Düşünce ve Kuram Dergisi

Kürt Sorununda Çözüm Süreci ve Küreselleşme

 Cafer Tar

Dikkat edin; insanlar siyaset konuşurken, ticaret konuşurken hatta çok daha özele ilişkin bir şeyden bahsederken, birden bire sanki işin tabiatı gereği sözü küreselleşmeye getirirler ve konuşma bir anda “küreselleşen dünyada” gibi ön takıyla devam ettirilir. Bununla hem konuşmanın sınırları çizilmeye çalışılır hem de açtığı yeni ufuklar-olanaklar dile getirilir. Öyleyse bununla hem bizi sınırlayan hem de bize yeni olanaklar sunan bir şeyden bahsediyoruz. Dolayısıyla hayatımıza bu kadar sirayet eden, her konunun neredeyse kendiliğinden gelip ona dayandığı küreselleşme kavramına biraz daha yakından bakmalıyız. Örneğin; “bu kavramla ne anlatılmak isteniyor, ne zamandan beri söz konusu kavram dolaşımda, bizimle ilgisi nedir?”

Bu yazının konusu; yukarıda sıraladığım sorulara cevap aramak, cevaba katılmak ve hatta belki de bir nebze de olsa katkı sunmak olacaktır.

1980’li yılların ardından kullanılmaya başlanan; doksanlı yılların ortasından itibaren ise neredeyse günlük dilimize sirayet eden “küreselleşme” kavramı, günümüzde; ekonomik, siyasal ve sosyal konuların tarifinde ve potansiyel çözümünde sıklıkla başvurulan kavramlardan birisi olmaktadır. Ancak buna rağmen, küreselleşme kavramının herkesçe kabul edilen genel bir tanımı yapılamamaktadır. Hatta kimi durumlarda küreselleşme kavramı bir biriyle çelişen anlamlarda da kullanılabilmektedir.

Şöyle ki; kimileri küreselleşmeyi; batılılaşma olarak anlamakta, başka birileri ise batı dışı medeniyetlerin batıya meydan okuması olarak tarif etmektedir. Yine bazıları küreselleşme kavramını özgürleşme olarak tarif etme eğiliminde iken, bazıları ise tam tersine küreselleşmenin karşılıklı bağımlılıkları artıran tarafını öne çıkarmaktadır.

Bunun yanı sıra; söz konusu kavram neredeyse her olayla ilişkilendirilmekte; bütün sosyal-siyasal olaylar küreselleşmeden kaynaklı neden-sonuç ilişkisi içinde anlaşılmaya çalışılmakta ve anlatılmaktadır. Dolayısıyla kanaatimce böyle bir çalışmada ilk elden yapılması gereken; küreselleşme kavramına açıklık getirmek ve onun muhatabı olduğumuz konuyla ilişkisini kurmak olmalıdır. Aksi halde küreselleşme kavramı; ne olduğu anlaşılmayan yerli yersiz kullanılan “klişe” bir kavram haline gelecektir.

Küreselleşme kavramının en tarafsız en suya sabuna karışmayan tarifleri söz konusu kavramı; “dünyanın faklı bölgelerinde yaşayan; insan, toplum ve devletlerarasındaki iletişim ve etkileşim derecesinin karşılıklı bağımlılık ilişkileri çerçevesinde giderek artması” olarak tanımlamakta, yerel-evrensel ilişkisinde ise her iki yöne doğru ilerleyen bir süreç olarak anlatmaktadır. Ancak küreselleşme olgusuna biraz daha yakından bakınca; söz konusu kavram daha bir karmaşıklaşmakta; sübjektif, konuyu tartışanların ideolojik, sosyal, sınıfsal, ulusal konumuna göre; bir biriyle çelişen anlamlar kazanmaktadır.

Günümüz dünyasında küreselleşme olgusunu; söz konusu kavramın neredeyse ön takısı olan; “neoliberal” kavramından soyutlayarak tartışabilir miyiz? Neoliberal olmayan bir küreselleşme olabilir mi? En geniş manada küreselleşme olgusunu; “dünya ekonomisini oluşturan sosyal ve iktisadi parçaların birbirleriyle ve giderek dünya piyasalarıyla eklemlenmesi” olarak tanımlanırsak eğer; o zaman ticaretin ve sermaye hareketlerinin serbestleşmesi kendiliğinden bu sürecin olmazsa olamazı haline gelecektir. Anlama çabamızı kaldığımız yerden devam ettirirsek eğer, bu sürecin esas olarak; piyasa mantığını engelleyen her türlü kolektif yapıyı, yok edilmesi gereken birer engel gördüğünü kolaylıkla tespit edebiliriz. Bu anlamda da muazzam bir saldırganlık dalgasıyla karşı karşıyayız demektir. Neoliberal küreselleşme taraftarları “ekonomik verimlilik” söylemiyle piyasa mantığını engelleyen her türlü yapıyı, yok edilmesi gereken şeyler olarak propaganda etmektedirler. Bu yaklaşım, ekonomik verimliliği sadece sermaye karlılığının artmasına indirgemekte, sermayenin karlılığının artmasını engelleyen her türlü; ekolojik, demokratik kısıtlamayı küçümsemekte, diskriminize etmekte, akıl dışı ilan etme yoluna gitmektedir.

Günümüz itibariyle içinde bulunduğumuz küreselleşme evresine neden olan olgular en genel anlamda dört ana başlık altında tartışılmaktadır.

Kapitalizmin altın çağı olarak kabul edilen ikinci dünya savaşından 1970 yılına kadar olan dönem boyunca süren yüksek birikim temposunun yarattığı aşırı üretime dayalı kriz.

Söz konusu dönemin emek-sermaye çelişkisine damgasını vuran Fordist endüstriyel ilişkilerin beslediği kar sıkışması…

Uluslararası kapitalist rekabetin yoğunlaşması… Finansal sistemin serbestleşmesi sonucu yükselen finansal sermaye ve spekülatif birikim tercihlerinin sanayi yatırımlarının önüne geçmesi.

Ayrıca II. Dünya Savaşı sonrasında emek cephesiyle girişilen açık mutabakat sonucu, sermaye bir yandan ücretli emeğin gelirlerindeki reel yükselmeye ılımlı yaklaşıyor, diğer yandan da reel ücretlerdeki artışla birlikte, kitlesel üretim süreçlerinin gerekli kıldığı kitlesel tüketim talebini de kar realizasyonu olarak değerlendirme fırsatı elde ediyordu. İşçi üretkenliğinde süregelen artış, ücretlerdeki artış temposunun üzerinde olduğu sürece söz konusu mutabakat işçi sınıfının gelir payında sermaye aleyhine her hangi bir gerilemeye neden olmuyordu. Ancak Altın Çağ 1970’li yıllardan itibaren iktisadi-siyasi sınırlarına ulaştı ve kapitalist metropollerin büyüme hızlarında ciddi düşüşler yaşanmaya başlandı. Söz konusu bunalımdan çıkış yollarından bir tanesi yurt-içi efektif talebin uyarılması ve sermaye birikimine bu yolla ivme kazandırılması olabilirdi. Ancak bu yöntem, emek gelir paylarının doğrudan artırılması anlamına geleceğinden, sermaye karlılığı açısından kabul edilebilir bir şey değildi. Bu durumda geriye bir tek yol kalıyordu. Sermayenin hızla finansal yatırım alanlarına çekilmesi ve uluslararasılaşması (Yeldan, 2012)

1970 yılında 315 milyar dolar olan; 1990 yılında 3447 milyar dolar olan dünya ihracatı, 1998 yılında 5415 milyar dolara yükselmiştir. Son 15 yılda dünya ticareti % 8 oranında büyümüş ancak bundan daha çok dünyanın kapitalist metropolleri çıkar sağlamıştır. Günümüzde dünya ticaretinin % 40 uluslararası şirketler tarafından yapılmakta bu da metropol ülkelerin dünya ticaretindeki payını göstermektedir. Dünya ticaretinde yaşanan bu gelişmeyi uluslararası sermaye hareketleri takip etmiştir. Buna bağlı olarak; döviz alım satım işlemleri artmış ve bunun önemli bir kısmı spekülatif amaçlı hale gelmiştir. Bundan dolayı oluşan bu yeni duruma kimileri “gazino-kumar” ekonomisi de demektedirler. (Aktel, 2001)

Yazının ilk bölümlerinde kısmen fotoğrafını çektiğimizin, asıl olarak yaşadığımız coğrafya itibariyle neye denk düştüğünü anlamak, bugün itibariyle temel tartışma konumuz olmaktadır. Dünyanın başka yerlerinde de insanlar benzer metodolojiyi kullanmaktadırlar. Kaldı ki bu bizim şimdi bulup keşfettiğimiz bir şey de değildir. Genellikle insanlar yerele ilişkin bir tartışma yürütürken her zaman; “nasıl bir dünyada yaşıyoruz?” sorusunu sormuşlardır. Hayatın bazı zamanlarında bu sorunun cevabı daha kolay olmuştur. Örneğin bu yüzyılın başında bu sorunun cevabı nispeten rekabetçi kapitalizmden, tekelci kapitalizme geçerken daha zor; ancak yüzyılın ortasında daha kolay hale gelmiştir. Çünkü bir dönemden başka bir döneme geçerken eski hala bütün heybetiyle arkanızda durur ve gölgesini tıpkı bugüne aitmiş gibi yaşamınıza yansıtır. Hâlbuki o artık kadüktür; düne aittir. Geçmişin gölgesine bugünün sahici bir aktörü, gerçekliği muamelesi yaparsanız geleceğe yürüyemezsiniz. Lenin’in dehası bu yirminci yüzyılın başında kapitalizmin tekelci dönemini doğru tespit etmesi ve kapitalizmin emperyalist eğilimiyle uyumlu politik sonuçlarını doğru okumuş olmasıdır. Bu okumayı dönemsel politik hattın oluşturulmasında oldukça başarılı bir biçimde uygulamış ve sonuç 1917 “Bolşevik Devrimi” olmuştur. Tabi sonuçta objektif koşulları da göz ardı ettiğim sanılmasın; burada altını çizmek istediğim şey zamanı doğru okumak ve onun dilini konuşabilmektir. Türkiye kamuoyunda çoğu kez birçok kavram gibi “çağdaşlık” kavramı da denk düştüğü anlamın çok gerisinde, inanç karşıtlığıyla sınırlı pozitivist anlamlara indirgenerek kullanılmaktadır. Halbuki; “çağdaşlığımız tarihselliğimizin özel bir durumudur, şimdiki zamana yansımasıdır. Çağdaşlık şimdinin ve burasının en geniş çerçevede düşünüldüğü ya da kendini ortaya koyduğu durumdur.” Bir yerde, bir zamanda, bir toplum içinde, bir uygarlık etkinliği içinde bilinçli bir biçimde yer almış olmak çağdaş olmaktır(Timuçin, 2000). Dolayısıyla olayları tarihselliğinden koparmadan; onların bugün neye denk düştüğünü anlamak, ilk elden yapılması gereken şey olmaktadır. Bu da meseleye hem durduğumuz yerden yani içerden; hem de küresel manada yani dışarıdan bakmayı zorunlu kılmaktadır. Aynı anda ikisini birden başaramazsak neyle muhatap olduğumuzu anlamakta zorluk çekeriz.

Kürt halk önderi Abdullah Öcalan’ın; demokratik modernite derken bunu kast ettiğini düşünmekteyim; bilimci, tartışmanın duygusallığını yok sayan, yereli öne çıkarırken küresel olanı göremeyen veya küresel olanı aşırı abartıp yerel olanı anlamayan yaklaşımların yanlışlığına vurgu yaptığı, yazılarında dikkat çeken temel yaklaşımlardan biri olmaktadır. Bugün içinde yaşadığımız dünyanın dünden çok farklı olduğunu; dolayısıyla dünün çözümleriyle bugünün problemlerinin çözülemeyeceği aşikârdır.

Nasıl bir dünyada yaşıyoruz?

Soğuk savaşın sona ermesiyle birlikte içinde yaşadığımız dünya çok kutuplu ve çok medeniyetli bir yer olmuştur. Sanayi devriminden günümüze kadar Batı’nın ulus-devletleri, yine batı medeniyeti içinde çok kutuplu uluslararası bir sistem oluşturdular. Ve bir birleriyle kimi zaman yarıştılar, kimi zaman birbirlerine karşı ittifaklar kurdular, hatta savaştılar. Bu dönem boyunca batılı medeniyetler her türlü medeniyeti etkilediler. Hatta kimilerini sömürgeleştirdiler. Bütün soğuk savaş yıllarında bir tarafta ABD ve müttefikleri, diğer tarafta da Sovyetler Birliği ve müttefikleri vardı! Bu iki grup, soğuk savaş boyunca birbirleriyle kıyasıya bir rekabet ve yarışma içine girmişlerdi. Ancak çarpışmanın büyük bir kısmı bu iki kampın dışında yer alan; yoksul, siyasal açından istikrarsız, yeni bağımsızlığını kazanmış ülkelerde meydana gelmekteydi.

Sovyetler Birliği’nin tarih sahnesinden çekilmesiyle birlikte, halklar arasındaki en önemli farklılık; ideolojik ve politik farklılık olmaktan çıkmıştır. Yerellik tartışmaları öne çıkmış; soğuk savaşın ötelediği kimlik tartışmaları yeniden önemli hale gelmiştir. Bu aşamadan sonra soru şudur “Kimiz biz?” Artık, politika sadece toplumsal çıkarlar ve ayrıcalıkların takibi olmaktan çıkmış; kimlik tanımlamada da önemli bir araç haline gelmiştir. Hala devletler dünya işlerinde temel aktör olmakla birlikte; egemenlik, fonksiyon ve iktidar kaybına uğramışlardır. Uluslararası kurumlar devletlerin kendi ülkelerinde yaptıkları şeyleri değerlendirme ve hatta denetleyebilme yetkilerinin olduğunu iddia etmektedirler. Diğer yandan da birçok devletin bünyesinde; yerel, eyalet biçiminde oluşumlar ortaya çıkmakta ve devletler yetkilerinin bir kısmını onlara devretmektedirler. Bu anlamda klasik ulus devletin fonksiyonel olmaktan çıktığını ve yetkilerinin bir kısmını ulus üstü bir kısmını ise yerel odaklarla paylaşmak zorunda kaldığını söyleyebiliriz. Dolayısıyla içinde yaşadığımız dünyayı çok genel anlamda “hem bir bütünleşme hem de yerelliklerin öne çıktığı ayrışma süreci” olarak tanımlayabiliriz (Huntington, 1996).

Dolayısıyla; bugünün demokratik özerklik siyaseti için tam da sürecin yanıtıdır diyebiliriz. Geçmişin soğuk savaş koşullarında “demokratik özerklik” siyasetinin ideolojik-örgütsel koşulları olmadığı ve ulusların kendi kaderini tayin hakkı esas olarak devlet eksenli geliştiği için, tek seçenek olarak ulus-devlet öne çıkmaktaydı. Kaldı ki bütün yüzyıl boyunca ulus-devlet paradigması, en çok da Kürtlere kaybettirmiştir. Kürtler, yaşadıkları bölgede Kemalizm ve BAAS’çılık gibi başka renkleri inkar ederek, onları baskı altına alarak yok etmek isteyen yaklaşımlar nedeniyle birçok bedeller ödemiş ve halen de ödemeye devam etmektedirler. Dolayısıyla tarihte denenmiş ve büyük acılara neden olmuş bir yaklaşımı yeniden tekrar etmeye çalışmanın kimseye bir faydası olmayacaktır. Tarihten ders almamak benzer sonuçlara yol açacağı aşikâr olan başka bir ulus devlette ısrar etmek, sorunun parçası olmak anlamına gelecektir. Hâlbuki otuz yıllık çetin mücadele koşullarında ortaya çıkarılmış demokratik birikim bütün bölgenin demokratikleşmesinin önünü açabilir. Her parçada mevcut ülkelerde Kürtler ekonomik-siyasal süreçlere eşit ve gönüllü katılabilirlerse, bu hem Kürtlerin refahı ve mutluluğu, hem de bölge halklarının refahını ve mutluluğunu artıracaktır. Artı yüzyıllık Kürt yarılması da böylece dört parçada son bulacaktır. Yazının ilk bölümünde izah etmeye çalıştığımız gibi; sermayenin ve malların bu yoğunlukta hareket ettiği bir dünyada emeğin hareketini hele, hele akraba topluluklar arasındaki emek hareketi asla engellenemez.

Bu saatten sonra mayın tarlalarını sökmek silahlı mücadelenin konusu olmaktan çıkmıştır. Kürtleri dört parçada esir tutma siyasetinin karşılığı kalmamıştır. Bu ilkel siyasette ısrar bütün bölge halklarına kaybettirir. Kaldı ki; bu siyaset daha bugünden Rojava’ da, Güney Kürdistan’ında, Türkiye’deki Kürtlerin yaşadığı bölgede karşılıksız kalmıştır. Yani Kürtler belki bir devlet çatısı altında bir araya gelememişler ancak; birbirleriyle ekonomik-siyasal ve sosyal ilişkiler geliştirmelerini engelleyen koşullar gerek dünyada ortaya çıkan yeni gelişmeler gerekse de otuz yıllık mücadele sonucunda büyük ölçüde zayıflamıştır. Tabi ki bu koşullar kendiliğinden ortaya çıkmamıştır. Geri planda muazzam mücadele ve emek hareketi vardır. Bu olmasaydı bahsettiğimiz koşullar kendiliğinden olmazdı veya Kürtler bu kadar dominant olmazlardı. Tıpkı bu yüzyılın başında olduğu gibi yine edilgen kalır, tarihin seyircisi olurlardı.

Kürt gerillalarının Türkiye siyasal coğrafyasından çekilmesini bu eksende anlamaya çalışmak; ne oluyor, gerillalar neden çekiliyor? gibi soruların cevabını anlamamıza yardım edecektir. Bu tarz siyaset yapabilme hem ortak irade oluşturabilme anlamında yakalanan düzeyi hem de Kürt hareketinin bu dünyanın dilini konuşabildiğini göstermektedir. Eskiden dört parçaya yayılmış olmak Kürtlerin dezavantajı iken; günümüzde lehine bir durum ortaya çıkarmaktadır. Şöyle ki; her parça diğerinin sigortası haline gelmiştir. Kürtler artık dört parçada örgütlü bir güçtür. Bunun yanı sıra; dört parçada bir birine yakın siyasal yapılarda bir araya gelmiş bir güçtür. Bundan dolayı Kürtler arasında bölyönet siyasetinin de karşılığı olamamaktadır. Suriye’deki Kürtlerle, Türkiye’deki, İran’daki Kürtler arasında sadece etnik-kültürel bir bağ yoktur; aynı dünya görüşünü, aynı mücadele geçmişini paylaşıyor olmaktan da kaynaklanan bir yakınlık vardır. Bu durum Kürtlerin birliğini bir temenni olmaktan çıkarmış, Kürtleri Ortadoğu siyasetinde etkili bir aktör haline getirmiştir.

Diğer bir konu ise geri çekilme ve silahsızlanma konusunun karıştırılması olmaktadır. Gerek Kürt halk önderi Abdullah Öcalan ve gerekse de KCK yürütme konseyi başkanı Murat Karayılan geri çekilmenin silahsızlanma olarak anlaşılmaması gerektiğini birçok kere ifade etmişlerdir. Elbette son tahlilde; insanların bir birleriyle olan sorunlarını silahsız çözebildikleri, militarizmin tasfiye olduğu bir dünya hepimizin ortak özlemi olmaktadır. Özellikle günümüzde İran rejimi üzerinden Nükleer silah tartışmalarının yoğunlaştığı, yine kimyasal ve biyolojik silahların bölgenin despotik devletlerince edinildiği bir Ortadoğu’da Kürtlerden silahlarını bırakmalarını beklemek gerçekçi mi? Bu da ayrı bir tartışma konusu olmaktadır. Ancak silahlı olmanın diğer halkları tehdit eden bir saldırganlık olarak algılanmaması gerektiğini daha çok Ortadoğu coğrafyasında kendini savunabilme olanağını kaybetmemek anlamına geldiğini Kürt Halk önderi Abdullah Öcalan 21 Mart itibariyle silahlı mücadele döneminin kapandığını ilan ederek çok net ifade etmiştir.

Geri çekilme kararını birazda şuradan anlamaya çalışmak gerekmektedir. Bundan sonra Kürtler enerjilerini; uygarlığın ilk ortaya çıktığı Mezopotamya’nın kadim bir halkı olarak, pas geçtikleri sanayi devrimini ve onun ortaya çıkardığı gelişmeleri yeniden yakalamaya; hayatın hakkaniyetli ve kardeşçe paylaşılmasına, özgür kadına, mutlu çocuğa vakfedeceklerdir. Kürtler, kendini ve ait olduğu coğrafyayı uzun yıllara yaygın mücadele sonucu vatan bilinciyle daha fazla kavramış olarak; artık bu topraklarda dizginsiz kar hırsıyla “HES”lerin yapılmasına, her türlü doğa katliamına izin vermemelidirler.

Daha fazla üretmeli, daha fazla paylaşmalıdırlar!

 

Yararlanılan Kaynaklar

-Aktel, Mehmet: Küreselleşme süreci ve etki alanları, 2001
-Huntington, Samuel: Medeniyetler Çatışması, 1996
-Timuçin Afşar: Düşünce Tarihi 1, 2000
-Yeldan Erinç: Küreselleşme Sürecinde Türkiye Ekonomisi 2001
Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.