Düşünce ve Kuram Dergisi

Tarihine Sığmayan Bir Marksizm İçin

Metin Kayaoğlu

Adına yapılmış büyük devrimlerin, adına inşa edilmiş koca devletlerin yıkılıp gittiği, kaç on yıldır hiçbir önemli politik başarı kazanamamış olan Marksizme dönük ilginin anakronik bir boyutu olduğu söylenebilir.

Bir ideo-politik yapı, kimliğini onun muzaffer veya iddialı günlerinde bulmuş ve hâlâ Faust’vari “o ân”da yaşayan kuşakların ölünceye kadar taşıyacakları ve günün koşullarına uyum sağlayamamış katı bir kültür kalıtı olarak telakki edilebilir pekâlâ. Biz, dünyaya sırtımızı dönüp Marksizmimizin şanlı günlerinin anısı ve o güzel günlerin mutlaka bir mucize gibi belireceği inancıyla avunan bir hayatın sürdürücüleri miyiz?

Eğer Che Guevara’nın devrimci narasında dendiği gibi, dünyanın bir bucağında ezilenlerin savaş borusu ötüyorsa, dağ tepelerinde gerilla ateşleri bir çoban yıldızı gibi yol gösteriyorsa, hendeklerin arkasında sokak savaşları verilebiliyorsa, ezilenlerin devrimci kurtuluş davası şu ya da bu bayrak altında sürüyorsa, Marksizm adıyla belirlenmiş bir bayrağın ne önemi olduğu söylenebilir.

Elbette eylemin bizatihi kendisidir temel olan, ama mücadelecilerin kendilerini etkili ve kuvvetli birer özne olarak duyması için ve hedefin en iyi şekilde saptanması için, daha iyisini henüz bulamadığımız Marksizm adındaki bir simgenin tayin edici işlevler gördüğünü söyleyebiliriz. Bu konuda, küresel ölçekte Marksizmle karşılaştırılabilecek bir ‘yapı’ ortaya çıkmamıştır.

Marksizm, ezilenleri bir yüzyıl boyunca ve küresel olarak etkileyen tek ideo-politik yapıdır. Dünya toplumlarının bir tarihinde, onlarca ülkenin “egemen ideolojisi” Marksizmdi. Yenik kabul edilen bugün bile, başta Çin, Küba, Vietnam, Laos gibi ülkelerin resmi ideolojisi hâlâ Marksizmdir.

Felsefe disiplininde, Kant’ın “Eleştiri”leri söz konusu edilerek bir aşama varsayılır ve felsefe çalışmaları “Eleştiri”nin sorunsalının neresinde durduğuna göre değerlendirilir. “Eleştiri” öncesinde mi sonrasında mı?

Salt ezilen ve sömürülenlerin düşünceleri değil, “insanlık düşüncesi” denilen nesne de; gelecekteki kaderi ne olursa olsun, Marksizm sorunsalının öncesinde mi sonrasında mı olduğuna göre değerlendirilmek durumundadır. Marksizm bu bakımdan, Sartre’ın dediği gibi, aşılamaz niteliktedir.

 

Marx’a Dönüş Skolastiği

Bugün Marksizm, elbette, bir buçuk yüzyılı aşan ömrüyle değerlendirilecektir. Marksizme dönük Marksist işlem, dar kafalı skolastikler gibi, yapılan her şeyi Marx’ın bir metninin sağlamasına vurmak değildir. Marksizm, Marx’ın yazılarında tam olarak konmuş ve gerisi bu metni uygulamaya kalmış bir yapı değildir. Marx’a dönüş, Marksizmin sonraki varlığını sıfırlamak ya da gözden düşürmek için değil, Marksizmin tarihsel ve teorik sürekliliğini geleceğe taşımak için gerekli olabilir.

Marksizm, 19. yüzyılın ortalarından beri adına gerçekleşen teori ve politikanın tarihsel diyalektiğinin bütünsel edinimidir. Marksizm, tarihi boyunca bir diyalektik sürece tabi olmuştur ve bu bakımdan ele alınmalıdır. Öte yandan, bugün, bizi bu diyalektiğe bağlayacak gerçek bir ağırlık noktası da yoktur. 1920’lerde Leninizm bu işlevi bütün azametiyle yerine getiriyordu.

Marksizm, vazgeçilmez düğümleri olan, bunun yanında yeni düğümlerin atıldığı ve eski birtakım düğümlerin çözüldüğü bir urgan, sürekli açık bir kongre gibidir. Onda değişemeyecek ve değişebilecek olanları ‘gidimli’ bir teorik çalışmayla ayırabilmek gerekir. Marksizm, varlığın maddi niteliğine ilişkin bir ‘felsefi’ anlayış, insan toplumlarının hareketine ilişkin bir ‘bilimsel’ kuruluş ve her toplumsal örnekte ezilenlerin devrimci hareketine bağlı bir ‘politik’ tavırdan/pratikten oluşur. Marksizmin yapısında zaman ve zemine göre değişebilecek olan ile hiçbir şekilde değişemeyecek olanları bu üç bileşenin mahiyeti ve usulünden yola çıkarak belirleyebiliriz.

 

Tarihin Niteliği: Üretken Güçlerin Temelliği

Marksizmin, tarihsel materyalizm de denilen tarih bilimine göre, insan toplumları doğa içindeki varoluşları, varlıklarını sürdürmeleri ve iç ilişkileri bakımından birtakım zorunlu süreçlere bağlıdır. Tarih biliminin bilinen en yoğun ifadesini Marx, 1859 tarihli Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı’ya “Önsöz”de göstermiştir. Buna göre tarih, üretim güçleriyle üretim ilişkilerinin mücadelesinin tarihidir. Sınıflar, devletler, ahlak, hukuk, din ve ideolojiler bu mücadele zemininde ortaya çıkar. Bu öğeler basit ya da karmaşık gölgeler değildir ve kendi gerçek varlıkları vardır; ama ancak kendi varlıklarında bir belirleme dinamiğine sahiptirler ve gerisin geri bir belirleme icra edemezler.

Bu anlamda, Marksizm için tarihin sınıfların mücadelesinden oluştuğu, tarihin motorunun sınıflar mücadelesi olduğu ifadesi ancak insan toplumları varlığının bir ‘katman’ı olan ‘toplumsal düzey’ söz konusu olduğunda geçerlidir. Bütün tarih ve bütün toplumsal varlık bakımından bu önerme ikincil niteliktedir.

Marx, açıkça, sınıfların varlığının üretim sürecinin belli aşamalarına bağlı olarak ortaya çıktığını gösterdi. Belirlenen geriye dönüp kendini belirleyeni belirleyemeyeceğine göre, tarihi sınıf mücadeleleri tarihi olarak anlatmak ancak kısmen geçerlidir. Toplumsal sınıflar, üretim süreci tarafından belirlenir ve deyim yerindeyse daha üstte olan ideolojik süreçte bilinçlendirilir. Toplumsal yapıyı, dayandığı maddi üretim düzlemi, üretim ilişkileri ve sınıflar düzlemi, politik düzlem ve ideolojik düzlem olarak ayrıştırabiliriz. Bu türden ayrıştırmaların pozitivizme veya endüstriyel kapitalizme özgü olduğu yolundaki –güya bütünselci– çökkün post-modernist görüşleri bir yana bırakmak gerekiyor.

Marksizme göre, ‘üretim’ ve geçim zorunluluklarına bağlı olarak insan toplumları ‘sınıflar’a (veya sınıflara indirgenebilecek ya da sınıf kompozisyonları olan başka ayrımlara) bölünmüş, insanların bir kısmının öteki kısmını kontrol etmesi için ‘devletler’i ortaya çıkarmış, bütün bu ilişkileri bilinçlerinde yaşamak (veya yaşamayı reddetmek) ve meşrulaştırmak (veya gayrı meşrulaştırmak) için “bilinçaltı bir süreçle” ‘ideolojiler’i, dinleri ortaya çıkarmıştır. Bu ayrıma göre, Marksizm için, insanın doğayla fiziksel ilişkisi demek olan üretim sürecinin bütün öteki unsurları belirlediği kesindir. Fakat, belirleme ilişkisi her gün yeniden kurulmaz. Belirleme ilişkisi, üretimin süreçsel niteliği gibi, devletin ve öteki üstyapı kurumlarının süreçsel niteliği gibi, dinlerin ve ideolojilerin süreçsel niteliği gibi, geçmişten gelen ve geleceğe yönelen bir yapıdadır.

Maddi üretim sürecinin bütün öteki süreçleri belirlemesi, “Belirleme bugün ve şu an için nerede ve nasıl gerçekleşiyor?” diye sorulacak bir soru değildir. Belirleme ilişkisi, çok katmanlı ve geçişkenli bir tarihsel süreç içinde vardır. Sürecin, belirleme ilişkisini yakalamayı sağlayacak bir kesiti, bir ân’ı yoktur. Süreç, dikey kesitlerde değil, yatay düzeylerde oluşur. Belirleme mekanizması sürecin bir uğrağında başlar, başka bir uğrağında sonlanır; ama bu, hiçbir ân ayrıştırılamaz. Belirleme ilişkisi eşsüremli (senkronize) değil artsüremlidir (diakronize). Dolayısıyla, sürecin içinde felsefi olarak anlaşılmış anlamda (nedeni ve sonucu kendi olan) ya da pratik olarak anlaşılmış anlamda (bataklığa düşenin kendini saçından tutarak kurtarması) bir ‘özne’ yoktur. Sürecin, ‘özne rolü’ verdiği, yoğunlaşmış anlatımı anlamına gelen birtakım unsurlar vardır.

Bu bakımdan tarihte devrimler hiçbir zaman bir özne tarafından yapılmaz; devrimler ‘özne rolü’ne yaptırılır, eşanlamda ‘olur’.

 

Politikanın Niteliği: İdeo-politikanın Öncelliği

Üretim sürecinin belirleme ilişkisinde, bu ilişkinin meşruiyeti kadar gayrı meşruiyeti, kabulü kadar reddi için de bir bilişsel süreç yaşandığı ifade edilmişti. Üretim süreci sırasında, insan toplumlarında sürecin dinamiği bakımından avantajlı ve dezavantajlı kesimler ortaya çıkar. Dezavantajlı kesimleri ezilen veya sömürülenler olarak niteleyebiliriz. Ezilen ve sömürülen kesimler, bu ‘adaletsiz’ ve ‘eşitsiz’ ilişkiye hem maddi hem de ideolojik bakımlardan direnir. Bu kesimlerin fiziksel varlığı kadar, direnişleri ve direniş ideolojileri de üretimin tarihsel süreci bakımından zorunlu bir etki, çıktı ve sonuçtur. Ama tarih boyunca egemen durum, bu direnişi hep bastırmış ve direniş öğeleri –zaman zaman ihmal edilemez yanyollar açsa da- toplumların ancak gözeneklerinde, kovuklarında, kuytularında ya da kıyılarında yaşayabilmiştir.

Bütün bu tarihin temelinde ‘üretimin yetersizliği’ bulunmaktadır. (Üretimin yetersizliği, dünyada üretilen ekmeğin adil paylaşılsa herkese yeteceği ya da kaynaklar bombardıman uçaklarına değil de beslenmeye ayrılsa sorun kalmayacağı gibi ampirik bir mantıkla tartışılamaz.) Üretim yetersiz kaldıkça itiraz zorunlu olarak ortaya çıkacak, devlet gerekecek, mutlak kontrol mümkün olamayacaktır. Egemen güçler, zaten tanımı gereği topluma hakimiyeti güvenceleyemedikleri için devlet vardır. Bu bir anlamda, ‘kıtlık’ durumunun döngüsü veya sonuşmazıdır. Üretimin yetersizliği sürdükçe ezme-ezilme ilişkisi de sürecektir.

Sömürüyü sürdürmek için ezmek gerekir. Yani tarlada ya da fabrikada çalıştırmak –ve artı ürünü başka gaspçılarla paylaşmamak– için polis, asker, cezaevi, hukuk gerekir… Bu durumda, artı ürüne el koyma üretim sürecinin dışında (feodalizm) ya da içinde (kapitalizm) olsun, devlet gerekli oluyor.

Marksizmin tarih bilimi bu zorunlu gerçeği tanır ve saptar. Tarih boyunca ezenlerle ezilenler, sömürenlerle sömürülenler arasında mücadele süregelmektedir. Bu mücadele üretim güçleriyle üretim ilişkileri mücadelesine dayanmaktadır, fakat bu iki mücadele düzleminin örtüşmesi veri değildir. Hatta bu iki mücadele düzleminin kutuplarının çatışık veya çapraşık konumlanmasına da rastlayabiliriz tarihte. Üretim güçlerini ilerletmeye çalışanlar aynı zamanda ezen ve sömürenler olabilir, ve ezilen ve sömürülenlerin mücadelesi üretim güçlerinin serbestçe gelişmesine meydan vermek bir yana onları tahrip edebilir. Bunun birine, üretim güçlerinin geliştirilmesine dönük olanına ‘tarihsel devrim’; ötekine, ezilenlerin kurtuluşunu hedefleyene ‘politik devrim’ diyoruz.

Marksizm, tarihin ana akıntısının üretim süreci bakımından ilerlediğini saptar. Üretim güçlerinin geliştirilmesini mi, ezilenlerin kurtuluşunu mu öne almak gerektiği temel bir ayrım halkasıdır. Bu, Marksizmdeki ilk büyük ayrışmayı veya çatallanmayı ifade eder. Kurucuları Marx-Engels’ten başlayarak Marksizmde bu yönde bir sorun olduğu gerçektir. Mesele, Marksizmin devrimci tarihinde çözülmüştür. Marksizm elbette politik anlamda devrimciliği öngörmektedir ve devrimci kanalı izlemesi ‘doğa’sına uygun olandır.

Marksizm politik olarak, üretim güçlerini geliştirecek olan ezen ve sömüreni destekleyemez. Marksizmin politik mücadelesi, ezilenlerin kurtuluş mücadelesini üretim güçlerinin geliştirilmesiyle örtüştürmeyi amaçlar. Ezilenin politik kurtuluşu olmadan sömürülenin ekonomik kurtuluşu olamaz. Ezilen ve sömürülen aynı varlık olsa bile…

Bu bakımdan Marksizme göre tarih, ezenlerle ezilenlerin politik iktidar mücadelesidir. Ya da daha sadık bir ifadeyle, Marksizm, politik bakımdan tarihi sadece politik tarih olarak görür ve içinde bulunduğu ân’da da ezilenlerin politikasını güder. O, ezilenlerin ezme-ezilme ilişkileri içindeki konumlarının iyileştirilmesiyle, iktidar mücadelesine bağlanmadıkça veya bağlanması beklenmedikçe ilgilenmez.

Eğer tarihi de teorisine dahil edilirse, Marksizmin politik tarihinin bu teoriyi vazettiği açıktır.

 

İşçi Sınıfı Skolastiği

Marksizm, –kalemini bilmek gerekmeyen– şu cümlede dile getirilen midir?

“2016 Türkiye’sinde acil gereksinim toplumsal muhalefetin işçi sınıfının merkezinde durduğu bir hiyerarşi içinde yapılandırılmasıdır. İşçi sınıfı hareketi, bir kez ayağa kalktığında, hele örgütlü olarak ayağa kalktığında başat özelliği muhalefette kalamamaktır. İşçi sınıfı kapitalizmi aşmak zorundadır.”

Evet; Marksistlerin herhalde büyük çoğunluğu bu sözlere itiraz etmez. Ama bu sözlerde dile gelen, ne teorik olarak, ne de “2016 Türkiyesi gerçeğinde” politik olarak Marksisttir. Bu, Marksizm değil, Marksizm-sanılandır, sözde-Marksizmdir.

Marksizmin bütün tarihi onun işçi sınıfıyla özden bir ilişkisinin olmadığının kanıtı olarak anlaşılabilir. Ama buna rağmen, Marksistlerin bizzat kendileri içinde olmak üzere, Marksizmin işçi sınıfıyla özden bağı her aşamada tazelenerek gündeme getirilir.

Marksizm işçi sınıfının ideolojisi değildir ve bu gerçeği Marksizm, geçen yüzyılda Rusya’da kazandığı mücadele sürecinde göstermiştir. Ama tarihin ironisi midir bilinmez, muzaffer Marksist Bolşeviklerin bile buna inanması çok zor oldu ve inandıklarını gördüğümüz anda, tekrar ‘işçi sınıfçılığa’ döndüler. Marksizmin tarihini bir devrimci diyalektik olarak ele alırsak, her devrimci momentin kendini, tarihe, işçi sınıfıyla Marksizmi özdeşleştiren yaklaşımlara karşı bir zaferle kaydettiğini görürüz.

Her ideolojinin açık bir toplumsal / sınıfsal karşılığı olduğu şeklindeki görüş, ezilen kesimlerin ve sınıfların ortak mücadelesinin ancak her kesimin kendi partisiyle katıldığı bir ittifak olarak anlaşılmasına yol açar. Marksizmi işçi sınıfının ideolojisi olarak görenler kendilerini gönüllü olarak bu kısmi alana yerleştirdiklerinin farkında bile değil.

Marksizm, ezilen sınıf ve toplulukların verili varlığını, kendiliğinden halini önemsemez. O, dikkatini, bu kesimlerin kendilerini politik düzeyde gerçekleştirmesine yoğunlaştırır. Politik düzeye geçmeyen, yükselmeyen, atlamayan ‘toplumsal’lıkların Marksizm için politik bir önemi yoktur. Politikleşmeyen bir nesne, ‘tarih’e de geçmeyecektir. Bu anlamda, işçilerin geniş ama durgun topluluğunun, ezilen bir halkın geniş ama durgun topluluğunun Marksizm için özel bir önemi yoktur. Marksizm bu anlamda, ne işçici, ne de ezilencidir. Marksizm, politik önemi, hareket halindeki ya da hareket için kaynayan ezilenlere verir. Bu anlamda, Marksizme göre tarih, politik öznelerin mücadelesinin tarihidir.

 

Orak-çekiç’teki Orağın Simgelediği

Marksizmin işçi sınıfıyla özden bağı hep ileri sürülür ama geçen yüzyıl boyu Marksistlerin başlıca simgesinin orak-çekiç olduğu gözden kaçar. Anlaşılacağı üzere, çekiç işçileri veya işçi sınıfını, orak köylülüğü veya köylüleri simgelemektedir. Bu simge, özel olarak bir cephenin, bir ülkenin değil, komünist partilerin simgesidir.

Orağın köylüleri simgelemesi bir tarihin ve yerin ürünüdür. Ve dolayısıyla bu değişebilir. Fakat bu tarihsel işlem, Marksizmin tarihsel dönemler ötesi politik niteliğine kategorik bir katkının tescili, teorik ifadeye kavuşturulmasıdır. Marksizm, kendini böylece, işçiler dışındaki bütün ezilen hareketlerine açmıştır.

Yani, Komünist Partisi Manifestosu’nun son sözü olan “Bütün ülkelerin işçileri, birleşin!” şiarı; Leninizmle, önce “Bütün ülkelerin işçi ve köylüleri; birleşin”e ve giderek “Bütün ülkelerin işçileri, köylüleri ve ezilen ulusları; birleşin”e dönüşmüştür. Bu, Marksizmin aslında Marx-Engels’in ilk yazılarından itibaren girdiği bir politik diyalektiği göstermektedir. Marx-Engels’in, işçilere dayanan hareketlerin yenilgi nedenleri üzerindeki bütün yazılarında vazgeçilmez tema, köylülükle (öteki devrimci dinamiklerle) bağlaşıklığın gerçekleştirilememesi üzerinedir.

İşçilerin ayrıcalığı kurucu Marksistler dahil vurgulanmış olsa da, kritik uğraklarda ve bizim öne çıkarma ve giderek kategorilendirme hakkı bulduğumuz şekilde, Marksizmde politik mücadeleyi, mücadele eden veya etmeye hazır ezilenlerin tümünün birliği teması yönlendirmektedir. Marx-Engels ile zamanın sosyalist partilerinin belli başlı ayrım noktalarından birini, işçi sınıfına yüklenen kutsallık veya ontolojik ya da epistemolojik ayrıcalıkla mücadele oluşturur. Marx, emeğin kutsal bir değer olduğunu savunan izleyicilerine karşı çıkmıştır.

Marksizm içinde bugüne kadar süren bir mücadeleyi, dikkatini işçiler dışındaki ezilenlere de yönelten ‘devrimciler’ ile işçi sınıfından ayrılmamayı, bu sınıfa kilitlenmeyi Marksizmin vazgeçilmez belirteci sayan ‘reformistler’ arasındaki mücadele olarak sadeleştirebiliriz. Marksizm, her kritik dönemeçte bu sorunla karşılaşmış ve ancak işçiciliği aşarak kendini yeniden-üretebilmiştir. Başarılı devrimlerin ya da başarılı olamasa da anlamlı bir etkililiğe ulaşmış mücadelelerin tümünde bunu görebiliriz. Ekim Devrimi, Çin Devrimi, Küba Devrimi, Vietnam Devrimi… Türkiye’de ‘71 devrimciliği’ diye andığımız başlatıcı moment de aynı dinamiğin eseridir.

Marksizm, kritik dönüm noktalarında bu ayrışmayı yaşamamışsa, kriz içindedir. Ama bundan da önce, Marksizm, gerçek ilişki ve çelişkilerin bu türden kritik dönüm noktalarıyla karşılaşmayacak kadar dışında kalmışsa, kriz aşamasına bile ulaşamamış demektir.

 

Sosyalizm Deneyimleri ve Kudretin Diyalektiği

Bugün –çok içeride yürütülen bir tartışma değilse– Marksizm üzerine görüş, Marksizmin geçen yüzyıldaki tarihini ele almadan mümkün görünmüyor. Bu yüzyıldaki deneyim; zaferi, hakimiyeti ve yenilgisi bakımından ezilenlerin binlerce yıllık tarihi içinde eşsizdir.

Sosyalizm deneyimlerinin çöküşünden sonra Marksizme kalan asıl yük, iktidar olma ve iktidarda kalma hedefinin neresinde olmak gerektiğine ilişkindir. İktidarın ele geçirilmesi, daha doğrusu, ezenlerin inşa ettiği devlet aygıtının parçalanması ve yeni bir aygıtın kurulması anlayışı bugün ezilenlerin devrimci kurtuluş mücadelesinin neresindedir?

19. Yüzyılın ikinci yarısında Marksizmin ortaya çıktığı süreçte ezilenlerin öteki ideolojik ve politik akımlarıyla başlıca tartışma ve ayrım noktalarından birini bu sorun oluşturuyordu. Marksizm, bir anlamda, iktidarın ezilenler tarafından ele geçirilmesinin ideo-politikası olarak doğmuştur. Aslında politik meselenin düğümünün iktidarın fethedilmesinde anlaşılması, toplumsal yapıda ezen-ezilen veya sömüren-sömürülen kesimler arasındaki ilişkilerin nasıl ele alındığının da göstergesidir.

Marksizm, ezenlerle ezilenler arasındaki ilişkinin çözümünü uzlaşmada değil, çatışmada bulmuştur. Yıkıcı ve devrimci bir kesinti olmak zorundadır. Aralarındaki ilişki uzlaştırılamaz niteliktedir, bu yüzden bu kesimler birbiri üzerinde hakimiyet kurmak zorundadır.

Ezilenlerin başka bazı akımları Marksizmin hakimiyet anlayışını reddetti. Onlara göre, hakimiyet, halihazırdaki eşitsizlik ilişkilerini yeniden yaratmaya mahkumdur. Ezilenler iktidarı fethederek ezenlere benzeyecektir. Örgütlenecekler, ama örgütleri hâlihazırdaki örgütler gibi olacaktır. Kuracakları devlet hâlihazırdaki devletler gibi olacaktır. Yani eşitsizlikten yakınanlar, eşitsizlik ilişkilerini bu kez kendi elleriyle yeniden üretecektir. Bunun daha tehlikeli olduğu açık değil midir? Ezilenler böyle yapacağına sürekli olarak aşağıdan mücadeleyi tercih etmelidir.

Oysa, Marksizme göre, mücadele, geliştikçe kendiliğinden bir kudret alanı yaratır. Devlet denilen de bundan çok farklı bir varlık değildir. Gerisi, “eşyanın tabiatı gereği” gelecektir. Mücadelenin başarısı, kendi kaderine ve elbette düşmanının iradesine hükmetmeye bağlıdır. Şu dünyada düşmansız olabileceğimiz bir kovuk bulamayız. Biz düşmandan kaçsak düşman bizi bulur. Sorun devletin ölçeği ve türüyse, bunu da başarının ve kudretin sürebileceği jeo-politika belirleyecektir. Hangi ölçek başarıyı güvencelemeye yetecektir? Hangi ölçekte gücümüzü pekiştirebileceğiz? İktidarın fethi ilkesel zorunluluktur, iktidarın tarzı ve formu tarihsel koşullara bağlıdır.

İktidarın fethi, mutlu son anlamına gelmiyor elbette. Sosyalizm deneyimlerinin akıbeti bunun kara tablosudur. Ama mücadele bu yola girmek zorundadır.

Marksizmin bu bakımdan karşılaştırılabileceği bir ezilen ideolojisi bulunmuyor. Marksizm kendini eleştirecek, kendini yenileyecek ve kendi yolunda yürüyecektir.

 

Dar-Marksizmin Gömülmemiş Ölüsü

Marksizm salt Marksist olmayanlar tarafından mahkum edilmiyor; Marksizmin tarihini bir anomali, Marx’ı steril bir teorisyen kabul etmeye can atan Marksistler de var. İdeal teorinin ideal kapitalist toplumlarda yaşama geçmesi konusunda iyimserliklerini inatla koruyorlar. Onlara göre yenilen Marksizm değildir ve Marksizmi, geri toplumlardaki işçilerin, köylülerin, küçük-burjuvaların, ezilen ulusların öncülerinin yetersiz kafaları ve hoyrat ellerinden kurtarmak bugünden yarına temel yükümlülüktür. Bunlar Marksizmi, ta başındaki ayrışma konusuna götürmek, en ileri ülkelerin en ileri sınıfının ideolojisi tahtına tekrar oturtmak istiyor.

Marksistlerin olduğu gibi, çeşitli ideolojilerin ve dinlerin inananlarının ağırlıklı eğilimi, onları bir dönemdeki haliyle dondurmadır. Bugün Marksistlerin çoğunun kapitalizmin geride kalmış bir döneminin Marksistleri olduğunu söyleyebiliriz. Bunlara ‘dar-Marksist’ diyoruz.

Dar-Marksistler, Marksizmi bir tarihe ve bir yere sabitliyor. Marksizmi bu şekilde anlayanlar için Marksist olsun olmasın, Marksizmin geride kaldığını söylemenin hiçbir sakıncası olamaz.

Öte yandan, dünyanın önemli birtakım Marksistlerinin artık bu iddiadan vazgeçtiğini, Marksizmde ısrar etmenin anlamsız bir ahde vefadan başka bir şey olmadığını söyleyen otoritelerin varlığını da biliyoruz. Bunların, gözden kaçırılamaz gerçekleri gözümüze sokup, yüksek otoritelerini bu kez, “dünyanın değiştirilmesi” ilkesinin iptal edilmesi gerektiği üzerine değerlendirdiğini izliyoruz. Onlara göre, işçi hareketi ve sol çarpıcı şekilde gerilemiştir. Marksizm bu gerileme içinde bile egemen akım olmaktan uzaktır. Gerçeklerle yüzleşmek gerekmektedir. Bunlar için Marksizm, çoktan, önemsenmesi gereken yöntemlerden biri derekesindedir ve vazgeçilmez bir mirastır; o kadar. Marksizm kapitalizmin bir döneminin teorisi ve politikasıydı, ve artık kapitalist toplumların evrimiyle eskimiştir. Bunlar, kapitalizmin artık devrimlerle reddedilme döneminin geride kaldığını, kapitalist uygarlıkla evrimsel tarzda uğraşmanın ve onu bu şekilde dönüştürmenin geçerli olduğunu ileri sürmektedir. Fakat yeni teorilerinin ilan edilirken eskidiğini söylemek mümkün; kapitalist uygarlık umduklarından savaşçı çıktı!

Buna karşılık dar-Marksistler, gerçeklerle karşılaşmaktan kaçınıyor ve avunuyor. İşçi sınıfının mücadelesinin ne durumda olduğunu anlatmak için işten kaytarma istatistiklerine başvurmak ve avunmak; işsizlik istatistiklerine başvurmak ve avunmak; kapitalizmin kriz içinde olduğuna inandıracak istatistiklere başvurmak ve avunmak; anketlere göre işçilerin durumlarından ne kadar memnuniyetsiz olduğunu görmek ve avunmak, mümkündür.

Dar-Marksistler, kapitalizmin ekonomik krizi için kanıtlar aramaktadır. Oysa bu kriz ve önceki çok sayıda kriz işçi sınıfının katlanmasıyla, hareketini daha da geri çekmesiyle atlatılmıştır. Ya da şu kriz, salt ekonomistlerin farkında olduğu bir kriz olarak yaşanmış ve bitmiştir.

İşsizliğin oranının Marksizmin politik anlaşılması bakımından hiçbir önemi yoktur. İşsizler ayaklanmıyor, ayaklanmaya hazırlanmıyorsa…

Yoksullar malları gaspetmeye başlamadıysa gelir dağılımının ne kadar adaletsizleştiğini anlatmanın hiçbir politik anlamı yoktur.

Geride kalanlar tepkilerini eylemli olarak göstermiyorsa, iş kazalarında ne kadar işçinin öldüğünün hiçbir önemi yoktur.

İşçiler örgütlenmiyor, eylem yapmıyor, kapitalist iktidara karşı aktif mücadele yürütmüyorsa, nüfusun ne kadar büyük bir oranının işçileştiğinin hiçbir önemi yoktur Marksizmin politik anlaşılması bakımından…

Dar-Marksistler bu günlük gerçekleri biteviye anlatmayı, tarihin, düğümlerinin çözümünde Marksizme ne kadar muhtaç olduğunun kanıtı sanıyorlar.

 

Marksizmden Sonra Marksizmin Kaderi

Marksizm, geçen yüzyılda, devrimci dinamik içindeki bütün ezilenlerin evrensel ideolojisi olmayı başarmıştı. Bugün ezilenler de Marksizm de bundan yoksun. Ezilenleri sarıp sarmalayan, dünyanın dört bir bucağındaki ezilenleri birbiriyle kardeşleştiren bir ideolojik bulut yok.

Yakın gelecek, pratik birtakım başarıların izlenmesiyle, onyıllardır Marksist olduğunu ilan etmekte olan çok sayıda akımın bu ideo-politik yapıyı terk etmesine neden olabilecek gelişmelere gebe.

Marksizmin kaderi yeryüzünün devrim çemberlerine bağlanmaktan geçiyor. Fakat Marksistlerin zorlu devrim çemberlerinde yaşama özelliği gün geçtikçe eriyor. Öte yandan, devrimci dinamiklerin görülmediği uzun yıllar olabilir ve Marksistlerin veya ezilenlerin devrimci davasını izleyenlerin bu yıpratıcı durgun yıllara dayanabilecek hareket tarzlarını bulması gerekir.

Kendini bir tarihsel dönemin Marksizmine kilitlemişlerin Marksizmi ve Marksizmin bu yönünün tıkanması bir avuntu konusu olamaz. Marksizm, nasıl dünün ruhuna devrimci tarzda uygun davranmayı bildiyse, bugün de zamanın ruhuna uygun davranmayı bilmelidir.

Bugün, bölgemizde zamana esneklikle uymaya gayret eden bir devrimci dinamik var, ama zamana devrimci tarzda uygun bir Marksizm yok.

 

 

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.