Düşünce ve Kuram Dergisi

Lozan Antlaşması, 1924 Anayasası ve Sonuçları

Nevzat Öztürk

1919-22 Ulusal Kurtuluş Savaşı’nda Türk ve Kürtlerin tavrı tarihsel geleneklere uygundu. Selçuklu, Eyyubi ve Osmanlı hanedanlıklarında kurulan tüm iktidar-devlet oluşumlarında ortak tutum benimsemişlerdir(…) 19. yy’de İngiltere, ittifakı bozmak istese de bozamadı ve ittifak devam etti. Jön Türk daha sonraki adı ittihat-terakki cemiyeti olan komplo ve provokasyonları da geleneği bozamadı. Ulusal Kurtuluş Savaşı’nın zaferini belirleyen de bu tarihsel ortaklıktı. Lozan’la işgal konumu resmen de sona ermeyle ve cumhuriyetin yeni Anayasası’na (1924) kavuşmasıyla Mustafa Kemal radikalizmi de esas olarak müttefikleriyle birlikte tasfiye edilmiştir… İttihat Terakki Cemiyeti’nin zihniyet ve kadroları kontrolü ele almışlardı. İdeolojik ve politikalarını oluşturmuştu.

Osmanlı hükümeti güçsüz ve yardıma muhtaç duruma düşmüşken, halk itilaf güçlerine (İngiltere, Fransa, Rusya) karşı etkili bir direniş sergilemektedir. Mustafa Kemal’in önderlik ettiği Erzurum ve Sivas kongreleriyle dağınık haldeki mücadele, örgütlü hale getirilerek ‘vatanın bölünmez bütünlüğü, ulusal bir meclisin kurulması gerektiği ve nihayetinde manda-himaye sistemlerinin asla kabul edilmeyeceği kararı alınır. Erzurum Kongresi’nin 22 delegesi Kürt’tür, kongrenin 7 Ağustos 1919 tarihli beyannamenin birinci maddesinde Erzurum, Sivas, Diyarbakır, Mamuret’ül Aziz, Van, Bitlis vilayetin içindeki toprakların ayrılmayacağı “daha sonraki, 8. Maddede Wilson’un “milletlerin kendi kaderini tayin hakkı” prensibinin geçerliliği vurgulanmaktadır. Sivas kongresinde 12 kişiden oluşan başkanlık konseyinde İhsan Hamit, Sadullah Efendi, Hacı Musa Mutki adlı üç Kürt bulunur. Kongre sonuç bildirisinin birinci maddesinde Osmanlı Devlet’i sınırlarının Türk ve Kürtlerin oluşturduğu araziyi kapsadığı ve Kürtlerin Osmanlı toplumunda ayrılmasının imkânsız olduğu… Kürtlerin daha iyi duruma getirilmelerine izin verileyeceğinde ve dış güçlerin Kürtler üzerindeki oyunlarının Kürt Halkı tarafından da bilinmesi için girişimlerde bulunulması, gerektiği belirtilmektedir.”

Erzurum, Sivas Kongreleri ve 23 Nisan 1920’deki Meclis toplantısı, toplumsal değişimi ifade eder. Kürt, Laz, Çerkez ve Müslüman kesimini içine alması meclisi güçlü kılmıştır. TBMM’ye alınan üyeler “Laz ve Kürt mebusları” ya da “Kürdistan Mebusları” olarak yer almışlardır. 1920’de kurulan bu meclisin yaklaşımı ilk anayasanın da çerçevesini oluşturur. 1921 anayasası bu demokratik zemin üzerinde gerçekleşmiştir. Her halkın kendisini temsil etme özelliği bu anayasada ifadesini bulmuştur. Mustafa Kemal 1 Mayıs 1920 tarihli meclis konuşmasında “Meclis-i Âlinizi teşkil eden zevat yalnız Türk, Kürt, Çerkez, Laz değildir. Fakat hepsinden mürekkep (oluşan) anasır-ı İslamiye’dir. Samimi bir mecmuadır” demiştir.

Prof. Ergun ÖZBUDUN “Osmanlı devleti ve Türkiye cumhuriyetinde ulusal iradeyi yeterince temsil eden bir meclis tarafından yapılmış tek anayasa 1921 Anayasası’dır” der. 1921 Anayasa’nın 3. ve 10. maddelerinde “Türk Devleti” değil, “Türkiye Devleti” olarak geçiyor. Ekim 1923 tarihi ve 364 sayılı Teşkilatı Esasiye kanunun değiştiren yasada Türkler değil Türkiye’den bahsedilir. Aynı şekilde Osmanlı saltanatını kaldıran 30 Ekim 1922 tarihli meclis kararında da Türkiye hükümetinden bahsediliyor. Hilafet ve saltanatın birbirinden ayıran 1-2 Kasım 1922 tarih ve 308 sayılı meclis kararında daha da belirgin bir şekilde Türkiye halkından bahsetmektedir.

1919 Amasya Tamimi, Erzurum ve Sivas Kongrelerinde, temel adımlar atılır. Misak-i Milli ilanında Amasya Tamimi’ nde, TBMM’de ortak bir strateji etrafında hareket etmenin dışındaki her tavrın iki halkın (Kürtler ve Türkler) da mahvına yol açacağı başta Mustafa Kemal olmak üzere sürecin tüm önemli aktörleri tarafından dile getirilmiş ve belgelendirilmiştir.

Ortak bir statü hem de çağdaşlık adına birlikte ve gönüllü olarak kabul edilmiştir. Komplocu ve darbeci yaklaşımlar cumhuriyetin asli unsurları olarak Türk ve Kürtler gönüllü ortak statü gerçeğini ortadan kaldırmaz. 10 Mart 1922 tarihli “Kürdistan Muhtariyet (Özerklik) Yasası” ezici çoğunluk tarafından kabul edilmiştir.

Osmanlı Mebusan Meclisi de 28 Ocak 1920 yılında toplanarak, savaş bittiğinde Osmanlı’nın elindeki toprakları referans alarak buraları ülke toprağı kabul etmiş ve buraları “Misak-ı Milli” (milli sınırlar) olarak tanımlamıştır. Birbirine düşürülmeye çalışılsalar da Kürt ve Türklerin kader birliğine uygun olarak birlikte mücadeleyi esas aldıkları görülür. Bu çerçevede; İşgal karşısında Anadolu ve Kürdistan’da üç cephede savaş verilir. Kürdistan’da Ermenilere karşı yapılan savaşların ardından 2 Aralık 1920 tarihinde yapılan Gümrü Anlaşması, Sevr Anlaşmasıyla Ermenilere bırakılan illerin yanı sıra, 1878 yılında Ruslara bırakılan Kars ve dolayları da alınır. Artvin ve Ardahan da Gürcü hükümetine verilen ültimatom sonucu alınır. Etkili halk direnişleri nedeniyle 1921’in baharında İtalya, güzünde de Fransa işgali sonlandırılıp çekilirler. Batı Anadolu’yu işgal etmiş olan Yunanlılar da yenilecek ve 1922 yılının güzünde çekilmek zorunda kalacaktır. Böylelikle Sevr ile belirlenen hususlar Mustafa Kemal öncülüğündeki kurtuluş hareketi sonucu işlevsiz kılınacaktır. Bu nedenle savaş sonrası ortaya çıkmış sorunları halletmek üzere yeni barış anlaşması ihtiyacı doğacaktır.

İsviçre’nin Lozan (Lousanne) şehrinde yapılan toplantı, itilaf devletleri ile Türk Hükümeti arasında yapılmıştır. Konferans öncesi yapılan birçok ikili görüşmelerinde zaten karara ulaşılmıştı. Konferans İtilaf Devletleri’nin kararını onaylayıp resmileştirmiş oldu. Anlaşmada İngilizler adına Lord Curzon, Türk ve Kürtler adına da İsmet İnönü ve Dr. Rıza Nur başkanlığında 27 kişilik bir heyet katılır. Heyet başkanı İsmet İnönü “biz Türkler ve Kürtlerin temsilcileriyiz” derken, Kürtlerin temsilcisi olarak katılan Diyarbakır mebusu Zülfü Tigrel de “biz Kürtlerle Türkler kardeşiz, ayrılmak istemiyoruz.” demiştir. Fakat antlaşma metninde Kürtlerden tek kelime söz edilmez. Rus tarihçi M. A. Gastradya’ ya göre “canlanan Kemalistler, Kürt sorununun Lozan konferansı gündemine alınmasına da karşı çıktılar… Sevr Anlaşması hükümlerini yerine getirmemek için çeşitli yöntemlere başvurmaya başladılar.”

Azınlıklar meselesinde bile ileriki süreçte Kürtleri de kapsayabileceği endişesiyle “Gayrİ Müslüman” azınlık olarak ele alınmasını sağladılar. Yani azınlık sorunu dinsel boyutu ile alınmıştır. Bunda İsmet İnönü’nün rolü belirleyici olmuştur.

Kürtlerin “Türklerle aynı haklara sahip” oldukları sıkça tekrarlanıyordu. Yeni oluşumun Türkler ve Kürtlerin ortak devleti olacağı, liderlerin ağzından hiç düşmüyordu. “Türklerin ve Kürtlerin ortak meclisi” sözü, parlamento tutanaklarında geçiyordu.

Rus tarihçi M. A. Gastraya, “Mustafa Kemal’in ve onun çevresinin öncülüğünde, Kürtlerin hak eşitliği teşvik edilip öne çıkarıldı. Bütün bunlar, Kemalistlerin Sevr Antlaşması’nın şartlarını yerine getirmeme konusunda başarılı olmasını amaçlıyordu.” demektedir. Gerçekten de Sevr Antlaşması’nda belirtilen Kürtlerle ilgili maddeler iptal edilmiştir. Bu da çabalarının sonuç verdiğini gösterir.

Kurtuluş Savaşı yıllarında çarpışan güçler kendi aralarında antlaşmalar imzalıyordu. Bu antlaşmalar genelde güçlünün lehine sonuçlanıyordu. Yapılan antlaşmalardan biri de Sevr Antlaşması (10 Ağustos 1920) idi. Sevr Antlaşması, Osmanlı hükümeti ile itilaf Devletleri arasında imzalanan bir antlaşmadır. Zayıf ve güçsüz konumda olan Osmanlı hükümetine ağır yükümlülükler getiriyordu. Bu antlaşmaya göre Osmanlı, İstanbul il sınırlarına hapsedilip böylece Türklerin Avrupa’dan atılması gerçekleşiyordu. Batı Anadolu Yunanistan’a Güneyde Urfa, Antep ve Amanoslar Fransa’ya veriliyordu. Beyazıt, Van, Muş, Bitlis ve Erzincan’ı içine alan bir Ermenistan kuruluyordu. Boğazlar Uluslararası kullanıma açık hale geliyordu, bunun için “Boğazlar Komisyonu” kurulacaktı. Osmanlı’nın askeri gücü de kolluk gücüyle sınırlandırılıyordu. İşgal edilmedik yer olarak iç Anadolu kalıyordu. Galip Devletler (özellikle İngiltere, Fransa) bu antlaşmayı Osmanlı’ya kabul ettirmişlerdi. Osmanlı’nın da içinde bulunduğu zor şartlar onu antlaşmaya mecbur bırakmıştır. Antlaşmanın Kürtlerle ilgili bölümü de şu üç maddeden oluşuyordu.

1)Madde 62: İngiltere, Fransa ve İtalya hükümetleri tarafından kendilerine verilmiş üç üyeden oluşan bir komisyon İstanbul’a yerleşerek antlaşma başkanlığının tüzüğüne göre belirtilmiş bulunan altı aylık süre içinde Fırat’ın doğusunda bulunan ve sınırları ileride tespit edilecek olan Ermenistan’ın Güneyi ile Türkiye, Suriye ve Mezopotamya’nın kuzeyi arasında belirtilmiş bulunan ve Kürtlerin salt çoğunlukta bulundukları bölgeler için, antlaşmanın 27. Maddesi 1. 2. 3. Derecelerine uygun olarak dahili planını hazırlayacaktır. Herhangi bir sorun karşısında oy birliğine varılması halinde, komisyon üyeleri durumu kendi hükümetlerine ileteceklerdir.

  • Madde 63: Osmanlı Hükümeti şu andan itibaren, 62. Maddeye göre kurulmuş bulunan her iki komisyonun bildirecekleri kararlara uymaya ve kararları üç ay içinde tatbik etmeyi üstlenir.
  • Madde 64: Antlaşma başkanlığının tespit ettiği tarihten itibaren geçecek en çok bir yıllık süre içerisinde eğer, 62. Maddenin kapsamı içinde bulunan Kürt halkı, yani bu bölgede oturan halk çoğunluğu Osmanlı Devleti’nden ayrılarak tamamen “bağımsız” olma arzusunu belirtirse, Milletler Topluluğu Konseyi’ne başvurursa ve eğer konseyde bu halkın bağımsızlık isteğini gerçekleştirebilecek kapasitede bulunduğuna inanırsa, bunun yerine getirilmesini öğütlerse, Osmanlı Devleti bu örgütlenmeye aynen uymayı ve bu bölgedeki bütün hakları ve unvanlarından vazgeçmeyi ve kendisini buna göre ayarlamayı şimdiden üstlenir.

Bu vazgeçme işlenmenin ayrıntıları, başlıca Müttefik Güçlerle Osmanlı Devleti arasında varılacak özel bir sözleşmeye bağlanacaktır. Bu vazgeçme işi tamamlandıktan ve Kürdistan Devleti’nin bağımsız gerçekleştirildikten sonra da bu bağımsız Kürt Devletiyle günümüze kadar Kürdistan’ın bir parçası olan Musul ilinde yaşayan Kürtlerin kendi istekleriyle birleşmeyi işletmeleri halinde Müttefik Güçler bu birleşmeye karşı hiçbir itirazda bulunmayacaklardır.

Bu Antlaşma hep yoruma açık olacaktı. Kürt egemenleri Kürtlerden bahsedildiği ve Kürdistan’ın kurulması öngörüldüğünden antlaşmadan memnun kalmış ve övgüyle bahsetmişler. Türkler ise bu antlaşmanın Anadolu’yu sömürgeleştireceği biçiminde ele almışlardır. Antlaşmanın planlayıcıları Kürtleri çok sevdiklerinden dolayı değil, ”böl-yönet” emellerine ulaşabilmek için Kürt savunuculuğuna başvurmuşlardır. Zaten bahsedilen bölgelere (Kürt Devleti kurulacağı bölgeler) bakıldığında İngilizlerin etkinlik kurabileceği yerler olduğu görülecektir. Kuzey ve Güney Batı Kürdistan’ın büyük bir kısmı, Doğu Kürdistan’ın ise tamamı Kürdistan’ın dışında bırakılmıştı. İngilizlerin amaçlarını anlamak için Kürtler hakkında yaptığı şu tespit önemlidir:

“Kürdistan, İngilizlerin Hindistan yolu üzerindeki geniş ve stratejik bir coğrafyada bulunmaktadır. Ayrıca, Irak’ın can damarı olan Dicle nehrini de kontrol etmektedir. Dolayısıyla, ne pahasına olursa olsun burası İngilizlerin denetimi altında olmalı ve asla bağımsız bir devlet olmamalıdır.”

İngilizlerin nasıl bir tuzak içinde olduğu, halklar arasına nasıl bir nifak tohumu ektiği görülüyor. Özel olarak da Kürt ve Türk halkının ortak yaşam istemlerinin temeline dinamit konulmaktadır. Dolayısıyla anlatımda Kürt ve Kürdistan halklarından bahsedilse de, özünde Kürt ve Türk halklarını birbirine düşürme, karşı karşıya getirme, parçalama antlaşmasıdır. Dikkat edilirse, ilgili maddeler de hep komisyondan bahseder. Komisyonda kendilerinin kurduğu ve onlardan oluşan üyelerden oluşmaktadır. Açık görülüyor ki, kendi istedikleri gibi yön vermeye çalışıyorlar. Yine İngilizlerin yaptığı şu tespit daha da netleşiyor:

“Kürtler, üzerinde oturdukları hazinenin ve kendi potansiyelinin farkında olmayan cahil bir halktır. Egemenliği altında bulundukları devletlerle ve kendi aralarındaki çatışmalar, ulusal olmaktan çok yerel sorunlardan kaynaklanmaktadır. Öyleyse, bölge devletlerine karşı kullanılabilecek bir güç, ama aynı zamanda sürekli baskı altında tutulması gereken bir halktır.”

İngilizler, Kürtlere destek vaat edip hep umut aşılarken, Türkleri de Kürtlerin güvensiz ve kendilerinden kuşku duyulacak insanlar oldukları biçimde kışkırtmışlar. Yani hem Kürtlerle görüşüp destek vaat ederler; hem de Türklerle görüşüp Kürtlerin devlet kuracaklarını söyleyip tahrik etmekteler.

Tüm komplo ve entrikalara rağmen Kürtler ve Türkler hep ortak hareket etmişlerdir. Mustafa Kemal öncülüğünde verilen ortak mücadele işgalci güçleri geri püskürtmüştür. Bu mücadele aynı zamanda Osmanlı Hükümeti ile İtilaf Devletleri arasında imzalanan Sevr (Sevrés) Antlaşması’nı (10 Ağustos 1922) da işlevsiz kılmıştır. Dolasıyla, yeni bir antlaşma ihtiyacı doğmuştur. Lozan görüşmeleri bu şekilde başlamıştır. Lozan Barış Antlaşması (20 Kasım 1922 24 Temmuz 1923), devletlerin kendi aralarındaki birçok sorunu çözmüş, kimi sorunları da sonraki görüşmelere bırakmış ve çözmüşlerdi. En çok tartışılan konu sınır sorunu olmuştur. Daha önce Türkiye’nin güney sınırları Fransızlarla varılan “Ankara İtilafnamesi” ile saptanmıştır. Bu sınırlar Lozan Antlaşması’yla doğrulanıp, onaylanmış olur. Irak ile sınır saptanırken, Musul konusunda anlaşmaya varılamaz. Musul İngiliz ve Fransızlar arasında 1916 yılında imzalanan (Ortadoğu coğrafyası parsellenir) Sykes-Picot antlaşmasına göre, Fransızlara bırakılıyordu. Birinci Dünya Savaşı sona erdiğinde, Musul Osmanlı’nın elinde bulunuyordu. İngilizler savaşın bütününü sağlayan Mondros Ateşkes Antlaşması’ndaki “İtilaf Devletleri güvenliklerini tehlike altında gördükleri bölgelerde işgal edebileceklerdir.”  şeklindeki maddeye dayanarak Musul’u işgal etti. Bunun temel nedeni Musul’un zengin petrol kaynaklarına sahip olmasıdır. Ancak, Musul Osmanlı Devleti’nin elinde ve Misak-ı Milli sınırları içinde sayıldığından hep talep edilecekti.

Lozan konferansının en tartışmalı bölümü Musul üzerinde olmuştur. İngiliz temsilcisi Lord Curzon ile İsmet İnönü arasında aylarca tartışma devam etmiştir. 12 Aralık 1922 tarihini oturumda İsmet İnönü şunu savunur: “TBMM Hükümeti, Türklerin olduğu kadar Kürtlerin de hükümetidir. Çünkü Kürtlerin gerçek ve meşru temsilcileri millet meclisine girmiştir.” Bununla İngilizlere bırakılmak istenen Musul ve Kerkük gibi Kürt ve Türklerin yoğun yaşadığı bölgeleri muhafaza etmek istiyordu. İngilizler ise Musul’un zengin petrol kaynaklarına sahip olmasından dolayı vermek istemez. Sorunun çözümü için dokuz aylık bir takvim belirlenir. Bu süre içinde çözülmediği takdirde, sorun Milletler Cemiyeti’ne havale edilecekti. 19 Mayıs-5 Haziran 1924 tarihleri arasındaki ikili görüşmelerinden bir sonuç çıkmaz. Bu nedenle konu Milletler Cemiyeti’nin önüne gelir. Türkiye referandum önerir ama İngilizler kaybedeceğini bildiğinden kabul etmez. Milletler Cemiyeti tarafından kurulan komisyonun hazırladığı rapor, bölgenin Irak’a bırakılmasını bölgede yaşayan Kürt Halkı’nın haklarını(!) garanti altına alınmasını ve İngiltere’nin tartışma konusu yaptığı Hakkâri’nin Türkiye’ye bırakılmasını öneriyordu.

Milletler Cemiyeti Genel Kurulu’nun da 1925 Aralık ayında kabul ettiği bu rapor çerçevesi, 5 Haziran 1926’da yapılan bir antlaşmayla kabul edilmiştir. Türkiye Musul petrollerinden yirmi beş yıl süreyle %10 hisse alacaktı. Türkiye daha sonra beş yüz bin İngiliz parası karşılığında bu hakkından vazgeçecektir.

Anadolu’nun batı sınırları ise misak-ı Milli temelinde çözüme kavuştu. Ege Denizi’nde Bozcaada ve Gökçeada adaları Türkiye Cumhuriyeti’ne kaldı, Yunanistan’a bağlı adalar Türkiye’yi tehdit etmemesi için silahtan arındırılır. Borçlar konusunda batılı devletler Osmanlı’dan kalan borçlarının tümünün Türkiye Cumhuriyeti’nin ödemesini ısrar ederler. Kısmen çözülen borçlar sorunu 1930 yılında tamamen çözülecektir… Boğazlar sorununun çözümü için bir komisyon kurulur ve geçişleri serbest etmek için bölge silahtan arındırılmıştır. Bu sorun, nihai olarak 1936 yılında imzalanan Montreux Sözleşmesi ile çözülmüştür… Gayr-i Müslüman azınlıklar için 37-44. Maddeleri arasındaki maddeler uluslararası antlaşmalar temelinde tanınan haklardan oluşmaktadır. 39. Madde şu temeldeydi: “Türk uyruklu herhangi birinin özel ilişkilerinde, ticaret ve dinde, basında veya her türlü yayında veya kamu toplantılarında herhangi bir dili serbestçe kullanması konusunda hiçbir kısıtlama getirilmeyecektir. Resmi dilin mevcudiyetinin yanında Türkçe konuşmayan Türk uyruklara mahkemeler önünde kendi dillerini sözlü olarak kullanmaları konusunda gerekli imkânlar sağlanacaktır.” Biçiminde geçmektedir. Belirtilen çerçevede çözüme kavuşur.

Yine kapitülasyonların kaldırılması karara bağlanır. Böylece yabancı devletlere ülkenin bağımsızlığını tehlikeye koyan ulusal kalkınmayı, engelleyen ve kaldırılması için çokça uğraşılan bu ayrıcalıklar kaldırılmış oldu. Musul dışında hemen hemen tüm sorunlar çözülmüş ve sonuçlanmıştır. Fakat Kürtlerin ismi metinlerde geçmiyordu… 6 Mart 1923 tarihinde yapılan gizli celse görüşmelerinde 63 Kürt milletvekili Musulsuz bir Lozan’a karşı çıkacaklarını belirtince, seçimlerin yenilenmesine karar verilmiş, 24 Temmuz 1923 tarihli Lozan Antlaşması’nı yeni seçilen milletvekilleri imzalamıştır…

Ne Osmanlı sürecinde ne de Lozan öncesi Ankara hükümeti Kürtleri inkâr gibi bir yaklaşım yaşanmamıştır. İki halkın birlikteliği hep vurgulanmış ve ona göre bir tavır sergilenmiştir. Türkler ve Kürtler aynı ordu saflarında sırt sırtta, omuz omuza mücadele etmiştir. Lozan Konferansı’na da bu birlikteliğe uygun iki halk adına tek heyet biçimde gidilmiştir. Musul sorunu gündeminde Türk heyeti başkanı İsmet İnönü: “Devlet, hükümet nezdinde eşit haklara sahip ve ulusal haklardan yararlanan iki halka Kürtler ve Türklere aittir.”

Lozan antlaşması metninde “bütün hak ve özgürlüklerine sahip” Kürtlerden tek kelime ile söz edilmedi. Galipler de artık Kemalistlerden yana tavır almayı gizleme gereği duymadan her şeyi kitabına uyduruyorlardı. Konferans sırasında Kürt sorunu gündeme geldiğinde böyle bir sorunun olup olmadığı Türk Meclisi’ne sorularak yapılıyordu. Böylesi bir soruya verilecek bir cevap da önceden hazırdı. “Böyle bir sorun yoktur”. İnandırıcı olması için de soru, Kürt mebuslarınca cevaplandırılıyordu. Daha sonraları Mustafa Kemal tarafında cezalandırılarak dışlanacak olan Erzurum Mebusu Hüseyin Avni, parlamentoda yaptığı konuşmada şöyle diyordu: “Bu memleket Kürtler ve Türklere aittir. Bu kürsüde konuşma hakkına yalnız iki millet sahiptir. Kürt milleti ve Türk milletidir.”

Kürt-Türk kardeşliğini savunup, parlamentoda ayrılmazlıkların biri de emekli bir subay olan Dersimli Hasan Hayri idi.

Bedirxan, Kürt sorunu adındaki kitabında şöyle diyor: “Mustafa Kemal ve diğer Türk Milliyetçileri, Kürt Mebusları’ nın bu konuşmalarından çok memnun kalmışlardır. Mustafa Kemal’in önerisi üzerine, Kürt Mebusları meclise ulusal giysileri ile gelmeye başladılar.”

Ulusal giysileriyle meclise gelenlerden biri de Hasan Hayri’ydi. Hasan Hayri, 1926 yılında Şeyh Said ile ilişki kurduğu ve Kürt giysileriyle meclise gelerek bölücülük yaptığı gerekçesiyle asılarak idam edilecekti… İşin ilginç yanı, Lozan heyetinde yer alan kişilerin çoğu, daha sonraki yıllarda cezalandırılıp dıştalanmışlardır. Öyle anlaşılıyor ki, Kürtler heyete “taktik gereği” dahil edilmiştir.

Sonuç olarak Lozan Antlaşmasıyla, Türkiye Cumhuriyeti Uluslararası devletlerce resmen kabul ediliyor, sınırları onaylanmış oluyor. Kürdistan’ın dörde parçalanması (Irak, İran, Suriye ve Türkiye) da Uluslararası devletlerce resmiyet kazanıyor. Anadolu ve Mezopotamya halkları hiçe sayılıyor. Türkiye Cumhuriyeti kapitalist modernite-nin ulus-devlet projesine dönüşümüdür. Türkiye ikilem içinde kalmıştır. “Ya Cumhuriyet Ya Musul” ikilemi ile yüz yüze kalan Türkiye, tercihini Cumhuriyetten yana koymuş, Musul’dan vazgeçmiştir. Burada belirtilmesi gereken en önemli tarafı İngilizlerin emelleridir. Cumhuriyetin kuruluşunda İngilizlerin belirleyici rolü olmuştur. Bunda iki amaç güdüyor. Birincisi o dönemde dünya devrimi peşinde koşan Sovyetler Birliğini güney yolu üzerinde stratejik bir denge konumunda tutmak, ikincisi kendisi için tehlike teşkil etmeyecek küçük bir alanda sınırlandırmak… Cumhuriyet üzerinde İngilizlerin sıkı denetimi vardır.

Cumhuriyetin resmiyet kazanmasıyla yeni bir dönem başlar. 1924 yılında çıkarılan 105 maddelik Anayasa ile Kürtler; dili, kültürü, kişiliği ve bütün varlığıyla inkar ediliyor, “yok” sayılıyordu. “Kürdistan“ adı Kürtlerin dili, isimleri yasaklandı. Kürtlerin İnkar edildiği yasalar giderek ağırlaştı. 1924 Anayasası aynı zamanda 1921 Anayasası’na karşı bir darbedir. Çünkü 1921 Anayasası demokratik bir çerçeveye kavuşmuştu.

1921 anayasasında Kürtler, sosyalistler, ümmetçiler ve emekten yana olan herkes vardı. 1924 anayasası ise bu kesimlere yer vermemişti. Bu yönüyle tepeden inmeci, anti-demokratik, tekçi bir anayasadır. Her şey ulus-devlet çıkarlarına göre şekil alıyordu. Kürtler için soykırım tarihinin de başlangıcıdır. “Takrir-i sükûn”, “Şark Islahat Planı” ve benzer yasalarla Kürtler cezalandırılıyordu. “Kürt İsyanlarının bastırılması amacıyla birbirine bağlı, birbirini tamamlayan sayısız tedip ve tenkil hareketi” yenilendi. Kürdistan fiziki ve kültürel soykırıma uğruyordu. Baskı ve zulme karşı Kürtler hep direniş içinde oldular. 1925’te Şeyh Said, 1927-30 Ağrı, 1937-38 Dersim isyanları başta olmak üzere birçok irili ufaklı ayaklanmalar, fiziki imha ve kültürel soykırım politikalarına karşı geliştirilmiş başkaldırı hareketleridir. Uluslararası komplocu güçlerin cumhuriyeti desteklemeleri sonucu ve bazı iç yetersizliklerden dolayı direnişler yenilgiyle sonuçlanmıştır. 1924-40 yılları, tam bir askeri yönelim ve imha yıllarıdır. Bu süreçte binlerce insan katliamdan geçirilmiştir. Bu katliamların sorumlusu ulus-devlet mimarlarıdır. Ulus-devlet projesi tekçi, soykırımcı, inkarcı ve imha edicidir. Azınlık bir elitin halka karşı tekelci, asalak bir rejimidir.

 

 

 

 

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.