savaşı (1640-1649) ile beraber ticaret yapmakta zorlanan Yahudiler bu defa da İzmir’e yerleşirler. Artık Selanik, İstanbul kadar önem kazanan bir diğer mekân olur. Aynı dönemlerde İzmir’de kendisini müritlerine Mesih olarak gösteren Sabetay Sevi’nin ortaya çıkardığı Sabetaycılık, Beyaz Türklüğün en çok beslendiği kaynak olarak ve Yahudilerin kendi varlıklarını sürdürme yöntemlerini anlamak açısından dikkat çekicidir

Sabetay Sevi’nin ailesi birçok Yahudi gibi İspanyol sürgünlerinden sonra Osmanlı’ya göç edenlerdendir. Sevi kendisini Mesih ilan ederek, bugünkü İsrail topraklarında bağımsız bir devlet kurarak, dünyanın birçok yerine yayılmış Yahudileri bir araya toplamak ister. “Yeni Mesih” bırakalım Osmanlı sınırlarını, düşünce ve örgütlemeleriyle Avrupa’dan Kuzey Afrika’ya kadar taraftar toplamıştır. Bu gelişmelerden rahatsız olan Mehmet ise Sevi’nin böylece kendi elinden de hükümdarlığını alacağını görerek onu tutuklar ve Sevi burada sultanın huzuruna çıkarak Müslümanlığı kabul ettiğini açıklar. Bu durumun memnuniyetiyle sultan hem Sevi’yi affeder, hem de Saraya yüksek memur olarak atar. Sabetay Sevi her ne kadar Müslüman görünse de Yahudi dinine olan inancını koruyarak, iki dinle bağını koparmadan Yahudileri bu kimlikle korumak ister. Yani “dönmecilikle” ortaya Yahudi-İslam’ı bir tarikat olarak Sabetaycılık çıkar. Dışarda Müslüman gibi yaşarken, gizliden de Yahudi dininin esaslarını yerine getirirler. Çoğu Seferat olan Sabetaylar daha çok Selanik’te örgütlü bir güç oluştururlar. Sabetaylar bu güçlerini cumhuriyetin kuruluş sürecinde, 2. Meşrutiyet’in ilanında ve devletin laikliği benimsemesinde etkili olarak kullanırlar. Türk politikası içinde de günümüze kadar ne kadar etkili olduklarını, hatta basın alanından kültürel alana kadar bunu yaptıklarını görmek için kimi isimlere bakmak yeterlidir. Peter Edel “Siyonizm Tarihi” kitabında bunları şöyle sıralar: “Türkiye’nin eski başbakanlarından Tansu Çiller anne tarafından yarı Sabetayist. Yine eski başbakanlardan Bülent Ecevit’in eşi Rahşan Ecevit de bir Sabetayisttir. Eski Dışişleri Bakanı İsmail Cem. Modacı Cemil İpekçi…” Abdullah Öcalan ise Yahudiler içinde gelişen dönmeciliğe ilişkin şu tespitleri yapmakta: “Dönmecilik olgusu olmasa ne Doğu’daki İslam çoğunluğu içinde, ne de Batı’daki Hristiyan çoğunluğu arasında varlıklarını sürdüremezlerdi. Dönmecilik bir yaşam stratejisi olarak kavranmalıdır.” Yahudilerin, özelde Türkiye Cumhuriyeti içindeki rolünü anlamak için, ulus-devlet ideolojisinin gelişimindeki rolünü anlamak önemlidir. Kapitalist modernitenin doğuş mekanı olarak bilinen Hollanda ve İngiltere, aslında Yahudilerin Avrupa’da göç sonrası yurt edindikleri mekanlardır. Yine Max Weber’in de belirttiği kapitalist modernitenin ruhu olan Protestanlık mezhebinin geliştirilmesinde de rol sahibi olmuşlardır. Yahudi dininin ideolojik dokusu yansımasını ulus-devletin kendisinde göstermiş; “İbrani kabilesi Yahudiliği etnik yapılı bir din olarak inşa etmiş ve bu din Yahudilerin dini olagelmiştir, bu da ulus-devlet modeline her ulusa bir devlet şeklinde yansıtılmıştır. Yahudi milliyetçiliği ulus-devletle beraber kapitalist modernitenin milliyetçi ideolojisine oluşum kaynaklığı etmiştir. Yahudiler Avrupa’da Protestanlık dininin gelişiminde rol sahibi olarak Ortodoks ve Katolik mezheplerinin etkisini kırdıkları gibi, Fransa’da ve Rusya’da yaşanan devrim süreçleri içinde de yer alarak eski sistemlerin yıkılıp yeni rejimlerin doğmasında etkili olabilmişlerdir. Avrupa’da kapitalist modernitenin doğuşunda ve küreselleşmesinde etkili olan Yahudileri Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan ikinci kanat içinde Karaim Yahudileri olarak tanımlamaktadır.

Anadolu’da örgütlenen Yahudilerse Osmanlı’nın içindeki etkinliklerini gelişen Jakobenist yapı içinde sürdürürler. Osmanlı İmparatorluğu artık “hasta adam”dır ve 19. yüzyıl ile beraber çözülüşü hızlanmaktadır. Yıkılan eski rejim üzerine inşa edilen yeni ulus-devletin kuruluşunda ise, Jakobenist örgütleme ve Beyaz Türklük kimliği içinde rol sahibi olurlar. 19. yüzyılda örgütlülüğüne kavuşan İttihat ve Terakki Cemiyeti ise Türkiye Cumhuriyeti devletinin resmi ideolojisinin oluşmasında güç sahibi olan bir parti olarak, aynı Yahudi yapılarının etkinliğiyle darbeci yapısıyla kendini iktidarlaştırmaya başlar. Yahudilerin kutsal mekanı olan Filistin hala Osmanlı’ya hala bağlıdır ve Osmanlı’da onlar için hem bir ana yurt, hem de ileride kurulacak İsrail devletinin şimdiden prototipi olur. Dönem kapitalist modernitenin Ortadoğu merkezli dünyayı yeniden düzenlemeye çalıştığı bu emellerle Avrupa ülkelerinin merkezi uygarlık gücü içinde aralarında mücadele ettikleri bir dönemdir. Almanya ve İngiltere hakimiyet savaşında karşı karşıya oyunu sürdürmektedir. Osmanlı’da yasadışı kriz nedeniyle, bu güçlerin sömürgeleştirmek istediği bir ülkedir. 19. yüzyıl sonu ve ilk çeyreğine kadar Osmanlı üzerinde etkili güç olan Almanya iktidarı için de Yahudi sermayesi ile de özelde Selanik merkezli Osmanlı’ya müdahale etmektedir. İttihat ve Terakki Cemiyeti(İTC)’nin II. Abdülhamit döneminde Paris ve Selanik’teki özgürlükleri ise dikkate çekicidir. İTC ne tesadüftür ki I. Siyonist Kongresi’nin yapıldığı aynı tarihlerde kuruluşunu ilan eder. Bilindiği gibi bu kongrede de bir Yahudi devletinin kurulmasının kararı alınır. Hatta bu emelle Abdülhamit’e Osmanlı’nın dış borçlarının ödenmesi karşılığında Filistin’de devlet kurmalarına izin vermelerini isterler. Lakin II. Abdülhamit buna izin vermeyince de İTC örgütlenmesinin etkinliğiyle, aslında darbeci karakteriyle Abdülhamit’i tahtından ederek bedelini ödetirler. II. Abdülhamit bu süreçlerde merkezi yapıya muhalif herkesi baskılayarak imparatorluğu ayakta tutmak ister. Daha çok hegemonik güçler arasında dengeci bir rol kurmak istese de, kendini daha fazla Almanlara yakınlaştırır. Abdülhamit, Almanya’nın Ortadoğu’ya hakim olmak için geliştirdiği

Pan-İslamizm’i uygulayarak Balkanlarda kaybettiği Hristiyan topluluklarda olduğu gibi Ortadoğu’daki Arap topluluklarını da imparatorluğa bağlı kılmak ister. İngilizlerse buna karşı Vahabiliği geliştirerek Arapları Osmanlı’dan ayırmak isteyince, padişah da cevabını Nakşibendicilikle verir. Yine Hamidiye Alayları’nı kurarak Kürtleri de kullanır. Abdullah Öcalan; “Nakşibendicilikte bir çeşit mason örgütüdür,” diyerek günümüze kadar iktidar içinde etkili olan bu tarikatın rolünü tanımlar. Nitekim 16. yüzyıldan itibaren merkezi Osmanlı devletinin bizzat denetimine aldığı Bektaşi ocağı dağıtılınca, bu boşluk Nakşibendicilikle doldurulur. Abdülhamit 33 yıllık iktidarı içinde yıkılmak üzere olan Osmanlı İmparatorluğu’nu ayakta tutmak için sürekli iktidarını güçlendirmeyle uğraşır.

Buna karşı artık yeni bir rejimin kapılarını aralamak isteyen İTC içindeki masonik yapı, Selanik merkezli örgütlenmelerini büyüterek merkezi iktidara karşı paralel bir örgütlenmeye geçer. Osmanlı’nın Batı’ya açılan kapısı olan Selanik aynı zamanda ticaret burjuvazini de geliştirirken askeriyenin örgütlenme üssü, Teşkilat-ı Mahsusa’nın Rumeli üssüydü. Burası politik merkezi güç olarak konumlanmıştır. 1889 yılında kendini İttihad-ı Osmani olarak örgütlenmeye geçen Selanik’te yapı Sebatayların etkinliğinde güç kazanır ve öncülerinden biri de Dr. Nazım olur. Karma bir yapı ile oluşan bu yapı 1902 yılında Paris’te ilk kongrelerini yaparlar. Kongre çağrısını yapansa II. Abdülhamit’in eniştesinin oğlu olan Prens Sebahattin yapar. Artık Osmanlı muhalefeti içinde Kürt, Türk, Ermeni, Rum, Çerkez, Arap, Laz, Arnavut, Yahudilerin de olduğu çoklu yapıyla, değişim ve reform yanlısı olarak kongresini yapmıştır. Bu kongre içinde iki çizgi ayrıştığını görürüz: Bir kanat, Prens Sabahattin öncülüğünde II. Abdülhamit’in gitmesini, ancak sistemin sadece reformlarla değil âdem-i merkeziyetçilik sistemi ile değişimini savunurken; Dr. Nazım’ın öncülük yaptığı diğer kanat Abdülhamit’in devrilmesi ve bireysel teşebbescülük yerine devletçi ulusalcı ekonomiden oluşacak merkezi bir yapının gelmesini savunur. II. Abdülhamit bu muhalefetin örgütlenmesini engellemek için özetle Dr. Nazım için idam kararı çıkarır ve gelişen bu durum nedeniyle gizli örgütlenme ve askeri yolla harekete geçme kararı alırlar. Selanik 3. ordu merkezidir ve Abdülhamit buradaki harbiye çıkışı orduya güvenmemektedir. Kendisine yakın olan İstanbul’daki 1. Orduya güveni vardır. İttihat Terakki Cemiyeti (İTC) artık örgütlenmelerini hızlandırıp Abdülhamit’e karşı harekete geçer. 1908’ de toplumsal ayaklanmaları (2.Meşrutiyet) geliştirerek Kanun-i Esasiye ilan ettirirler. Böylece II. Abdülhamit İslamcılık politikası karşısında farklı din ve milletteki halkların haklarını da tanımış olur ve aynı dönemlerde önemli olarak artık Yıldız Sarayı’ndan devleti yöneten padişahın da, merkezi otoriter yapının da yetkiler sınırlanır ve meclis kurulur. 1908 yılında kurulan Meclis-i Mebusan ile farklı halklardan da temsiliyet sağlanır. İstanbul’daki Kürt örgütlenmeleri de bu havadan soluyarak Seyyid Abdülkadir başkanlığında Kürt Teavün ve Terakki Cemiyeti’ni örgütlerler. Kürt aristokrat ve Kürt burjuvasında oluşan bu yapılar İTC içinde de yer almıştır. Ancak Kürt ayanları toplumdan uzak, elitleşmiş, kendileri adına politika yapan durumda olduklarından, Kürt toplumu adına önemli roller üstlenemezler. Hristiyan topluluklar hızla burjuvalaşıp ulusal hareketlere giderken, Kürtler öz dinamikleriyle burjuvalaşmayı sağlamayıp daha çok işbirlikçi karakterli gelişim sağlarlar. Nitekim Kürt aydınları yüzlerini Batı’ya dönmüşse de modernleşmeyi sağlayamamış, Kürt uluslaşmasının alt yapısı olmadığından sadece ilkel milliyetçi karakterlerde varlık sürdürmüşlerdir.

İTC Jakoben karakteriyle tıpkı Fransa’da olduğu gibi kralı devirerek iktidara gelmeyi hedefler. Bu amaçla 31 Mart vakası ile Yıldız Sarayı basılır, Meclis-i Mebusan adına Abdülhamit tahttan indirilerek Selanik’e hapsedilir. İTC bir devlet geleneği haline getirildiği komplocu, darbeci, hukuk dışı, keyfi yönetim tarzını hâkim kılmaya başlamıştır. İktidara gelmek için, azınlıkların ve halkın desteğe ihtiyacı olduğundan 1908 yılında konulan meclisin görece çoklu, demokratik yapısı Abdülhamit devrildikten sonra dağıtılmak istenir. Tabi bunda etkili olan bir diğer faktör de meclis içinde İngiliz destekli muhalif yapının İTC’de yarattığı rahatsızlık olmaktadır. Aslında meclis içinde İngiliz yanlısı Damat Ferit Paşa’nın yer aldığı Hürriyet ve İtilaf Fırkası ile Almanya destekli İTC güçlerinin çatışması yaşanmaktadır. Bu deneyde Balkanlarda Osmanlı’ya karşı savaş açılır, Selanik Yunanlılarca işgal edilir. Bu süreç nedeniyle meclis erken seçim kararıyla feshedilerek Hürriyet ve İtilaf fırkası iktidara getirilir. Balkan Savaşı’nda Osmanlı yenilince İTC bunun bahanesiyle faturayı bu partiye keserek Ocak 1913 Bab-ı Ali baskını ile darbe yaparak kendini iktidara taşır. Böylece Enver Paşaların iktidarında İTC kabinesi kurularak 5 yıl iktidarda kalırlar.

 

İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin İktidarlaşması

Türkiye cumhuriyetinin ulus-devletleşme sürecinin darbeci bir geleneğin sürdürülmesi ile sağlandığını söylemek yerinde olacaktır. Aslında bu devleti yönetmenin de temel karakterini belirler. Talat, Cemal ve Enver Paşa üçlüsü İTC’yi darbe ve cinayet, tasfiye yöntemleriyle iktidara taşımışlardır. Yasal devlet değil de bir çete devleti olma durumu vardır. İTC’nin iktidara getirilmesiyle Almanya Osmanlı’yı kendi saflarında 1. Dünya Savaşı’na sokmayı başarmıştır. Osmanlı’nın savaşa girmesiyle yaşadığı kriz, Ruslara karşı geliştirilen “büyük” Sarıkamış seferinde 90 bin askerin soğuktan ve açlıktan ölmesiyle daha da derinleşir. İTC’nin Enver, Talat ve Cemal Paşalar üçlüsü ile iktidarda kaldıkları 5 yıl aslında kurulacak olan yeni ulus-devlet rejiminin özeti gibidir. İTC jakobenizmin sağ, tekelci burjuvazinin en terörist biçimi olarak faşizmini dikte ederken derin devlet yapısı olarak Teşkilat-ı Mahsusa’yı kurarak, kendisine karşı muhalif olarak gelişen yapılara karşı, bir cephe yapılanması içine girmiştir. Halk tabanı olmayan İTC homojen bir Türk devleti kurmak için halkı ordu-millet kılarak yönetmek için devlet müdafaası altında paramiliter güçlerce kurulan cemiyet ve farklı örgütlenmelerle kendini yayar. Türk-İslam ideolojisine dayalı bir reji kurulmak istenir. Bunun için milli ekonominin oluşması da gerekli olduğundan ilk olarak Ermeni ve Rum mallarına el konur. Rumlar mübadele ile ülkelerinden sürülürken, Ermeni halkına karşı da 24 Nisan 1915’de katliam, soykırımlar gerçekleştirilir. Bu Ermeni katliamında iki milyona yakın Ermeni’nin katledildiği belirtilir. İTC’nin iktidarı Almanya’nın 1. Dünya Savaşı’nda yenilmesiyle sona erir ve paşalar da ülkeden kaçar. Ancak İTC şeklen iktidardan ayrılır, izlediği ideolojik ve politik uygulamalar kendini daimi kılar. Özelde devletin oluşum kodlamalarını, iktidar yapısını anlamak için de İTC sürecini ve karakterini anlamak elzemdir. Bu yapının aşağıdan yukarıya doğru örgütlenmeyip, halk tabanından yoksun ve yukarıdan toplum mühendisliği yaparak kendini inşa etmesi; aynı paralelde Türk ulus-devletini aslında “Türksüz” oluşturdukları dikkat çekicidir ve bu homojen toplum ve tekli iktidar modelinin inşasında Yahudi sermayesinin oynadığı rol de aşikârdır. Türklük elbisesi giydirilmiş yeni devlet, aslında Ortadoğu’da gelişen ulus-devlet faşizminin kuruluşunu, yeni Yahudi devletinin sembolü temsil eder. Devletin, kuruluş ruhuna sinen ordu darbeciliği derin devlet dayanaklı bürokrasi, anti demokratik yapılı yönetim icraatlarıdır. Artık yeni kutsal bu devlettir ve bu devletin vatandaşların Türk kimliği ile ona hizmet ederek ibadet etmelidir. Zaten halka dayanmadığı için devletin iktidarı yapısı ve güvenlik endeksli kendini yapılandırırken, kendine biat etmeyeni hain ilan ederek, kendinden olmayanı yok sayarak tekçi sistemi ile yönetimini icra ederken, halkı da bu ideoloji ile şekillendirmiştir. Devletin Ortadoğu’daki varlığı kapitalist modernitenin güvenlik gücüne dayandığından kendi öz gücü ile oluşum kazanmamış olmasında, sürekli dışa bağlı iç dinamiklerden yoksun, kendini yönetecek devlet aklından dahi yoksun kılmıştır.

Aslında bu durum Türk üst sınıfının tarihsel olarak kendini devletleştirdiği süreçlerden beri vardır. İktidar hep kutsal, uhrevi bir güç olarak şekillenir, arzulanır. Devletsiz ve iktidarsız yaşam düşünülemez bile. Selçuklulardan Osmanlılara, oralardan günümüze kadar işleyen iktidar çarkının en önemli ayaklarını Öcalan, “at, avrat, silah” olarak tanımlar ve bunu Şamanist simge tapıcılığından miras edinildiğini belirtilir. Bu iktidar eliti kendi toplumunu sürekli, baskı, talan ve sömürü ile sürekli vergi, ölünceye kadar asker bırakma, muhalefet ettiğinde ise hızla bastırmaya, yok etme ile yönetmiş; bu durum toplumsal hafızaya da kodlanmıştır. Tıpkı İTC gibi temel slogan, “iktidar kalmak her şeydir, iktidar için de her şey mubahtır” olarak iktidar zihninden bir diğerine aktarılmıştır. İktidarda kalmanın ve iktidarda olmanın en kestirme yolu darbecilik olmuş, böylesi bir zihniyetin eseri olan ulus-devlet öylesine faşizan bir iktidar yaratmıştır ki kendisinden öncekilere rahmet okutmuştur. Anadolu ve Mezopotamya gibi kültür mozaiği bir toplumsal yapı Türklük elbisesine sıkıştırılarak, devlet otoritesine, iktidarına bağımlı kılınarak soykırım yaşamıştır. İTC’nin dağılmasından sonraysa Osmanlı üzerindeki yeni hegemonik güç İngilizler olmuştur.

Bir dönem İngiliz-Almanya hegemonyası altında yürütülen devlet iktidarı 1945’lerden sonra ABD hegemonyasına tabi tutulmuştur. Bu aynı zamanda evrensel karakterli ikinci kanat Yahudilerin de etkinliğinin artması anlamına gelmektedir. 1916’yla beraber 1. Dünya Savaşı galipleri İngiltere ve Fransa, yine Rusya arasında gizli olarak imzalanan Sykes-Picot hayata geçer. Sykes-Picot kapitalist modernitenin Ortadoğu’da bitmeyen savaşlarının da sebebi olan antlaşma olmaktadır. Yine aynı yıllarda, 1917’de İngiltere’de Britanya Siyonist Federasyonu ile yapılan deklarasyon, İngilizlerin Filistin’de Yahudi devletinin kurulmasını destelemesi açısından önemlidir. Bu deklarasyon aynı zamanda siyasi siyonizmin kuruluş belgesi niteliğindedir. Ortadoğu böylece Arap-Yahudi çatışmasının da mekânı olur. İsrail devleti (1948) kuruluşu ile Ortadoğu’da iki kapitalist modernite gücünün, hegemonya temsilini yaparak inşa edilmiş kurulan yeni ulus-devlet Türkiye’de İsrail’in Ortadoğu’daki koruyucu gücü olarak da şekillendirilmiştir. 1919 yılı ile beraber gelişen süreç, Anadolu ve Mezopotamya’nın fiili işgali karşısında ulusal kurtuluş savaşının verilmesi ile yeni bir dönemin yaşanmasına fırsat sunan ama nefesi hızla kesilerek, boğdurulan bir sürecin de adıdır. Bu savaş yıllarında kurtuluşun ancak, yerel güç ittifakı ile sağlanacağını bilen M. Kemal öncülüğündeki küçük burjuva radikalist ve jakobenist hareket, bu gaye ile Kürtler, İslami yapı ve hatta sosyalistlerle ittifak yaparak, bunu dönemin meclisine, hatta anayasasına taşırır. Özellikle Kürtlerle kurulan ittifak 1921 Anayasasına, 1922 Kürt özerkliğine dayalı Kanun Tasarısı’na (Kürt Özerklik Yasası) kadar yansımıştır. 1919-1922 yılları arasında yoğunlaşan savaş ancak, bu ittifak güçleriyle kazanılacağı bilinerek hareket edilmişse de bu sürece hızla İngiliz eliyle müdahale edilir. İngiltere Anadolu’da Kürdistan’a kadar yayılan bu bağımsızlık hareketini, savaşını önlemek için önce dıştan Yunan işgalini geliştirir, bu etkili olmayınca da içten İsmet İnönü eliyle tasfiye hareketini geliştirir. İşgal koşulları nedeniyle ortaya çıkan Mustafa Kemal bu koşullar ortadan kalkmaya başlayıp Lozan Antlaşması’nın devreye girmesiyle etkisini kaybeder. 1924 anayasası ile beraber Türkiye Cumhuriyeti artık Beyaz Türklük ideolojisiyle ulus-devlet olarak inşa edilmeye başlanır. İttifaklar bozulur, Mustafa Kemal de Çankaya’ya “hapsedilir”. Ancak yeni devlet manevi tapınç oluşturmak için Atatürk’ü bir “değer” olarak yaratır, kutsar. Bu süreç en fazla da Kürt halkının tasfiyesi üzerine geliştirilmiş, yeni ulus-devlet kuruluşunu Kürt inkârcılığı üzerinden bina etmiştir.

Dönemin Kürtler açısından tarihin ters-yüz edilmesine yol açan nirengi noktası Lozan’la belirlenen Musul-Kerkük antlaşması sürecidir. Bu antlaşma ile beraber cumhuriyet gerçek anlamda Kürtlerden vazgeçerek, ittifakını bozar. İngilizler eliyle devreye konulan plan çerçevesinde Mustafa Kemal’e “ya cumhuriyet, ya Kürtler” şartı konularak Kürt soykırımının da resmi olarak işlevselliği başlatılır. Aynı süreçte başlayan Şeyh Sait isyanı yahut komplosu da bu sürecin işlenmesinde tehdit olarak kullanılır. Kürt halkı yeni kurulan rejimle beraber birçok hakkından yoksun kılındığı gibi, varlığı yok sayıldığı için isyanlara başlamıştır. Devletse Kürtlerle kalıcı ittifak kurmak yerine inkârının yolunu seçmiştir. Şeyh Said isyanı bir provokasyonla erken başlatılarak hemen bastırılmak istenmiştir de ve çok kanlı bir şekilde bastırılmıştır. Bu sürecin hemen ardından geliştirilen Takrir-i Sükûn Kanunu Şark Islahat Planı iskân kanunu soykırım yasaları, politikaları olarak devreye girmiştir. Artık Kürdistan Kürtleri yaşadığı bir ülke olarak tanımlanmamakta, her anlamda bir işgalle denetlenmekte, Kürt varlığı reddedilmekte, Kürtçe dili yasaklanmakta, katliam ve baskılar meşrulaştırılarak asimilasyon kurumları yaygınlaştırılmaktadır. Kürtler yurtsuzlaştırılarak batıya zorunlu göçe tabii tutularak, burada da asimilasyon ve tecrit koşullarında yaşamaya mahkûm kılınacaktır. Kürtlük bu tarihten sonra her şekilde can çekişen, Kürtlük adına ufacık bir kıpırdanışta bulundukça, daha fazla yok sayılan, gömülen bir olgu haline getirilmektedir. Kürtler binlerce yıllık yaşanmışlıkları, yakın döneme kadar süren ittifakları, işgal orduları karşısında Çanakkale’den Maraş’a kadar her alanda savaş içinde yer almalarına rağmen, yaşadıkları karşısında hazırlıksız, örgütsüz, plansız kalmış ama isyan etmekten de vazgeçmemişlerdir. Kültürel ve fiziki soykırım politikaları ile konjonktürel olmaktan ziyade stratejik bir devlet yaklaşımı olmuştur. Kürtler Cumhuriyet rejiminin kuruluşundan varlığını sürdürdüğü her zamana kadar yayılmış, inkâr-imha politikaları ile varlık sorunu yaşamışlardır ve yaşadıkları bu inkâr ve imha politikaları, soykırım uygulamaları hegemonik güçlerin, bölgesel statükocu yapılarının dışında tanımlanamaz olmuştur.

Salt Kürtler üzerinde değil, Ermeni, Rum vb. diğer topluluklar üzerinde de yürütülen Beyaz Türklük adına geliştirilen tekçi, milliyetçi, faşist soykırım politikaları İTC kadrolarının öncülüğünde 2. Abdülhamit’in tahttan indirilişi, 1913 darbesi, 1. Dünya Savaşı’na giriş, Ermeni ve Rumların tasfiyesi, 1925 Şeyh Sait komplosu ile devam eden süreçlerde hayata geçer. Tarihsel gerçekliğinden ele alınırsa cumhuriyet rejimine nasıl girildiği, hangi güçlerin etkinliğiyle yol alındığı, kimlerce yönetildiği de aydınlanacaktır. 19. yüzyılla beraber artık dağılmaya, parçalanmaya yüz tutmuş Osmanlı İmparatorluğu iktidarını korumak için kapitalist moderniteye dayanmak dışında bir tercihte bulunmamıştır. Kapitalist modernitenin hegemonik güçler elinde adeta taşeron bir iktidar haline gelen imparatorluk, varlığını ancak bu güçlerin gölgesinde sürdürebilmiştir. Kürt inkârcılığı ile gelişen süreç sadece Türkiye’de değil Ortadoğu’da da önemli bir sorun olarak sürdürülmüştür. Her dört parçada aynı inkârcı sistem, farklı biçimlerde yürürlükte kalmış; sadece Türk halkıyla değil Araplarla da çelişki ve çatışma sebebi kılınmıştır. Nitekim 1921 yılında yapılan Kahire Antlaşması ile İngiltere yine Kürt inkârcılığının başoyuncusu olarak konumlanarak Kürt devletinin kurulmasına karşı çıkılmış, Güney Kürdistan’ın İngiltere denetiminde kalması ve Arapların denetimi dışında çıkmalarını engellemek için Kürt sopasının kullanılmasını temel yaklaşım olarak belirlemiştir. Toplamında ortaya çıkan yaklaşımla Kürt sorununu sürekli gündemde tutarak çözümsüz kılınması hedeflenmiştir. Sonuç itibariyle Kürt halkı 19. yüzyılda (1806) Baban aşireti ile başlayan isyanlarıyla kendilerine dayatılan statüsüzlüğe karşı çıkmışlardır. Ancak kurulan ulus-devlet canavarı da soykırımlardan beslenerek, kendini büyüterek kanlı bir coğrafyayı sadece Türkiye’de değil, Ortadoğu’da da yaşadığımız zamana miras bırakmıştır. Kürt varlığı kapitalist modernitenin saldırıları karşısında yarı ölü bir hale getirilmiş, zihinsel ve bedensel olarak yaralanmış, ne geçmişte ne de içinde bulunduğu çağa göre yaşayamaz hale getirilmiştir.

Kürt halkının yaşadığı varlık sorununu 21. yüzyıla kendini devretmiştir. Ancak çağın değişmezleri ve değişenleri olmuştur. Kürtler yeni çağ varlık savaşımını, onur savaşımı üzerinden kazanarak girmiştir. Buna karşı kendini Beyaz Türklükle inşa eden yapı yeni formatlar kazansa da Kürt halkının inkâr politikasından, ideolojisinden vazgeçmemiştir. Aynı darbeci karakterini iktidar politikalarını sürdürerek devleti, iktidarı sürdürmek istese de bunun karşısında gelişen direniş mücadelesi bu iktidarın taşlarını yerinden oynatmaktadır. Yüzyıllık politikaları ile Kürt inkârını sürdüren iktidar blokları faşizmin ruhunu diriltmektedir. 3. Dünya Savaşı olarak da tanımlanan yeni dönemde değişen dengeler, iç çatışmaların yoğunluğu, ulus-devlet statükosunun sürdürülemezliği ile yaşadığı kriz değişimini dayatmaktadır. Toplumsal muhalefetin büyümesi, Kürt halkının dayatılan statükoculuğu yıkması eski yöntemlerle yürünemeyeceğini serimlemektedir. Faşizmin zulmü arttıkça yıkımı da hızlanmaktadır. Hegemonik sistem krizi derinleştikçe de faşizm büyümektedir. Ortadoğu 21. Yüzyılla beraber binlerce yıllık sorunlarını da hortlattığı için, var olan sistemlerin çözüm gücü de zayıflamakta, yeni yol ve yöntem arayışları kendini dayatmaktadır.

En yakın tarihinden de ele alınsa Kürt halkının yaşadığı varlık sorununa birçok yapının ortak olduğu ve bu nedenle de yok edilemeyen Kürt halkının özgürlük mücadelesinin sonuçlarının hepsini de etkilediği görülmektedir. Bölgesel değil küresel bir sorun olarak yaratılan Kürt halkının varlık sorunu bugün demokratik ulusla çözümünü yaratırken küresel düzeyde bir iletişim gücü olmaktadır. Tarihin en kadim halklarından olan Kürtlerin yaşadığı coğrafyada yaşadıkları trajediler, acılar özgülünde nasıl kazanılacağını göstermiştir. Kürt halkı binlerce yıllık tarihi boyunca sürekli hegemonik iktidar güçlerinin saldırısı altında direnirken tutunduğu değerler toplumsal hafızanın ortak insanlık değerleri olmuştur. Bugün de sadece bu değerlerin direnişinin mücadelesini değil, aynı zamanda var olanı büyütecek, değerleri oluşturacak yeni yaşamın, demokratik ulus sisteminin inşasının mücadelesini vererek nasıl yaşayacağını, nasıl yaşanacağının kararlılığını ve büyümesini ortaya koymaktadır. Kürt tarihi sadece acılarla dolu bir hafıza oluşturmadı, bu acıların müsebbibini doğru tanıyarak mücadelesini verirken hep yaşanmış, özgür toplum geçmişini, hem de yaşanan ve yaşanacak özgür yaşamın da hafızasını inşa etmeye devam etmektedir.

 

 

Kaynakça:
  1. Özgürlük Sosyolojisi, Abdullah Öcalan
  2. Kürt Sorunu ve Demokratik Ulus Çözümü,
  3. Abdullah Öcalan
  4. Tarih Bizde Gizlidir, Tayfun İşçi
  5. Nasıl Müslüman Olduk, Erdoğan Aydın
  6. Siyonizm Tarihi, Peter Edel
Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.