Düşünce ve Kuram Dergisi

Modern Siyaset Felsefesinin Bunalımı

Leyla Atabay

Toplum, devlet, düzen, hak, özgürlük vb. gibi bir takım toplumsal kavramları açıklamak siyaset felsefesinin işlevleri arasında olsa da onun asıl önemli işlevi, “Daha iyi bir toplum nasıl olur?” sorusuna sunduğu normlarda bulunmaktadır. Normatif özelliği, siyaset felsefesini ahlak ve adalet yönelimli kılar ve “Nasıl bir toplum?” sorusuna da ideolojiler ve paradigmalarla yanıtlar sunar. Monarşizm, cumhuriyetçilik, sosyalizm, liberalizm, faşizm gibi çeşitli ideolojiler bu soruya farklı yanıtlar verir. “Nasıl bir toplum?” sorusu, tarihte, “Nasıl bir devlet veya düzen?” sorusuyla koşutluk içinde ele alındığından siyaset felsefesinin Batı kökeni Platon’a kadar dayandırılır ve “devlet” ütopyası da bu soruya verilen ilk kapsamlı cevap olarak sunulur. Öncesinin, yani Doğu toplumlarının Platon’dan binlerce yıl öncesine varan toplumsal örgütlenme biçimlerinin sunduğu yanıtlar ise önemsizleştirilir. Örneğin Neolitik’te nasıl bir toplum gerçeği veya düzeni olduğu önemsenmez. Zira logos öncesi her şey hükümsüzdür. Böylece Platon-Aristo paradigması sayesinde “devlet” kavramı, siyaset felsefesinin en temel kavramı olarak karşımıza çıkar. Elbet de siyaset devletten önce de onun dışında vardır; fakat uygarlığın ana referansı Antik Yunan varsayıldığından siyaset felsefesinin ‘ilk peygamberi’ olan Platon ve ardıllarının buyrukları esas alınmaktadır. Kısacası düşünsel vektör “devlet”e yöneltilmiştir.

M.Ö. 300’lü yıllarda Platon-Aristo paradigması, düşünceyi insan aklında mutlak kalıplara dönüştürerek, özgürlük potansiyelini içeren kaotik dünyayı zapturapt altına almaya çalışıp “devlet” kavramını en yüce idealardan biri olarak ilan etmiştir. Biz ise yüzümüzü aynı yüzyılın Doğu Asya’sına çevirelim.

Platon’dan yüzyıl öncesine kadar yaşamış olan Konfüçyüs’ün -ölmüşse de onun fikirleri Çin’i etkisi altına almaya hala devam etmektedir- fikirlerine bakalım. Devletlerin kargaşa dönemi, bitmek bilmeyen savaşlar düşünsel bakımdan çözüm arayışlarını derinleştirirken, siyaset felsefesinin en zengin varyasyonları bu dönemde açığa çıkmıştır. “Modern” olarak yaftalanıp, salt son birkaç yüzyıla aitmiş gibi sunulan birçok siyasi düşünce bu dönemde dillendirilmiştir. Taoizm, kötülüklerin ana kaynağı olduğu gerekçesiyle bilgi ve uygarlıktan elini eteğini çekmeyi öğütlerken; Konfüçyüs ise Çin’i birleştirecek hiyerarşik devlet felsefesini adeta bir din olarak ileri sürmüş, eğitim ve öğretimin önemini vurgulamış, siyaset felsefesinin temel direği olarak “erdem”i işaret etmiş ve onun insan ve toplum yaşamının tek amacı olduğunu söylemiştir.

Konfüçyüs’ün düşüncelerini yeniden düzenleyerek yayan Mençus; cinsel serbestlikten ve ortak mülkiyetten yana olan komünist düşünür Min-Teih; sınıfsal farklara karşı çıkarak tüm insanların eşit olduğuna inanan Men-Çu; anarşist Lao Tse; ve sınıfsal cinsel ayrımı yerinde bularak mutlak hiyerarşiyi savunan Hsun-Çu gibi düşünürler, “Nasıl bir toplum?” sorusuna cevap bulmaya çalışan ve Antik Yunan’dan daha zengin bir siyaset felsefesi yelpazesi sunan dönem düşünürleri olarak karşımıza çıkmaktadırlar.

 

Siyaset Felsefesinin Dışladığı “Ahlak”

Doğu’nun ve Asya geleneğinin en önemli inançsal kodlarını oluşturan Zerdüşti, Ezdani, Brahmi öğeler, siyaset felsefesini önemli oranda etkilemiş ve tüm çözüm önermelerinin, fikirlerin, ileri sürülen sistemlerin olmazsa olmaz koşulu olarak “ahlak”ı vaaz etmiştir. Bireyin, toplumun, devletin, egemenlerin erdemli olmasının önerildiği sistemlerde -ister eşitlikçi olsun, ister hiyerarşik-, ahlak, en başat koşul olarak öne sürülmüştür. Bu yönüyle Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın, “Toplum için en iyi işleri bulmak politikadır. Bunu en iyi şekilde yapmak ahlaktır,” analizi, toplumsal bağlamda yönetsel çerçevenin ve felsefi ideallerin ahlaki yönüyle tamamlandığı gerçeğine işaret etmektedir. O halde modern siyaset felsefesinin yaşadığı bunalımın en temel sebebi olarak “ahlak yoksunluğu” analizinden başlamak gerekir. Maddi kültür ve manevi kültür (ve içerdiği ahlak) dengesi, birkaç yüzyıl öncesine kadar ağır aksak da olsa korunabilmişse de, bilimcilik, maddi ilerlemenin maneviyatla mesafesini epey açacak bir hızla ondan uzaklaşılmasına neden olmuştur. Siyaset felsefesinden pozitivizmin ebeliğiyle doğurtulan “siyaset bilimi”, maddi yönelimlilik hedefiyle “olması gerekeni” değil “olanı” inceleyen pozitif bir bilim olarak felsefenin üzerine ölü toprağı atıp sahneye çıkmıştır. Bu nedenle de “Nasıl yaşamalı?” sorusuna, felsefi ve normatiflikten arınmış bir siyaset biliminin vereceği yanıt, olgusal ve kaçınılmaz olarak “ekonomizmcilik” olmaktadır. Modern siyaset bilimi felsefeden arındırılarak “olan” ile “olması gerekeni” birleştirme dürtüsünü bir yana bırakmıştır. Bu bağlamıyla da ahlak, “olması gerekenin” kapsamında olduğu için sadece ihtiyaç duyulduğunda öne sürülen bir motivasyon aracının dışında bir anlam ifade etmemektedir.

 

Sorunlu “İnsan Doğası” Tanımları

Modernizm, yeni bir siyaset arayışı adı altında her şeyden önce “insan doğası”na ilişkin imgeyi değiştirmekle işe koyulmuştur. Kuşkusuz her siyasi düşünce felsefik anlamda ilk iş olarak bir “insan doğası” tanımı yapmak zorundadır. Reçeteyi yazmak için önce hastalığın analizi ve tanımı yapılmalıdır.  Reçete yazıldıktan sonra hastalık bulma ve icat etme yöntemi ise modernist bir yaklaşımdır. Zira pozitivizm, önce ilacı sonra ona göre bir hastalığı üretme kapasitesine sahip bir yöntemdir. Mitos çağına kadar geriye gidersek, insan doğasının tabiatla ve kozmosla bağı öyle iç içedir ki, bu özdeşlik sosyal bütünlüğe, bireyle toplum ve insanla doğa bağına olduğu gibi yansır. Bir sonraki tarihi aşamada Marduk’un, Enki’nin, Zeus’un yükselişiyle insan doğasının tanımı değişir ve derin bir bölünme yaşanır. Krallar, firavunlar, hükümdarlar tanrısal doğayı içeren kutsal varlıklar iken geriye kalan sıradan çoğunluk ise doğası gübreden, çamurdan ibaret köleler, kullar, aşağı statüdeki yaratıklardır. Modern çağın başlangıcına kadar da egemenin kutsaliyeti biçimindeki inanç, temelini bu zihinsel çarpıtmadan alır. Aristo, “insanın doğası gereği sosyal bir varlık olduğunu ve doğası gereği devlet halinde daha doğrusu devlete tabi olarak yaşaması gerektiğini” söyler. “İnsan doğası rekabetçi, canavarcadır,” diyen Hobbes, Leviathan’ı mecburi bir sevgiyle kucaklamamızı ister. Descartes, insan doğasını ikiye bölerken; Hegel, ilerlemeciliğin zorakiliğiyle devleti objektif bir ahlak idesinin fiil halindeki realitesi olarak ifade eder ve insan doğasına ilişkin bir tanım yapmayı gereksiz görür.

Kaynağını Bacon’ın ardı sıra Descartes’tan alan ve modern dünyaya içkin bir özellik olan insan doğasını, dünyayı, evreni matematikleştirme hedefi, modern siyaset felsefesinden öncele ahlakın sürgün edilmesini öngörmüştür. İnsan doğası, bir makine olarak tasarlanmıştır. Bir makine, iyi ve kötüyü birbirinden ayıramaz. Programladığı hedef neyse ona göre hareket eder ve bu süreç içersinde eylemin niteliğinin iyilik mi yoksa kötülük mü getirdiğini sorgulamaz. Pragmatiktir, pratiktir ve zamanla yarışır; hedefi olan maddi kazanca öyle kitlenmiştir ki, her türlü ahlaki sorgulama, vakit ve performans kaybı ile eş değer görülür. Kartezyen yöntemin ürünü olan özne, soyutlaştırılmış, evrenselleştirilmiş ve bu şekilde kültürel, toplumsal, tarihi kökenlerinden koparılarak içi boşaltılmış bir varlıktır. “Autchwitz kampları rasyoneldi ama makul değildi,” diyen Friedman’ın işaret ettiği üzere, akıl deneyimi en vahşiyane katliamları bile rasyonel olması ölçütü üzerinden tanımlayabilmektir. Yahudi Soykırımı gibi birçok modern katliam, rasyonel aklın (bilen öznenin) ürünüdür. Bu sürecin tümü matematiksel, kimyasal, fiziksel bilim yasaları (kaç trenin kaç Yahudi’yi taşıyabileceği, kaç Yahudi’ye kaç litre kimyasal düştüğü vb.) çerçevesinde yürütülmüştür. Eril aklın modernist paradigmada Descartes tarafından “bilimsel” temelde yeniden konumlandırılması, erkek egemen toplumun standartlarının “yeni dünya”da da olduğu gibi yansıtılması manasını taşır.

 

Modern Bir Kurgu Olarak Ulus-Devlet

Modern çağda bilim, tarihte daha önce görülmemiş bir güce ve misyona sahiptir. Hakikatin arayışını değil hakikatler yaratma işlevini de üstlenen bilim, modern dünyanın tüm örgütlenme biçimlerinde ve ekonomi, ticaret, eğitim ve siyaset alanlarında belirleyici rol oynar. Zira salt reel olanı tanımlama ve ölçme değil, aynı zamanda yeni reelleri yaratma ve bunlar üzerinden insan, toplum ve doğayı hükmü altına alma gücüne de sahiptir. Kendi ölçülerine uygun olanı rafine eder, tanır, tanımlar, takip eder denetler. Ölçülebilirlik, hesaplanma, reel olarak tanımlanma her şeyin nesneye indirgenebilmesi olanağını sağlar ve bu yolla insan doğasına bilim aracılığıyla müdahaleyi, kesip biçmeyi, kendi hesaplarına uygun biçimde şekillendirmeyi mümkün kılar. Toplumun matematizasyonunu amaçlayan teknolojik mantık, Foucault’nun kapitalist modernitenin ön koşulu saydığı “bedeni disiplin altına alma” süreciyle ivme kazanır. Kartezyen yöntemin bedeni ötekileştirmesi ve bunu toplumsal yapının (bedenin) denetim altına alınmasıyla tüm doğa -insan bedeni de dahil- işleyen bir makineye indirger. Pozivitizmin doğa yasalarının yardımıyla insan ve toplumu şekillendirmesi, Batı’nın sömürge politikalarının “nesneleştirilmesi” bir toplumun gerçekliği üzerinde, çıkarları çerçevesinde istediği istismar olanağını sağlar ve bunun gerçekleştirilmesi için üretmesi gereken kurgular için zemin oluşturur.

Siyaset felsefesinin bu modern kurgularından biri ulus-devlettir. Durkheim, toplumu inorganik bütünün homojen bir yapısı olarak tanımlar -ki bu homojen toplum ulusa denk gelir. İçinde farklılıklara yer vermeyen organik bir bütünlük olarak kurgulanan toplum denilen yapı, tüm heterojen özelliklerinden arındırılır ve amaçlanan kurguya uygun olarak biçimlendirilir. Durkheim, Rousseau’nun tersine, dinsel ilişkileri politik ilişkilerden ayıramaz, iki gruplaşma biçimini iç içe değerlendirir. Yani üyelik ölçütü olarak kan bağını kutsal sayan ve kapsama alanını bununla sınırlayan politik toplum ile dini aynı şey olarak görür. Dinin bu şekilde politik alanla “kutsal” ölçütü üzerinden özdeşleştirilmesi politik toplum yapısına ilişkin değişim projelerinin yeni kutsallar üreterek toplumun dokusunu değiştirmesini olanaklı kılan bir anlayış oluşturur. Modern dünyanın politik toplumları, kutsallarını “vatan”, “bayrak”, “ulus” gibi terimlerle tanımlayabildikleri gibi, salt dünyevi olan ulus diline de olanak sunar. Totemik toplumlar kendi kutsallarını kan bağı ilişkisi çerçevesinde belirleyip, kendi topluluklarını simgeleyen totemlerine tapınarak politik toplum zeminini temellendirmişlerdir. Kabilesinin putu için ölümü göze alan bir kabile üyesinin tavrı, politik-dini bir tavırdır ve modern çağda bayrağı uğruna ölen ulus-devlet askeriyle aynı kutsi motivasyona sahiptir, Schmitt’in modern devlet karakterini deşifre eder. Spinoza’nın “Her peygamber kendi halkını yaratır,” sözü, modern anlamını ulus-devlette bulur. Önce ulus kurgulanır, sonra bu yapay kimliğe uygun olarak toplum eğitim yoluyla yaratılır.

Eğitim sistemi, fabrikasyon mantığıyla ulus-devlete uygun vatandaş tipini üretir. Rousseaucu ve Lockeçu mantıkla, doğuştan saf bir hamur olan insanın eğitimle yoğurularak yeni bir insan tipi oluşturulması modern bir siyasal hedefti. Burjuvazinin yönlendirilmesiyle devlet baştan itibaren okullarda üretilen doktrinleri bire bir etkileşmiş ve bilimciliği bir tür rasyonel idealizm üstünden tanımlayarak tüm eğitim sistemini bu yörüngeye oturtmuştur. Ulus-devletin ideolojik ve politik yöneliminde güdücü bir rol üstlenen burjuvazi, siyaset felsefesini halkı aydınlatmak amacıyla değil, tersine halkı bilgisizlik karanlığı içinde tutarak salt kendi çıkarlarına uygun nesiller yetiştirmek maksadıyla manipüle eder. Bir doktrinin değeri felsefik, ahlaki, politik muhakemesine göre değil ulus-devletin çıkarına göre belirlenir ve benimsetilir. Sosyalizm gibi diyalektik materyalizmin ürünü olan bir siyaset felsefesi bile ulus-devlet doktrinin etkisine kapılmaktan kurtulamamıştır. I. Dünya Savaşı arifesinde körüklenen vatanseverlik coşkusu, temelde ırkçılığı içerimlerken, enternasyonal işçi hareketini sarsan bir dalga oluverir. Rosa Lüksemburg’un tüm çabalarına rağmen ulusçuluk hastalığı sosyalizme de bulaşır.

Modernite, ataerkilliği bilimsel ölçülere kavuşturup, kadının geleneksel statüsünü “eşitlik ve özgürlük” sorusuna eklemleyerek, onu yeni paradigmaya taşır. Burada kadına verilen siyasal bir rol varsa eğer o da kültür taşıyıcılığıdır. Aydınlanma paradigması, ilerleyen, fethedici, dinamik, eril aklı merkezine aldığı için, kadına entelektüel ve siyasal bir öncü rol verilmesine imkan yoktur. Fakat ulus-devlet projeleri söz konusu olduğunda, milliyetçi amaçlara hizmet etme ve yeni nesli doğurma (daha çok asker, daha çok işçi) ve yine onları eğitmede üstleneceği dil ve kültür taşıyıcılığı bağlamında kadının uluslaşma sürecine dahil olmasına izin verilir. Bu lütuf karşısında kadın, milliyetçi devlet projelerine canla başla sarılarak, modern dünyanın bir öznesi haline geldiği yanılgısına kapılır. Hem kapitalizm hem reel sosyalizm deneyimlerinde kadına biçilen rol, Akıl’ın seferberliğiyle makineleşen dünyanın ilerlemesine emeği ve doğurganlığıyla katkı sunmaktır.

 

Homo Economicus ya da “Para, Para, Para!”

Modern siyaset felsefesi yeni bir idealizm versiyonuyla aşkın devleti tanrı, resmi ideolojiyi yeni din, devlete itaati tanrıya itaat olarak dikte ederken; burjuvazinin sermaye biriktirme ve kâr hırsı ise maddiyatçılığın en sınırsız vahşeti olan tüketim çılgınlığını bilimcilik adı altında geliştirir. Bu aşkınsallık doktriniyle siyasetteki formasyon, bilimin salt kâr için araçsallaştırılması ve bunun tüm toplumu araçsallaştırmaya kadar vardırılmasıdır. İhtiyacın yerine sınırsız arzu ikame edildiğinden ve insanın manevi dünyası yıkılarak insan tümden maddi yönelimli kılındığından tüm umutlar paraya bağlanmaktadır. Para, organik cansız bir maddedir ve insanlar ona değer biçme anlamında anlaşma yapmış olmasalardı hiçbir anlam ifade etmeyecekti. Bu profesyonel evrensel mübadele aracıyla öyle bir özdeşlik kurulur ki, bir ulus-devletin büyüklüğü sahip olduğu para miktarıyla ölçüldüğünden nihai hedef, bedeli ne olursa olsun “para, para ve para!”dır. Hem zaten Napolyon, “Para, para, para!” diyerek yeni dünya siyasetinin amacını ilan etmemiş miydi?

Rasyonel düşünce parayla adeta eştir. Analitik zeka, hesaplama, toplama, çıkarma yani ekonomizme etme özelliğiyle “homo economicus”un temel işlevine denk gelen zeka türüdür. “Aklını kullan” sözü, mutlaka parasal bir hedefe yöneliktir. Paranın olmadığı, amaçlanmadığı hiçbir sistem ön görülmez. Batı rasyonalizminin nesne (doğa, insan, toplum, kadın, öteki) üzerinde hakimiyet kurma takıntısı, parayı tartışılmaz olarak tanrı yapar. Öcalan, “Ekonomizm sapması (Marks, Engels), yüz elli yıllık sosyalizm yani eşitlik ve özgürlük mücadelesinin başarısızlığının sebebidir,” analiziyle sosyalizmin bile ekonomizmin tuzağından kaçamadığını belirtir. Modern siyaset para odaklı olduğundan sömürgeciliğin meşru kılınması için manevi bir ülkü kılıfı uydurulması gerekir. Aydınlanma felsefesinin ürünü olan idealleri yayma ve tüm dünyayı uygarlaştırarak evrensel bir ilerleme sağlama yalanı bu anlamda biçilmiş kaftandır.

 

“Düşünen” ve “Öyleyse Var Olan” Batı ve Dışladıkları

“Barbarı uygarlaştırma” doktrini, kapitalist modernitenin yayılım politikasının sözde amacının adıydı. Batılı emperyalist devletler, okyanus ötesi sömürgeleri edinirken buradaki katliamlarını ve uyguladıkları daimi vahşet yöntemlerini meşru kılmak için, yerli halkın “yamyam”, “vahşi”, “hayvani yaratıklar” olduğu biçimindeki efsaneleri uydurdu. İnsan olup olmadıkları bile bilimsel(!) olarak ispatlanmayan (kafatası ölçümüyle, renk kategorisiyle vb.) bu “yaratıkların” yok edilmeleri, uygar dünya için sıradan bir bilimsel bir süreçti.

Batı medeniyeti, Aydınlanma Çağı ve koşulladığı Sanayi Devrimi sayesinde büyük bir hakimiyet kudretine kavuşunca, içinde yetiştiği Yunan tarih ve kültürünün üstünlük anlayışını yeniden canlandırdı. En büyük tarih yazıcısı unvanına sahip olan Herodot, Batı’yı dünyanın merkezi öznesi olarak tanımlayıp dünyanın geri kalanını ise bu öznenin gözünden değerlendiren bir tarih anlayışı yaratmıştır. Yunan (Batı) dünyası dışındaki halklar “garip”, “ucube”, “yarı hayvan” ve “medeniyet dışı yaratıklar” olarak hikâye edilmiştir.

Batı dünyasının kolektif bilincinde Aristo’nun “doğal kölelik” kavramı yer ettiğinden, köleler daha aşağı bir zihne sahip, muhakeme yetisinden yoksun yaratıklar olarak Kartezyen kategorizasyonla beden-makineye kolayca uyarlandılar: “Düşünen” ve “öyleyse var olan” Batı, dünyanın geri kalanına yani hayvan-bedene hükmetmelidir. Aydınlanma Çağı, “hümanizm” atılımıyla söz konusu anlayışını yumuşatıp inceltse de özünde iktidar ve sömürünün devamlılığını sağlayan bir maske olmaktan başka bir anlam ifade etmemiştir.

Batı’nın Doğu’ya üstünlüğü ampirik değil, rasyonalist bir kurgudur ve bu kurgunun beslendiği görüşlerden biri de Montesquieu’nun “iklim ve coğrafik özelliklerin toplum karakteri üzerinde etkisi” biçiminde yaptığı sınıflamadır. Temellerini Aristo’nun attığı coğrafik koşulların yarattığı insan türleri anlayışını, Batı’nın Doğu’dan üstün olduğunu kanıtlayan bir kuram biçiminde sunan Montesquieu, Asya’nın (Doğu’nun) sıcak iklimi nedeniyle tembel ve köle ruhlu insanlar yarattığını o yüzden de onlara layık yönetimin ancak despotizm olabileceğini ileri sürer. Avrupa (Batı) ise, soğuk ve çetin iklimi sebebiyle çalışkan, cesur, özgür ruhlu ve üstün bir karaktere sahip insanlar yaratır. Batı, bu üstün vasıfları nedeniyle korkak, pasif, cahil, köle ruhlu Doğu’ya hükmetmelidir. Bu rasyonel kurgu her tür hâkimiyet iddiasını ve girişimi meşrulaştırır. Bu şekildeki yapay kategorilerle Aydınlanma’nın beslediği Batı’nın üstünlüğü iddiası emperyalist kapitalizmin yayılmacılığı doğrultusunda hızla benimsenir. Hegel’in ilerlemeci tarih felsefesi ve Darwin’in evrim teorisi, bu kategorizasyonu zamansal kurgu üzerinden temellendirir. Ekonomik artığı biriktirmek, insanlığı durmadan ileriye koşmaya yöneltmek için döngüsel tarih anlayışının bırakılması gerekir. İlerlemecilik eskiyi ve eskiye ait her şeyi hükümsüzleştirir. Zayıf, basit ve ilkel olandan güçlü, gelişmiş ve mükemmel olana doğru bir evrim hattı kurgusunu benimsediğinden, Doğu, geçmiş değerleri “gelenek” denilen zırhla koruyan ilkel, basit ve tedavülden kalkması gereken her şeyi barındırdığı için değersizdir; sosyal, siyasal, ekonomik, bilimsel ve kültürel anlamda ilerleyemediğinden tarihin dışına atılmaya mahkûmdur. Ya Batı modernizmine uyacak, kendini her türlü sömürüye açacak ya da yok edilecektir. Batı müdahaleciliği, “insani müdahale” adı altında hala meşru görülüyorsa temelindeki felsefik kurgunun hala sarsılmadığının göstergesidir.

 

Post-modernizmin Çıkmazı ve Post-modernizmin Sürüklediği Çıkmaz

Modern siyaset felsefesinin bir diğer sorunlu kurgusu demokrasidir. Kartezyen öznenin Kant tarafından alabildiğine nesnel ve evrensel olarak konumlandırılması çabası soyut bir insan tanımını açığa çıkarmış ve Batı referanslı bu özne, tüm köklerinden koparılmıştır. Irkına, cinsiyetine, dinine, mülküne bakılmaksızın tüm insanların eşit olduğu biçimindeki söylem, realitede ırkına, dinine, cinsiyetine göre eşitsizce bir yaklaşımı ortadan kaldırmadığı gibi, bu eşitliği sağlayacak siyasal, felsefik, ahlaki ve hukuki olanakları da bertaraf etmiştir. Dahası başta da vurgulandığı gibi, insanı yaşadığı toplumsal ve tarihi bağlardan, ırkından, kültüründen, cinsiyetinden soyutlayarak ele alma, başlı başına bir sorundur. Pratik uygulamada tam tersi olsa da teoride göreciliğe sıfır tolerans; cins, ulus, sınıf problemlerini doğru analiz edememe ve buna uygun siyasal çözümleri getirememe sonucuna yol açar.

Aydınlanma rasyonalizmine yönelik eleştiriler, yeni bir aşama olduğu iddia edilen post-modernizmin sahneye çıkmasına olanak sağlar ve görecilik bir tür çözüm alternatifi olarak sunulur. Post-modernizm, modernitenin devamı olarak sistemin tıkandığı noktada “öznelliği” ön plana çıkararak nefes borularını açmaya çalışan bir sonraki kategorik düşünme biçimidir. Öcalan’ın, “Nesnel dogmatizmden kurtulalım derken öznel dogmatizmi yeğlemiş olmuyoruz. Batı’nın ideolojik hegemonyasından kurtulmak önceliğimiz olmalıdır. Ancak o zaman toplumsal sorunları ve bunlardan en önemlisi olan demokratikleşmeyi kendi toplumsal doğasına uygun olarak gündemleştirebiliriz,” şeklindeki değerlendirmesi post-modernizmin gündemleştirdiği öznelliğe en az dogmatik nesnellik kadar mesafeli olmamız gerektiğini gösterir.

Esasında post-modernizm, Kartezyen yöntemin bir başka açıdan okunması ve sunulması çabasıdır. O, araçsal aklın kontrol altına aldığı özneyi görece daha serbest bırakmayı talep eder. Modernite, tarihsel ve coğrafik bağlamdan kopuk, soyut, nesnel ve her koşulda geçerli bir evrensel hakikat olarak bilimciliği ve bunun üzerinden kurgulanan bir siyaset felsefesini (modernitede siyaset bilimi) dayatmıştı. Fakat bu tip bir dogmatizmin kısa zamanda tıkanmaya gideceği ve karşı refleksi oluşturacağı gerçeği 20. yüzyılın vahşet pratiklerinde açığa çıkınca post-modernizm öznellik, görecilik savunusuyla siyasal İslamcıların ve diğer muhafazakar hareketlerin de işine gelecek bir söylem geliştirdi. Modernizmin, kendi dini inançlarının merkezi-mutlak kudretini oluşturan Tanrı karşısında bir başka mutlakçı inancı yani pozitivist bilimciliği şirk koşması sebebiyle kabul etmeyen İslamcılar, post-modernizmin bilimci paradigmaya yönelttiği eleştirilere katılırlar ve bu sayede kendilerini entelektüel alandan başlayarak sosyal, siyasal, ekonomik vb. tüm alanlarda meşrulaştırma olanağı bulurlar.

Modernite, Aydınlanmacı paradigma doğrultusunda evrensel, mutlak, nesnel bilgiyi keşfettiği iddiasındadır. Bilimciliği Tanrının yerine ikame eder ve bu kudret sayesinde insanı, toplumu, tabiatı kontrol etmek ister. Modernitenin ilk aşamasında göreciliğe, öznelliğe yer tanınmaz. Zira öncelik aklın yadsıyamayacağı kesinlikte ilkelerin bulunmasıdır. Newton mekaniği, bilimci paradigmanın iskeletini oluşturur. Evren ve doğa yasalarının mutlak matematiksel ilkelere bağlanmasıyla, gelecek, determine edilirken şimdi’den kontrol altına alınabilir olur. Bu determinizm, toplum yasaları içinde geçerlidir ve modernist siyaset felsefesinin sol kanadı olan Marksizm bunu “diyalektik materyalizm” yöntemiyle formüle eder. Post-modernizm her şeyden önce sistemli düşünce, ideoloji, paradigma gibi zihniyet çerçevelerine, evrensel, kesin, nesne bilgi ve inanç söylemlerine karşı çıkarak eleştirelliğiyle cazibe kazanır. Fakat post-modernizmi “modernizmin bir sonraki aşaması” olarak tanımladığımızda, neo-liberal politikalara nefes boruları açma maksadıyla modernizme atfedilen “akıl”, “bilim”, “ilericilik”, “hümanizm” gibi idealize edilmiş ilkelere amansız bir eleştirel saldırıda bulunarak, birbiriyle uzlaşması en imkansız fikirlerin bile yer aldığı kaotik, belirsiz, sistemsiz, siyasetsiz, örgütsüz bir düşünme tarzı olarak sunulduğunu görebiliriz.

Einstein ve ardı sıra Kuantum kuramının sağladığı bilimsel açılımla insanın sezgisel, duyusal, metafiziksel gerçekliğinin yeniden tanımlanması gündemleşti. Bu aynı zamanda Kartezyen düşüncenin dar kalıplarının dışına çıkma olanağını da sağladığından moderniteye yönelik eleştirilerin önünü açarak yeni bir siyaset felsefesine de olanak sundu. Post-modernizm bir yanıyla bu eleştirel sürecin kendisi olarak tanımlanabilir. Modernite bir nevi yapı-sökümüne uğratılarak en mikro noktasına kadar eleştiriye tabi tutulur, ancak iş alternatif bir paradigma sunmaya gelince önerebileceği tek şey ya nihilizmdir ya da liberal bir tavırsızlıktır. Günümüzün barbar ordusu IŞİD başta olmak üzere birçok halk düşmanı hareket bu zeminden ürer. Siyasal İslamcıların post-modernizmle kesiştikleri nokta, olgu-değer, ilerici-gerici gibi kategorilere karşı çıkan post-modernizmin “herkesin inancı kendisine” diyerek en akıldışı, ahlakdışı, insanlık dışı fikirlere bile kapı aralamasıdır. Post-modernizm aynı zamanda bu tip oluşumların hepsine kendilerini “kültürel görecilik” adı altında tüm evrensel ve ortak insani değerlere kapalı tutma ve daha da muhafazakârlaşma olanağı sunar. Görecilik bir tür siyasal koruma kalkanına dönüştürülerek, “Bizim geleneğimiz, dinimiz, kültürümüz bunu emreder,” der ve kadınları cariyeleştirmeyi,  esirlere tecavüzü ve işkenceyi meşru birer hak olarak savunmanın önünü açar.

Post-modernizm, ahlakın iki temel değer ölçütü olan iyi ve kötü arasında fark olmadığını ileri sürer. Kartezyen düşüncenin ürünü olan tüm ikilikleri (ileri-geri, medeni-ilkel, Batı-Doğu, erkek-kadın vb.) reddettiği gibi, iyi ve kötü biçimindeki değer ölçütlerini de ortadan kaldırır. Post-modernist eleştiri İyonya septisizmini anımsatır bir yaklaşımla bütün ideolojileri, örgütlü inanç sistemlerini reddederken ahlakı da dışlar. Hiçbir şey kesin değildir, belirlenemez, hakikat diye bir şey yoktur. Anlamsızlık ve nihilizm varılacak son noktadır. Tüm seçeneklerin ön plana çıkarılması aynı zamanda bir seçeneksizliği, belirsizliği “Hem o olur, hem de o” biçimindeki anlayışı en omurgasız liberalizme götürür. Ahlaki, politik bir çerçeveden yoksunluk, özneyi simülatif olarak her şey olabilme potansiyeli bağlamında “hiçbir şeyleştirir”.

Görünenin ötesinde bir gerçek tanımayan post-modernist anlayış, ahlakı da göreceleştirir. Öznel bir ahlak sosyal ve siyasal değerler sistemine dönüşmedikçe elbette ki bir anlam ifade etmez. Gerçeklerin her an’a ve mekana göre değişmesi, her şeyin “hem doğru hem yanlış” olması biçimindeki anlayışa sorgusuz sualsiz teslimiyet, toplumsal etiği de anlamsızlaştırır. Modernizm özellikle Hegel’in öncülüğünde tarihi merkezi bir konumda ve hatta tanrısal bir vasıfla tanımlamışken, post-modernizm tarihi tanımaz. Ve eğer tarih yoksa, dolayısıyla toplumun bir geçmişi ve geleceği de yoktur; o halde dünyayı değiştirme çabası da gereksizdir.

“Özne”, hayatına tutunum sağlayan köklerine kapitalist simülasyon üzerinden yeniden dönüş yaptığı yanılgısına kapılmıştır. Fakat “eve dönüş” çağrısı gibi görünen post-modernizm aşamasında, ne bireyin kendisi aynı bireydir ne de “ev” aynı evdir. Eve dönüş (doğaya, öze dönüş), kapitalist üretimin artışı için motivasyon oluşturan nostaljik bir yanılsamadır. Himalayalar’ın kadim rahipleri köklerinden uzakta, derin bir anlam yitimine uğramış bilgilerini, bir silah şirketinin çalışanlarını motive etmek maksadıyla kullanır. Modernitenin dışladığı bilgi tipleri ve metafizik değerler bu biçimde sistemin hizmetine sunulur. Derin bir pragmatizmle “insan” veya “üreten” psikolojisi üzerindeki olumlu etkisi bağlamında her türlü inanç ve fikir kabul görür. Güya yalnızlaşmış modern insan(lar), yitirmiş oldukları ortak duyu ve ortak dünyalarına bu biçimde kavuşacaklardır. Oysa sistematik olarak yıkılmış olan tarih, hakikat ve gerçeklik, bütünlüklü manasına bu simülasyonlarla kavuşamaz. Bu sadece bir verimi arttırma stratejisidir. İster modernizm ister post-modernizm biçiminde tanımlansın, asıl sorun kapitalist modernite sisteminde düğümlenir. Pozitivizm bu sistemin ilk aşaması olan modernite döneminde merkeze oturtulurken; post-modernizm aşamasında dini, kültürel ve yerel oluşumlar yani daha önce dışlanmış kesimler, bozunuma uğramış halleriyle yeniden sisteme eklemlenirler. Post-modernizm, modernitenin merkez-kaç etkisiyle savrulan ötekileri çeken bir mıknatıs görevi görür.

Post-modernizmin moderniteye yönelttiği eleştiriler ve bu eleştirilere kaynak oluşturan kuantumik düşünce biçimi, hakikat arayışı açısından muazzam olanaklar da sunar. Yani dipsiz bir nihilizme, umarsızlığa, umutsuzluğa, vazgeçişe götürebildiği gibi hakiki bilgeliğe, ahlaki bir siyaset felsefesine de götürebilir. Buradaki öncelik daha iyi bir toplum için inancımızı geliştirecek bir siyasal paradigmadır. Schrödinger’in kedisinin yaşıyor olduğuna inanıyor, umut ediyor ve daha güzelini istiyorsak ölçümlerimizi, yani emek ve örgütlülüğümüzü de ona göre geliştirmemiz gerekir. Buradaki bir diğer öncelikli sorun ise karşısında mücadele yürütülecek düşmanın kim veya ne olduğu sorusuna verilecek yanıttır. Kapitalist modernitenin insan zihninde yarattığı bulanıklık düşman kavramını bile yeniden tanımlamayı, netleştirmeyi ve tespit etmeyi gerektirir. Siyaset felsefesinin zayıflamasının gereksiz görülmesi, “daha iyi bir toplum düzenine” olan inancı da kırdığından, liberalizme yatkınlık artar. Neoliberal sistemde düşmanı tespit etmek zorlaşmıştır; o, her yerdedir ve sadece aşkın değil, içkin bir niteliğe de sahiptir. Zira özgür olduğunu sandığımız kendi iç benliğimiz bile kapitalist demokrasi, evrensel-nesnel özne, etikte yoksun salt maddiyatçılık odaklı politikalar nedeniyle dünyayı içinden çıkılmaz sorunlar yumağına dönüştürmüştür. Bu temel bunalımı aşma çabaları nostaljik eğilimi güçlendirerek post-modernizm safsatacılığıyla geçmişi yeniden diriltme hareketlerinin sahneye çıkmasına olanak sunuyor. Sinizm ve nihilizm eyleme geçme ihtiyacı duyduğunda fanatik bir geriye dönüş arayışı IŞİD gibi vahşi pratiklerle karşımıza çıkıyor.

Siyasetin amacı nihayetinde toplumun belli etik değerler etrafında kenetlenerek mutlu yaşamasıdır. Ancak modern siyaset felsefesi, toplum ve daha geniş anlamda insanlığın mutluluğunu amaç edinmeyi bırakalı çok oldu. Ahlaki çerçeveden yoksun bireysel mutluluk takıntısı, Antik hedonistleri bile şok edecek bir boyutta kültleşmiştir. Öcalan’ın, “Öznelcilik de nesnelcilikte olduğu gibi kendini tanrının sesi gibi yansıtma hastalığına tutulmuştur,” analizi bu duruma işaret etmektedir.

Kapitalizmi meşrulaştıran felsefi yaklaşımda, tüm bilimsel kurumlarda, özellikle de genetik bilimlerde insanın egoist bir varlık olduğu tezi öne sürülür: “Dünya yıkılsın, kadınlar tecavüze uğrasın, yanı başınızda insanlar katledilsin önemsemeyin, sadece kendi kişisel mutluluğunuza yoğunlaşın. Siyaset sizin işiniz değil, felsefe gereksiz bir uğraş, siz sadece pozitif düşünmeye odaklanın, kendi doğrularınızın peşinden gidin, evren her şeyi yerine koyacaktır. Tüm evren senin kişisel mutluluğunu, arzunu gerçekleştirmek üzere kurgulanmıştır; yeter ki bir yogi gibi sakin olmayı ve beklemeyi bil, üç maymunu oyna.” Kişisel gelişim kitapları, kapitalizm tezgahından geçmiş uyduruk meditasyon yöntemleri, New Age tarzı yeni putperestlikler, kapitalist sistemin manevi(!) boşluğunu doldurmak üzere geliştirilmiş yeni bir umut endüstrisi olarak sunulur.”Umut en son kötülüktür,” diyen Nietzsche, bu durumu mu işaret etmişti bilinmez; lakin mücadele azmini diri tutan umut, daha güzel bir dünya hayalini kurdurtan umut, güzel, güçlü, haysiyetli umut bireyin toplum ve siyasetle bağını koparmada kullanılan bir araçtır artık. İçinde bulunulan dünya ve toplum bu haldeyken kişisel mutluluğun ne kadar sahte bir kurgu olduğu göz ardı edilerek her şeyin oluruna bırakılması modern insanın bir alışkanlığına dönüşmüştür. Leibniz’in, “yaşadığımız evrenin olası evrenlerin en iyisi olduğu” biçimindeki tezi, evrenin kendi yolunu bulduğu sonucunu doğurduğundan modern insanın hiçbir şey için kaygılanması, dünyayı daha iyi bir yere götürebilmek için örgütlenmesi ve bunun bir siyaset felsefesine yoğunlaşması gereksizdir.

Eğer ahlaki bir mutluluk tanımı yapılacaksa, bunun toplumla olan ilişkisini göz ardı etmeden yapmak imkansızdır. Çünkü, “Gülmek, bir halk gülüyorsa eğer gülmektir.” Değerli bir düşünceye sadakat, toplumsallığı içeren bir dönüşüme olan inançtır ve mutluluk, kapitalist modernitenin henüz insanlığın elinden almayı başaramadığı etik-estetik bir kavşaktır. İnsan, tamamen içgüdülerinin kontrolündeki bencilliğinin esaretinde olan bir varlık olarak tanımlanıp sunulduğunda, anlam yaratma ve anlamlı bir dünya sahibi olma şeklindeki insan, “yapan” olarak asıl yetisinden arındırılır. Anlam, etikten doğar ve etik içinde muhafaza edilir. Maddiyat yönelimli, etikten yoksun bir dünyada iyi ve kütü ayrımı yapılmayacağından her şey liberalizm adı altında kabul görebilir. Bir IŞİD’cinin katletme, tecavüz etme “hak”kına bile saygı duyabilir, yeter ki kendi cebi dolsun. Modern insan için içtiği kahvenin üretim aşamasında kaç işçinin ter döktüğü, giydiği pantolonun taşlama aşamasında kaç insanın öldüğü önemli değildir. Kişisel mutluluğa gölge düşürecek hiçbir düşünce faaliyetine mahal yoktur. Öcalan’ın, “Kapitalizm ahlakın düşmanıdır,” analizi bu durumun en yalın ifadesidir.

Modern siyaset felsefesinin temel bunalımı toplumsal-etik bir felsefe oluşturamaması, daha doğrusu bireycilik, pragmatizm, maddiyatçılık gibi çürük temellere dayanmasıdır. Birey-toplum ve insan-doğa dengesi, yapay ideolojik mamullerle onarılamayacak kadar derinden sarsılıp yıkılmıştır. İnsanlığa tek alternatif olarak liberalizm sunulmuştur. Liberalizm, tüm toplumcu ideolojilerin iflas ettiğini, hepsinin totaliter yönelimli olduğu için ya faşizme (Hitler örneği gösterilerek) ya da reel sosyalizm pratiklerindeki baskıcı sistemlere sürüklediğini iddia ederek, bireyciliği en yüce ülkü olarak dayatır. Liberalizm toplum hakikatinden kopardığı bireyi ahlaki-politik tüm özelliklerinden arındırır. Çağımızda siyaset felsefesine ilişkin bir tanım yapmak bile önem arz etmez. Zira liberalizm, hem felsefenin hem de siyasetin içini boşalttığı için ne siyasetin bir itibarı kalmıştır ne de felsefenin.

 

Sonuç Yerine

Ahlaki bir siyaset felsefesinin kapitalist modernite karşısında bir alternatif yaratması zor olsa da imkânsız değildir. “Demokratik Cinsiyet Özgürlükçü Ekolojik Paradigma” bu anlamda sunulmuş en kapsamlı alternatif ve siyaset felsefesidir. Felsefenin politik ve ahlaki bağlaşıklığı demokratik modernite sisteminde asıl manasına kavuşuyor.

Toplumsallık eğer en büyük hakikat doğal toplum ise gerçek toplum olarak ifade edildiğinde alternatif siyaset felsefesinin temel düsturu da ilan edilmiş olur. Binlerce sayfayı onlarca cildi bulan Öcalan’ın “Savunmalar”ı, alternatif siyaset felsefesinin en derinlikli ve kapsamlı perspektiflerini içermektedir. Siyaset felsefesinin konusu olan temel kavramlar (devlet, ulus, demokrasi, sosyalizm, kapitalizm, liberalizm vb.), kapitalist modernitenin süslerinden arındırılarak en doğru tanımlarına kavuşturulurken, burada ahlaki toplumsal anlamda yeni yaşamın yolu gösterilir. Tarihi ve güncel vektörü Savunmalar’a yöneltmek ve gereklerini pratikleştirmek kapitalist modernitenin krizinden kurtuluşun tek alternatifidir.

 

Yararlanılan Kaynaklar

  • Öcalan, Abdullah. Demokratik Uygarlık Manifestosu. Amara Yayınevi: 2015
  • Cevizci, Ahmet. Felsefe Terimleri Sözlüğü. Paradigma Yayınları. İstanbul: 1999
  • Atabay, Leyla. Konjonktürel Kimlik: Said-Kurdi, Said-i Tırki, Said-i Erebi. Sitav Yayınevi. İstanbul: 2014
  • Hançerlioğlu, Orhan. Düşünce Tarihi. Remzi Kitabevi Yayınları. İstanbul: 2000

 

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.