Düşünce ve Kuram Dergisi

Kürt Sorununa Demokratik Çözüm Arayışı

Son yüz yılı hariç, Kürt-Türk birlikteliğinin bin yıllık geçmişinde tam bir kader birliğinin olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Her ne kadar öncesinde her iki halkın karşılaşmaları gerçekleşmiş olsa da, Anadolu’nun kapılarını Türk boylarının yerleşimine açan Malazgirt Savaşı bu kader ortaklığının ilk adımı olarak tarihte yerini almıştır. Yurt edinme arayışında olan Türk Boyları ile İşgalci güçlerin Kürdistan’daki süren hâkimiyeti Kürtlerle Türkleri kader birliği içinde hareket etmelerine neden olmuştur. Her iki toplumun aynı dine inanması, bu kader birliğinde adeta harç rolünü oynamıştır. Sonraki yüzyıllar boyunca da, bu ilk ilişkilenmedeki ortak anlayış ve yaklaşımla hareket edilmiş, ortak vatanda birlikte yaşama temel yaklaşım olarak benimsenmiştir. Bu kader tayin edici ilişkilenme dönemleri farklı zamanlarda da belirgin bir biçimde varlık bulmuştur. İmparatorluğun Afrika ve Avrupa’ya doğru yayılmasında Doğu sınırlarının Kürtlere dayanılarak koruma altına alınması buna örnek olarak gösterilebilir. Yavuz Selim’in Safevi Devleti’ne karşı Kürt Güçleri’yle ittifak kurması, Doğu sınırlarını Kürtler yoluyla koruma altına alarak Afrika’ya, Avrupa’ya doğru açılımda bulunmasını, imparatorluğun üç kıtaya yayılacak şekilde genişlemesini sağlamıştır. Cumhuriyetin kurulması sürecindeki ilişkilenmeler de aynı anlam ve içeriğe, hatta belki de daha önemli ve derin bir anlama sahiptir. Koca İmparatorluğun Anadolu’daki “küçücük” toprak parçasına sıkışmış olması, kurtuluş savaşının bu daracık topraklar üzerinde yürütülürken bile sonucunun ne olacağının bilinmemesi, bu ilişkiye derin bir anlam ve önem katmıştır. O nedenle Kürtlerle ittifak olmadan kurtuluş savaşının başarıyla tamamlanması, Ankara Hükümeti’nin İstanbul hükümetini aşarak cumhuriyeti ilan etmesi, ulus-devlet anlamında bir devletleşmeye gitmesi mümkün olamazdı. Erzurum ve Sivas Kongreleri, 1920’de TBMM’nin oluşturulmasındaki yaklaşım, anayasa olarak tanımlayabileceğimiz 1921 belgesi (anayasası), dönemin tüm değerlendirme ve yaklaşımları, bu dönem ilişkilenmesinin önemini gözler önüne sermektedir. Bu ilişkilenmenin mantığı, ortak vatanda birlikte yaşamaktır. Bu yaklaşımın çok önemli belge ve kanıtları vardır. Açılımına girmeden birkaç noktayı ana başlıklar biçiminde belirtmek ortak vatan gerçeğini göstermeye yetecektir. Her mahalli yapının kendi dili, kültürü ve özgünlükleriyle meclis çalışmalarına katılmaları gibi, Kürt Halkı’nın da kendi dili, kültürü ve kimliğiyle bu çalışmalara katılması; Lozan Konferansı’na katılan delegasyonun kendisini Türk ve Kürt halklarının ortak delegasyonu olarak tanıtması; Musul Eyaleti’nde (Güney Kürdistan) yaşayan Kürt Halkı’nın Türk Devleti’yle yaşamayı İngilizlere tercih etmesi (Lozan’da Türk delegasyonunun Güney Kürdistan’ın kime bırakılacağını plebisit yoluyla tespit edilmesini önermesi, İngiliz delegasyonunun bunu reddetmesi); 1. Dünya Savaşı sürecinde yıkılan ve dağılan Osmanlı İmparatorluğu’na karşı Balkanlar’da gelişen başkaldırılara Kürtlerin de katılmasını ve kendi bağımsız ulus-devletlerini kurmaları önerilerine, Ayan Meclisi başkanı gibi, oldukça önemli bir konumda olan Seyit Abdülkadir’in, “bu zor günlerinde Türklere karşı olmamız doğru olmaz” mealindeki değerlendirmeleri vb. ortak vatanda birlikte yaşamanın istek ve iradesinin ifadeleridir. Cumhuriyetin kurucu kadrolarının yaklaşımları da bunu tamamlar niteliktedir. Mustafa Kemal’in değişik tarihlerde basına yapmış olduğu açıklamaları, meclis tartışmaları, Kürdistan illerindeki idari amirliklere gönderilen belgeler ve cumhuriyetin ilk anayasası olarak kabul edilen 1921 Anayasası’ndaki tanım, ifade ve değerlendirmeler buna örnek olarak gösterilebilir. 23 maddeden oluşan bu anayasanın 14 maddesinin mahalli muhtariyetleri düzenlemiş olması, ilan öncesi cumhuriyetin de birlikte yaşama “karar ve iradesini” göstermektedir. Kurtuluş Savaşı’ndaki ortaklık ya da birlikte mücadele (çokça anlatılan, Türk ile Kürd’ ün aynı mezarlıkta birlikte yattığı söylemi) de, bunun gerçekçi kanıtıdır. Ortak vatanda birlikte yaşam dışında, bu belirtilenlerin gerçekleşebilmesini gerektirecek geçerli nedenler gösterilemez.

Cumhuriyetin Kuruluşu İle Kürt’ün İnkârı Birlikte İlan Edilmiştir

Lozan Antlaşması’yla Kürdistan’ın Güney ve Güneybatısı’ nı İngiliz ve Fransız emperyalizmine bırakarak uluslararası alanda varlığını kabul ettiren ve bu temelde de yeni devlet yapılanmasını güvenceye alan cumhuriyetin kurucu kadrosu, elinde kalan Osmanlı bakiyesi topraklar üzerinde ulus-devleti yapılandırmaya yönelirken, bu topraklar üzerinde yaşayan Kürt Halkı başta olmak üzere (Batılı devletlerin garantörlüğü altına alınan Hıristiyan halklar hariç) diğer halkların, toplulukların varlıklarını reddetmiş, inkâr ve asimilasyonu geçerli tek politika olarak benimsemiştir. Cumhuriyetin ilanı inkâr, imha ve redde dayanan bu politikaların da ilanı anlamına gelmiştir. O zamana kadar birlikte yaşama ve varlıklarını tanıma belirgin ve temel yaklaşım olurken, bu tarihten sonra tekçi mantık öne çıkmış, diğer halkların, toplulukların varlıkları yok sayılmaya başlanmıştır. 1924 Anayasası bu zihniyetle ele alınıp yazılmıştır. Kuşkusuz o zamana kadar ki yaklaşımın aldatmaca olduğunu söylemek, basit bir değerlendirme olur. Değişen mantık ve yaklaşımı üniter ulus devletin mutlakiyetçi ve egemenlikçi politikalarının bir sonucu olarak değerlendirmek daha doğru ve gerçekçi olacaktır. 1924 Anayasası ortak anlayışa dayanan tüm kazanımları ortadan kaldırmıştır. Anayasa, devleti ve toplulukları tekçi bir mantıkla ele almış, her şeyi Türklük-Türkçülük temelinde yorumlamıştır. 1921 Anayasası’nın diğer halkların, toplulukların kendi kendilerini yönetmesini içeren “muhtari” yaklaşımlarını tamamen ortadan kaldırmıştır. Ankara merkezli devlet yönetimi geçerli tek yönetim olarak kabul edilmiştir. Farklı dillerin, kültürlerin varlığı inkâr ve asimilasyonla yok edilme kıskacına alınmışlardır. Bir halkın dilinin, kültürünün “soykırım kıskacına” alınmasının ağır tarihsel ve toplumsal sonuçlarının olacağı, sıradan yaklaşımlar çerçevesinde de olsa, öngörü kapsamındadır. Bu yaklaşımın sorunlara, savaşlara, isyan ve başkaldırılara neden olacağının, cumhuriyetin kurucu kadrosunun da öngörüleri arasında olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Buna rağmen uygulanan politika, inkâr ve imhaya dayanan kültürel soykırım politikaları olmuştur. Osmanlı İmparatorluğu’nun bünyesinde kendi kimliğiyle yüzyıllarca yaşayan Kürt halkının, cumhuriyetin ilanıyla birlikte maruz kaldığı inkâr politikaları, varlığını, kimliğini ve kültürünü koruma temelli tepkileri beraberinde getirmiştir. Bu tepkilerin gelişmesi kaçınılmazdı. Hiçbir halk kendisine dayatılan yok sayılma, asimilasyon ve kültürel soykırım karşısında tepkisiz ve sessiz kalıp, onaylayıcı olamaz. Kürt halkı da isyan olarak yorumlanan, ama özünde kendi kimliğini koruma yaklaşımları çerçevesinde direnişler geliştirmiştir. Bu direnişler 1920’li yılların başından 1938 Dersim katliamına kadar sürmüştür. Cumhuriyetin kurucu kadrolarının, Kürtlerin uygulanan politikalar karşısında sessiz ve tavırsız kalmayacaklarını bildikleri, ortamı provoke edip isyana yönlendirdikleri, kültürel soykırımın ancak ezilen yapı üzerinde uygulanabileceğini bilerek hareket ettikleri çıkarılan yasaların içeriklerinden bellidir. 1924 Anayasası’nın ırkçı karakteri kadar, uygulamaya dönük Şark Islahat Planı, Takrir-i Sükûn Kanunu ve benzeri kanunlar bu anlayışın varlığını kanıtlar. Devlet her ne kadar Dersim Katliamı’yla Kürt Halkı’nı tamamen susturduğunu, “hayali Kürdistan’ı mezara gömdüğünü”, dolayısıyla bir daha Kürtlerin varlıklarını sahiplenmeyeceğini iddia etmiş olsa da, bu bir yanılgıydı. 28’incisi olarak değerlendirilen Dersim “isyanı” nın bastırılması, Kürt kültürünün soykırım kıskacına alınmasında, ulus devlet politikalarının başarısı açısından ciddi bir sonuç yaratmış olsa da, bu kesinleşmiş bir son değildi. Son sözü söyleyecek olan; hakikatiyle halkın kendisi olacaktı. O nedenle Büyük savaş ya da söylendiği biçimiyle “29’uncu isyan” sıradaydı ve kendi zamanının gelmesini bekliyordu. Türkiye Cumhuriyeti, ulus-devlet yapılanmasını Kürt gerçekliğinin inkârı üzerine oturtmuştu. Soykırım kıskacına alınan Kürt Kültürü’nün imhası da, bu amaca ulaşmayı sağlayacaktı. Bundan dolayı da devlet aklının ve idaresinin inancı, Dersim katliamıyla birlikte isyanın son bulduğu, “kıskaca alınan Kürt Kültürü’nün soykırımının” da tamamlanma aşamasına gelmiş olduğuydu. 1970’li yıllara gelindiğinde, Kürtlük adına yaşananlar devleti buna inandırmıştı. Doğrusu pek de haksız sayılmazlardı. Yanılgıyı soykırımın sonuç aldığının sanıldığı bir dönem ve ortamda, kırk yıla yayılacak ve halen de devam eden büyük savaş, “29. İsyan” gösterecekti. Buna artık hakikatin kaçınılmazlığı mı, gerçeklerin inatçılığı ve mutlaka kendisini hissettireceği mi, en dip noktasında çıkışın gerçekleştirileceği mi denir, fark etmez. Kürt Halk Önderi Abdullah ÖCALAN, Kürt sorununun gelmiş olduğu o aşamada, yani yok edilmenin sadece iddia düzeyinde değil, gerçekten de böyle hissedildiği bir süreçte, PKK’yi kurarak özgürlük mücadelesini geliştiriyordu. Devlet yetkilileri her ne kadar bunu 29. isyan olarak değerlendirseler de, PKK’nin kuruluşu ve geliştirdiği özgürlük mücadelesi özü itibariyle 50 yıllık inkâr, imha ve yok sayma politikalarının sonuçsuz kaldığı, çözülmeyen sorunun bir kez daha kendisini gündemleştirmesi ve çözüm araması anlamına geliyordu. PKK’nin kuruluşu, ulusal kurtuluş mücadelesinin geliştirilmesi ve kırk yıla yayılan bu direniş mücadelesinin varlığı, ortaya çıkarılan sonuçlar, Kürt Halkı’nın yaşamaya hakkının olduğunu ispatlamak kadar, gerçeklerin üzerinin kolay kolay örtülemeyeceğini de göstermiş, kanıtlamış oluyordu. Aslında 28 isyanın gösterdiği de; inkâr ve bastırmayla toplumsal sorunların çözülemeyeceği, ilelebet ortadan kaldırılamayacağıydı. Zamanı gelmiş fikirlerden daha güçlü bir şeyin olamayacağı gibi, zamanı gelmiş bir sorunun çözümünü yok saymak da mümkün olamazdı.

Kürt Sorununun Çözümünde Savaş Bir Tercih Değil, Bir zorunluluktu

Kürt Halk Önderi Abdullah ÖCALAN özgürlük mücadelesini başlatırken, savaşı bir tercih olarak ele almadı; elde kalan tek seçenek olduğundan dolayı benimsemek zorunda kaldı. İnkâr, imha, katliam, baskı; kısacası kültürel soykırım politikası savaş dışında başka seçeneklerin varlığına ve gelişmesine imkân tanımıyordu. Devlet yetkilileri derinliğine uyguladıkları bu politikanın başarısına o kadar çok inanmış, imhanın gerçekleşmesine o kadar bel bağlamışlardı ki, akıllarına başka bir çözüm yöntemi gelmiyordu. Türk Devleti, Kürt Halkı diye bir halkın, Kürt Sorunu diye bir sorunun varlığını dahi kabul etmiyordu. Sorunun varlığını kabul etmeyenlerin, çözümün yöntemini geliştiremeyeceğini söylemeye bile gerek yoktur. Ki, Türk devleti bu noktadaydı. Savaş, tüm yollar tıkandığından, farklı bir uygulamaya imkân bırakılmadığından, bir seçenek değil, kaçınılmaz bir zorunluluk olarak öne çıkıyordu. İnkâr, imha kadar, isyan da sorunun tek çözüm yöntemi olmamışlardı, olamazlardı. Cumhuriyetin kuruluşundan günümüze geçen zamandaki uygulamaların gösterdiği gerçek bu olmasına rağmen, devletin katı inkârcı, baskıcı ve mutlak egemenlikçi yaklaşımı, diyalog ve demokratik yöntemlerle sorunu çözme seçeneklerinin öne çıkmasını engelliyordu. Diyalog, demokratik çözüm yaklaşımları, uygulanan bu politikaların varlığı nedeniyle gündeme bile gelmiyordu. Oysaki en nihayetinde savaş bile ancak diyalogun yolunu açmak üzere bir rol oynayabilirdi. Yoksa bir başına savaşın sorunu çözmesi diye bir yaklaşım geçerli olamaz. O nedenle Kürt Halk Önderi silahlı mücadele belli bir aşamaya geldiği, inkârın kırıldığı andan itibaren sorunun diyalogla, demokratik yöntemlerle çözümü için girişimlerde bulundu. Kürt Halk Önderi “bir damla kanın bile boşa akmaması” için demokratik çözüme imkân tanınmasını istiyordu. Bu amaçla ilki 1993 Newroz’unda olmak üzere defalarca tek taraflı ateşkes ilan edecek, barış gruplarının Türkiye’ye dönmelerini sağlayacaktı. Uluslararası bir komployla tutsak edildikten sonra da bu arayışlarına ara vermeden devam etmiş, Kuzey Kürdistan’da, savaş sahasında bulunan gerilla güçlerinin sınırların dışına çekilmesini istemiş, sağlamıştı. Oslo görüşmeleriyle süreci çözüme evirmek istemiş olmasına rağmen, istenen sonuç elde edilememiş, o süreç akamete uğramıştır. Son olarak, 2013 Newroz’ unda yayınladığı deklerasyonla, koşulları ve imkanları da zorlayarak demokratik çözüme bir şans daha tanımak istemiştir. PKK’nin kuruluşu ile gündemleşen Kürt Halkı’nın varlığı, yaşanan uzun ve ağır çatışmalı bir süreç sonucunda, kâğıt üzerinde de olsa, devletin inkâr politikaları etkisiz duruma getirilmiştir. Kürt Halk Önderi yaşanan bu uzun ve çatışmalı sürecin sonunda ortaya çıkan durumu, “diriliş başarıldı” sözleriyle tanımlamış, bu tanımlamayla da çözüm arayışlarının devreye girmesi gerektiğini ifade etmiştir. Kuşkusuz çözüm arayışları olarak ifade edilen şey, diyalogun ve demokratik yöntemlerin geçerli olduğu yaklaşımdır. Bu değerlendirmeden sonradır ki, Kürt Halk Önderi her imkânı diyalog lehine yorumlamaya, demokratik yaklaşımlarla sorunu çözmeyi gündemleştirmeye çalışmıştır. 1993 Newroz’undaki tek taraflı ateşkese de o gelişme ve değerlendirmeler ortamında gidilmiştir. 1995-98 ve daha sonraki tek taraflı ateşkesler de aynı anlayış ve yaklaşımın ürünü ve sonucu olarak gelişmişlerdir. Her ne kadar bu çalışmalar barışı kalıcılaştırma anlamında sonuçsuz kalmış olsalar da, demokratik çözüme şans tanımak anlamında önemli roller oynadıkları, bugünkü çatışmasızlık ve diyalogun, gelişirse “anlamlı müzakerelerin” de hazırlayıcısı oldukları söylenebilir. Kürt Halk Önderi demokratik yöntemlerle sorunu çözmek amacıyla her imkânı kullanmıştır. Devletle görüşmelerin gerektiği yerde, devletle görüşmeleri gerçekleştirmiş, silahların susturulması gerektiği yerde silahları susturmuş, hatta gerilla güçlerinin sınır dışına çıkarılmasının çözümü güçlendireceği düşünüldüğü şartlarda, gerillanın savaş alanlarından geri çekilmesini sağlamaktan da geri durmamıştır. Diyalogla beraber çatışmalı ortamların varlıklarını sürdürmüş olmaları, yürütülen bu çalışmanın öneminden herhangi bir şey yitirtmemiştir. Sayın Öcalan’ın ısrarla bu yöntemi denemesi, bu çalışmanın karakterinden dolayıdır. 2013 Newroz Deklarasyonu, hazırlanan yol haritaları, hükümetin çok ciddi olmayan yaklaşımlarına rağmen, sorunun demokratik yöntemlerle çözülmesi için kafa patlatılan onca çalışma ve emek, yürütülen çalışmanın önemini gözler önüne sermektedir. Newroz Deklarasyonu’nu kırk yıllık PKK tarihinde çözüm doğrultusunda atılan en önemli adımlardan biri olarak değerlendirmek yanlış olmayacaktır. Çözüm süreci olarak tabir edilen, devletin de doğrudan katılım gösterdiği süreç, önceki denemelerle bir alt yapısı olsa da, Newroz Deklerasyonu’ yla başlamış, gelişmiştir. Kürt Halk Önderi Sayın Abdullah ÖCALAN bu süreci kurtarabilmek amacıyla bir yandan devlet yetkilileriyle, bir yandan HDP heyeti ve onların aracılığıyla da hareketin merkeziyle (Kandil’le) görüşmelerini sürdürmüş, sürecin ilerleyebilmesi için kapsamlı değerlendirmelerde bulunmuştur. Bu amaçla yol haritaları hazırlamış, komisyonların kurulmasını önermiş, sürecin ilerlemesi ve bir kazaya uğramaması için gerekli takvimlendirmeleri yapmıştır. Bu sürecin gelişiminin, AKP hükümetinin sahiplenmesiyle bir bağı yoktur. Dahası AKP hükümeti yaşanan gelişmeler karşısında süreci sahiplenmek zorunda kalmış, siyaseten çıkarına yorduğu için de, geliştiricisiymiş gibi kendisini yansıtmaya devam etmiştir.

 Demokratik Çözümün Büyük Arayıcısı

Kürt Halk Önderi İmralı Heyeti olarak isimlendirilen HDP heyetiyle yaptığı görüşmelerde, yaşanan “çözüm süreci” ni, “Büyük savaşın büyük barışını yapmak” olarak değerlendirmiş, yorumlamıştır. Sayın Öcalan’ın çözüm arayışlarının altında bu anlamlı değerlendirmeye bağlı olan “gereksiz yere bir damla kanın akmaması gerektiği” büyük ahlaki yaklaşımı yatar. Gerçekten de son kırk yıllık süreçte (ki, kesintili de olsa bunun otuz yılı savaşla geçmiştir), savaşla varılacak olan noktaya varılmış, açığa çıkarılması gerekenler de açığa çıkarılmıştır. Kuşkusuz savaşla varılacak olan noktaya varıldı demek, sorunun çözümünü bir sonuca vardırmadan, öz savunmanın bir tarafa bırakılması anlamına gelmemektedir. Çözümsüzlüğün korunduğu bir ortamda, farklı seçeneklerin devrede olması kaçınılmazdır. Yapılması gereken yaşanan bu gelişmeler ve ortaya çıkarılan sonuçlar üzerinden bir çözüme gitmektir. Newroz Deklerasyonu’yla başlayan diyalogun “anlamlı müzakereye” dönmesi sürecin karakteri gereğidir ve olması gerekendir. Sayın Öcalan’ın demokratik çözümün yılmaz bir arayışçısı olduğunu Kürt Özgürlük Hareketi’ni izleyenlerin tanıklığını yapabilecekleri bir durumdur. Hiçbir hareketin tarihinde olmadığı kadar, tek taraflı ateşkeslerin ilan edilmesi bile böyle bir değerlendirmeye, yargıya varmak için yeterli nedendir. Son söz olarak; “Büyük savaşın büyük barışını yapmak” için koşulların yeterince olgunlaştığını söylemek, fazladan bir söz söylemek anlamına gelmez ise, yanlış olmayacaktır. Burada Önemli olan İnkarı ve imhayı politika olarak benimseyip direniş savaşına neden olan devlet aklının demokrasiye duyarlı hale gelmesidir. Yani Kürtler onurlu ve özgürlüğe dayalı barış yolunda her türlü fedakarlığa hazır olduğunu göstermiştir. Şimdi sıra devlet ve onun adına hareket ettiğini söyleyen siyaset kurumundadır. Şimdiye kadarki gelişmelerin de gösterdiği gibi eğer çok olağandışı gelişmeler yaşanmazsa bu kurum adeta bir tüccar gibi davranan AKP Hükümeti olmayacaktır.

 

 

 

 

 

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.