Düşünce ve Kuram Dergisi

Tarihselleştirilen Toplum ve Fail

Sakıp Hazman

 “Bilmek öngörmek, öngörmek denetlemektir.”[1]

A.Comte bu aforizma ile savunduğu aydınlanmacı aklın, bilme tarzını ve onun siyasal duruşunu tanımlar. Zira aydınlanması aklın bildiği şey; doğa, insan ve toplumun, her türlü dinsel ve mitik hurafelerden azade bir biçimde, akılcı yasalarla yönetildiğiydi. Öyle ya akıl denen şey insana hastı! O halde sorunu metafizik alemden kurtararak, yeni çağın tanrısallaştırdığı “akıl”a devretmek gerekiyordu. Çünkü, “bu yasaların akılcı bilgisi, insanın gerçekliği denetlemesine ve yönlendirmesine imkan verecekti.”[2] Bu çıkarsama da denetlenmesi ve yönlendirilmesi istenen gerçekliğin doğa, insan ve toplum olması, tahayyülün peşinen köktenci bir toplum mühendisliğine işarettir. Zaten yeni düzenin zihinsel kurgusunu oluşturan düşünürler ve iktidar temsilcilerinin, toplum tanrılarını “bahçecilik” metaforuyla dillendirmeleri de, olası büyük felaketin habercisi gibidir.

Toplumu “bahçe” ve kendisini de “bahçıvan” olarak telaki eden burjuvazi, doğal olarak bahçeyi, “verimli-verimsiz”, “yararlı-zararlı” gibi bir sınıflandırmaya başvuracaktır. Sınıflandırmak (bahçıvanın rasyonel aklına göre), bölmeyi gerektirir. Bölmek, kategorikleştirmek ve her kategoriyi yeniden tanımlamayı koşullar. Tanımlama, meşru olanla gayri-meşru olanı netleştirme amaçlıdır. Entelektüel düzlemdeki bu kavramlaştırmanın, pratik uygulama safhası, şiddeti kaçınılmaz kılar. Zira gayri-meşru olarak telaki edileni bir tür ka-

yıt dışılıktan çıkarıp tanımlamak ve tanımlayarak onu “görünür” kılmak gerekiyor. Ancak birey veya cemaati tanımlayarak, yeni rasyonel hukuka dahil etmek, tek başına olguyu görünür kılmıyor; görünür kılınmış olguya, meşru olanla bütünleştirmek ve denetlenebilir hale getirmek gerekiyor. Yani “yararlı bitkileri” korumanın koşulu, “zararlı” olanları biçmek, ayıklamak veya yontmak demektir. Dolayısıyla, daha işin başında, varlığını toplum kırım siyaseti üzerine bina eden bir iktidar biçiminden bahsediyoruz.

Aydınlanmanın “köktenciliği”, esasta geleneğe ve onun düşünsel, sosyal, siyasal yapısına karşıydı. Ancak bu karşıtlığın zihinsel mecrada açığa çıkardığı sonuç akılcılığın duygusal zekaya galebe çalmasıydı. Ki esas felaketin başlangıcını oluşturan da buydu. Geleneksel olan elbette ki aşılması gerekendi. Ancak “eski” olana karşı köktenci ret, beraberinde tarihsel toplumun varlık sebeplerini, onun koruyucu değerlerinin de çözülmesine ve parçalanarak dağılmasına nenden oluyordu. Çünkü kendisini ve ima etme istediği yeni düze rasyonelleştiren akıl, ahlaki değer ifade eden her türlü toplumsal örgüyü irrasyonel olarak tanımlıyor ve reddediyor. Ahlak irrasyoneldi, çünkü rasyonel olan her kurumlaşmayı engelleyici rol oynuyordu. Dolayısıyla yeni ve modern olana yön veren rasyonel metodolojisiydi ve bunun önemli yaratıcılarından biri de Bacon’du.

Hakikati özne-nesne ikilikleri biçiminde ilk kurgulayanlar Sümer rahipleri olsa da, dualiteyi bir paradigma düzeyine taşıran Newton’du. Newton’un paradigmasına göre “akla ve mekanizmanın matematiksel ilkelerine uygun olarak işlemeyen şeyler ikincil, yeterli olamayan, gerçekten uzak ve adlandırılamaz öteki olarak kabul edilir.”[3] “İkincil” ve “yeterli olmayanlar” Darwin’in evrim kuramında doğal seçilime uğrayacaktı. Güçlü olan ve kendini mekansal koşullara uyarlayabilen yaşayacaktı. Ve bu teorem, 19.yy’da sosyal Darwinizme dönüşecekti. Bu “teoremin” kurucusu Herbert Spencer’a göre “birey ve gruplar arasında da ‘kuvvetlinin ayakta kalması’yla sonuçlanan bir mücadele…”[4] söz konusuydu.

Özne-nesne dualitesi üzerinden yapılan hakikat okumaları her geçen gün karşımıza tahakküm gayesiyle derinleştirilmiş toplumkırım uygulamalarını çıkaracaktır. İnsanın doğayı nasıl denetim altına alıp üzerinde tahakküm inşa edeceğinin “bilimsel yöntem”ini daha önce F. Bacon “keşfetmişti” zaten. Bacon’ın “bilimsel yöntemi”inin uygulama zemini bulabilmesi için doğanın “tin”den arındırılması gerekiyordu. Böylece doğa cansız ve hiçbir amacı olmayan nesneye dönüşmüş olacaktı. Öznenin nesne üzerinde kullanacağı her türlü tasarrufun da meşruluk zeminini oluşturuyordu. Oysa tarihsel toplum algısında hakikat bir bütündür, parçalanamaz. Toplumsal algıda bu bütünselliği oluşturan şey; analitik ve duygusal zekanın sentezlenerek oluşturduğu “kolektif bilinç”tir. Doğa, yaratan, üreten ve besleyen bir güç olarak, toplumsal hafızada yer etmiştir ve bu itki ahlak ve vicdanla da perçinlenmiştir. Doğadaki her varlığın kendine has bir canlılık ve bilin düzeyine sahip olduğu düşüncesi artık bilim insanlarınca da kabul gördüğüne göre doğal toplum insanının doğayı canlı ve ruh taşıdığa dair ahlaki tutum sahibi olmasını yadırganacak yönü yoktur.

Ancak tarihsel-toplumun temel koruyucusu, birleştirici harcı olarak ahlaki ve politik dokusu var olduğu sürece kapitalist modernitenin kendisini inşa etmenin koşulları da olamazdı. Zira yeni düzen toplumsallığın yerine bireyciliği ikame etmek istiyordu. İnsan denen varlık tanrının isteği ile toplumsallaşmamıştı, aksine her birey kendi özgür tercihi sonucu bir araya gelmiş ve ortak bir yapı oluşturmuştu. Aydınlanma düşünürlerinin teatisi, bir tür bireyi toplumdan “kurtarma”nın arayışlarına işarettir. Bu noktada sistemin imdadına T. Hobbes yetişecekti. Zira bu yeni sorunun düşünsel düzeydeki rasyonel materyalini Hobbes oluşturmuştu. Kilise, bu dünyayı geçici ve insanı da günahkar süfli bir varlık olarak telakki ederken bu dünyadaki sömürü, baskı ve çekilen eziyetten mustarip olan insanın acılarını hafifletip kehanet senaryolarıyla bir yandan umut dağıtırken, öte yandan her iki dünyadaki cennet ve cehennem kapılarının anahtarlarını elinde bulunduruyordu. Hobbes ise insanı “yalnız,  bencil ve sadece kendi çıkarları peşinde koşan bir varlık”[5] olarak tanımlıyordu. İnsan yine süfli ve günahkar bir varlıktı. Yeni olan şey onu oldurtanı göksel tanrı değil “yeryüzüne inmiş Tanrı”ydı. Ve onu tanımlayan da kilise rahibi değil, pozitivizmin bilimci rahipleriydi. Tasarlanan şey tarihsel belleğinden arındırılmış topluluk halinin rasyonelleştirilmesiydi. Zaten bu yeni zihniyet kurgusu “bahçeci” erkin – ulus devlet- elinde “bireycilik” olarak somut bir ideolojik programa kavuşacaktı. Bireycilik mefhumu, tarihselliğinden koparılmış toplumun tekillikleri olarak tanımlanan ve tekil kimliklerin de kolektif bir kimliğe indirgenemeyeceği varsayımına dayandırılıyordu. Tanımlanan bu yeni insan konumunun rasyonelleştirilmiş biçimine göre ise “…insanlar eşit değerdedirler. Buna göre kişilerin doğuştan ne oldukları değil yaşamda neyi başardıkları önemlidir.”[6] Her halde hakikati perdeleme ve onu değerden düşürmenin en yalın ifadesi de bu olsa gerek! Çünkü yeni dönemde bir hukuki tutum olarak bile eşitliğin varlık kazanması imkansızdır. Fransız Devrimi’nin “özgürlük, eşitlik ve kardeşlik” sloganında dile göre masumane vaatler bile daha devrim anında içeriğinden boşaltılarak ters yüz edilmiştir. “Kardeşlik” bir erkek dayanışmasına dönüşerek toplumsallığın kurucu öznesi olan kadını dışlarken, “eşitlik” ise kır ve kent varsıllarının iktidar olanaklarında faydalanmanın hukuk karşısındaki konumlarına gönderme yapıyordu. Geriye bir tek “özgürlük” kalıyordu, o da, hem burjuvazinin feodal çitlerin engeline takılmaksızın sermayesinin dolaşım özgürlüğünü ifade ediyordu hem de toplumun devletle kurulan yeni hukuki yükümlülüklerini yerine getirmenin adı oluyordu. Zira bireyin, devletin bir parçası olabildiği ölçüde özgür olabileceği varsayılıyordu. Yani “özgürlük, kabul edilmiş bir baş eğme demekti.”[7]

Burada bir parantez açmakta fayda var: Rönesansın, Reform ve Aydınlanmanın yarattığı zihinsel dönüşüm ve büyük entelektüel devrimin toplumsal karakterde olduğundan ve iktidar güçlerinden azade geliştiğinden kuşku yoktur.  Bu büyük zihniyet devriminin yarattığı toplumsal uyanış ve değişim de inkar edilemez. Ancak son tahlilde siyasal ve ekonomik iktidar gibi, entelektüel devrim değerlerini de doğuran ve onu bir iktidar tekeline dönüştüren de kapitalizm olmuştur. Dolayısıyla bilgi tekeli, kilisenin o soğuk ve karanlık mahzenlerinden kurtarılarak, entelektüellere verilmiş ve fakat entelektüeller de ekonomik olanaklara kavuşturularak, ulus-devlet tanrısının “bilgi mabetleri” olan üniversitelere hapsedilmiştir. Bu yeni zeminde de entelektüel, halen “hakikati arayıp bulma…” konumunu yitirmemiştir. Sadece arayıp bulmaya çalıştığı hakikatin alıcısı değişmiştir. Artık bilgiyi topluma değil, yeni alıcısı ve “ekmek kapısı” olan egemen sınıfa, burjuvaziye sunacaktır. Ne de olsa, “köpek, ekmeğini yediği kapıya işemez” derler. Tabi düz tarihsel ilerlemeci paradigması, modern devletin varoluş biçimini “ilerici” bir aşama olarak telaki ettiğinden, yeni hakikat algısı da buna göre yeni öz ve biçimler kazanacaktır. Entelektüelin ve onun ulus-devlet iktidarıyla kurduğu ilk temastan bu güne süregelen bir durumdur. Zira, “aydınlanma projesi… bir yandan devleti ve onun eylem politikaları ile yönetenlerini ‘aydınlatma’yı, öte yandan da devletin yönetimi altındakileri denetim altından tutmayı, ehlileştirmeye ya da düzene sokmayı hedefliyordu.”[8]  Yani, inandığı gibi yaşamayı becerememiş entelektüel, kapitalizmin kendisine sunduğu yaşam olanaklarına göre inanmaya başlamıştır.

Özetle, gerek tek tek bilim insanlarının düşünsel yaratımları gerekse de genel manada Aydınlanmacı düşünürlerin yaratımlarının toplamı; kapitalizmin şafağında artık yeni bir paradigma ve yeni bir sistemin zihinsel tasarımını hazırlamıştır. Burjuvaziye düşen ise, tüm bu düşünsel yaratım ve yeni toplum tasarısını inşa etmekti.

 

Ve Tanrı Yeryüzüne İndi!

Avrupa kıtasında Monarşi ve onun geleneksel yapısı tüm teolojik materyalleriyle birlikte tasfiye edilirken, yerine ulus-devlet tanrısı ikame edilmiştir. Tanrı, daha önce de “tanrı-kral” vasfıyla yer yüzündeydi. Ve yaşadığı zaman-mekan da, coğrafyaları adeta halklar mezbahasına dönüştürmüştü. Daha sonraları O’nun soyutlanarak semavi bir rol ve niteliğe büründürülmesi halkları bir nebze de olsa rahatlamıştır. Gerçi O’nun yeryüzündeki “gölge”leri, geliştirdikleri toplum-kırım uygulamalarıyla, onun ruhuna rahmet okutsalar da; yine de tanrının soyutlanmış halinin getirisi küçümsenemezdi.

Kapitalist modernite, kendi siyasal iktidar formunu inşa ederken, onu tanrısal bir kudrete dönüştürmek ve tüm toplumsal hayatı tepeden-tırnağa yeniden “yaratmak” istiyordu. Çünkü modern düşünürlerin aydınlanmacı aklı, yeni toplum tanrısını böyle hazırlamıştı ve bu tasarı, onun tüm emellerini gerçekleştirmeye muktedirdi. Söz konusu olan doğa, insan ve toplumun her parçacığına yönetim ve yıkım-yapım süreciydi. Dolayısıyla, daha acımasız, habis ruhlu, sadist bir tanrı karakterine ihtiyaç vardı. Tasarı, bu ihtiyacın temel parametrelerini oluşturmuştu. Bu anlamda pozitivizmin mabetlerinde imal edilen ulus-devlet tanrısı, yeryüzüne inmiş en vahşi, en barbar ve en soykırımcı bir tanrı tasarımıydı.

Tanrı’nın  “tekliği” ulus-devletin “üniter”liğine dönüştürülmüştür. O’nun, semavi olan tanrıyla arasındaki fark; O tekliği, sadece kendi egemenlik sınırları içinde, kendine dair bir teklikle sınırlamıyordu; aksine bu sınırlar içerisindeki tüm dil, kültür, etnisiteler kadar, onları anlamlandıran tüm sembol ve simgeler için de istiyordu. Zira, bireyler üzerinden toplumla kurduğu ilişkiler ağı içinde, tekil özneleri, tümel bir kalıp içinde birbirine benzeştirerek nesneleştirilmiş kitleye dönüştürüyordu. Artık doğanın yıkımıyla insan habitatında yaşanan yıkım at başı ilerliyordu. Bu simetrik yıkımın toplamı, yeni belleksiz toplumun gelenekten (geçmiş yaşam değerlerinden) arındırılmış bir hale dönüşüyordu. Böylece tarih, “yeni” olanla başlıyor ve onunla ebediyet kazanıyordu. Geçmiş isse, yeni inşa edilen anlam ve yapıların altında ya çürümeye terk ediliyor, ya da ezilerek yok olup gidiyordu. Zaten tabiatla işleyen “doğal seçilim” yasası, toplumlara da uyarlanmış ve artık “güçlü, sağlıklı ve uyumlu” olanlardan, homojen bir ulus yaratılmaya çalışılırken, doğal seçilimle-ki doğallık yerine iradi müdahale öngörülüyordu- ayıklanan “güçsüz, sağlıksız ve uyumsuz” olanlar ise, soykırım yöntemleriyle “vardan yok” edilmeye çalışılıyordu. Bu ise, ulus-devletin “egemen devlet” olmaktan kaynaklanan, evrensel “hak”tan kaynaklanıyordu.

“Toplumsal sözleşme”, özünde bu yeni soykırım rejiminin hukuki ehliyetiydi. Zira sözleşme, her bireyin kendi özgür iradesiyle yasalara itaat ettiğini varsayıyordu. Bu minvalde, sözleşe, devletin egemenlik biçimini ve bu egemenliğin sınırları kadar; bireyin devlete karşı yükümlüklerini de belirliyordu. Dolayısıyla bu yasalara uymayan herkes “suçlu” kabul edilecekti. Suçluyu yargılama, cezalandırma ve hatta öldürme hak ve yetkisi de sadece devlete verilmişti. Devlet ise, bu hak ve yetkiyi anayasadan ve toplumsal meşruiyetten (seçimler) aldığını iddia ediyordu. Ne de olsa toplum, “ özgür seçim” aracılığıyla hem kimler tarafından yönetileceğine hem de nasıl bir anayasa tercihinde bulunduğunu-seçimle- “özgür” iradesiyle belirliyordu.

Sözleşme ile birlikte hukuk, toplumsal ahlakın yerine ikame edilirken; ahlak, sosyolojik birim mekanlarına hapsedilerek sınırlandırılır ve boşalan tüm toplumsal gözeneklere yasalar tahkim edilerek, iktidara yaygınlık ve derinlik kazandırılır. Ahlakın, toplumsal ihtiyaçları karşılayacak “iyi, güzel  ve doğru” normlara kavuşması ve sürekli beslenerek yenilenmesi, politikanın ise, aktif etkinliği ile mümkündür. Politikanın ise, toplumun kendini gerçekleştirdiği bir özgürleşme alanı olmaktan çıkarılarak devlet idaresine dönüştürülmesi; toplumsal ahlakı da çürümeye bırakmıştır. Zira ahlak toplumsal bir beyin ise, politika ise bu beyne sürekli akış halindeki taze kandır. Beyne giden kan akışı (politika) durdurulunca,beyinin işlevi dumura uğrar. Beynin (ahlakın) ölümü, tüm beden ve organların ölümü demektir. Ancak kapitalist modernite, beyin ölümünün gerçekleşmesine de müsaade etmiyor. Onun yerine, beyine GDO’lu kan pompalayarak, beynin işlevinde mutasyona yol açıyor. Bu da beynin, bedene yönelen hastalıklara karşı uyarıcı-engelleyici antiseptik rolünü oynamasını engellemiş oluyor. Denetimsiz bırakılan bedende, obezite, uyuşturucu bağımlılığı, bencillik ve her türden nesne tapıcılığı gibi ölçüsüzlük ve ahlaki normları yok sayıcılık, yaşanan beyinsel mutasyonun sonuçlarıdır. Faşizmin ufku, ruhu ve bedeni olarak orta sınıf ve onun uzmanlaşmış bürokratik kesimi, tamda bu mankurtlaştırılmaya çalışılan denek toplumu hedef kitle sayar ve “yeni”ye ait yeni anlam(sızlık)lar inşa eder.

Kendi toplumsal değerlerine yabancılaşmış, asimile olmuş birey, grup veya toplumların geldiği konumu ifade eden mankurtlaşma; çürümeyi ve yozlaşmaya yaşamakla kalmaz, aynı zamanda bunu yaşadığı topluma da taşımaya çalışır. Bir ur gibi toplumsal bünyeye salınmış bu kanser hastalığının, zamanla tüm bedene yayılarak, ölümcül bir rol ve işlevi yerine getirecektir.

 

Ulus-Devlet Faşizminin Bileşenleri

“Bana göre faşizm, bürokrasi ve burjuvazinin toplamı olan orta sınıfın, topluma kastıdır.”[9] Ulus-devlet paradigmasını oluşturan güruh, aynı zamanda bu paradigmayı bir deli gömleği gibi topluma giydirilmekle yükümlü sınıfın da ilk bileşeni oluyordu. Ulus-devleti bir siyasal iktidar biçimi olarak inşa eden ve bunun üzerinden de kendi tekelci yapısını kurumlaştıran burjuvaziydi. Ancak burjuvazi, bu sistemin doktoriner yüzeyini yaratabilecek ferasete sahip değildi. Dolayısıyla icat edilen bu toplum-kırım makinesinin müsebbipleri irdelenince, ulus-devlet iktidarı kadar, bu iktidarın zihinsel inşasını ve onun bedenselleşmesini sağlayan despot entelektüel ve onun yetiştirdiği uzman-bürokratik yapının da irdelenmesi gerekmektedir. Matrix filminin kahramanı Morpheus’un deyimiyle “yolu bilmek ile yolda yürümek aynı şey değildir.” Yolu bilmek için özel bir zihinsel çaba, arayış ve yaratım gerekiyor. Politikadan yalıtılmış toplum düzeninde bu arayışı entelektüel yapar. O, artık toplumun vicdanı, onun yol gösterici gözü, kulağı ve aydınlatıcı ışığı olmakla yükümlüdür. Daha ilk entelektüel olarak telaki edilen Şaman’dan beri, düşünsel üretim için zaman, mekan ve koşullara ihtiyaç olmuştur. Düşünür, bu nedenle toplumun yaşadığı zaman, mekan ve koşullardan yalıtılmış bir biçimde yaşar. Bu konumlanma biçimi, onu toplumdan uzaklaştırdıkça, ekonomik, sosyal ve kültürel gereksinimleri nedeniyle iktidara yakınlaştırır. Şama’nın yaşanabileceği bir iktidar olmadığı için, son tahlilde iktidarı, kendisi kurgulayarak oluşturmuştu. Dolayısıyla topluma da, iktidarın baktığı yerden (tepeden) baktığı için, gördükleri de iktidarın gördüklerine yakın olur. Bu konumlanma zamanla entelektüeli bir toplum mühendisine dönüştürmüştür. Zira toplum diye gördüğü şey, asi avare, aylak takımından oluşan bir yığıntıdır.

Bu nedenle de mutlaka gözetlenmesi, denetlenmesi ve ıslah edilmesi gereken bir kitleydi. Toplumu sürekli bir istikrarsızlığın nedeni olarak gören bu akıl, çözümü de devlet  erki etrafında konsolide edilmiş ve yasalarla bütünlüklü bir denetim mekanizmasına kavuşturulmuş yöntemde bulmuştur. Zira birey devletin bir parçası olduğu/olabildiği oranda özgür de olacaktı. Böylece özgürlüğün ölçüleri de, aynı aklın çabalarıyla netleşmiş oluyordu. Bu sebeple de J.J.Rousseau, bu “insanlar, özgür olmaya zorlanmalı”[10] diyordu. Rousseau’nın sözünü ettiği özgürlük de, tarihsel toplum bütünlüğü dağılmış bireyin, devlete ve onun yasalarına itaat etme düzeyiydi.

Modern devlet, kendi meşrebinde, modern bir toplum inşa edecekti. Bunu da yine mutlak monarşiden devşirdikleri “halk” nosyonu üzerinden tanımlıyorlardı. “halk” ise Diderot’ya göre, “tüm insanların en aptalı ve en kötüsüdür.”11 Bu ifadelendirmenin kendisi bile, despot entelektüelin, topluma nereden ve hangi ferasetle baktığını anlamaya yetiyor. Voltaire için ise halk, “ yırtıcı, vahşi öfkeden gözü dönmüş, geri zekalı, çılgın ve kör hayvanlar”dı12. Bunlara, dönemin Aydınlanmacı düşünürlerin D’Alembert Holboch başta olmak üzere, daha bir çoğunu örneklemek mümkündür ve söz konusu halk olunca, hepsinin düşünceleri son derece birbirine yolundadır. Hem bir aydın ve hem de topluma siyasal öncülük yapmış biri olarak Robespierre’de önemlidir. Adeta despot entelektüelin fikirlerinin politik tasarımcısıdır. Kurucu meclise sunduğu “ulusal eğitim projesi”, adeta torna tezgahlarından çıkarılmış, tek tip ürün tanımlaması gibidir. “Sürekli olarak uygulanan etkin bir gözetim altında, her saat, uyuma, yemek yeme, çalışma, egzersiz ya da dinlenme saati olarak belirlenecektir; tüm yaşam tarzı değişmez bir biçimde düzenlenecektir…. Tek biçimli bir düzenleme her ayrıntıyı öngörecek ve bunun istikrarlı…”[11] bir biçimde uygulanmasını öngörüyordu. Zira halkın aydınlatılması değildi söz konusu olan, esasta onu tüm “vahşi” davranışlarından, inanç ve  geleneksel değerlerinden arındırarak yeni düzene itaat  edecek yeni “vatandaş” tipini yaratma gayesiydi dile gelen. Bu düzeyde toplumsal değerlerden düşmüş, toplumun üstünde elit ve iktidarcı aklın kibriyle bakan bir düşünür ve siyasal öncülüğün toplum için öngördüğü gelecekte ancak bu içerikte olabilirdi.

Entelektüel, tarihsel toplum değerlerinden-özellikle de ahlaki ve vicdani- kopup, devletli iktidar yapılarına endekslendiği zaman, elit bir sınıfsal yapı olarak entelijansiyaya dönüşür. Esasta da bu yapının özü, orta sınıfın akademik tabakasını oluşturur. Sosyal, siyasal ve ekonomik yaşam tarzıyla entelijansiya, orta sınıfın fikri, zikri ve eyleminin vücut bulmuş halidir. Kapitalist modernite çağında entelektüel, “tarafsızlık” konumuna ikame olmaya çalışır. Kendisinin ne ezenden ne de ezilenden yanaymış gibi yansıtır/yansıtılır. Zira her iki seçenek de onun sahip olduğu misyonu ve maddi olanakların yitirilmesine neden olabilir. Zaten burjuvazi de, bu dengenin atmosferini oluşturma babında entelijansiyayı, devlet ile toplum arasında bir yere ikame eder. Böylece hem iktidarla kurduğu ekonomik, sosyal, kültürel-özerk olanak sağlayıcı ilişkilerini sürdürür hem de toplumu nazarında ciddi bir “itibar” kaybına uğramaz. O artık devletin üniversitelerinde çalışan maaşlı bir memur ve akademisyendir. Kurulan bu etik dışı ilişki sayesin de ise, iktidar, bilgi tekeline de kavuşmuş olur.

Entelektüelin elindeki bu dinselleştirilmiş olgucu, pozitivist bilimciliğin iki temel işlevi kalmıştır; birincisi, devlete ve onun tahakkümcü, sömürgen hukukuna sadakatle bağlı; beyni şoven, milliyetçi klişelerle doldurulmuş “modern kullar” ve uzman-bürokratlar yetiştirmek, ikincisi, ulus-devletin ufkunu çağa, zamanın ruhuna ve gelişmelere uyarlamak, ona yol göstermektir. Zaten, devlete rağmen devletin üniversitelerinde bağımsız ve toplum yararına ne bilim üretebilir ne de bunun gerekliliğine inanmaktadır. Kaldı ki, kapitalist modernitenin bilime ve bilimcilere izafe ettiği rol farklılaşmıştır: “artık bilimden dünyayı anlaması yada herhangi bir şeyi iyileştirmesi beklenmemektedir. Bilimden beklenen tek şey sadece olup biten her şeyi anında DOĞRULAMASIDIR.”14

 

Toplum Kırımın Son Faili

Değerlendirmemizin buraya kadarki bölümünde modernitenin ve onun siyasal iktidar ayağını oluşturan iki temel fail olarak, entelektüel ve burjuvazinin rolünü ortaya koymaya çalıştık. İkincisinde orta sınıf kökenli olması kadar, gelecek tahayyüllerinde de ortaklaştıkları görülmektedir. Çünkü, “modern yöneticilerin ve modern felsefecilerin tasarlama tutkuları tam birbirleri için yaratılmıştı; bunlar, iyi günde ve kötü günde, aşkta ve savaşta hep birbirleriyle olmaya mahkumlardı.”[12] Ulus-devlet paradigmasını entelijansiya yaratmıştı, burjuvazi ise bu paradigmanın tekelci iktidar kliğini oluşturuyordu. Geriye, hazırlanan deli gömleğini tüm topluma zorla giydirmek kalıyordu. Bu noktada, işin ehli, profesyonel uzmanlar devreye giriyordu. Dolayısıyla uzmanların da orta sınıftan devşirilmiş olması tesadüf değil, doğası gereğidir. Zira orta sınıf, tarihsel toplumun varlığına yöneltilmiş en köksüz, en değer yoksunu ve en ahlak dışı sınıftır. Bir sınıf olarak varlığını sürdürmesinin koşulu, toplumsallığın yıkımı ve dağılmasıdır. Toplumsallığın egemen olduğu zeminde, orta sınıfın bütün nefes boruları tıkalıdır. Ama orta sınıfın baskın olduğu zeminlerde de, toplumsal yaşam ciddi tehlikededir!

Uzmanların rol ve işlevini, iki tarihsel döneme ayırmak daha öğretici olabilir. Özellikle ulus-devlet paradigmasının Avrupa kıtasında inşa edildiği dönem ve bu sürecin evrensel düzeyde tamamlanarak finans-kapital çağı’na (1970’lerden günümüze…) göre savaş, geçiş dönemi, iki farklı düzey ve konum arz eder. İlk dönem, yeni iktidar düzeninin henüz inşa süreci olduğundan, uzmanların rolü de ağırlıklı olarak kaba bir toplum mühendisliği biçiminde gelişir. 1. Dünya savaşı başladığında, Avrupa kıtasında ulus-devletin inşa süreci, önemli bir aşamaya ulaşmıştır. Savaş, ekonomi, endüstri ve siyasal alanların “ulusallaştırılması”, hem iktidar etrafında ciddi bir gücün konsolidasyonunu sağlamış hem de toplumda belli bir milliyetçi motivasyon oluşturmuştur. Ancak tasarlanan yeni sistemin ruhu henüz güçlü bir biçimde bedene kavuşturulmuş değildir. Bu beden, esasta tüm toplumsal alanlarda gerçekleştirilerek homojenizmle yaratılacaktır.

Birinci Dünya Savaşı’nın açığa çıkardığı yıkım, faşizmin de çıkış zemini olmuştur. Almanya ve İtalya’da açığa çıkan sonuç, esasta sistemin, uzmanlar eliyle gerçekleştirdiği fabrika ayarlarında bir toplum-kırım ve homojenleştirme eylemidir. Bu aynı zamanda ulus-devletin, öz kimliğine kavuştuğu ve kendisini köklü bir biçimde ete-kemiğe büründürdüğü bir “inşaat” etme süreciydi. Hitler ve Mussolini ise, sadece bu paradigmanın en kaba taşeron inşat ustalarıydı. Zira unutmamak gerekir ki, bu paradigmanın zihinsel yaratıcısı(bilimci) aynı zamanda onun inşa yöntemlerinin de mucidiydi. Örneğin, deney laboratuvarlarında Yahudi, Çingene ve ya engelli insanları denek olarak kullanıp, “ırk arıtımı”(öjenizm) çalışmalarını yapanlar, bu insanlık dışı eylemlerini şöyle savunuyorlardı: “hiçbir tereddüt ve huzursuzluğumuz olmadı; sonuçta yaptığımız iş, bilimdi.”[13] Evet, yaptıkları “bilim”di ve bu bilim yapma tarzlarıyla milyonlarca insanın canice yöntemlerle soykırımdan geçmesine sebep olmuştur. Ve fakat 2. Dünya Savaşı sona erdiğinde ise, yaşanan bu soykırımın tek müsebbibi, uzmanlar olarak görülmüş ve yargılanıp mahkum edilmişlerdir. Bu soykırım yöntemlerinin mucitleri(bilimciler) ise; batı entelijansiyası ve kapitalist hegemonya tarafından korunarak yeniden vaftiz edilmişlerdi. Onlar “bilim insanları”ydı, elde silah savaşa katılmamışlardı. Onlar her şart altında “bilimsel” çalışmalarını yürütecek finansman desteği için; ne gerekiyorsa onu yapmışlardı. Haklı olarak, bu bilimcilerden biri olan Ernest Rüridin’in kızı, Profesör E.Z. Rüdin, babasının içine düştüğü bu gayri insaniliği savunurken, öncelikle “ne yapmalıydı?” diye soruyor ve ardından da “enstitüsü ve araştırmalarına parasal kaynak sağlamak için ruhunu şeytana bile satardı”17 diyordu. Sadece ruhların değil, insanlık adına ne varsa, her şeylerini Nazilere sattılar ve bugün de çocukları aynı satışı, kaldıkları yerden devam ediyorlar.

Uzmanlar ise, 1945’te Hitler şahsında tanımlanan vahşetin tek sorumlusu olarak yargılanıp cezalandırıldılar. Ancak ölen Hitler ve onun uzmanlar ordusu olsa da; inşa ettikleri sistem, kalıcı bir siyaset tarzına dönüşerek evrensel bir karakter kazanmıştır. Bizzat faşizme karşı mücadele etmiş sosyalist cenah da dahil, ulus-devlet, hemen herkesin hayallerini süsleyen bir kurtuluş ve çözüm fenomenine dönüşmüştür. Faşizm, İkinci Dünya Savaşı’nın enkazı altında unutturulduğu için, ulus-devletle bağlantılandırılamaz ve bağdaşıklığı görülemez olmuştur. Homojenizm artık çok seçenekli ve zaman-mekana göre her türden yöntemle uygulanmaktadır. Yeni uzmanlar ordusu, soykırım için gaz odalarına ihtiyaç bile duymamaktadır. Gerektiğinde bir kenti komple gaz adasına, kentteki her yerleşkeyi de kramatoryuma dönüştürebilmekteler. Üstelik artık bu yaşananları anlamaya çalışan da yoktur! Hitler’in soykırım kamplarının birinden bir tutsağın ahşaptan yaptığı tasın altına, “anlamaya çalışma!” diye yandığı belirtilir. Ama çağdaş uzmanların güncel anlamda uyguladığı soykırım yöntemlerinin kurbanları, bu söz öbeğini tahtaya kazıyacak zaman bile bulamıyorlar artık! “anlamaya çalışma!” diyen soykırım kurbanı; yaşama dair bütün umut ve inancını yitirmiş olarak görülebilir, ama öte yandan da, her şeyin açık, aleni ve insanlık dışı olanın pornografik sergilenişinin, anlaşılması gereken neyi vardır? Yapılanın insani olmadığı veya insaniliğin reddi anlamı taşıdığı olguyu, anlamaya çalışmanın insaniliği ne olabilirdi? Adorno, soykırımdan sonra şiir yazılamaz derken de haklıydı. Şiir insani bir duygunun yücelişini ifade eder, ama bunun içinde insani erdemlerin boy verdiği bir yaşam zeminine ihtiyaç vardır. İnsanlığın ve onu var eden değerlerin ayaklar altına alındığı bir zemin ve zamanda neyin şiiri yazılabilir?

 

Unutmak Modern Ulus Yaratmanın Temel Koşuludur!

“Şeyleşme sürecinin tamamı bir unutma sürecidir.”[14]
T.Adorno

Toplumsal belleğin ve onun kolektif bilinç oluşturucu öğeleri, ahlak ve politikadır. Kapitalizm bu iki temel toplumsal oluşu, dağıtıp etkisizleştirdiği oranda kendi sistemini inşa edebilmiştir. Bu ilk ve en temel toplum-kırım örneği; öncelikle toplumsal bilincin gelişim zeminini kapatmıştır. Verili olan ise, eğitim sisteminden, medyanın gücüne, cinsellikten spora, eğlence kültürüne, dincilikten milliyetçiliğin zihni esir alan ritüellerine, kültür endüstrisinden nesne tapıcılığına kadar, hemen her şey; hapsedilerek çürümeye bırakılmış toplumsal belliğin yıkımını hedeflemektedir.

Reel faşizmin bu anlamda bıraktığı bir miras da vardır. Bir ulusu devlet eliyle yeniden yaratmanın koşulu, geçmişi unutturmak ve iç içe geliştirilecek baskı yöntemleriyle toplumu tarihsiz-belleksiz bir düzeye düşürmektir. Faşizm, Alman halkını, tüm sosyal, siyasal, ekonomik sınıf, düşünce ve farklıklarından arındırarak, ortak bir ulusal tine (volk) yöneltirken; verili olanın mikro ve makro düzeyde unutulmasını vaaz ediyordu. İşçi, kendisini ezilen bir sınıf olarak görmek yerine “ezilen bir ulus”un soylu bir bireyi olarak görmeliydi. Ancak işçi olmak, bir sosyal, siyasal, kültürel, ekonomik ve ruhsal bir hafıza demektir. Yani zaman ve uzamda gerçekleşen bir insan-eko sistemidir söz konusu olan. Bir anda tüm bu hafızayı yok hükmünde kabul edip, ırkçı bir histeriye tutulmak; en naif ifadeyle psikopatolojik bir duruma yol açar. Örneğin bir köylü; geçmiş,  gelecek ve anda oluşan maddi ve manevi değerlerin toplamını ifade eden bir belleğe ve normlara sahiptir. Köyden kente yerleştiğinde; bir yandan yerleşik değerleri, öte yandan yeni bir mekan-yaşam ve onun ilişkiler ağının dayattıkları var. Buda bir belleksizleşme halidir. Kentin yüzeysel, günübirlik ve geçici ilişki tarzının özü, kent insanının ağırlıklı olarak yaşadığı “güvensizlik” ve “bireysel çıkar” eksenli motivasyon ve konumlanmasına dayanır. Güvenlik sorunu, kent yaşamının en temel korkusu olarak gelişir, geliştirilir. Egemen kılınan bu atmosfer, insanların içe kapanmasına, a-sosyal bir yapıya dönüşmesine sebep olur. En önemlisi de insanın doğal, insani özden arınarak, sahte, yapay, geçici ve riyakar bir kişilik edinmeye koşullanmasıdır. Dolayısıyla köylünün yaşadığı bu “entegrasyon”, özünde bir yabancılaşma ve belleksizleşme halidir. Çünkü verili olanın üzerine yeni değerler eklemiyor, aksine olanı eriterek, sahte bir maskenin arkasına gizleniyor ve bunu da kentte, hayatta kalmanın koşulu sayıyor. Kentli yaşam, geleneksel yaşamı ilkel, kaba ve anlamsız görüp yargılıyor. Dolayısıyla gelenek, kent yaşamı karşısında bir süre dirense de, içinde bulunduğu koşullar ve ilişki düzeneği içinde yeniye teslim olur. Bu bir “değişim” değildir, aksine değersizleşme, tarihsizleşme ve toplumsallıktan kopuşu ifade eder. Değişim, kalıcı değerler üzerinden gelişen ve doğal bir sindirim süreciyle tamamlanandır. Birey köyü terk ederken bütün toplumsal birikimini arkada bırakır. Artık bu birikimi ne hatırlatacak mekan-yapılar vardır ne de onun ilişki örgüsü kalmıştır. Yeni bir mekan, yeni yapılar, yeni davranış, dil, yürüyüş, hissi-

yat, yeni ihtiyaç ve beklentiler vs. boy vermeye başlar. Düne kadar “gereksinim” veya “temel ihtiyaç” olduğunu dahi bilmediği yiyecek, içecek, giyecek ve nesneler, bir anda tartışmasız bir temel ihtiyaca dönüştürmüştür. Tüm bu ayrıntılar silsilesine adaptasyon ve özümleme, geçmişle olan düşünsel-duygusal ve maddi bağlar koparıldıkça mümkün olabiliyor. Bu ikilemin yarattığı manevi korku ve huzursuzluk, bazılarını gettolaşmaya sevk eder. Ancak gettolaşma da, sadece uzun zamana yaydırılmış bir erime sürecidir.

Unutulmayan bir geçmişin üzerine yapay bir gelenek inşa etmenin olanaklı olmadığını burjuvazi de, onun zihin dünyasını bina eden entelektüel de iyi biliyordu. Dolayısıyla yeni ulus-devlet tasarımı tam da bu duruma uygun belirlenmiştir. Ernest Renan bu konuyu şöyle izah eder: “unutkanlık, hatta ileri gidecek olursam, tarihsel yanılgı bir ulusun ortaya çıkabilmesi için elzemdir.”[15] Renan’ın kastettiği yapay, sentetik ulus-devlet formudur elbet. Yoksa doğal ulusal şekillenmelerin hiç birisinde unutma veya unutturma koşulu yoktur/ olmamıştır da. Almanya, ulus-devlet faşizminden çok önce, kendisini bir “kültür ulusu” olarak inşa etmiş ve tarihsel-toplumsal değerlerini de, çoklu kimliklerini de korumuştur. Fakat ne zamanki “kültür ulusu”na, devletin ulusu dayatıldı, o zaman da tarihsizleştirme, belleksizleştirme kaçınılmaz bir politika olarak devreye girdi.

Unutturma, kapitalizmin istisna bir uygulaması değil, varlığının-sisteminin güvencesi anlamında stratejik-ideolojik bir uygulamadır. Bu nedenle ulus-devlet inşası, tepeden tırnağa bir tarihsizleştirme ve belleksizleştirme sürecidir. Mimariden, sakak düzenlemesine, evlerden alışveriş mekanlara kadar, toplumsal hafızayı canlı tutacak ne varsa, hepsini “yeni” olana düzenler. Üzerinden anıların biriktiği ve biriktirildiği her türlü hafıza oluşturucu yapı ve mekanlar kaldırılır. Alınan tedbirler ve yaratılmak istenen toplum; sunulan ve sunulacak olan hiçbir şeyin ahlaki muhasebesini yapamayan toplumdur. Muhasebe yapmanız için kimi kalıcı ahlaki norm ve ölçülerinizin olması gerekiyor. Bunlar varsa kapitalizmin kültür endüstrisi ve “gösteri toplumu” yoktur; gösteri toplumu varsa, toplumun muhasebe yapacak normları etkisizleşmiş veya unutturulmuştur.

2002 yılında ABD’nin Irak’a yönelik başlattığı saldırı halen hafızalarda tazeliğini koruyor. Ancak o saldırı da bir ayrıntı gibi duran anekdot, yönelimin amacını daha iyi anlamamıza katkı sunacak niteliktedir. Havadan yapılan bombardımandan en çok etkilenen mekanlardan biri de, Irak’ın en zengin tarihsel birikimini taşıyan, büyük “Babil kütüphanesi” ve arkeolojik buluntuların muhafaza edildiği Irak “ulusal müze”si olmuştu. Savaşın ilerleyen safhalarında fark edildi ki, kütüphane ve müzedeki eserlerin çoğu bombardıman esnasında tahrip olmuş ama sağlam kalanları da yağmalanmıştır. Lakin “yağmalandığı” varsayılan eserlerin büyük bölümünün daha sonra ABD ve Avrupa ülkelerinde bulunmuş olması; savaşın uzun vadede yaratmayı planladığı sonuçları da gözler önüne seriyordu. Zira doğal toplumsal belleğin dışında, yazılı, görsel veya tarihi buluntular, bu tarihsel hafızayı koruyan önemli materyallerdir. Kapitalist hegemonya, bir coğrafyayı yeniden dizayn etmeye karar verdiğinde, artık salt yeraltı zenginlik kaynaklarını ele geçirmek ve iş birlikçi bir yönetim oluşturmakla sınırlı kalmıyor; o coğrafyanın tamamını kültür endüstrisine açık bir Pazar haline getirmeye çalışıyor. Bu emellerinin gerçekleşmesi, köklü bir hafızasızlaştırıcı yıkımla mümkündür. Bu yıkım her zaman müze ve kütüphane olmaz elbet. Bazen bir mahalledeki tarihi bir türbe, yapı veya çeşme bile olaci bir yapıdan çok daha fazla bir şeydir. Tarihi çeşme, her şeyden evvel nesiller boyu biriktirilmiş anıları ifade eder. O çeşme etrafında geliştirilen karşılıksız, dayanışma ilişkileri, hafızayı sürekli taze ve canlı kılıcı rol oynar. Kapitalizm, o tarihi yapıyı yıkar ve yerine AVM inşa eder. Bu yeni yapı, eski hafızayı silmekle kalmaz, yeni yapı ile birlikte, bireysel ilişki ve tüketim kültürünü ikame eder. Yeni yapı “biz”i red eder ve “ben” le ilişkilenir. “biz”den koparılan “ben”in, tek başına bir hafıza oluşturma şansı yoktur. Dolayısıyla korunmasız ve var eden değerlerden ve dayanışmacı ilişkiler ağından koparılan birey; AVM’nin asli amacını ifade eder. Oysa birey-toplum ilişkisi, tüm evrendeki parça-bütün ilişkisinin tezahürüdür. Makro ve mikro alemdeki tüm şeyler, esasta bu parça-bütün ilişkisine göre oluşur, çeşitlenir; değişir-dönüşür ama kaybolmazlar. Sadece farklı bir forma dönüşerek, bütünün bir parçası olmaya devam ederler. “başka bir deyişle, resmin her parçası tüm resmin sıkıştırılmış biçimini içerir, parça bütündedir ve parçadadır-ayrılıktaki bir çeşit birlik ve birlikteki ayrılık. İşin püf noktası şudur: parça bütüne çıkar.”[16] Bütündeki bilgi tüm parçaların bilgisine sahipken; parça da bütünün bilgisini taşır; onunla oluşur ve yine onunla simbiyotik bir bağ ve ilişki içinde varlık kazanır. Dolayısıyla parçanın(birey) yaşadığı ve yaşattığı hiçbir sıkıntı bütünden azade değildir. Bu durum bilimsel olarak ta kanıtlanmıştır ki, parçalanan bir atomun herhangi bir partikülüne yapılan müdahale aynı anda diğer tüm partiküllere de yapılmış oluyor. Zaten bu sebepledir ki kapitalizm, birey üzerinden toplumla kurduğu ilişkilerle deformasyona yol açar. Hastalıklı kıldığı bireyin, toplumsal dokuya temas edip, onun bünyesinde ciddi sıkıntılar yaratacağını iyi bilir. Dolayısıyla, bu anlamda da olsa, “her koyun kendi bacağından asılır” sözü, sadece bir safsatadan ibarettir. Zaten, bireyciliğin, toplumsal yaşamın yıkımı olduğu gerçeği tamda bunu ifade eder. Birey-toplum dengesi ve uyumu, evrensel oluşun bir özelliğidir ve mevcut durumda da, sadece sapmış olan ve bu evrensel yasayı ihlal eden tür insandır. Yıkım, toplumla asla sınırlı kalmaz ve kalmıyor da! Guy de Bord, “gösteri toplumu” adlı eserini 1967’lerde yazmıştır. Lakin o dönem açısından, toplumsal gidişatın ve sistemin yarattığı tahribatın, bu düzeyde yorumlanması kabul görmemiş ve ciddi itirazlara neden olmuştur. Ancak bugün, gelinen aşama; tek kelimeyle Pavlov’un “koşullu tepki” deneyinden çıkmış denekler toplumunu resmediyor. Teknolojik gelişme ve bunun görsel medya-sinema vb. alanlarda aktif kullanımı; onarılması güç tahribatlara yol açmış/açıyor. Artık tek tek bireyleri etkileme ihtiyacı kalmamıştır. Medya manipülasyonu, tüm toplumu koşullamaya ve yönlendirmeye yetiyor. Artık uzmanlar düşünüyor, tasarlıyor, yaratıyor, sonra da toplumu manipüle ederek “ihtiyaç” sokuyor. Ve derken, toplum yaşamında hiçbir anlam ifade etmeyen bir çok şey, bir anda yaşamın “vazgeçilmez temel ihtiyacı” kategorisine giriyor. Öyle ki, bu gösteri toplumda, en az medya reklam gücü kadar, kitlenin üstlendiği reklam ve manipülatör rolü, muazzam bir etki oluşturuyor.

İnsanlar artık kalıcı ihtiyaçlar değil, anda tüketerek ihtiyaç, duygu, arzu ve nesne arayışına sokulmuştur. Zira “ihtiyaç”ın göreli kılınması doğal olarak, neyin ihtiyaç olduğuna karar verenlerin konumunu da değiştirmiştir. Belirlenen ihtiyaç değil, bireycileşen, tüketici bireyin zaaflarıdır. Bu yön iyi tespit edilmişse; her türlü sanal meta, ikon, moda, star, dizi-film vb. yaratılarak sunulabilir. Gazetelerin magazin sayfalarında “ünlüler”in giydiği kıyafetlerin tek tek markaları ve her parçanın fiyatı sergilenir. Kıyafetin ne’liği ve hangi ihtiyaca karşılık geldiği anlamsızlaşır. Önemli olan, o kıyafetin, sahibine kazandırdığı duygudur artık. “modern tüketiciler, aslında belirli bir ürün değil duygu satın almaktadırlar. Bu duygular, reklam ve paketleme yoluyla ürüne katılan düşünceler tarafından hareketle geçirilmektedir.”[17] Artık giyilen ayakkabının veya gömleğin, ihtiyaç giderici özelliği, yerini, markanın yaşattığı duygu ve sağladığı imaja bırakmıştır.

Kapitalist modernitenin zıvanadan çıkarıp güdülediği, koşullayarak sahte-sanal yaşama esir kıldığı-kılmaya çalıştığı toplum gerçeği, demokratik modernitenin varoluş sebebidir. Bu iki farklı modernitenin, basit bir yarışı ve rekabeti olmanın ötesinde, insanlığın bu müsrif ve yok oluşa giden çürüme-yozlaşma serüvenine dur deme ve onu yeniden tarihsel toplum değerlerine kavuşturma gayesinin kaçınılmazlığıdır!

[1] akt: Hans Van Der Loo, Modernleşmenin Paradoksları, İnsan Yayınevi, s. 66.
[2] age, s. 66.
[3] akt: Josephen Donavan, Feminist Teori, s.18.
[4] Hans Van De Lloo, Modernleşmenin Paradoksları, s.170.
[5] Hans Van Der Loo, Modernleşmenin Paradoksları, s.169.
[6] age, s.169 .
[7] Selahattin Hilav, Hegel’de Bilincin Gelişim Diyalektiği, YKB Yayınları.
[8] Zygmunt Bauman, Yasa Koyucular ve Yorumcular, Metis Yayınları, s.91.
[9] Abdullah Öcalan, Demokratik Uygarlık Manifestosu-III, s. 118.
[10] Zygmunt Bauman, Yasa Koyucular ve Yorumcular, Metis Yayınları, s.92. 11 Age, s. 96. 12 Age, s. 96.
[11] Age, s.90.                                                                                        14 Guy de Bord, Gösteri Toplumu, s. 149.
[12] Zygumnt Bauman, Modernlik ve Müphemlik, Ayrıntı Yayınları, s.42.
[13] Zygumnt Bauman, Modernlik ve Müphemlik, s. 75. 17 Age, s. 75.
[14] akt: Paul Connerton, Modernite Nasıl Unutturur?, Sel Yayıncılık, s.59.
[15] akt: Paul Connerton, Modernite Nasıl Unutturur?, s. 56.                        bilir. Zira tarihi çeşme; o mahalle için, ihtiyaç gideri-
[16] akt: Donnah Zohar, Kuantum Benlik.
[17] Hans Van Dar Loo, Modernleşmenin Paradoksları, s. 158.   

 

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.