Düşünce ve Kuram Dergisi

Yüzyıllık Bir Sorunun Doğuşu: Komplo ve Şeyh Said İsyanı

Şahap Elbasan

Bir Umudun Tükenişi

Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan “1925 Sadece isyanın değil, asıl olarak komplonun, ihanetin ve soykırımın başlangıç tarihidir” der.

Bu öyle bir tarih ki, etki ve sonuçlarıyla Cumhuriyetin miladı gibidir. Cumhuriyetin Habil ve Kabil hikayesidir. Bugün yıkık duran köprünün enkazı o tarihten kalmadır. Bu tarih neden böylesi miladi bir etkiye sahiptir? Sınırlı düzeyde buna cevap bulmaya çalışacağız. Elbette karşımıza, Kürdün ulu çınarlarından Şeyh Said isyanı, komplosu ve trajedisi çıkacak. Her adımda da ikilemler (isyan mı, komplo mu; din mi, ulusallık mı?)Karşılayacak bizi. Ki bu da o dönemin niteliğinden kaynaklıdır. Bir anlamda Şeyh Said gerçekliği Kürtler ve Türkler açısından bir geçiş süreci gibi görünüyor. Neye geçiş sorusu, bizi 1925 öncesi ve sonrasını anlamaya götürür. Dolayısıyla, isyan öncesinin karakterini anlamak oldukça önem taşıyor.

Batı’da yükselen ulus-devlet rüzgarı, 19.yy’da ve 20.yy’ın başında Ortadoğu’yu, dolayısıyla, Osmanlı topraklarını da etkisine alır; birçok halk kendi ulus-devletini kurar. Asırlardır birlikte yaşayan Hristiyan ve Müslüman topluluklar, batının etkisiyle bu süreçte karşı karşıya gelir. Aralarına fay hattı girer. Ermeniler bu sürecin kurbanı olarak 1915’te İttihatçıların soykırımına uğrar. Rumlar, Süryaniler de benzer bir akıbeti yaşarlar. Osmanlı, İttihatçıların Turancılık hülyalarıyla 1.Dünya savaşı’ na girerek yenilgiye uğrar ve enkaza dönüşür. Hayalleri kabusları olur. Ama İttihatçılar o enkazın içine yerleşir. Osmanlı yıkıntıya dönerken, saltanat ve halifelik makamları bu yıkıntıya yakılan ağıt gibi kalır. Bir zamanların koca devi Osmanlı ölmüş, cenazesi yerde kalmıştır. Batı’nın büyük ve egemen güçleri olan itilaf devletleri (İngiltere ve Fransa) önce “hasta” düşürüp sonra ölümünü seyrettikleri bu meftanın mirasçılarıydılar. Önce Sykes-Picot, sonra Sevr’le bu mirası bölüştüler. Ardı sıra harekete geçtiler. Yunanlıları destekleyip Ege ve çevresini işgal ettiler; İngilizler de bizzat İstanbul’u aldı. İtalyanlar Akdeniz’i; Fransızlar Çukurova, Antep, Maraş, Urfa’yı yine İngilizler de G. Kürdistan’ı aldı.

Öte yandan Osmanlı enkazının altında (Ermeniler),içinde (Türkler)üstünde(Kürtler) yaşayan halklar vardı. Yani Anadolu ve Mezopotamya‘ nın sahipleri… Bu enkazdan sağ çıkabilecekler miydi, üzerlerindeki toprağı atabilecekler miydi? Ermeniler soykırımdan sonra Doğu’da bir Ermeni devleti arayışına girdi. Sevr bu umutları güçlendirdi. Kürtlerse 1.dünya savaşından sonra yeni arayışlara girdi. Wilson ilkeleri ve Sevr’de geçen özerklik umutlarını büyütür. Büyük güçlere bel bağlarlar. Ama kafaları karışıktır. Özerklik mi, bağımsızlık mı ikilemde kalırlar ama yine de enkaza rağmen arayış ve direnç halindedirler. Ne var ki, bu belirsizlik durumları ve dışa bağlı umutları onları adım adım yeni bir Kürt trajedisine götürecektir.

Türkler Osmanlı’nın enkazına ağıt yakarken, galipler mirası pay ederken ve Kürtler statü ararken Atatürk öncülüğünde yeni bir çıkış gerçekleşir. Atatürk’ün bu noktadaki basireti imparatorluğun çöküşünü, ittihatçıların hayalperestliğini görmesi ve canlı kalan sese kulak vermesidir. Tüm dünyada ulus-devletin şahlanışını gören gözlere de sahip olduğundan, Misak-Milli perspektifiyle adımlarını Anadolu ve Mezopotamya’ ya yöneltir. Osmanlı’nın son asrında Hristiyanlarla tüm köprüler atıldığından Müslüman Kürtler en iyi İyi ittifak olarak görülür. Doğu’da Ermeni ‘’tehlikesi’’ de bu ittifakı gerekli kılar. Öte yandan bu ittifakın köklü bir tarihi var. Tarihte nasıl ki bu ittifakla Anadolu’ya girilmişse, şimdi de Anadolu kurtarılabilirdi. Yanı sıra, gerçekleşecek ittifakla Kürd’ün bağımsızlık hayalleri sonlanmış olacaktı.

Külden değil közden ateş harlandırılacağına göre Kurtuluş savaşı’ nın başlatılacağı yer bellidir. Direnişçi bir ruha sahip olan Kürtler, o günün deyimiyle ‘ecnebi gavurlara’ karşı zaten ayaktaydılar. Bunu gören Atatürk ayağını sağlam basacağı sırtını güvenle dayayacağı yeri de belirlemiş olur. Samsun’a çıkışı sembolik bir değere sahip olsa da, Kurtuluş savaşının meşalesini Kürdistan’da Erzurum Kongresiyle yapar. Dinin, yani Müslümanlığın bu toprakların mayası olduğunu bilir. Abdulhamit’ in pan-İslamist düşüncesinin çağdaş ve gerçekleşebilir bir versiyonunu öne çıkarır. Kürtlere “ulusal İslamcılıkla” seslenir. ’’Gavura’’ karşı Müslümanlık, işgale karşı yurt savunması vurgusunda bulunur. İşgal ve Ermeni tehlikesi, Kürtleri bu söylemler etrafında Türklerle ittifaka götürür. Öyle bir andı ki, yurt savunması, Kürtler için nasıl bir gelecek sorusunun önüne geçer. Atatürk daha önce bölgede askeri görevde bulunduğundan bölge insanını iyi tanırdı. Pragmatik ve kişiliğiyle Kürt ileri gelenleriyle temasa geçip, gerektiğinde ellerini öperek onların desteğini kazanır. Ancak Kürtlerin bir statü arayışında olduklarının da bilincindedir.1918’de Kürt Teali Cemiyeti, Seyid Abdulkadir şahsında özerklik arayışındadır. Yine Bedirxan ailesinin başını çektiği İngilizlerin himayesinde bir ‘’bağımsızlık’’ arayışı söz konusudur. Kürtler bu yönüyle parçalıdır; ancak arayışları da sürüyor. İngilizlerin hükümdarlık emeliyle Kemalistlerin Misak-i Milli hedefi atışma halindedir. Kürtler bu noktada hem coğrafik, hem de direnç gücü olarak stratejik bir konuma sahiptir. İşte Kürtler için özerklik statüsünün cömertçe en çok dillendirildiği dönem, bu kurtuluş savaşı yıllarıdır. Atatürk Kürtleri yanına çektikçe, İngilizler de Binbaşı Noel’i Kürtlerin Lawrence ‘i yapmaya çalışıyordu. Kürtlerin umudu iki avuca dağılır. Bir avuçları büyük güç İngilizlere tutunur, diğeri Kemalistlere… Garip olan şu ki, Kemalistlerin elinden tutan kendileri iken, gittikçe o ele bakar oldular. Özetle, kendi umudunu yaratamayan Kürtler, başkasının yarattığı umuda sarıldılar.

Gerçekte İngilizlerin Kürt statüsüne dayalı bir politikası yoktur. Yaklaşımı konjonktüreldir. Irak’ta Kürtleri oyalayıp Arapları tercih etmesi, G. Kürdistan’a Musul-Kerkük sorunu olarak bakması, Sevr’i imzalayıp rafta tutması; ama buna rağmen Kürtleri destekliyormuş gibi görünmesi bunun ifadesidir. Zaten amaçlarını elde ettiği an Kürtleri yüzüstü bırakacaktır.

Dışa dayalı beklentiler azaldıkça, Kürtler de kendileri sayesinde yükselişe geçen Kemalistlerle ittifakını güçlendirirler. Atatürk’ün usta ve pragmatik politikası bu süreci hızlandırır. O günün koşullarında İslam’da ‘Halifelik’ sembolü, Kürtlerin çoğunda önemli bir yer edindiğinden; Atatürk bu vurguları öne çıkarır. Ayrıca sıklıkla ortak vatan, ortak devlet vurgusu yapılır. Yani kardeşlik türküsünün söylendiği yıllardır. Kürt vekiller, meclise yerel kıyafetleriyle katılır, “Kürt mebusu” diye çağrılırdı. Henüz Kürtlerin kimlik inkarı yoktur; tersine özerkliğe dayalı statü tartışmaları öndedir.1921 Anayasası, bu sürecin ve tartışmaların etkisiyle belli düzeyde bu iklimi yansıtır. Kürt ve Türkleri kurucu olarak tanıyan bir içeriğe sahiptir. Din ve hilafet konusunda Kürtlerin çoğunu ikna eden Atatürk, Kürtlerin özerklik hassasiyetini gözetir. Öyle ki 1920’de El Cizire cephesi komutanlığına özerklik içeren bir talimat verilir. Bu arada mevcut ittifakta kendini görmeyen ve haklarını arayan Koçgiri-Dersim hattındaki Kürt Alevileri Koçgiri hareketini başlatır. Osmanlı’nın yıkıntılarının ardından işgalle ve savaşla bir hayli meşgul olan Kemalistler, diplomatik hile ve sınırlı askeri güçle bu çıkışı engeller.

Öte yandan umut vermeye devam ederler. Özerklikten yine bahsederler ama somut tartışmaları ‘kurtuluştan’ sonraya bırakırlar. 1923’e kadar böyle gider. Olasılıkla özerklikle ilgili en son belge Atatürk’ün Ocak 1923’teki İzmit ziyaretinde yaptığı konuşmadır. Belgeye göre hangi eyaletler ağırlıklı olarak Kürtlerden oluşuyorsa, onlar kendilerini özerk bir biçimde yöneteceklerdir. Fakat bundan bağımsız olarak ‘Türkiye halkını birlikte tanımlamamız gerekmektedir’ der.

1923’e kadar rüzgarıyla yol alan gemi bu tarihten sonra yavaş yavaş yer değiştirir. Bu durum Kürtlerin Güneyde Fransızlara karşı Türklerin de Batı’da Yunanlılara karşı başarı elde etmesinden sonra gerçekleşir. Savaşmasını çok iyi bilen ama ne için ve kim için savaşacağını bilmeyen Kürtler için yeni bir trajedi eşiktedir. Çünkü savaşın acısı Kürtlerin, zaferi de Kemalistlerin hanesine yazılır. 1920’lere kadar zaten isyanlarla köprüler atılmıştı Kemalistler Kurtuluş Savaşına güçlü bir ittifakla (İslam-sol Kürt) girdi. M. Suphiler şahsında sol tasfiye edildi peyderpey İslami kesimler de irtica adı altında bastırılıyordu. Geminin kaptanlığına oturan ve kurtuluşun rüzgarını arkasına alan Kemalistler için geriye Cumhuriyeti ilan etmek uluslararası meşrutiyet sağlamak ve Kürtleri tasfiye ve ya etkisiz kılmak kalıyordu. Yeni devletin varlığı uluslararası meşrutiyete bağlıdır. Bu yüzden Kemalistlerin dünkü düşmanları İngilizler, şimdi diplomasideki baş muhatapları haline gelir. Çünkü, dünyanın hükümdarı İngilizlerdir. Ancak, bölgeyi tek başına dizayn edecek etki ve gücü de sahip değildir. Yeni bir rakibi de vardır: Sovyetler… üstelik Kemalist devleti tanıyıp ittifaka giren bir rakiptir. İngilizler için boğaz ve denizler tehlikededir. Yanı sıra, Musul ve Kerkük Misak-ı Milli sınırlarına dahildir. Bir de Fransızların yeni devleti tanıması söz konusudur. Bu noktada Kemalistlerin düşmanlığı değil dostluğu İngilizlere kazandıracaktır. Sovyetlere karşı tampon işlevi görecek bir Türkiye ve kendi denetiminde kalacak bir Irak(Musul-Kerkük dahil)İngiliz diplomasisinin amacı haline gelir. Bu zemin üzerinde buluşan İngilizler ve Kemalistler, adım adım Lozan’a giden taşları döşerler. Her adımda Kürtlüğün resmi küçülür. O güne dek revaçta tutup vaatlerle süsledikleri Kürtlük daha çok aralarındaki çelişkilerle gündemdeydi. Çelişki azaldıkça, Kürtler de gündemden düşmeye başlar.

Birliğini yaratmış ve statü edinmiş( Özerk veya bağımsız) bir Kürdistan iki gücün de çıkarına değildir. Bir Kürt statüsü, İngilizlerin yukarıdaki hedeflerini tehlikeye atardı. Kemalistler açısından ise, statüsü olmayan bir Kürtlük diplomasinin kırmızı çizgisi haline gelir. Ulus-devletin Fransız versiyonunu benimseyen Kemalistler, Türklüğe dayalı bir Cumhuriyet arayışındadır. Anadolu’daki diğer azınlıkların yeni devletle ciddi sorunları yoktur. Kimi de önceden soykırıma uğramıştı. ’’Tehlike’’ arz eden Kürtlerdir. Nüfus yoğunluğu ile, belli bölgelerde toplanmasıyla ve isyancı ruhlarıyla potansiyel tehlikeydiler. Tüm bunlardan hareketle, İngilizler, statüsü olmayan ama fiziki varlığını koruyan bir Kürtlükte; Kemalistler ise, siyasi, kültürel, hatta kısmen fiziki tasfiyeyi hedefleyen bir Kürtlükte karar kıldılar. Bu da öncelikle Kürdistan’ın parçalılığını gerektirir. Lozan’da Kürdistan’ın dört parçaya ayrılarak statüsüz bırakılması bu diplomatik sürecin, hilenin ve pragmatizmin sonucudur. Osmanlı enkazından ölüyü dirilten Kürt, Lozan’la (1923 Temmuzu) kendisi ölüme mahkum edilir.

Lozan görüşmelerine Misak-ı Milli perspektifiyle katılan Türkiye, bu anlaşmayla uluslararası meşruiyet kazanır. Yeni Türkiye devleti resmen tanınmış olur. Anca bu Musul ve Kerkük’ten vazgeçme pahasına hayat bulur. Tanınan Türkiye demek, unutulan ve gözden çıkarılan Kürdistan demektir. İngiltere için kazanım ise, Musul ve Kerkük’ün ötesinde, Türkiye’ye bölgede yüklenen jeo-politik ve siyasi misyondur. Böylece Batı hegemonyasının bölgedeki temsilcisi belirlenmiş olur. Türkiye’nin Batı taklitçiliği tohumları da bu dönemde atılır.

Türkiye’nin uluslararası alanda tanınmasıyla Kemalistler yönünü ülke içine çevirir. Kendisine yüklenen misyonla kendi hedeflerini birleştirerek hızla harekete geçerler. İlk olarak Cumhuriyet ilan edilir sonraki yıl hilafet kaldırılır. Laiklik adına, böylece üstten dönüşümlerle Batı modernitesi taklit edilir. İki kurucu unsura dayalı ortak vatandan tek etnisiteye dayalı Cumhuriyete geçiş için yeni bir anayasaya ihtiyaç duyulur. 1921 Anayasasının demokratik niteliği bir tarafa atılarak yerine Türk ırkına dayalı tekçi 1924 Anayasası konur. Böylece hedeflerini adım adım hayata geçirirler. Ancak, Lozan’da ve yeni anayasa’ da Kürtlerin statüsüz bırakılmasıyla, Kürtlerin yas tutmayacaklarının da bilincindedirler. Yani potansiyel Kürt ‘’tehlikesinin’’ kökten halli gerekiyordu. Bunun için fırsat kollamaya başlarlar.

Yeni Bir Umudun Doğuşu: Azadi ve Cibranlı Halit

Tüm bunlar olup biterken Kürtler, sadece İngilizlere ve Kemalistlere umut bağlayarak beklemediler. Zalimin zulmü varsa, Kürdün de hep bir isyan ruhu haini ve işbirlikçisi vardır. İşbirlikçilik Kürt önderlerinin vasfı olagelmişse, isyan ruhu da toplumun karakteri olmuştur. O güne değin isyanların çoğu, öncülerin kendi imtiyazlarını kaybetmesiyle alakalı olsa da, ayağa kalkan halkın haklı davasını gölgelemez. Bu anlamda, her isyan Kürd’ ün bir haykırışıdır. Aynı zamanda, isyan ve ihanet ikileminden doğan Kürd’ ün trajedisidir de.

Bedirhan ve Ş. Ubeydullah gibi büyük yankı uyandıran isyanlar trajik bir yenilgiye uğrayınca, liderleri ve çevreleri hile ve aldatmayla yakalanıp sürgüne yollandılar. Bu toraklarda gelişen ulusal bilinç bir biçimiyle sürgündeki ve İstanbul’daki Kürt aydınlarını da etkiler. Kürt Teavün ve Terakki Cemiyeti ve sonrasında Kürt Teali Cemiyeti bu etkilenmenin sonucudur. Şeyh Ubeydullah’ın oğlu Seyit Abdulkadir bunlara öncülük eder. Konjonktür müsaittir. Özerklik ve bağımsızlık tartışmaları olsa da, Kürtlerin ulusal bilinçleri dışa bağımlı kalır. Bu iklimden Miralay Cibranlı Halit de etkilenir. Orduda yer almasına rağmen, Kürt Teali Cemiyeti’nin aktif üyesi olur. Kendisi, Abdulhamid’ in Kürtleri Yeniçerileştiren aşiret mekteplerinde yetişmiş ve Hamidiye Alaylarından Osmanlılara hizmet etmiştir. Ama şimdi iklimin de etkisiyle Kürt davasının neferi hatta giderek bir öncüsü olur olur. Legal düzeyde faaliyet sürdüren bu örgütler kısa sürede yasaklanır. Dışa bağlanan umutlar da giderek zayıflayıp tükenir. Yeni bir arayış ve çıkış zaruri hale gelir. Kürt statüsünün dillerden düşmeye başladığı bir süreçte(1923’ler),aynı yıl içinde Azadi’ nin(özgürlük)doğmuş olması tesadüf değildir. Kardeşlik türküsünün bittiği noktada bir Kürt haykırışı olarak doğar. Öncüleri Cibranlı Halit(ordu mensubu)ve Yusuf Ziya (eski vekil) gibi isimleridir. Çünkü, artık ne ordu ne de meclis Kürtlüğe müsaade ediyor. Mecliste Kürt duyarlılığı olanlar-Yusuf Ziya dahil-bir biçimiyle vekillikten düşürülür. Kürtlerin temsil sorunu kadar geleceği de tehlikeye girer. KürtTürk birlikteliğinin manevi mayası olan İslam vurgusu da gittikçe azalır. Özellikle Nakşibendi Tarikatının etkisinde olan Kürtler bundan iyice endişeye kapılırlar. Tüm bunlar cılız da olsa Kürtlerde bir ulusal bilinç ruhu açığa çıkarır, farklı kesimleri bir araya getirir ve Azadi içinde birleştirir. Subayından Şeyhine, Mellesine ve Eşrafına kadar değişik kesimler, ulusal perspektifi de olan bu örgütte buluşur. Kimi öncü kimi üye kimi de taraftar olur. Çünkü, umutların tükenişe geçtiği bir anda Azadi umudun kendisi olur. Ulusalcı ve İslamcı Kürtleri kendi etrafında birleştirir. Hareketin merkezi olan Erzurum’dan İstanbul’a kadar bu rüzgarın etkisi görülür.

Lozan’la Kürdün ölüm fermanı hazırlanıp,1924 anayasasıyla imzası da tamamlanınca, Kürdün darağacına çekileceğinden pek kimsenin kuşkusu kalmaz, Diri diri gömüleceklerini gören Kürtler asi ruhlarına daha sıkı sarılırlar. Hareket gittikçe radikalleşir ve isyanı gündemine alır. Aşiret mektepleri ve Hamidiye Alaylarının etkisiyle devşirilen birçok Kürt subayı orduda görevlidir. Cibranlı Halit’in de etkisiyle hareket ordu içinde de örgütlenmeye gider. Ağrı isyanının öncüsü olacak İhsan Nuri Paşa gibi birçok subay örgüte katılır. Bu komutanların çoğu düne kadar Kürt isyanlarını bastıran birliklerin başındaydı. Şimdi kendi halkının askeri olmak için isyana hazırlanıyorlar. Ne var ki ordu, devletin sıkılı yumruğudur ve denetimin en güçlü olduğu kurumdur. Devlet, gidişatın farkındadır. Kürtler’ in Lozan’ı sindirmeyeceklerinin bilincindedir. O nedenle devlet bir gözünü hep Kürd’ ün üzerinde tutar. Devlete kulluk, halkına hainlik etmeye hazır Binbaşı Kasım gibi Kürtler’ in varlığı devletin işini kolaylaştırıyor. Devlete göre tohum baş vermeden toprağın altında boğulmalıydı. Tam bu sırada İhsan Nuri gibi birkaç subayın firarı gerçekleşir. Bunu fırsat bilen devlet, hareketi başsız bırakmak için Halit Bey, Yusuf Ziya ve Mutkili Hacı Musa gibi öncüleri tutuklar. Sonraki yılda da idam eder. Böylece daha hazırlıkların başında iken hareket başsız bir gövdeye dönüşür. Hareketin rüzgarı topluma yansımış olsa da, örgütsel bir düzeye ulaşmış değildir. Ulusal bilinç aşısı hazırlanmış ama ağaca aşı yapılamamıştır. Öncülerin kafasında isyan kıvılcımı çakılmış ama, onu harlandıracak halka ulaşma imkanı fazla olmamıştır. Devletin istediği ve yaptığı da buydu; başla gövdenin bağını koparmak… Böylece Azadi başsız kalır ama yetim kalmaz. Gerek Kemalist devletin Kürd’ ü lal bırakma çabaları gerekse de Azadi’ nin yarattığı ulusal duygu rüzgarı yeni bir öncü ortaya çıkarır.

Bir Kurşun İki Doğum: Komplo ve İsyan

Sözü olan ama başı giden hareket bir rêbere ihtiyaç duyar. Bu sözün sahibi olacak reber Şeyh Said olur. Neden mi? Bir kere Azadi rüzgarının toplumda yarattığı bir umut ve heyecan vardır. Kürdün de umuda ihtiyacı vardır. Şeyh Said bu umudun köprüsü ve giderek öncüsü haline gelir. Azadi’ nin yetim kalan sözünü kendi değerleriyle birleştirerek omuzuna alır. Doğan boşluğun doğal öncüsü olur. Gerek arayışları gerekse de toplum üzerindeki etkisi, onu Kürtlerin Ruspi’ si ve reberi yapar. Şeyh Said’in çıkışı ulus mu din mi sorusuyla sıkça karşılaştığından cevabı zor olan ama yine de üzerinde durulmayı gerektiren bir konudur.

Kürtlerde İslamiyet daha çok tarikatlarla topluma taşınıldı. Abdulkadir Geylani öncülüğündeki Kadiriye(1200’ler), bunda en çok rol oynayan tarikattır.1800’lerden itibaren Mevlana Halid öncülüğündeki Nakşibendi tarikatı gittikçe etkili hale gelir. Beyliklerden sonra iyice güçlenerek, Şeyh Ubeydullah’la başlayıp isyanlara öncülük eden şeyhlik kurumu Nakşiliğe dayanıyor. Şeyh Ubeydullah’ın oğlu Seyid Abdulkadir’in dedesi de, Şeyh Said’in dedesi de bu tarikata bağlıdır. Özetle,19 yy’ ın ortalarından itibaren şeyhliğin toplum üzerindeki etkisi artar, hatta öncülük düzeyine ulaşır. Şeyh Said hem bu konumuyla hem de saygın kişiliğiyle toplum nezdinde sözü dinlenen biridir. Koyun ticareti yapması nedeniyle de Kürdistan’ın birçok yerini gezer ve yaşanan acılara tanık olur, tanınır. Şeyh olması nedeniyle dindar bir insandır. Yani dine bağlı bir Kürt ruspisidir (aydın) . Azadi’ nin öncülerinden Cibranlı Halit’in de eniştesidir. Bu vesileyle Azadi’ nin ve ulusal bilincin uzağında değildir. Kendi görüp yaşadıklarıyla Azadi rüzgarı birleşince dindar kimliğini de ulusal rüzgarla yoğurur. Kemalistlerin hem Kürtlere hem de hilafete dönük retçi tutumlarını gördükçe arayışlarını sürdürür. Azadi’ nin içinde yer alır ama desteği daha çok manevi düzeyde kalır. Sonraları mahkemede söylediği gibi,’’ olayların ne başında ne sonundaydım; içindeydim’’. Sözü, bir anlamda bu gerçekliğin ifadesidir. Ancak olaylar onu Kürtlerde biriken isyan ruhunun öncüsü haline getirir. Din onun ruhuysa, ulusallık onun yüreğiydi. O da mevcut rüzgarın etkisiyle yüreğinin sesini dinler. ’’Türkler, tek taraflı bir kararla halifeliğe son verdiler. Ortak noktamız ortadan kalktı. Bu durumda biz Kürtlere… Özgürlüğümüzü kazanıp kendi geleceğimizi kurma hakkı doğdu’’. Diyen birini, dini kimlikle sınırlandırmak doğru olmasa gerek.

Öncülük Ş. Said’in omuzlarına yüklenince, Azadi’ nin bayrağını devralır. İsyanın örgütlenmesi çalışmalarına başlar. Başarının birlikten geldiğinin bilincinde olarak Alevilerle temasa geçer. Bu bile onun ulusal bilince verdiği önemi göstermeye yeter. Kürtlerin iki ulu çınarı (Ş. Sait ve Seyit Rıza) buluşur ne var ki Yavuz Sultan Selim döneminden Hamidiye Alaylarına kadar iki topluluk arasında öyle derin yaralar açılmış ki, bir anda kapanması zordur. Bu buluşmadan Dersim’in kendilerini arkadan vurmaması sözüyle yetinmek zorunda kalırlar. Ki bazı aşiretler sonra bu söze de bağlı kalmazlar Koçgiri’ de Alevi Kürtler, Sünni Kürtlerden destek alamadılar. Şimdi de tersi yaşanır. Kürt trajedisinin bir yanı da bu değil midir? Sonuçsuz kalan Dersim görüşmesine rağmen Ş. Said Erzurum, Bingöl, Diyarbakır gibi çevrelerde çalışmalarını sürdürür. Halkı 1925 baharında isyana kaldırmak için uğraşır. Bitlis’te o sırada tutuklu olan Halit Cibranlı ve İstanbul’da olan S. A. Kadir’le de irtibatını sürdürür. Devletin ajanı Binbaşı Kasım bacanağıdır. Devlet onun aracılığıyla adım adım Ş. Said’i takip eder; isyan hazırlığı yapıldığından haberdar olur. Şeyh Said’i tutuklamak arkasındaki desteği karşısına almak demekti. Devlet meseleyi sessizce ya da sinsice halletmek niyetindeydi. Kendisi ses olan Ş. Said’i sessizce tutuklamak ya da ortadan kaldırmak imkansızdı. İşte bu noktada sinsi komplo devreye girer.

Ş. Said o 300 kişilik atlı grubuyla Piran’ daki (bugünkü Dicle) kardeşinin evine gelmişti. Şubat ayıydı. İsyan için mevsim uygun olmadığı gibi, hazırlıklar da tamamlanmamıştı. Ş. Said’e birkaç kaçak asker sığınır. Kürt geleneğini çok iyi bilen devlet için bu durum, gökte arayıp yerde buldukları bir fırsattır. Hemen bir birlik gönderip köyü kuşatırlar ve kaçakları isterler. Kaçakları teslim etmek, Ş. Said’in toplum içindeki saygınlığını, adını, şerefini lekelerdi. Olay çıkması halinde ise isyan planı tehlikeye düşecekti. Toplum geleneği mi toplumun geleceği mi ikilemi Ş. Said’i zor durumda bırakır. Birliği gönderen hükümet de zaten bunu hedefliyordu. Sonucun ne olacağının bilincindeydi. Durumu fark eden Ş. Said bu tuzağa düşmemek için epey uğraşır fakat, devlet meyveyi olgunlaşmadan dalından koparmaya kararlıdır. Bu komplo ve provokasyonun sonucu ilk kurşun patlar, isyan ateşi de odunlar toplanmadan, kılıçlar bilenmeden yakılmış olur. Komployla isyanı erken doğum yaptırılır. Artık ateşi söndürmek imkansızlaşır. Tek bir seçenek kalır ateşi harlandırmak… isyan ruhu genç olan yaşlı ulu çınar da ateşi harlandırır. Ş. Said ulaşabildiği halkı ayağa kaldırabilecek denli etkilidir. Halkta da dipten yüzeye doğru büyüyen bir isyan dalgası var, dokunmak yetecektir. Ne var ki, 1925 Şubatının ortasında Piran’ da gelişen komployla Ş. Said hazırlıksız yakalanır. Ne siyasi örgütlülük ne de askeri hazırlıklar tamamlanmıştır. İsyana öncülük edecek subaylar tutukludur. Komployla Ş. Said isyan meşalesini eline almak durumunda kalır. Her tür hazırlıktan yoksun isyanın siyasi ve askeri öncülüğünü omuzuna alır. Silah kullanmadan silahı bir isyanın önderi haline gelir. Arkasındaki halk desteğine rağmen başarı için gerekli organizasyondan ve askeri tecrübeden yoksundu. Komplo da bu zayıflıkları hedeflemişti. Tüm bunlara rağmen hakları gasp edilmiş bir halkın isyan çığlığı vardı. Bu yüzden’’ Ş. Said ayağa kalktı’’ sözü nereye ulaştıysa orası bu çığlığın sesi olur. Hükümetin komplosu, halkın isyanına dönüşerek yayılır. Lice, Gena, Hani, Palu, Varto, Bingöl, Elazığ gibi yerler kısa sürede ele geçirilir. Sırada, tarihsel olarak önemini hep koruyan Amed vardır. Ş. Said büyük bir güçle ve moralle Amed surlarına dayanır. Ne var ki hükümet de boş durmuyordu. Kürt’ün hainliğe duyarlı kulağına vaatler yağdırıyor, boyunduruk uzatıyor, parayla, mevkiiyle kaleyi içten fethetmeye çalışıyordu. Yanı sıra, çeteler oluşturup Ş. Said adına bu çetelerle halka zulüm yaptılar. Böylece isyanın onurlu, haklı davasına leke sürdüler. Surları kendi ruspisine ve evlatlarına açacak olan halkın bir kesimi, bu şekilde kendi kurtarıcısının düşmanı oldu. Dışarıdan da askeri takviye gelince, Amed kuşatması, daha doğrusu Amed halkının kendi isyancı evlatlarıyla buluşma umudu hayata geçmez. Bu başarısızlık, isyanın kaderini de belirler. Sonun başlangıcı olur. Ş. Said için Amed surları kurtuluşun kapısıydı. O kapıdan girilemeyince, isyan da gerileme başlar. Her başarı yeni atılımlar için moral ve cesaret yaratır. Başarısızlık ise, cesaret kırar moral bozar. Amed’ den sonra isyana başarısızlığın ruh da eklenir. Elazığ’ı oradaki halkın desteğiyle ele geçiren isyancılar, orada talan ve çapulculuğa girişmişlerdi. Bu gibi uygulamalar da isyanın halk içindeki desteğini azaltır. Kurtarılan il ve ilçeler kısa sürede tekrar el değiştirir. Durumu gören ve değerlendiren Ş. Said, yeniden toparlanıp savaşmak için sınırlı düzeydeki gücüyle dağlara çekilmeye, hatta İran’a gitmeye karar verir. Ancak nicedir hainliğin mesleğini icra eden bacanağı Binbaşı Kasım’ın ihanetine uğrar ve tutuklanır.

Şeyh Said’in ismiyle anılan 1925 olayları, yok sayılmaya karşı halkın biriken öfkesinin isyanıdır. Ama Pîran provokasyonuyla da devletin bir komplosudur. Yani hem bir isyan, hem de bir komplo söz konusudur. Bombayı Kürt’ün inkar süreci hazırlamıştır. Pimi devlet çekmiş, bombayı da Ş. Said atmıştır. Komplo, isyanın varlığını ve haklı davasını ortadan kaldırmaz. Ancak komplo, isyanın askeri anlamda yenilgiye uğramasında önemli bir etkendir, Pîran provokasyonuyla Ş. Said hazırlıksız yakalanır. Hareket örgütsüz ve koordinesiz başlar. Öncülük yapanlar da askeri tecrübeden yoksundur. Yanı sıra, devletin hilesi Kürt’ün hain damarıyla birleşir, kale içten fethedilir. Yenilgi bu sebeplerle yaşanır. Ancak, asıl başarısızlık ideolojik ve örgütsel sorunlardan kaynaklıdır.

Şöyle ki Kürtler, uzun süre umutlarını dışa bağladılar. Bu olmayınca kendi adına savaşmaya karar verdiler. Buna rağmen bir kısım Kemalistlere tutunmaya devam eder. Kürt’ün davasını omuzlayanlar ise zamanın ruhunu kavramaktan uzaktır. Ulusal bilincin kozasından çıkıp çiçeklendiği bir dönemde Şeyhlik kurumunun da etkisiyle epey bir süre din ve hilafet referans alınır. Öte yandan ulusal uyanışın emareleri de vardır. Kürtlük ulusal ve uluslararası arenada kayboldukça ulusal uyanışın önemi artar. Ancak bunu omuzlayacak çağdaş bir önderlik söz konusu değildir. Şeyhliğin toplum üzerindeki etkisiyle bu önderliği Ş. Said omuzlar. Din ve ulusal kimliği birleştirme gayretine girer. Tüm iyi niyetine ve çabasına rağmen bu ikilemin kıskacında kalır. Dolayısıyla, idam fermanı imzalanan Kürdü kurtuluşa götürecek bir perspektif ve program ortaya koyamaz. Yanı sıra, Nakşiliğe dayalı şeyhlik kimliği onun Alevilerle buluşmasını engeller. Tüm Sünni Kürtleri örgütleyecek imkanı da bulamaz. Birliğe dönük çabalara rağmen, isyan Elazığ, Diyarbakır, Bingöl üçgenindeki Sünni Kürtlerle sınırlı kalır.

Bir İsyanda Darağacına Çekilen Bir Halk

Piran olayı, bir komplonun tetiği olma işlevine sahiptir. İsyan ve ardı sıra yaşananlar, esasta siyasi sonuçlarıyla önem taşıyor. Bu isyan, Cumhuriyetin ilk etkili ve sarsıcı olayıdır. Yukarda belirtilen nedenlerle, yine de başarı şansı zayıftı. Zaten Şeyh Said’in tutuklanmasıyla da gücünü kaybeder. Sorun sadece isyan olsaydı, tutuklamayla olaylar durulabilirdi. Ancak sonraki uygulamalar meselenin isyan olmadığını gösterir. Amaç Cumhuriyete tekçi ve ırkçı bir elbise giydirmek olduğundan, isyan bahanesiyle Beyaz Türk faşizmi dönemine geçilir. İttihatçı zihniyet Beyaz Türklük’ te yeniden dirilir. İsyan gerekçesiyle toplumu yıkan ama tekçi devleti inşa eden bir sistem hedeflenir. Önündeki engel, son direniş kalesi olan Kürtlerdir. Dolayısıyla, tasfiyesi gerekir. Böylece Kürdün başına devletin balyozu iner.

Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan, Lozan’ı ‘’Kürt Soykırımı’nın başlangıç tarihi’’ olarak yorumlar. İsyanla bunun adımları atılır. Ermenilere olduğu gibi fiziki boyutu da olan kültürel soykırım hedeflenir. Kürtleri tümden yok etmeleri olanaksızdır; ayrıca çıkarlarına da değildir. Ama isyan ruhu öldürülmüş devşirilmiş bir Kürt idealdir. Tabi öncesinde ibret-i alem olsun diye Kürt’ün başının ezilmesi gerekir. Dedeler, babalar asılmalı ki, evlatları devşirilebilsin.

İsyanın olduğu süreçte başbakanlıkta Fethi Okyar oturuyordu. Askeri tedbirlerle isyanı bastırdı. İsyanın içe karşı Kürtçülükle, dışa karşı gericilikle yaftalayarak isyanın olası siyasi etkilerini de azalttı. Ama amacı bağcıyı dövmek olan Kemalistler için bunlar yeterli değildi. Daha sert önlemler alınmasını istiyorlardı. Buna karşı Fethi Okyar ‘’sizin maksadınız başka. İsyanı bahane edip terör yapmak, milleti asıp kesip ortalığı süt liman yapmak, kan ile mevkiide oturmak istiyorsunuz. Ben bu büyük günahı işleyemem, alet olamam.’’ Diyor. Bunun üzerine çok geçmeden Atatürk’ün isteğiyle başbakanlıktan düşürülür. Yerine Kürt’ün mezar kazıcısı olmayana yeminli İsmet İnönü getirilir. Böylece Atatürk’ün oluru, İnönü’nün mimarlığı ve Fevzi Çakmak’ın eliyle yeni bir döneme geçilir. Beyaz Türk faşizminin eli Kürt’ün boğazına sarılır. Onu mezara gömmeye başlar. Mimar İnönü, olağanüstü yetkilerle donatılarak bizzat kürdün celladı olur. Kürt’ü darağacına götürecek, dilini lal yapacak, yurdundan koparacak pençeler yasa eliyle çıkarılır. Peş peşe İstiklal Mahkemeleri, Takrir-i Sükun, Şark Islahat Planı, Vatana İhanet Yasası, İkan Kanunu gibi sıkı yönetim yasaları çıkarılır, celladın eline verilir. Hepsi isyan gerekçesine dayandırılır. Oysa amaç Kabil’in Habil’i öldürme niyetidir. Daha da önemlisi, Kürt’ün isyan ruhunu öldürmektir. Bunun ortaklarını yok edip tek başına hükmetmektir. M. Suphilerle başlayan tüm muhalif ve direniş damarlarını kesmektir.

İlkin, Diyarbakır ve Ankara’da İstiklal Mahkemeleri, yanı başlarına da dar ağaçları kurulur. Mahkemeler mutlak bir yetkiyle donatılır. Ankara’daki Türk muhalifleri için, Diyarbakır’daki sesi, sözü, onuru olan tüm Kürtler için kalem kıracaktır. Öyle ki, her sabah güneş darağacında asılı olanların üzerinde doğar. Meydanlarda darağaçları ve asılı canlar olmalı ki, ibret alınsın! Tenkil (yok etme) ve tedip (uslandırma) darağaçlarında başlatılır. Biri asılacak, bakan da uslanacaktı. Seyid Abdulkadir oğlu ve arkadaşları, İstanbul’da oturmasına isyanla doğrudan bir bağları olmamalarına rağmen, Diyarbakır’a getirilip idam edilirler. Birkaç ay sonra da Ş. Sait ve arkadaşlarının yargılanmasına başlanır. Ama hüküm öncesinden bellidir. İsyan onurun bağrında doğar. Bunu bilen mahkeme, yargılama sürecinde dava arkadaşlarını birbirine karşı kullanmak, idam edilmeyeceklerine dair vaatlerde bulunmak ve isyanın ulusal yanını yok saymak için her yola başvurur. Yani sadece idam etmek değil, onurlarını ve amaçlarını da yok etmek isterler. Bu gibi hilelerin etkisiyle olsa gerek, Ş. Sait mahkeme esnasında isyanı daha çok dini nedenlere dayandırır. Ancak darağacındaki son sözü: ‘’Ulusum için kendimi kurban ettiğimden dolayı pişmanlık duymuyorum. Yeter ki torunlarımız düşmanın önünde bizi mahçup etmesinler.’’ Olur. Bu sözün onuruyla darağacında son nefesini verir. (Haziran 1925) kırk yedi darağacında kırk yedi can asılır. Gece törenle asıp öğleye dek darağaçlarında bırakırlar. İdamın gecesi Kürt’ün karanlığı; öğleye bırakılan hali de ibretidir. Sonra taş ve işaretin konulmadığı toplu bir mezara gömülürler. Bu da mezarı bile olmayan Kürt’ün hikâyesidir. Darağacında asılan da Kürt’ün isyan ruhudur.

Ama bu da yetmez. Kürt, kendi yaktığı isyan ateşinde öyle yanmalı ki, bir daha başkaldırmasın! Yangın her ocağı sarmalı ama çığlıklar duyulmamalıydı. Yani kol kırılmalı yen içinde kalmalıydı. Takrir-i Sükun bu işlevi yerine getirir. İsyanın hakikati gizlenecek, Kürt’ün çığlığı Fırat’ın ötesinde bırakılacak, ölümü de alkışlatılacaksa basın ya susmalı ya da celladın sözcüsü olmalıydı. Bu yasayla bu yapılır. Aynı zamanda Kürt’ün çığlığıyla Türk’ün sesinin buluşması engellenir. Yanı sıra, tek adam, tek devlet, tek millet hedeflenirken çok sesliliğin yaşam bulması mümkün müydü? Bu yasayla Türk muhaliflerin de sesi susturulur.

Kürt’ün başının ezildiği, Kürt muhalifin susmaya başladığı bir anda, sıra Kürt’ün gövdesine gelir. Biliyorlardı ki, Kürt toprağında kaldığı ve dili olduğu sürece susmayacak ve baş kaldıracak. Tabi buna ‘’çare’’ hazırdır. Şark Islahat planı, Kürt’ün direniş damarını kesecek, bir halkı yok sayacak bir neşter olarak devreye konur. Kemalistlere göre Kürtler, isyan illeti ile zihin ve ruh sağlığından olmuşlardı. Kürt’ün ‘’hastalığı’’ Kürtlüğü olduğuna göre, bundan kurtulup ‘’iyileşmeliydiler’’. Şark Islahat (iyileştirme) neşteri Kürt’ü kendi varlığından ‘’kurtaracaktı’’. İşte bugünkü dil sorununun kaynağı bu plandır. Bu planla, artık sokakta Kürtçe konuşmak bile yasaklanır. Dil sustu mu bir hak ölür. Amaçlanan da buydu. Sonraki tüm yasakların temeli bu planla atılır. Her yasak, Kürt için acı ve ölüm demektir. İsyan bahanesiyle, isyanla alakalı -alakasız- nice köy boşaltılır. İnsanlar ambarlara doldurulup yakılır. Yani tedip uygulanır; Kürtler uslandırılmaya çalışılır. Sonrası tehcirdir. Kürt’ün ölüsünden geriye kalanların bir kısmı tehcire (sürgün) maruz kalır. Batıya sürülürler. Yerlerine Balkan, Kafkas muhacirleri ve Türkler yerleştirilir. Sürülen Kürtlerin asimilasyonu hedeflenirken muhacirler de Demokles’in kılıcı olacaktı. Özetle, Kürtlerin silahlarına el koydular ki, bir daha isyana kalkışmasınlar. Köylerini yaktılar ki, yurdunu unutsunlar. Tutukladılar ki sussunlar. Darağaçlarına astılar ki varlıkları son bulsun. Sürgün ettiler ki asimile olsunlar.

Sürecin asıl kurbanları elbette Kürtlerdir. Ancak, çokluğun yerine ‘’tek’’ i, toplumun yerine batı hükümdarlığını koyan Beyaz Türk faşizmi için her muhalif ses ya suskunluğa ya ölüme mahkum edilmeliydi. Üç ‘’T’’ ile (tenkil, tedip, tehcir) kardeşlik türküsünü bitirip yüzyıllık Kürt sorununu yaratan bu güruh, Türk muhaliflerin son dalını da koparırlar. Kazım Karabekir, Rauf Orbay öncülüğünde kurulmuş olan, programında belli demokratik ögeler bulunan Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası da isyan sürecinde kapatılır. Böylece hem Kürt-Türk muhaliflerinin yakınlaşması engellenir hem de tek parti sistemine geçilir. Yani artık ‘’tek’’ lik tacı olan bir Cumhuriyet inşa edilir. Vatan ihanet yasası da bunun bekçisi olur.

1925’ten itibaren Kürdistan ‘’yasak bölge’’ ilan edilir ve sıkıyönetimle yönetilmeye başlanır. Yasak hale gelen Kürt’ün kendisidir. Öyle ya, bölge yasaklı iken, oranın sahiplerinin yasal olması mümkün mü? O günden sonra devletin Kürdistan’daki adı yasak ve sıkıyönetim olur. Oradaki devleti, o günden bugüne haki renkli üniformalar temsil etmeye başlar. Kürt’e tek bir Kürtçe söz bırakılır: Ey hawar!

O sesi iki yıl sonra, yine Kürt’ün kendi evlatları duyacak. Xoybun adıyla umut olup Ağrı İsyanı’ nı başlatacaktı. Ne var ki, Kürt’ün kaderi değişmeyecekti, ta ki 2000’lerin eşiğine dek… Hasıl-ı kelam, Lozan ile temelleri atılan, binası da 1925 İsyanı ile başlayıp 1940’lara kadar ki isyan süreçlerinde inşa edilen yüzyıllık Kürt sorunu, özgürlük hareketiyle çağdaş önderliğine kavuşur. Türkiye Cumhuriyeti Kürtlerin omuzlarında kuruldu; Türkiye ‘’modernitesi’’ ise Kürtlerin mezarı zerinden yükseldi. Cumhuriyet diktatörlükle taçlandırıldı. Kürtlerse, bugün Cumhuriyet’i demokrasiyle tamamlamak istiyorlar.

Kaynakça
1)Demokratik Uygarlık Manifestosu-A. Öcalan
2)Kürt İsyanları-A. Kahraman
3)Modern Kürt Tarihi-D. Mcdowel
 4)Kürt Sorunu-A. Tan

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.