Düşünce ve Kuram Dergisi

Liberalizm ve Faşizm

Serhat Öztürk

I. Bastırılmışın Dönüşü

Kapitalist modernlik, insanın dünyayı değiştirme ve tanrısal güçleri temellük etme (kendine mal etme) kapasitesinin “keşfi” olarak tanımlansa da, en gerici tarzda toplum-kırımcıdır, toplumun içinde ve üstünde tekçi bir tahakkümün kuruluşudur. Toplum-kırımcılık özdeşliği ve tekçilik de “Bir”in mutlak egemenliğini betimlemektedir. Özdeşleştirme: çoklu/farklı toplumsal anlamlıkları ve yapısallıkları özünden soyutlayarak ‘kendine benzeştirme’, onları “Bir”in içinde aynılaştırarak görünmez kılmadır. Tekçilik: “Bir”in mutlak tahakkümü olarak tekçilik, merkezi sisteminin ters yöndeki merkez kaç güçleri ezmek için, iktidarcı-tekelci olan merkezcil gücün sürekli devrede tutulmasıdır.

Kendine benzeştirme ya da özdeşlik, “Bir”in mutlak tahakkümü olarak teklik, kapitalist modernist devletçi sisteminin temel bileşenleridir, bir anlamda onun olağan varoluş tarzı olmaktadır. Kapitalist moderniteyi alıp toplumsal ve bireysel özgürlüklere bağdaştırmak, köle oluş ağlarını toplum üzerine serpmek, toplumsal ‘hakikat’in ‘anlam’lı oluşla olan bağını koparmak demektir. Böyle bir bağdaştırma, özgür oluşa ve demokratik yaşama ontolojik bir hak tanımayan yanlış bilincin hakikatsiz postulatına dayanan bir yanılsamadır. Daha doğrusu, anlam ile hakikat arasındaki diyalektik bağı koparmak, özgür oluş ile demokratik yaşayışın birbirini karşılıklı etkileşim hattını kesintiye uğratmaktır.

Toplumsal hakikati parçalayarak ondan sistemsel ihtiyaçlarını gidermek ve sömürü gereçlerini derlemek kapitalist modernitenin paradigmasal özünü teşkil etmektedir. Çünkü sistem, “toplumun giderek özgürlükten yoksunlaştırılmasını ve sürü toplum derekesine düşürülmesini sağlamadan, varlığını koruyamaz”(Öcalan). Toplumsal hakikati parçalanan toplum özgür, özgürlükten yoksun bırakılmış toplum da hakikat sahibi olamaz, gerçekliğinin farkında olan kapitalist modernite, toplumsal hakikati ve özgürlükleri parçalayarak kendi hizmetine sunmak için, pozitivizmi ve hem de liberalizmi işlevsel ve etkin bir tarzda kullanmayı elden bırakmamıştır. Pozitivizmle bir yandan bilimi edip çıkarlarına uyarlarken, diğer yandan da toplumların inanç ve ahlak dünyasına karşı çıkmış, inanç ve ahlaki değerleri gerici düşün dünyasının birer yanılsamasından ibaret olduğunu savunmuştur. Liberalizmle de, toplumun hilafına bireyciliği yüceltmiş ve bireyciliği “soykırıma kadar tırmanan ulus-devletçi tanrıya dönüştürmüştür.”(Öcalan). Kapitalist modernitenin burada esas aldığı temel amaçlar:

  • Anti toplumcu, toplum-kırımcı karakteri gereği, toplumsal hakikati parçalamaktır.
  • Parçaladığı toplumsal hakikatin ve olumsuzladığı inanç-ahlak dünyasının yarattığı moral değerler boşluğunu yeni bir dinle doldurmaktır. Bu temelde kartezyen-seküler mantıkla icat ettiği yapay normatif buyruklarla, ahlaki yönü ağır basan dinsel-metafizik inanç anlatılarını etkisizleştirmeye yönelmiş, onları insan monadı lehine temellük etme ve kendi çıkarlarına içerimleme bazında rasyonalist-pozitivist olup yeni bir din yaratma çabasında olmuştur. Bu çabanın sonucu, çağın çarpıklığına uygun bir yeni dini icat etmeyi başarmıştır. Yeni olan din, milliyetçiliktir ve milliyetçiliğin içerimlendiği geleneksel dinin geriye kalan ahlaksız tortusundan meydana gelen dinciliktir. Böylesi icat edilmiş yapay-moral değer yoksunu bir dinin başardığı tek şey, “dinin ‘insan özü’nin cisimleşmesi olarak nötrleştirilmesi, kişisel manevi duyumun bir aracına indirgenmesi ve toplumsal hayatın daha da parçalanması”[1] olmuştur. A. Negri’nin deyimiyle, eski dinleri ve metafizikleri çıkarıp attıktan sonra geriye kalan tortudaki bariz fikirler, bireycilik ve müşterek menfaatlerdir. Toplumsal hakikatin ve hayatın parçalanması, kapitalist modernitenin anti-toplumculuğunun yoğunlaştırdığı toplum-kırımcılığın kendisidir. Teklik dogmasının ve özdeşleştirme güdüsünün tezahürüdür. “Modernitenin ilericilik (tanrısal kıyamet inancının moderncesi) kisvesi altında en kutsal yaşam farklılıklarını (yaşam-farklılık olduğu halde) yontup un ufak etmesi, tekçi yapılar üretmesi faşizmin kendisidir” diyen Öcalan’a göre faşizm, “toplumsal hakikatin bittiği yerde ortaya çıkan patolojidir.”

Toplumsal hakikat, toplumsal bağlamda çokluğun/ farklılığın anlamsal ve yapısal değerler bütünlüğünü kapsamaktadır. Yani zihinsel-inanç değerler, ahlaki-politik kurallar ve inşa edilmiş kurumsal yapılar, toplumsal hakikatin virtüelleridirler. Toplumsal hakikati parçalayarak tekçi bir yapıya indirgemek, tekçilikle özdeşleştirmek ve bu özdeşlik üzerinden de “Bir”in etkin gücünü tahkim edip ebedi kılmak, başlı başına patolojik, semptomatik hastalıktan doğan ve bireysel bozulmaya işaret etmektedir. Adorno ve Horkheimer da Aydınlanmanın Diyalektiği adlı eserlerinde, faşizm gibi fenomenlerin modernliğin bir “semptom”u, onun zorunlu sonucu olduğunu belirtmektedirler.

Kapitalist modernitenin “zorunlu sonucu”na ve “kendi evrensel temelini yıkan tekil bir unsur, ait olduğu yıkan bir tür”[2] olarak tanımlanan ‘semptom’a indirgenen faşizm, liberalizmden ‘dışsal’ değildir, her yönüyle ona ‘içkin’ olan bir fenomendir. Bu fenomen öyle keskin-yoğun fanatik çizgilerle liberalizmin karşıtı olarak tezahür eden bir yapıda değildir. Çünkü faşizm, “bir devlet biçimi olarak her zaman burjuva liberalizminin başköşesinde bir yere sahiptir. Bunalım dönemlerinin yönetim biçimidir.(…) adı ulus-devlet yönetimidir. Finans kapital çağının bunalımının zirve yapmasıdır.”(Öcalan). Bunalım dönemlerinin yönetim biçimi olarak faşizm, katı disiplinci komutayı, karizmatik-popülist liderliği, ırkçı milliyetçiliği, boyun eğdiren itaatkarlığı hem bireysel ve hem de demokratik toplumsal haklardan üstün tutmaktadır. Onun hedefi; kişinin hayatını yüce hale getirilmesidir. Yücelik kısmen gücün etkisiyle, fethetmekle; kısmen, öldürme ve ölme riskine girmek olan adanmışlık derecesiyle(…) ölçülüyordu.”[3] Kahramanlığı ölümle, ölümü de yüceltme ve adanmayla bağdaştıran faşizmin, Marksist terminolojideki tanımı: politik iktidar yolunu işçi sınıfına kapatan burjuvazinin diktatöryasıdır. Burjuvazinin diktatöryel yönetim tarzı olan faşizm, her ne kadar patolojik-semptomatik bir yıkıcı çıkışla, liberalizmin hem “iktisadi” (serbest piyasa bireyciliği, yoğun devlet müdahalesine karşıtlık vs.) hem de “siyasi” (eşitlik, toplumsal dayanışma, parlamenter yönetim, hoşgörü savunusu vs.) amaçlarına dönük sert bir itirazı ve karşıt tezli bir yaklaşımı dışa vursa da, bu dışa vurum, faşizmin liberalizmden kopuk ve ayrışık olduğu anlamına gelmemektedir. Çünkü faşizm, kapitalist-modernist sistemin hem ontik ve hem de bünyesel hakikatinin gizli paradigmasıdır; bunalım dönemlerinde onun en yıkıcı-şiddet yüklü egemen pratiğidir. Lacancı bir terimle, bunalım dönemlerinde faşizm liberalizmdeki “bastırılmışın dönüşü”dür. Bastırılmışın dönüşü olarak faşizm, “finans kapitalin en gerici, en şovenist ve emperyalist öğelerinin açık terörist diktatörlüğüdür.”(G.M.Dimitrov)

Bu diktatörlük, yapısal kriz bağlamında kapitalist modernitenin kaos aralığının (devrimci durumun) çekim merkezine doğru kaymasıyla, modernist sistemin en karanlık, en iğrenç yüzünü kendinde somutlaştırmaktadır. Bu iğrençlik hali, “sınırlara, konumlara ve kurallara saygı göstermeyen bir şeydir. Arada, muğlak ve karışmış olandır. Hain yalancı, vicdan azabı duymayan suçlu, utanma duygusu olmayan tecavüzcü ve kurtardığını iddia eden katildir.”[4] Yine, iğrençliğin toplumsallaşmış figürü olarak bu diktatörlük, “ilerlemeci bir despot gibi yaşam adına öldürür; bir genetik araştırmalar uzmanı gibi ölümün hizmetinde yaşar; kinik bir kişi ya da bir psikanalist gibi ötekinin acısını kendi yararı uğruna uysallaştırır.”[5] Onun temel işlevsel özelliği; liberalizm ve onun bedenleşmiş hali olan ulus-devlet gibi, tekçilik ve özdeşlik adına toplumsal farklıkları yok etmeye güdümlü fanatik bir kini ve ölme-öldürmeyi yaşamdan yüce gören yıkıcı bir tutkuyu temsil etmesidir.

 

II. Hakikat İtaat Etmez

Bireyin egemenliğine vurgu yapan, eşit bireyler için eşit haklar ilan eden ve serbest piyasa ekonomisinin engelsiz dolaşımı için devletin müdahale marjının daraltılmasını savunan “liberal vizyonun merkezinde anti-ideolojik ve anti-ütopik bir tavır vardır. Kendini ‘kötünün iyisi siyaseti’ olarak görür liberalizm ve amacı da, mümkün olabilecek ‘en kötü toplum’u oluşturmak ve böylelikle daha büyük kötülüğün önüne geçmektir; zira liberalizmin gözünde, olumlu bir iyiyi doğrudan dayatmaya dönük her tür girişim tüm kötülüklerin nihai kaynağıdır.” (Zizek). Oysa ki, “iyiyi” doğrudan dayatmak, ahlaki-politik olan “iyiyi” zihniyet-vicdan devrimi temelinde gerçekleştirmek ve toplumsal uzamda inşa etmek, kötülüğün nihai kaynağı değildir. Zihniyet ve vicdan devrimi temelinde hakikat sevgisini anlam arayışını ayaklandırmaktır. Kötü olana, “hakikat itaat etmez” (A.Bodiou). Hakikat sevgisini ve anlam arayışını kendi mevcudiyetinde taşıyan “iyi”, devrimcidir. Hem toplumsal hakikate duyulan ahlaki bir inancı, hem de insanın ruhsal dünyasını anlamla donatan inşacı-politik sadakati betimlemektedir. Bu da, hiçbir maskeye gerek duymadan kendini olduğu gibi yansıtan, bir yürek açıklığıdır; kendini gizlemekten nefret ve verdiği zararı telafi etmedir; ahlaki-vicdani sorgulama içinde hatalarını azaltma arzusudur. İşte tüm bunlar da samimiyettir, “kendilik” halinin ve toplumsal hakikati kendinde somutlaştırmanın erdemidir. Toplumsal hakikat, devlet öncesi modernitelerden Sümer modernitesine, ve kapitalist moderniteye dek, toplumsal anlamlılıkların insan bilincinde yoğunlaşmış ifadesidir.

Toplumsal sistemler ve ilişkiler anlamca belirlenip, anlamın somutlaşmış halini ifade etmektedir. Hakikatin potansiyeli olarak “anlam” kendini dillendirip ifadelendirdikçe, kendini somut yaşam koşullarında inşa edip yapılandırdıkça, işte o zaman kendini “hakikat” haline getirebilmektedir. “anlam”la kendini hakikatli kılan hakikat, inancın, sadakat ve samimiyetin yaratıcı öznelerini ve “iyi” olma gücünün temsilcilerini-öznelerini de doğurmaktadır. Çünkü hakikat ‘kötü’ olanla kaynaşmak değildir, “iyi”nin ve “doğru” nun arayışıdır.

“Kötünün iyisi siyaseti”ni ve “mümkün olabilecek en az kötü toplum”u tahayyül edip, temel bir amaca dönüştürmek, hiçbir zaman liberalizmi inançlı, inandırıcı, sadakatli ve hakikatli kılmamıştır. Anti-toplumcu tüm kötülükleri türetmiş, faşizm gibi sapkın bir ucubeyi kendinde somutlaştırmıştır. O zaman şunu rahatlıkla belirtebiliriz: liberalizm, modernite’nin tüm kötülüklerini (faşizm dahi) doğrudan en büyük kötüdür. “iyi”nin zararına devinen bu büyük kötü, toplumsal hakikati parçaladığı yerde etkin konuma gelmektedir. Çünkü toplumsal hakikatin bittiği yer, anlamlı varoluştan kopmanın ve kendini inşa edip gerçekleştirmenin gücünden düşüş, doğal olarak “kendilik” hakikatini yitirmenin ve “yaderklik” alanına savrulmanın zeminini oluşturmaktır. Bu da, başka öznenin içinde eriyip, kendi iktidar ve sermaye tekellerinin ihtiyaçlarını karşıladığı ve sömürgeci emellerini uyguladığı ve sonuç aldığın alan, anlamsız-öznesiz nesnelerin toplamından meydana gelen alandır. Bu alanı monist modernizme ve iktidarcı yayılımına düşüren de liberalizm olmuştur.

 

III. Kendini Bölme ve Merkezi-Hegemonik Konum Edinme

Liberalizm, salt anlamda bireycilik ve özgürlükçülük değildir. Kapitalist modernitenin merkezi-hegemonik ideolojisidir. Orta sınıfa oynayarak ve ona dayanıp demokrasi oyununu oynamaktadır. Orta sınıf ve faşizmin yapısal olan ilişkisini gözetmeden, orta sınıfa bağımlı bir ilişki geliştirmiştir. Bu yönüyle de liberalizmi, orta sınıf/burjuvazinin temel ideolojisi olarak tanımlayabiliriz. Bu ideoloji, “Fransız devrimi’nde eşitlik ve kardeşlik kavramıyla birlikte ortaya çıktı: meşhur Liberte, Eqalite, Fraternite olarak merkezi bir kavram, sağında muhafazakarlığı, solunda ise, önce demokratçılığı sonra sosyalistleri buldu. Sistem (kapitalist tekelcilik) devrimlere gereksinim duymadan, evrimle gerçekleştirmek gibi muktedir bir görünüm takıldı.” (Öcalan). Teokratik (kralcılık, kilisecilik) sistemi bağnazca savunan muhafazakarlar, hem evrimsel hem de devrimsel anlamda oluşabilecek özgürlüğü kabul etmemiş ve reddetmiştir. Sosyalist ve demokratlar da, devrimi, değişimin daha dinamik ve hızlı gelişmesi için zorunlu görmüşlerdir. Liberalizm de, muhafazakarlık da, sosyalizm de her ne kadar karşıt tezli görüş ve argümanları savunmuşlarsa da, hepsi de ortak paydayı modernitede buluyordu. Her üçü de kendini modernleşme konusunda idea sahibi görüyordu. “en genel hatlarıyla dönüşüm geçirerek yaşamak modernist olmaya yetiyordu. Avrupa merkezli, temelleri kentleşmeyle atılan ve Rönesans, Reform ve Aydınlanma’yla hızlanan modern yaşam” (Öcalan). Liberalizm, muhafazakarlık ve sosyalizm gibi üç ana ideolojinin ortak ufkunu etkileyen konumdaydı. Fakat modern yaşamı hangi ideolojik, politik, örgütsel ve eylemci yöntemle temsil etme sorunu, temel bir düğümü oluşturuyordu.

Modernist devletçi sistemin kapitalist temelde gelişim kaydettiğini ve daha da kaydedeceğini öngören liberalizm, “kendini bölme” ve “merkezi-hegemonik konum edinme” hırs ve ustalığıyla çıkış yapmış, hem muhafazakar hem de sosyalist ideolojileri etkisizleştirmede başarılı olmuştur. Böylelikle kapitalist modernitenin üstünlük kazanmış merkezi-hegemonik ideolojisi olma unvanının edinmiştir. Kapitalist modernist sisteminin işlevsel ve bünyesel anlamdan tahkimini ve sürekliliğini kendi asli amacını içerimleyen liberalizm ideolojisinin “kendini bölme” ve “merkezi-hegemonik konum edinme” tabirimizin anlamını, Öcalan’ın aşağıdaki belirlemeleri net olarak ortaya koyup serimlemektedir.

“Liberalizm (…), modernitenin kapitalist damgalı geliştiğini, daha da gelişeceğini far ederek, (…) kendini sağ ve sol liberalizm olarak böldü. Sağ liberalizmle muhafazakarları etkisizleştirip kendi içinde bir kanada dönüştürürken, sol liberalizmle de demokrat ve sosyalistleri kısmen kendi yedeğine yerleştirdi. Merkezi konuma böyle oturdu. Her kriz yoğunlaşmasında birini yedeğine alarak güçlenme yoluna gidebiliyordu. Aristokratların burjuvalaşmasıyla bir kesim tavizci işçinin sosyal demokratlaşması kriz yöntemleri boyunca gelişim kaydetti. Tekel karından cüzi bir pay bunun için yetiyordu. 19. ve 20. yüzyılların sistem dışı muhalifleri böylelikle sadece etkisizleştirmiyor, krizli bünyenin tüm süreçlerde yönetilmesi için yedek güç konumuna düşürülmüş oluyordu. Liberalizm ideolojik hegemonyası böyle kuruluyordu.”

Kendini bölme, merkezi-hegemonik konum edinme ve sistemin krizli bünyesini tüm süreçlerde yönetip ayakta tutma yeteneğini sergileyen liberalizm, merkezi-hegemonik konumunu korumak için, dört önemli ideolojik varyanttan yararlanmıştır: Milliyetçilik, dincilik, pozitivizm ve cinsiyetçilik.

Liberalizm ideolojisi ve bu ideolojinin bedenleşmiş hali olarak ulus-devlet yapılanması anti-toplumcu ve toplum-kırımcı olduklarından, bu dört ideolojik varyanttan yararlanarak, sistemin ekonomik tekelciliğini ve monist iktidarın üniterliğini hegemonik güç kılma çabası içinde olmuşlardır. Üstlendikleri temel misyon, toplumsal farklılıklardan arınmış homojen toplum tesisidir. Yine aynı şekilde, kendine rakip-alternatif siyasi oluşumları tasfiye ederek, iktidarı da homojenleştirip tek hegemonik bir düzeye ulaştırmaktır. Böylelikle homojenleşmiş toplum homojenleşmiş iktidar, homojenleşmiş iktidar da homojenleşmiş toplum olarak pekiştirilir. Faşizm de homojen toplum ve homojenleşmiş azami devlet birliğini ifade etmektedir. Toplumu devletleştirme, devleti toplumlaştırma onun temel ilkesidir. Dili, vatanı, kültürü, bayrağı ve ulusu tekleştirme de bu ilkenin değişmez dogmalarıdır.

Toplumsal farklılıklara dönük tutkulu bir karşıtlığı saldırgan bir milliyetçilikle harmanlayan faşizm ırksal hijyeni (soykırımla toplumu arındırma), homojenik kalıtsal biyoloji (saf kan ırk oluşturma) ve farklı toplumların düşünsel-maddi değerlerinin-kültürlerinin-kırımını (kavim kırım) kendinde somutlaştıran bir yapıdadır. Onun için, tarihin öznesi bireyler, gruplar/sınıflar değildir, ortak bir genetik mirasa dayanan (örneğin: ari ırkı- ki, ari ırk değil, bir kültürdür) ve kendi içine kapalı olan toplumlardır. Ulus-devletinin izinde gelişen, özel mülkiyeti savunan, korporatist toplum ve üretim tarzını benimseyen faşizm, tek partili devlet duyulan bağlılık, karizmatik-popülist lidere duyulan inançtır. Toplumsal farklılıkları olumsuzlamakta, seçkin bir milliyeti fetişleştirmektedir. Bu bağlılık, inanç ve fetiş faşizmin temel stratejik parametreleridir. Faşizmin diğer bir özelliği de “çok farklı bilimsel ve ideolojik kavramları başarıyla kullanmada, yani ‘demagojik’ çabasında son derece başarılı…” (Öcalan) olmasıdır. M. Eksteins’ faşist nazi rejimlerinin propagandasının sadece bir araç olmadığını; gücün, irade zaferinin yüceltilip desteklenmesine dönük olduğunu belirtmektedir. Benjamin’de “siyasetin estetikleştirmesi”nden bahsederken, dikkat çektiği de faşizmin bu demagojik ve propagandacı yönüydü. Bu demagoji ve propaganda sonucunda yüceltmeler, ölüme-öldürmeye yönelik bir anlatıma dönüştürmüştü. En büyük nazi seremonileri bile ölenler adına çelenk bırakılmasına, kahramanların ve “şehit”lerin övülmesine odaklanmıştı. Harry Kessler bu odaklamayı da “ceset propagandası”[6] olarak tanımlamıştır. Bu demagojik-propagandacı yönüne rağmen düşünsel bakış açısı irrasyonalisttir, kuşkucudur; eleştirel düşünce yerine fanatizm onun düşün dünyasının özüne hakimdir. Parti dogması, ırk ve karizmatik lider tapınması gibi tabuları yüceltmektedir.

Yaşam tarzını eşitsizlik üzerinde kurmuştur. İnsanların eşitliğini değil eşitsizliğini (bazı insanlar yönetmek/hükmetmek için doğmuşlarıdır, diğerleri de itaat için…) savunmaktadırlar. Toplumsal ve bireysel davranışın evrensel bazda kabul görmüş normatif standartlarını da reddeden faşizm, amaca giden yolda her aracı mübah saymaktadır. Davranış yasası… nasıl üstün-eril lider kültünü yüceltmişse, aynı şekilde aile içinde güçlü baba otoritesini yüceltip anti-feminist bir duruşu sergilemiştir. Kendi dışında farklı hiçbir toplumsal birliğe izin vermeyen faşizm, sadece kendi kendini onaylayan tekçi bir mantığı esas almaktadır. Bu da bize faşist devletin kendi dışında hiçbir toplumsal birliği tanımadığını ve farklılıklardan oluşan toplumsal yaşam zenginliğini dışlayan bir totaliterlikle özdeşleştiğini göstermektedir. Farklı toplumsal birlikleri ve zenginlikleri dışlayan faşizmin yayılmasında “özgürlükten kaçış”ın da belli bir rolü olmuştur.

Özgür yaşamın ve anlamlı oluşun demokratik, ahlaki-politik özünü parçalayarak etkisiz kılmaya yönelen faşizm, yalnızca emretmek isteyenleri değil, aynı zamanda itaat etmeyi bir özlem boyutuna taşıyan insanları da cezbederek kendilerinden geçirmiştir. Çünkü, her toplumda kendi başına düşünüp karar ve sorumluluk almak yerine, birilerinin peşinden sürüklenip gitmek ve boyun eğmek isteyen insanlar da yok değildir. Bu özgürlükten kaçışın psikolojik hali, faşizmin yayılmasında azımsanmayacak bir etkide bulunmuş ve belli bir yer kaplamıştır. Özgürlükten kaçış, ‘doğası bozulan insan’ın bir özelliğidir. Özgürlüğün bilincinde olmayan insanın, doğası da bozulmaktadır. “doğası bozulan insan düşkünlük içindedir, çünkü boyun eğmek zorundadır.”[7] Özgürlükten kaçışın failleri üzerinde yayılım gösteren ve demokratik toplumu dışlayan faşizm: özgür oluşun, kendini ifade ve inşa edişin toplumsallıkta olan bağını emen ve kendinde yok eden kara deliktir. Bu kara deliğin çekim alanına kapılan insanlar, Spinoza’nın deyimiyle, “kendi kötülükleri için, sanki kurtuluşları için savaşıyorlar.” Bu insanlarda dile gelen tek şey, “özgür ve anlamlı yaşamın yitimidir.”(Öcalan)

Liberalizm de, faşizm de insanları özgürleştirmediler, toplumu demokratikleştirip etkin bir konuma getirmediler. Bireyi bireycilikle bireysizleştirdiler, katı-toplumcu yasalarla da köleleştirdiler. Toplumsal hakikati de parçalayarak, tekçi yapıların oluşumuna zemin yaptılar. Her şeyin ince tarzda olsun, kaba biçimde olsun tekleştirip, daha da katılaştırdılar. Ne yazık ki Marks’ın kapitalist modernizme yüklediği olumlu tanımlamaların hiçbiri yerini bulmadı. Yani, “durağan, donmuş ilişkiler, ardı sıra getirdikleri kadim ve saygın ön yargılar ve düşüncelerle birlikte silinip” süpürülmedi. “bütün yeni biçimlenmeler daha kemikleşmeden tarih” olmadı ve “katı olan ne varsa buharlaşıp”silinmedi. Her şey daha katı, her şey daha tekçi ve her şey daha hakikatten kopma hali içindedir.

Anti-kapitalist ve anti-faşist olmak, alternatif-radikal bir demokratik duruşu ve liberalizmin iddia ve ideallerinden güçlü bir kopuşu sağlamak demektir. Bu da demokratik modernite paradigması temelinde liberalizmi doğru tahlil etmeyi, her yönüyle ondan arınmayı gerektirmektedir. Faşizmin izinde geliştiği tekçi devletle devleti yıkma ve toplumu yeniden tesis etme, liberal solun bir yanılsamasıdır. Bu yanılsama, devleti paradigmanın iktidarcılık arzusuna içkindir. Bu arzuya kapılmakla ancak, “özgürlüğün başını bir kölenin gövdesine yerleştirme “[8] başarılabilir.

[1] T. Bawes, Şeyleşme, Metis Yayınları, s. 187.
[2] S. Zizek, İdeolojinin Yüce Nesnesi, Metis Yayınları, s. 37.
[3] C. Taylor, Seküler Çağ, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, s. 493.
[4] J. Kristova, Korkunun Güçleri, Ayrıntı Yayınları, s. 17.
[5] Age, s. 30.
[6] C. Taylor, Seküler Çağ, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, s. 493.
[7] P. Clastress, Vahşi Savaşçının Mutsuzluğu, Ayrıntı Yayınları, s. 118.
[8] Albert Hirschnman, Gericiliğin Retoriği, İletişim Yayınları, s. 66.
Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.