Düşünce ve Kuram Dergisi

Neo-Osmanlıcılığın Müesses Nizam Arayışı ve Kürtler

Halil Dağ

“Osmanlıcılık”, “yeni Osmanlılar”, “Neo-Osmanlıcılık” üzerine tartışmalar uzun bir tarihsel geçmişe dayansa da, AKP iktidarının iç ve dış politik ve ideolojik perspektifleri bağlamında aktüel bir konu olarak tartışmaların ana gündeminden birini oluşturmaktadır. Olgunun çok çeşitli kesimler tarafından farklı farklı yorumlara tabi tutulması söz konusudur. Bu durum normal olmakla birlikte meselenin doğru okunması noktasında problemlere yol açabilmektedir. Politik ve ideolojik bir “müesses nizam” oluşturma arayışı olarak, Neo-Osmanlıcılığın salt güncel politik mücadeler ekseninde ele alınması bu problemlerden biridir ve meselenin objektif analizini zorlaştırmaktadır. Çünkü bugün karşı karşıya olduğumuz bu kurgulama uzunca bir döneme tekabül eden devlet, iktidar, din, toplum ve politik eksen konularında iktidar elitlerinin toplum mühendisliği yöntemiyle müesses (inşa edilmiş, kurgulanmış) nizam tesis etme arayışlarının güncele uyarlanmasından başka bir şey değildir. Özellikle Kürt sorunun çözümü ve Kürt-Türk ittifakı çerçevesinde ele alındığında “Osmanlı İmparatorluğunun son dönemlerinde ortaya çıkan ‘Yeni Osmanlıcılık’ ve 1980’lerden sonra tedavülü sürdürülen ‘Neo-Osmanlıcılık’ fikriyatı çözüm noktasında bir referans olarak ele alınabilir mi?” sorusu önem taşıyor. Bu sorunun yanıtı söz konusu fikriyatın tarihsel temellerine ve sahip olduğu politik-ideolojik kodlara bakılarak verilebilir ancak.

Bilindiği üzere Osmanlıcılık bir siyasi aidiyet ideolojisi olarak 19.yüzyılın ortalarından itibaren Osmanlı devleti tarafından toplumsal farklılıkları tahkim etme ve devlet otoritesi etrafında tutma politikası olarak benimsenmiştir. İmparatorluğun iç ve dış bunalımlarından doğan çöküş döneminde sistemi yeniden restore etmeyi hedefleyen Osmanlı “reformcuları”, Osmanlıcılığı, imparatorluğun özellikle Balkanlarda hızla yayılan bağımsızlıkçı hareketlerle yüz yüze kaldığı bir konjonktürde şekillendirmeye çalıştılar. Batının yasal ve siyasal sistemlerinin etkisiyle 1839 Tanzimat Fermanı ve 1876 Kanun-i Esasi’si Osmanlıcılık fikri içinde yasal ve siyasal bir temel oluşturdu. Buradaki asıl amaç batı tipi bir liberal reformculuktan ziyade ulus-devletçiliğin ve milliyetçi akımların da etkisiyle her etnik ve dini unsurun kendi milliyetçiliğini ve kimliğini geliştirdiği ortamda Osmanlı’nın siyasal birliğini sağlamaktı. Dönemin temel sorusu “Devlet-i aliye nasıl kurtulur?” sorusuydu ve bu sorunun yanıtı da devlet-i aliye’ yi güçlendirecek bir müesses nizamın oluşturulması biçimindeydi. Dönemin devletçi aydınları (ki bunlar aynı zamanda “yeni Osmanlılar” ya da “ genç Osmanlılar” olarak da bilinir) yukarıdaki soru ekseninde fikirler üretmeye giriştiler. Klasik Osmanlı imparatorluğunun millet sistemi temelde dini çoğulculuğa ve hakimiyet altındaki kimliklere dönük hükümranlığa vurgu yapmak için vurgulanan “yüce devlet” anlayışına dayanırken, batıdan taklit edilen kimi reformlarla modernleşme iddiası taşıyan bir çizgi olarak “yeni Osmanlılar” ise pratikte hiçbir zaman karşılığı olmayan farklılıklara bakılmaksızın vatandaşlara eşit ve siyasal haklar verme iddiasına sahiptir. Bu durum devlete siyasal üyeliği ve Osmanlı vatandaşlarının kendilerini Osmanlı olarak düşünmelerini sağlayacak ve onları yeniden devlete bağlayacak hayali bir “Osmanlı milletinin” oluşturulması arayışında ileri geliyordu. Bu yüzden de Osmanlı “reformcuları” dine dayalı cemaat kimliklerini aşan bir kimlik oluşturmak için daha seküler şekilde anlamlar taşıyan “Osmanlı” kelimesi kelimesini kullanmaktaydılar. Ancak yukarıda da belirttiğimiz gibi bu, toplumsal dinamiklere dayanan bir reformculuktan ziyade çökme aşamasına gelmiş bulunan imparatorluğu restore ederek yeniden formatlamak arayışından ileri geliyordu. İddia edildiği gibi eşitlikçi, modern bir kamusal alanın oluşmasını hiçbir zaman öngörmüyordu ve batıdaki gibi toplumsal dinamiklere dayanan bir dönüşüm süreci içermiyordu. Batıdaki reformcu aydınlar liberalleşme eğilimleriyle uyumlu olarak devlete ve kiliseye karşı tutum geliştirilirken “yeni Osmanlılar” adıyla ortaya çıkan bu eğilim, herhangi bir sınıfın ve toplumsal muhalefetin ürünü değildi. Bu yapı, devletin kanatları altında şekillenmiş, her durumda halka karşı devleti koruma refleksiyle hareket etmiştir. “Halk adına halka rağmen” biçiminde ele alabileceğimiz bir iktidar anlayışının tutumu ve pratiği olduğunu eklemek gerekiyor.

Gerek tarihsel gerekse de güncel açıdan bakıldığında hem imparatorluğun çöküş döneminde ortaya çıkan “yeni Osmanlılık” hem de 1990’lara doğru yeniden gündeme sokulan ve adına “Neo-Osmanlıcılık” denilen ideoloji temel olarak devletçi, yayılmacı ve alt emperyal bir devlet olma ülküsüne sahiptir. Özellikle 18.yüzyılın sonlarına 19.yüzyılın başlarında girişilen modernleşme arayışları ve bu iddiayla atılan adımlar, her ne kadar batının ve aydınlanmacıların toplum ve devlet tasavvurlarına bakılarak taklit edilmişlerse de öz olarak kendine has bir seyir izlemiştir. “Kutsal devlet” anlayışı atılan tüm adımların sonuçsuz kalmasına yol açmıştır. Bu noktada üzerinde durulması gereken bir husus da, söz konusu reformların ve idari-siyasi örgütlenmedeki değişikliklerin günümüze kadar uzanan iki ana iktidar elitinin ve ideolojinin, yeni siyasal İslamcılıkta ifadesini bulan ve Türk-İslam sentezciliğiyle buluşan devletçi yeni Osmanlıcılık ile ittihatçılardan başlayarak Kemalistlere uzanan Türkçü, devletçi ve farklılıkların–yine devletin bekası için- yok edilmesi üzerinden iktidar paradigmasını kurgulayan anlayışın bu dönemlerde ortaya çıkarak, zaman içinde devletçilik ve Türkçülük konusunda aynı referanslara sahip olmakla birlikte ayrıştığı ve devleti ele geçirme kavgasında iki ana eğilim haline geldiği gerçeğidir. Özellikle 1838’de kurulan “Mekteb-i Tıbbiye-i Aliye-i Şahane” (askeri tıbbıye olarak da bilinir) söz konusu elitlerin formasyon kazanmasında rol oynamış ve daha sonraları ittihatçılarda ifadesini bulan eylemci derin devlet kanadı ve pozitivist, biyolojist ve evrimci anlayışa sahip eğilimler çıkmıştır. Bu eğilimler İttihatçıların üstünlük kazanıp iktidara geldiği döneme kadar iki ana uç olarak (zaman zaman geçişken ilişkiler içinde olsalar da) iktidar savaşının asıl belirleyeni olmuşlardır. Bunu bir not olarak eklemek gerekiyor. Çünkü siyasal İslamcılığın -Neo-Osmanlıcığının tüm aksi iddialara rağmen- derin devlet geleneğinin bir ürünü olduğunun hikâyesidir bu.

Yeni Osmanlılar hareketinin devleti kurtarma güdüsüyle giriştiği müesses nizam oluşturma çabaları iki yönlü bir değişime yol açmıştır. Bunlardan ilki imparatorluk döneminin görece daha esnek olan merkez ve çevre düzenini devleti koruma güdüsüyle (tıpkı bugün tüm farklı etnik ve dini yapıları temsil ettiği iddiasını dillerden düşürmemede olduğu gibi) ortadan kaldırıp merkezi iktidarım periferisiyle bir ittifaka gitmeden siyasal kurumlarını yenileyerek, merkezdeki bürokratik dayanağını güçlendirerek ve bunu olası tüm değişiklerin tek belirleyeni haline getirmek yoluyla katı bir devletçilik anlayışının geliştirilmesiydi. “Bu ülkeye komünizm lazımsa onu da biz getiririz.” Söylemi aslında bu gerçeğin bir ürünüdür. İkinci dönüşüm ise batı düşüncesinin taklit edilerek rasyonal bir şekilde bürokratikleştirilen bu müesses nizamın Türk ulus-devletçiliğine ve ırkçılığına giden sürecin alt yapısını oluşturan grupsal ve fikri eğilimlerin ortaya çıkmasıdır. Yeni Osmanlılar içerisinden çıkan jön Türk hareketi buna somut bir örnek olarak gösterilebilir.

“Yeni Osmanlılar” hareketi kendi bünyesinde üç ana eğilimi barındırıyordu. Bunlar batıcılık, meşruti Osmanlıcılık ve reformcu Osmanlıcılıktı. “yeni Osmanlılar” daha sonra içlerinden çıkararak ayrışan jön Türkler hareketinden farklı olarak Osmanlıcılık ve İslamiyet’i “birlik ve kimlik” adına bir arada tutmaya alışıyorlardı. Batıcılıkları ve bu Osmanlıcılık ve İslamcılıkla sınırlıydı. Ancak batıcılık ve İslamcılık Türk ulus-devletinin kurulması sürecinde ve kurulduktan sonra da dini bir tahkim aracı olarak kullanan seküler seçkinlerin düşünce ve eylemlerinin temeli oldu. İmparatorluk yerini ulus-devlete bırakırken İslamcılık ve Türkçülük ilişkisi yeniden kurgulandı. İslam’ın Türkleştirilmesi ya da nam-ı diğer Türk-İslam sentezciliği ortaya çıktı. Daha sonraları bir grup sağcı-faşist seçkin(aydınlar ocağı) tarafından sistematize edilmeye çalışılsa da, temeli bu dönemde atılmıştır. Yeni Osmanlılar Tanzimat’ın son 10 yılında ortaya çıkmıştı fakat ulusçuluk anlamında bir nizam tesis etmekten uzak kalmıştı. Osmanlı devlete doğru evrilirken bu yeni nizamın Türkleştirilmesi ondan önem taşıyordu ve onun çözümünü de Türk-İslam sentezciliğinde aradılar. Bu sentezleştirmeyi ağırlıkta jön Türkler yaptılar. Jön Türkler kavramı, 1889 yılında kurulan ve Osmanlı İttihat ve Terakki komitesinin (İttihad-i Osmani Cemiyeti) bir uzantısı olarak ortaya çıkan İttihat ve Terraki Fırkasının 1908 darbesiyle kısmen, 1913 yılında ise tek parti diktatörlüğü olarak iktidarı tamamen ele geçiren ittihatçılar için kullanılsa da, bu yapı öncesinde yeni Osmanlılar içinde ortaya çıkmıştır.

“Yeni Osmanlılar” içinden çıkan ittihatçıların temel özelliği devlet içinde devlet kurarak kendi müesses nizamlarını oluşturma çabasına girişmesiydi. Bunun için her yolu mübah saymışlardır. Ve Abdulhamit’ in despotik yönetiminin yerine adım adım kendi diktatörlüklerini inşa etmişlerdir. Siyasal İslamcılığın derin devlet geleneğinin bir ürünü olarak anlam kazanmaktadır. Çünkü cumhuriyet sonrası ortaya çıkan Osmanlıcılık arayışlarının, paradoks gibi görünse de büyük bölümünün bu ittihatçı gelenekle organik bir bağı vardır. Yöntemde farklılıklar olsa da hepsinde ana amaç aynıdır denilebilir. Günümüze kadar da bu tablo değişmemiştir. CHP ve türevlerinde somutlaşan siyasal ve ideolojik anlayış ile siyasal İslam’da somutlaşan farklılıkların inkarı her iki anlayışında özünü oluşturur. Biri Kürt inkârı ve katliamı-Ermeni soykırımına kadar da götürülebilir- üzerinden devletçilik, Türkçülük yoluyla müesses nizamını oluşturmaya çalışırken, diğeri de fırsat buldukça aynı yöntemleri kullanmaktan geri kalmayıp “dindar ve kindar nesil yaratma” hedefiyle kendi müesses nizamını oluşturmaya çalışmaktadır.

Özal Dönemi ve Neo-Osmanlıcılık

Osmanlıcılık fikri cumhuriyet sonrası dönemde de çeşitli eğilimler biçiminde sürse de 1980’li yılların ortasından ve 1990’dan itibaren yeniden ivme kazanmıştır. 1990’lı yıllarla birlikte devletin bekasıyla ilgili ‘tehditleri’ ortadan kaldırmak için Neo-Osmanlıcılık kavramı gündeme getirilmişti. Bu Neo-Osmanlıcılık özellikle Kürt ulusal ve devrimci hareketinin ivme kazanması, Kemalist cumhuriyetçiliğin tektipleştirici, milliyetçi, militarist politikalarının yürütülmesinin zorlaşması nedeniyle farklı dini ve etnik yapıları yeniden devletin egemenliği altında bir araya getirmek amacıyla tedavüle sürülmüştür. Bu dönemde de önceki dönemlerde olduğu gibi iki Neo-Osmanlıcı eğilim vardır. Birincisi Turgut Özal ve onun desteklediği bir grup aydın tarafından formüle edilen ve geleneksel “Osmanlı çoğulculuğu” ile liberalizmin birleştirilmesi biçiminde kurgulanan Neo-Osmanlıcılıktır. Zaten Neo-Osmanlıcılığın kavram olarak siyasi literatüre girmesi de bu dönemde olmuştur. Bununla amaçlanan şey, etnik ve dinsel farklılıkların ama özellikle de etnik farklılıkların Türklük “üst kimliği” altında bir araya getirilmesiydi. Özal bu sebeple sıklıkla Türkiye’de bir kültürel kimlik vurgusu yapıyordu. Yanı sıra Osmanlının mirası olarak gördüğü ülkeleri (Buna Musul-Kerkük KÜRDİSTAN da dahildi) pragmatik ve kültürel temelde bir araya getirme politikasını yürütmeyi esas aldı.

Gerçekten de 80’li yılların ortalarından itibaren PKK öncülüğünde yürütülen Kürt özgürlük mücadelesi, devletin geleneksel politikalarını sürdüremez hale getirmesi ve statükoyu sarsması durumunu ortaya çıkardı. Bu gelişmeyle birlikte Türkiye’deki etnik ve mezhepsel kimlikler (Kürtler-Aleviler vb.) daha görünür hale gelmeye başladı ve Kemalist modernleşme projesinin bir parçası olarak 12 Eylül faşist cuntasının yaratmaya çalıştığı tek tipleştirme politikaları büyük bir iflasla yüz yüze kaldı. Yeni kimlik oluşumları, yükselen kültürel çoğulculuk eğilimleri büyük bir sosyolojik dönüşümü beraberinde getirdi. Bu yeni toplumsal networkların, yeni örgütlenme biçimlerinin ve toplumsal fay hatlarının ortaya çıkması ile belirginleşen bir sosyolojik dönüşümdü. Fay hatlarındaki bu hareketlenmeler milliyetçi-muhafazakar çevrelerin Osmanlı geçmişini günümüz Türkiye’sinin kimlik ve siyasal birlik sorunu için bir model olarak yeniden gündeme taşımalarına yol açtı. Bunun adına da “Neo- Osmanlıcılık” denildi. Özal bu modeli esas olarak politika geliştirmeye çalıştı ve bu nedenle dört ana siyasal eğilimi temsil etmeye soyundu. Bu yolla hem devletin 80 yıllık inkar politikasını yerle yeksan eden Kürt Özgürlük Hareketini; hem de diğer toplumsal muhalefet dinamiklerini sistem içileştirmeye çalıştı. Özal “Neo- Osmanlıcılık” olarak kurgulanan ve yeni bir kolektif hafızaya dayanan bir politikayı esas aldı. Onun gözünde bu politikanın iki ana amacı vardı. Birincisi, yeni bir dış politika belirleme. İkincisi de devletin çözülüşünü engellemek için farklı siyasal ve kültürel taleplerini asgari ölçekte de olsa karşılayarak yeni bir toplumsal mutabakat zemini oluşturmaktı. Aslında Özal milliyetçi-muhafazakar bir siyasetçi olarak baştan beri Osmanlı geçmişine bir aidiyet hissediyordu. Ama bu modele ilgisinin konjonktürel nedenleri daha fazlaydı. İktidarda bulunduğu dönemde 12 Eylül faşist cuntasının yarattığı kriz, kapitalist sistemin küresel düzeyde yaşadığı krizler, Sovyetlerin dağılması ve soğuk savaşın bitişi, Yugoslavya’nın dağılması, dünya genelinde yeni toplumsal ve politik kriz alanlarının öne çıkmasına yol açmıştı. En sarsılmaz gibi görünen sistemlerin bile çözüldüğü çözülmeyenlerin ise ciddi sarsıntılar geçirdiği, hemen her cephede politik travmaların hüküm sürdüğü ve en önemlisi bütün bu tablolar içinde Kürdistan’da PKK öncülüğünde Kürt Özgürlük Hareketinin zirve yaptığı bir konjonktür hakim durumdaydı. Buna dinsel fay hatlarını tetikleyen Afganistan merkezli yeşil kuşak projesinin yarattığı bir sonuç olan yeni tehditler ve İran devriminin yol açtığı dinci fanatizmin yükselişini de eklemek gerekiyor. Tüm bu gelişmeler Özal’ın siyaseten Neo-Osmanlıcılık’ la ilgilenmesini onu bir çözüm modeli olarak öne çıkarmasını tetikleyen gelişmelerdi. Özal’a göre “toplumsal uzlaşının etnik sorunlar nedeniyle tehlikeye düştüğü bir ortamda Neo-Osmanlıcılık hem mevcut aidiyet formunu (Türklük üst kimliği) meşrulaştırmak, hem de yeni aidiyet biçimlerini oluşturmak için bir tarihi referans noktasıydı” Bu açıdan Özal için çok külltürlü, çok dinli, çok milletli bir yapıya sahip olan Osmanlı perspektifi Kürt sorunu içinde bir model olarak görünüyordu. Ancak Özal’ın başlattığı bu Neo-Osmanlıcılık, her ne kadar ekonomik ve siyasal küreselleşme(liberalizm ve serbest piyasa ekonomisinin hakimiyeti)ve genel-yerel kimlik vurgusuyla geleneksel ve modern olanın sentezlenmesi iddiası taşıdıysa da, aslında bu modelle Osmanlı’nın İslami perspektifi baş köşeyi kaplıyordu. Bu anlamıyla Türklük üst kimliğini Osmanlının etnik ve dini kimlik bütünlüğü perspektifiyle yeniden inşa etmeyi amaçlıyordu. Özal, bu modelin Türkiye’yi tekrar bölgesel bir süper güç yapacağına inanıyordu. Bu yüzden de periferide Kürtleri bir ileri hat gibi ele almaktaydı. Şüphesiz Özal’ın Neo-Osmanlıcılığı ile 19.yüzyıldaki yeni Osmanlılar hareketi arasında kimi farlılıklar vardır. Fakat ortak noktaları da çoktur. Örneğin ikisinde de etnik hareketleri önlemek ve devleti korumak için yeni bir siyasal kimlik ve kültür oluşturmak ve bu kültür arayışında geleneksel değerler ile batılı formları montajlayarak sistemi ve iktidarı güvenceye almak temel bir politikadır. Yine ikisinde de yayılmacılık ve imparatorluk vizyonunu yeniden kazanmak asıl amaçtır.

Siyasal İslamcılar ve Neo-Osmanlıcılık

90’lı yıllarla birlikte Özal’ın Neo-Osmanlıcığından da feyz alıp onu geleneksel Osmanlıcılıkla birleştiren siyasal İslamcılarında yeni Osmanlıcılık fikri etrafında motive oldukları bilinen bir geçektir. Bu ikinci eğilimin Özal’dan belirgin farklılıkları vardır. Bunlar Neo-Osmanlıcılığı Türk tarihini İslamlaştırma politikalarına uygun olarak daha çok din temelli açıklıyorlardı. 1960’lı yıllarda DP ile başlayıp milli selamet partisine(1971-1980) oradan Refah Partisine (1983-1998) uzanan bu eğilim daha sonra AKP tarafından da geçiştirilerek somutlaştırıldı. Bu eğilim Neo-Osmanlıcılığı Sünni İslam perspektifi temelinde ele alır. Politik ve ideolojik programları esas olarak Sünni İslamcılık, milliyetçilik, Osmanlıcılık ve kısmen de modern unsurlar içeren bir niteliğe sahiptir. Dini Osmanlıcılık perspektifiyle kendi müesses nizamlarını oluşturmayı hedeflemektedirler. Bu cenahtaki Neo-Osmanlıcığın İslamcı formulasyonu her ne kadar ümmetçilik söylemini kullansa da esasta çoğulculuğu dışlayan, tek tipleştirici bir formülasyon olduğunu belirtmek gerekiyor. Demokrasiyi bir amaç değil, araç olarak görme anlayışı baskın haldedir. Böyle ele alındığı için de söz konusu eğilimin iktidarlaşmış hali kolaycılıkla totalitarizme dönüşebilmektedir.

İslamileştirilen Neo-Osmanlıcılık özellikle Refah Partisi örneğinde toplumsal farklılıkları ve kimlikleri dini referanslarla yeniden kurgulama politikası biçiminde hayat buldu ve aynı gelenek AKP somutunda da olduğu gibi devam etmektedir. 1970’lerin Milli Selamet Partisi zaten kendisini Osmanlı devleti olarak tanımlamıştır. Refah Partisi de bu temel üzerinden yeni bir kimlik inşasına girişerek toplum mühendisliği yaptı. Dikkatli incelendiğinde yoğun bir biçimde Türk-İslam sentezciliğinin hakim olduğu görülecektir. ’’Milli görüş’’ kavramı tüm aksi iddialara rağmen Türkçü İslamcılığın mottosudur. Özellikle Bosna savaşı sırasında Türklük Müslümanlık vurgusu sıkça kullanılarak Osmanlı’nın eski hakimiyet alanlarında yayılmacılığı dinsel argümanlarla yeniden hatırlama ve bu yolla tabanını Türkçü İslamcılık etrafında konsolide etme politikası yürütülmüştür. Tıpkı ittihatçılarda olduğu gibi bu Neo-Osmanlıcılık da emperyal bir güdüye sahiptir. Ancak bunu İslam’ı araçsallaştırarak gerçekleştirmeye çalışmıştır.

Bu hareketin içinden çıkan AKP’nin Neo-Osmanlıcığı temelde bundan farklı olmamakla birlikte, modernitenin tüm kurum ve kurallarıyla şekil aldığından İttihatçıların müesses nizam oluşturma politikalarına hem yöntem hem de anlayış olarak daha yakın bir yerde durmaktadır. AKP, ılımlı İslam projesinin kendisine sağladığı avantajlardan da yararlanarak bir dönem için demokrasiyi araçsallaştırıp iktidarlaşma sürecini kamulaştırmış; bunu sağladıktan sonra Neo-Osmanlıcılığın yayılmacı, alt emperyal olma ülküsünü ve otoriterizmini iç ve dış politikasının merkezine oturtmuştur. Daha geniş bir okumayla AKP’nin Neo-Osmanlıcılık, devletçilik, tekçilik, iktidarcılık, totaliterlik ve anti demokratiklik kapsamında cumhuriyet tarihi boyunca çatışıyor gibi görünen iki ana eğilimin sahip olduğu ne varsa hepsini kendi bünyesinde toplamış ve Kemalizm’in siyasal İslamcı rengine dönüşmüştür. Dış politikada da söylemde çokça karşısında durduğunu iddia ettiği küresel hegemonik güçlerin “rutin dışı” bütün metotlarını taklit ederek etkinlik elde etme ve bölgesel bir güç olma macerasına atılmıştır. Bunun için de Sünniliği nirengi noktası yaparak, tıpkı selefleri gibi Osmanlı’nın eski hakimiyet alanlarında (örneğin Afrika’da) etkinlik oluşturma politikası yürütmüştür. İçte ise farklı etnik ve dini kimliklere, mezheplere, toplumsal muhalefete karşı iktidarını sağlamlaştırdığı andan itibaren tekçi, baskıcı ve otoriter bir politika izlemiş, bu politikayı söylem ve eyleminin merkezine oturtmuştur. Bu çerçevede elindeki iktidar gücünü kullanarak toplumsal yaşamın neredeyse bütün alanlarına müdahalede bulunmuş ve bu şekilde “yeni otorite” (nam-ı diğer “YENİ TÜRKİYE”) etrafında kenetlenmiş ve ancak biat ettiği ölçüde yaşam hakkı bulabilecek olan bir sosyolojik yapı oluşturmaya yönelmiştir.

AKP’nin Neo-Osmanlıcığının kimi noktalarında seleflerinden farklılık içerdiğini belirtmek gerekiyor. Öncelikle Neo-liberalizmin en ateşli destekleyicisi ve uygulayıcısı, ikinci olarak da kurumsallaştırmaya çalıştığı post-sultanlık düzeni, geleneksel Osmanlı sisteminden çok kapitalist modernitenin otorite ve iktidarla-devletle ilgili tüm geleneksel paradigmalarının (ki jakobenlerden başlayıp Bismarckçılığa oradan da Hitlere uzanan geniş bir otoriterlik paradigmasıdır bu) Osmanlının patriyarkal otoriterliğiyle ve toplumu bile mülk olarak gören zihniyetiyle sentezlenmesinden başka bir şey değildir. “Türk tipi model” den kast edilen tüm bunların toplamının hayata geçirilmesinden başka bir şey değildir aslında.

Post-Sultanlık Projesi Olarak Neo-Osmanlıcılık

Klasik “yeni Osmanlılar” hareketinin temel paradokslarından birisi, kendi hükümetlerine karşı yıkıcı eleştiri ve Avrupa’ya kıyasla “İslam imparatorluğu” Osmanlı’nın içinde bulunduğu sefalete öfkeyle yola çıkıp bir müddet sonra karşısında durduklarını iddia ettikleri şeye dönüşmeleri ve devletle barışıp yüksek makamlarla ödüllendirildikten sonra İstibdadın ateşli uygulayıcıları olmalarıdır. Devleti ve iktidarı ele geçirmeye odaklanmış olduklarından otorite içinde yer edinmeyi bir var oluş problemi olarak görüyorlardı. Öyle ki bizzat kendilerinin desteğiyle gerçekleştirilen reformlarda sultanin imparatorluğunu yarı modern bir kisve altında tekrar güçlendirmesine katkıda bulunmuşlardır. Mesela sultan-halife 2.Mahmut (1808-1830) bunlar tarafından tanrının inayetiyle “dünyanın efendisi” Allah tarafından gönderilmiş bir irade olarak sayılıyor, padişah adalet ve kurtuluş kaynağı, reform ve kanunları ise “imparatorluğun zayıf düşmüş gövdesine” uygulanan bir tedavi olarak görülüyordu. 60 yıl sonra yine sultan-padişah merkezli bir bakış açısıyla 2.Abdulhamit’e karşı tavır aldıklarında da onun yerine arzuladıkları şey, artık klinik bir vaka haline gelmiş olan ve imparatorluğu tekrar ayağa kaldıracak yeni bir sultanı iktidara getirmekten başka bir şey değildir. Nostalji ile gelecek arasında fena halde sıkışmış olan ‘’Yeni Osmanlılar’’ kendilerini eski zamanlara, yani ‘’Muhteşem Yüzyıla’’ götürecek olan otoritenin biçiminin sultanlık olup olmaması ile ilgili değildiler. Daha çok sultanlığın restore edilmesinden yanaydılar. Bu açıdan ne ‘’yeni Osmanlılar’’ ne jön-Türkler ne de ikisinin toplamı olan ittihatçılar hiçbir biçimde demokrasi arayışında olmadılar ve bunu öncelikli bir problem olarak görmediler. ’’Demokrasi’’, ’’Modernleşme’’, ’’Batıcılık’’ dedikleri şey, batının ulus-devletçi, milliyetçi kurum ve fikri yapılarını kendi saltanatçı ve otoriter elit düzen tahayyüllerinin bir aracı olarak kullandıkları araçlardan başka değildi. Demokrasinin, reformculuğun araçsallaştırılması bugüne kadar devam eden bir hastalıktır.

AKP’nin neo-Osmanlıcılığı tüm bu sürecin ve karakterin izdüşümüdür. Kemalizm’in anti demokratik laikliği ve tekçi-otoriter yönetim anlayışının müteddeyinleri iktidardan ve siyasal alandan dışlayarak baskı altına alması sonucu ortaya çıkan mağduriyetleri kullanıp değişim vaat ederek iktidar olmuştur. Başlarda mazlumu oynayan bu yapı, iktidarı ele geçirip devletleştikten sonra karşısında olduğunu iddia ettiği tüm şeylerin aynısını yapmış ve birçok noktada bir adım öne geçmiştir. AKP ‘’Tek adam’’,’’milli şef’’ anlayışını yerden yere vururken benzer bir biçimde ‘’tek adam’’ yönetimini kutsallaştırmakta beis görmemiştir. Aynı şekilde Kemalist devlet anlayışını ve bürokratik düzenini eleştirirken kendisi de yargıya, bürokrasiye, eğitim kurumlarına vb. kendi kadrolarını yerleştirip adım adım ‘’post-sultanlık’’ düzeni temellerini oluşturmaya girişmiştir. Bu dönemin ya da sultanlık arayışının ‘’3.Abdülhamit Dönemi’’ olarak nitelendirmek abartılı bir değerlendirme olmayacaktır. Gerçekten de 2. Abdülhamit döneminin 21.yüzyılın ekonomik, siyasal yapıları ile yeniden formatlanarak vücuda gelmiş haliyle karşı karşıyayız. Ayrışan yönleri olmak ile birlikte iç politikada da dış politikalarda da yığınca benzerlikler vardır. Özellikle iç politikada da Abdülhamit istibdadının bir benzeri oturtulmaya çalışılıyor. Bu istibdat “saray” la sembolik bir ifadeye kavuşmuş durumdadır. Bizzat Erdoğan tarafından demokrasinin bir amaç değil, bir araç olduğunun söylenmesi bu sultanlığın karakterinin nasıl olduğunu/olacağını göstermesi bakımından önemlidir. Gerek Osmanlı’nın son dönemlerinde kendilerine ‘’reformcu’’ diyen ‘’yeni Osmanlılar’’ gerekse de sonrasında ortaya çıkan tüm iktidar elitlerinin amaçlarının devleti demokratikleştirmek değil; onu ele geçirip kendi ideolojik-politik perspektifleri doğrultusunda müesses nizamlarını oluşturmak olduğunu belirtmiştik. Bu amaçla iktidarı ele geçirme savaşında bütün hukuk dışı yöntemleri meşru saymışlarıdır. Türkçülük hemen hepsinin ortak özelliği olduğundan asimilasyoncu ve iktidarcıdırlar. Bu konuda söylem farklılığı olsa da AKP de bunlarla yarış halindedir. Çünkü kaynak aynıdır.

Nizam oluşturma arayışlarının hepsinde en belirgin yan iktidarın nasıl olacağı hususudur. Neo-Osmanlıcılık yeni iktidar biçiminin tesis edilmesinde biricik çözüm formülü olarak topluma sunulurken, iktidarın şekli konusunda da tüm bu elitlerin yarattığı tarihsel ve güncel birikimi dayanak olarak kullanmaktadır. Ancak bu dayanak her halükarda yönetimin tekçi ve devletin bekasını önceleyen nitelikte olmasını gerektirmektedir. Bu bağlamda Post-Sultanlık formu patriyarkal zihniyetle somutlaşan sultanlık pratiği ile modernitenin otoriter-despotik yönetim anlayışının sentezlenmesinden ibarettir. Söylem düzeyinde elbette ki padişahlık-sultanlık kavramları kullanılmamaktadır ancak uygulamada varılmak istenen nokta ile bu hedefin düşünsel yapısını motive eden tarihsel kaynaklara bakıldığında amacın bu olduğu açıkça görülecektir.

Devleti ve iktidarı kutsayan bütün ideolojik anlayışlarda olduğu gibi Neo-Osmanlıcılığın iktidar tasavvurunda da sınırsız yetki de yönetme gücüne sahip ‘’tek adam’’ ve onu tamamlayacak bir idari düzen arzusu temel bir yaklaşımdır. Aksi durumda tek elden kontrol edilen müesses nizamın kurulamayacağı düşünülür. Güç ve yetki merkezde ve tek adamda toplandığında, hayali kurulan müesses nizamın gerçekleştirilmesinin daha kolay olacağı iddia edilir. Tüm iktidarı elinde bulundurmalarına rağmen Erdoğan’ın “elimiz kolumuz bağlı” söylemiyle gündeme soktuğu “Türk tipi başkanlık modeli” de tam olarak bu arayıştan kaynağını almaktadır. Bu amaca ulaşmak yolunda pragmatizm, ilkesizlik, komplocu siyasi tarzı amentü gibidir. Söz gelimi AB üyeliği talebi toplumda yükselen bir değerse bunun ateşli bir savunucusu görüntüsü verilir ancak bu amaçlanan otoriter düzene ulaşma sürecinde toplumsal desteği sağlamak için kullanılan bir araç olur sadece. Aynı şeyi Kürt sorununa yaklaşım için de söylemek mümkündür. Politik bir getirisi olduğu sürece bu konu kullanılır ancak arka planda tasfiye politikası yürütülür.

Bilindiği üzere sultanlık düzeni devleti, toplumu, kurumları, ekonomiyi kısacası devletin sınırları içindeki her şeyi mülk olarak gören bir iktidar biçimidir. Mülk, ”Allah” ın yeryüzündeki gölgesi” olarak görülen sultana aittir ve onunla ilgili tek karar merceği sultandır. Bugün AKP’nin kurmaya çalıştığı post-sultanlık sisteminde de aynı anlayış hakimdir. “Benim devletim”, ”benim valim”, ”benim milletim” vb. biçimde daha da uzatılabilecek söylemler, öylesine dile getirilen kavramlar olmayıp yukarıda aktarmaya çalıştığımız otoriter zihniyetle ilgilidir. Bu post-sultanlığın birçok yönüyle Bismarkçılıkla benzerlikler taşıdığını not etmek gerekiyor. Zaten tarihsel olarak bakıldığında hem Osmanlı döneminde hem de İttihatçılar döneminde Türk-Alman ilişkilerinin çok güçlü olduğu görülecektir. Bu ayrı bir konu. Ancak tüm diğer özelliklerinin yanında post-sultanlık Bismarckçılık var arasında çok güçlü benzerlikler vardır.

Bismarck 1862’den 1890’a kadar 28 yıl boyunca iktidarda kaldı.1871’de Prusya başbakanı ve dışişleri bakanı, 1871’de Alman bakanlığının kurulmasından sonra Almanya şansölyesi olarak görev yaptı. Bismarck’ın iktidar anlayışı Abdülhamit’ten başlayarak ittihatçılara kadar Türk milliyetçiliğinin ve iktidar elitlerinin yönetim anlayışı üzerinde büyük etkide bulunmuştur. Bismarck Almanya’sında uluslar arası ilişkilerden vergilere kadar her karar tek kişi tarafından alındı. Muhalefete izin vermeyen, kendisi gibi düşünmeyen her anlayışı ihanetle ve casuslukla özdeş sayan, kurduğu despotik çoğunlukla parlamentoyu kendi otoriter eğilimlerinin aracı olarak kullanan bir anlayıştır. Temel hak ve özgürlükler, hukuk devleti gibi kavramların Bismarck Almanya’sında esamesi okunmuyordu. Temel sloganlarından birisi ‘’güç adaletten önce gelir’’ şeklindeydi. Bismarck korku ve itaate dayanan bir toplum düzeni ön görmüştür. Toplumu siyasetin ve siyaset kurumunun dışında tutarak liderlik kültü etrafında dizayn etmiştir. Bismarck ‘ın yarattığı duyarsız İttihatçı korku toplumu Hitler faşizminin de sosyal alt yapısını oluşturmuştur. Buradan bakıldığında Neo-Osmanlıcılığın AKP şahsında somutlaşan post-sultanlık projesi ile Bismarck ve Bismarck Almanya’sı arasında ciddi paralellikler olduğu görülecektir. İkisinin de asıl hedef muhalefeti baskı yolu ile sindirmek, toplumu devlet mekanizması ve onun zor aygıtlarıyla (polis-asker-yargı) baskı altına almak ve bu yöntemle itaatkar hale getirip lider kültü etrafında düzenlemektir.

 

Neo-Osmanlıcılık ve Kürtler

Neo-Osmanlıcılık ideolojisinin Kürtlere yaklaşımı konusunda hem Osmanlı döneminde, hem de daha sonraki dönemlerde konjonktürel nedenlerden kaynaklı uygulama farklılıkları olsa da ana çizgi hiçbir zaman değişmemiştir. Aslında konuyu güncelliği içinde ele almak Neo-Osmanlıcılığın gerek seleflerinin gerekse de güncel temsilcilerinin Kürtleri nasıl ele aldığını anlamayı kolaylaştıracaktır. Zira bugün AKP iktidarında somutlaşan “İslamcı” Neo-Osmanlıcılığın ufkunda Kürtlerin 19.yüzyılı sonları ve 20.yüzyıl boyunca maruz kaldıklarından çokta farklı bir şey öngörülmemektedir. Kaba bir karşılaştırmayla bile her iki dönemde de Kürtlerin müesses nizamın oluşturulmasında sadece bir nesne olarak görüldükleri fark edilecektir. Yeni Osmanlıların reform projelerinde nasıl ki Kürtler kendi ulusal, kültürel, yönetsel aidiyetleriyle yer bulamıyorduysa AKP’nin “İslamcı” Neo-Osmanlıcılığında da aynı politika güncellenerek sürdürülmektedir. Her iki anlayışta ulusal-kolektif Kürt kimliğini ve bu kimlik etrafındaki arayışları varoluşlarına yöneltilmiş büyük bir tehdit olarak görürler. Kürt sorunu ile ilgili krizleri yönetemez duruma geldiklerinde üzerlerindeki basıncı azaltmak için (katliama başvurmadıkları ender durumlarda) kültürel alanda, -o da bireysel haklarla sınırlı olması kaydıyla- bazı adımlar atmak zorunda kalsalar da bundaki amaç, Kürtler üzerindeki inkarcı-asimilasyoncu politikalarını incelterek sürdürmektir.

“Tek dil, tek devlet, tek millet, tek din” sloganları bu anlayışın gerçek amacının ve Kürtlere bakışının yalın bir biçimde ortaya koymaktadır. Burada AKP’nin “İslamcı” Neo-Osmancılığı ile “yeni Osmanlılar” arasında bir farktan söz edilecekse, o da küresel ve bölgesel düzeyde yaşanan ekonomik ve siyasi değişimlerin bu iki çizginin söylem ve pozisyonları üzerinde yarattığı etkidir. “Yeni Osmanlılar” hareketi imparatorluğun geleneksel kodlarından sıyrılmadığı, kapitalist modernitenin milliyetçi, pozitivist, ulus-devletçi paradigmalarının Ortadoğu’da yeni yeni hayat bulmaya başladığı koşullarda ortaya çıktı. AKP ise kapitalist modernitenin milliyetçi, pozitivist ulus-devlet anlayışının ve neo-liberalizmin küresel hakimiyetinin güçlü olduğu; siyasal İslamcılığın da bu sistemin fideliğinde yetişerek biçim ve öz kazandığı, modernitenin tüm unsurlarını kendisinde toplayarak örgütlediği koşullarda, söz konusu küresel güçlerin de desteğiyle iktidara geldi. Sistemin tüm özelliklerinin taşıyıcısı olarak siyasi alana yerleşti.

Bu Neo-Osmanlıcılıkta tıpkı “yeni Osmanlılar” gibi devleti kutsal gördüğü için koruma güdüsüyle yeniden dizayn etti. Çevre ile demokratik bir birliğe, ittifaka gitmeden siyasal kurumları kendi iktidarcı hevesleri doğrultusunda yenileyerek; merkezdeki bürokratik dayanaklarının, bununla olabilecek tüm değişimlerinin önünde aşılmaz bir engel haline getirme politikası izledi. Merkezde kendisini güçlendirip devletleştikçe Kürtlerin demokrasi, özgürlük, özyönetim taleplerini barajlama imkanı elde edeceğini düşündü. Zaten AKP’nin Neo-Osmanlıcılığının fıtratında çoğulculuk, farklılıklara tahammül, demokratlık olmadığından Kürt sorununun çözümünden anladığı şey de “ devletin Kürd’ü” nü yaratmaktan başka bir şey değildir. AKP tıpkı Abdülhamit döneminde olduğu Kürtler arasında bölünme yaratıp sistemin yörüngesine çektiklerini devlete entegre etmeyi temel bir politika olarak benimsemektedir.

Gerçekten de iktidar sözcüleri ve onların etki alanındaki çevrelerin iddia ettiği gibi AKP, cumhuriyetin inkarcılığından Kürtleri tanımaya geçiş yapan, liberal, çok-kültürcü bir vatandaşlığı esas alan bir güç müdür? Yine, iddia edildiği gibi asimilasyoncu-inkarcı politikaları sonlandırdığı söylenebilir mi? Aynı soruları bu iktidarın siyasal ve toplumsal alanları bürokratik-askeri vesayetten kurtararak özgürleştirdiği iddialarına karşılık da sormak mümkündür. Bunun böyle olmadığını konuyla ilgilenen bir gözlemci rahatlıkla görebilir. Gelinen noktada aşıldığı söylenen askeri-bürokratik vesayetin hiç de gerisinde kalmayan, Sünni İslamcı, tekçi, bölgesel politikada yayılmacı ve Kürt düşmanı, toplumsal yaşamda anti demokratik bir duruşun sergilendiği açıktır. Sadece bu örnekler bile AKP’nin yaslandığı Neo-Osmanlıcı fikriyatın “fıtratında” çoğulculuğa, demokrasiye yer olmadığını göstermeye yeter. Yapmakla övündüğü reformların ezici çoğunluğunun amiyane tabirle “köprüyü geçinceye kadar” zevahiri kurtarma amacından başka bir şey taşımadığı bugün daha net görülüyor. İktidarını sağlamlaştırdıkça onları bile adım adım ortadan kaldırdığı, görülen bir durumdur. Her şey “tek adam” ın iki dudağı arasında hapsedilmiştir. Yapılan ve adına reform denilen şeylerin de reform olup olmadığı tartışılmalıdır. Zira bizzat kendi ifadeleriyle amacın “restorasyon” olduğunu açıklamışlardır. Restorasyon sistemin demokrasiye doğru evrilmesinde köklü çözümler içermez, daha çok var olan statükoyu korumak için yapılan küçük rötuşları anlatır. Dolayısıyla tıpkı selefleri gibi AKP’nin Neo-Osmanlıcılığının da hiçbir biçimde devletin demokratikleştirilmesine yönelik köklü reformlar yapma anlayışı yoktur. Hem geleneksel devletçi kodları, hem de bu kodların yarattığı neo-liberal politikalarla izdivacıyla ilişkili olarak yarattığı -tabiri caizse- “lümpen burjuvaziyle” bunu yapabilmesinin olanağı yoktur. Bu aşamadan sonra atacakları her adım demokratikleşmeye yönelik değil, saray ve “sultan” etrafında örülmüş otoriter ve patriyarkal düzenin tahkim edilmesine yönelik olacaktır.

Bu tablo içinde “makbul” olanlar ancak bu otoriteye biat edenler olacaktır. Dolayısıyla Kürtlerde ancak “sultana” ve onun müesses nizamına biat ettikleri ölçüde bazı küçük kırıntılar elde edebileceklerdir. Hangi hakların ve ihtiyaçların “makul” olduğunu ve hangi mücadele yöntemlerinin bu amaçlara ulaşmada “makul” olduğunu ellerinde bulundurdukları iktidar aygıtıyla belirlemeye çalışmaktadırlar. Bu çerçeveden bakıldığında Kürt sorununun çözümünde söz konusu Neo-Osmanlıcı akıl Kürtlerin kolektif, siyasi taleplerini bireyselleştirerek özünden boşalmayı başlıca politika olarak belirlerken buna karşı çıkan ve kolektif- siyasi taleplerde ısrarcı olan toplumsal dinamikleri(Kürtler, Aleviler, demokrat Müslümanlar, sosyalistler vb.) itibarsızlaştırıp siyasal alanın dışına itmeyi esas almaktadır. Başka bir ifadeyle Neo-Osmanlıcılığın Neo-liberalizm ile doğan izdivacından doğarak kılık değiştiren ve bölgesel yayılma alanlarını genişletmeye heveslenen Sünni Türk-İslam sentezcisi iktidar aklı, farklılıkları sistem içileştirmek için tanıma ve inkar politikasını bilinçli olarak iç içe geliştirerek muğlaklık yaratmaktadır. Bir yandan da bu beklentileri oya tahvil ederek kendisine geniş bir hareket alanı yaratmaya çalışan bir devletçilik anlayışı olarak karşımızda durmaktadır. Bu anlayış özgürlüğe, adalete ve demokrasiye samimiyetle bağlı olduğundan değil; farklılıkların bireysel tercihe (örneğin Kürtçe’ nin seçmeli ders olması vb. gibi) indirgeyerek muğlaklaştırmada ve bu yolla başta Kürtler olmak üzere, tüm farklı etnik ve dinsel kimlikleri daha krizli bir alana hapsederek otoritesini konsolide etmeye çalışmaktadır. Bireyselleştirilmiş kimlikler, kolektif karakterlerini yitireceğinden toplumsal ve siyasal alanın dışına itileceklerdir. Neo-liberalizmin, sistemi tehdit eden kimlikleri ve toplumsal hareketleri ekonomik ve hukuki anlamda “bireysel hak ve özgürlükler” söylemi ile pasifize etme politikası, AKP’nin anlayışında aynı biçimde ele alınarak müesses nizamının karşısında durabilecek toplumsal kolektif kimlikler ve hareketler parçalanıp pasifize edilmek istenmektedir. Bu açıdan AKP’nin hukuki düzenlemeleri Kürtlerin ve diğer kimliklerin siyasi katılımını artıran demokratik bir normalizasyon içermekten ziyade bu “yeni” otoriterliğin önündeki engelleri pasifize etmeye odaklanmış girişimlerden başka bir şey değildir. Pasifize etme politikası 3 yöntemle sürdürülmektedir. birinci yöntem devlet tarafından cumhuriyet tarihi boyunca bilinçli ve sistematik bir biçimde yoksullaştırılan Kürtleri açlıkla terbiye edip ardından sunduğu küçük olanaklarla kendi otoritesine bağlama, yine orta sınıfa sunduğu olanaklar –la işbirlikçi bir tabaka yaratıp yedeğine alma ve bu şekilde Kürtler arasında bölünme yaratmaktır. İkincisi, din olgusunu kullanarak Kürtleri kendi mezhepçi politikalarının yörüngesinde tutmak ve bu yolla kimlik taleplerini bloke etmektir. Üçüncü yöntem de bu politikalara direnen özgürlükçü Kürtleri de askeri ve siyasi operasyonlarla etkisizleştirerek tasfiye etmektir. Yukarıda da vurguladığımız gibi bundaki asıl amaç, “devletin Kürdü” nü yaratmaktır. Bu kapsamda Kürtlerin haklarını, sınırlarını belirlerken diğer yandan da Kürtleri kendi içinde kamplara bölmeye çalışarak “iyi Kürt, kötü Kürt “ politikasıyla Kürtler arası iç çatışmayı kışkırtmaya çalışmaktadır. Türkiye’de hiçbir farklı sese tahammül edemeyen bu Neo-Osmanlıcı anlayış, Kürtler söz konusu olduğunda belirttiğimiz bu iç çatışmayı kışkırtma politikası ekseninde “ bölgede tek sesliliğe izin vermeyiz” demogojisine sarılabilmektedir. Bu amaçla güneyde KDP ekseninde bir politika oluştururken Güney Kürdistan’ı hem yayılmacı emellerinin zemini a-haline getirmek hem de PKK’ye karşı bir çizgi olarak güçlendirme siyaseti yürütmektedir. Aynı şekilde ROJAVA’ da da bu çizgiyi hakim kılmak için KDP’ yle paralel politikalar üretmektedir. İçeride ise Kürtler nezdinde hiçbir ağırlığı olmayan ve Kürtlerin özgürlük mücadelesi ile uzaktan yakından ilgisi bulunmayan şahsiyetleri sahaya sürmektedir. Her koşul altında ve her dönemde derin devletin tetikçiliğini yapmış, bu dönemde de Yeşil Ergenekon’un, tetikçiliği görevini büyük bir şehvetle yerine getiren Hizbul Kontra ve onun uzantısı Hüda-Par gibi kontrgerilla artığı odakları piyon olarak kullanıp, söz konusu amaca göre çalıştırmaktadır. Bu yönüyle AKP devletin geleneksel böl-yönet politikasını olduğu gibi devrede tutmaktadır. Elbette ki bu politikanın uzun vadede hiçbir başarı şansı bulunmamaktadır. Ancak AKP’nin Neo-Osmanlıcılığının “Kürt duyarlılığını” nasıl bir karaktere sahip olduğunu göstermesi bakımında önemli bir veridir.

Bu noktada üzerinde önemle durulması ve tartışılması gereken bir hususta Kürt-Türk ittifakıyla ilgili olarak Kürt Özgürlük Hareketi ve AKP’nin durduğu yer, daha doğrusu iki tarafın bundan ne anladığı konusudur. Kürt özgürlük hareketi ve önderliğin Kürt-Türk ittifakını devletin ve toplumun demokratikleştirilmesi ve Kürtler dahil tüm farklı kimlik ve inançların hem ana yasal hem de toplumsal düzeyde tanınmasını, buradan ortaya çıkacak demokrasi sinerjisiyle Ortadoğu da demokratik bir model olma anlamında öncülük rolünü oynana bileceği şeklinde ele alır. Yani bu ittifakın temeline demokrasiyi, eşitliği koyan AKP’nin ise bundan anladığı şey Kürtlerin tüm kolektif hak taleplerinden vazgeçerek hukuksal-Anayasal düzlemde Türk, toplumsal yaşamda ise “bireysel haklarla” (!?) sınırlı olması kaydıyla Kürt olarak kalabilecekleri ve bu tarz bir sözleşme ile devlete biat etmeleridir. Bu gerçekleştiğinde Kürt Türk ittifakı gerçekleşmiş olacak! Öngörülen ‘ittifakla’, Kürtlere düşen içte iktidarı güçlendiren dışta ise yayılmacılığın payandası olan bir nesne olmadır. Bunu yeni tip bir Hamidiye yaratma politikası olarak nitelendirmek abartılı değerlendirme olmayacaktır. Bu politikanın öncekinden farkı bizzat AKP kurmaylarının da sık sık dile getirdiği gibi sadece askeri değil ekonomik, sosyal, diplomatik, pek çok unsurla desteklenmiş entegre bir strateji kapsamında ele alınmasıdır. Yani AKP’nin Neo-Osmanlıcılık perspektifinde Kürt-Türk ittifakı denilen şey Kürtlere içte ve dışta politik ve askeri tetikçilik ile yetinmeleri dışında bir rol biçmemektedir. Tarihsel ittifaktan anladıkları esas olarak anladıkları budur. Buna göre örneğin Rojava Kürtleri ancak bu Neo-Osmanlıcılık anlayışının bir gereği olarak Esad rejimini devirme ve Suriye de ekonomik politik güç devşirme amacının başarılı olması için tetikçilik rolü üstlendiklerinde “makul” kavramı, öylesi bir durumda bile Kürtlerin Rojava Kürdistan’ın da idari, kimliksel ve anayasal özgürlükler edinmesini kapsamamaktadır. Yani Kürtler Şam’a karşı yeni model Hamidiye alayları olacak ama günün sonunda Kürtlerin kaderinin ne olacağını da Kürtler değil AKP’nin kendisi ve adına Suriye muhalefeti denilen, gerçekte Suriye halkı ile hiçbir bağı olmayan güdümlü, ırkçı savaş ağaları ve iktidar en son Erdoğan’ın “ biz Kuzey Irak’ta olduğu gibi Kuzey Suriye’de de benzer bir oluşumun ortaya çıkmasına izin vermeyeceğiz” minvalindeki açıklaması sadece Rojava’da değil güney KÜRDİSTAN da Kürtlerin elde ettiği kazanımlara karşı iflah olmaz bir düşmanlık içinde olduklarını ortaya koymuştur. Esasen bu, DAİŞ çetelerinin Hewler’ e yönelmesinin arkasında da AKP’nin olduğunun itirafıydı. Sonuçta bölgesel çıkarlarına yarayacaksa Kürtler yerine DAİŞ’ i kendileri için daha kârlı bir yatırım olarak görmektedirler. Bu amaçla DAİŞ çetelerini bu iki parçaya saldırmaları için motive etmiştir. Bazı çevrelerin” AKP’nin Neo-Osmanlıcılık politikasında Kürtlere önemli bir yer verilmektedir”. biçimindeki iddiaları bir bakıma doğrudur. Evet Kürtlere yer verilmiştir. Ancak bu Kürtlerin gasp edilmiş tüm haklarının iadesine dayanan ve devletin demokratikleşmesi ekseni üzerinde kurgulanan bir yer verme değil, yukarıda belirttiğimiz çerçevede bir yer ve rol biçimindedir. Vaat edilen “çözüm” ve bununla bağlantılı olarak oya tahvil edilmiş kırıntı bile olmayan adımların da orta ve uzun vadede bu tarihsel eşitsizliği ve adaletsizliği, yeni bir tahamkkümcülük anlayışını yeniden üretmek amacını taşımaktan başka bir anlama gelmemektedir. “Kültürel zenginlik” argümanını etnik ve dini farklılıklara hoş görülü olduğu iddiasını sürekli gündemde tutarak buradan politik bir kazanç bağlamayı amaçlamaktadır. Söz konusu Neo-Osmanlıcı anlayışın kültürel zenginlikten anladığı şey, farklı kimliklerin ve muhalif güçlerin hadlerini bilip kendilerine “lütfedilen” sınırlar içinde seslerini kestikleri ve yalnızca Sünni, Türk- İslamcı çizgiye biat ettikleri ölçüde “kültürel zenginlik” olduklarıdır. Buna göre kültürel özel yaşamlarında Kürtçe konuşabilir, şiir yazıp şarkı söyleyebilir parasını ödedikleri sürece özel okullarda, kurslarda (kapı ölçüleri MEB kriterlerine uygun olduğu müddetçe!) kendi dillerini öğrenebilirler, fakat tarihsel adaletsizliklere karşı alternatif çözüm üretmeye, idari değişiklik taleplerinde bulunmaya başlarlarsa kriminalize edilerek “iç güvenlik paketleriyle” hadleri bildirilir buradan bakıldığında ”kardeşlik”, “tarihsel kader ortaklığı” söylemlerinin koca bir aldatmadan başka bir anlam taşımadığı görülebilir. “Kardeşlik”, ayrıcalık ve hakların her koşulda ve sadece hakim ulusa ve onun iktidar güçlerine ait olduğunun kabulünü şart kılan bir çerçeve içinde anlamlandırılmaktadır.

Oysa Demokratik Ulus çözümünde iktidarcı müesses nizam oluşturma hedeflerine ve girişimlerine yer yoktur. Neo-Osmanlıcılığın bu özelliği bile tek başına Kürt sorununun çözümü önünde en büyük engeli oluşturmaktadır.

 

 

 

 

 

 

Kaynakça
  • Kimin İslam’ı? Osmanlı’dan T.C’ye Siyasal
  • İslam: Sinan Şahin (Aram Yay.)
  • Türklüğe İhtida: Hans-Lukas Kieser
  • (İletişim Yay.) 3. Öteki Tarih : Ayşe Hür(Profil Yayınları)
  • Jön Türk Modernizmi ve ”Alman Ruhu”: Mustafa Gencer (İletişim Yay.)
Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.