Düşünce ve Kuram Dergisi

Neolitik Devrim: Hafızalardan Silinmeyen Cennet

 Filiz Ürün

21. yüzyılda dahi köklü bir inandırıcılığı olan, bilim ve teknik çağı olarak adlandırılan Neolitik’in cennet vaatlerinin geçerliliğini koruyor oluşunu nasıl anlamalıyız? Halen daha milyarlarca insan, ölümü, “cennete ulaşmanın bir vesilesi” olarak görüyorken, “cehennem azabı çekmemek için” tanrısına yakarıyor. İnanılması güç, ama bu inancı nedeniyle binyıllar önceki rahip oyunları tekrarlanarak inançlı insanlar kötü emellere alet edilmek isteniyor. Kadını ve erkeğiyle, genci ve yaşlısıyla insanlığın önemli bir kısmı günah işleyip cennete gidememe korkusuyla yaşıyor ve kendini günahtan sakınmaya çalışıyor. Diğer taraftan bu durum sadece dinler ya da mitolojilerde değil, bilimsel araştırma ve çalışmalarda da karşımıza çıkmaktadır.

Bütün uygarlıklar gibi içinde yaşadığımız kapitalist uygarlık da cennet ve cehennem imgelemi üzerinden kendisini güçlendirmeyi planlarının bir parçası olarak kullanmaktadır. Son dönemlerde Ortadoğu’da ortaya çıkan gelişmeler de araçsallaştırılan bu imgelem üzerinden ifade edilmeye çalışılmaktadır. Öyle ki bu durum hiç de kapitalist moderniteden bağımsız değildir. Bu örnek bile tek başına gösteriyor ki, yaşamın her karesinde bu ikilemin yan yana işlenmesi ve propagandasının yapılması, kapitalist uygarlığın en önemli varlık nedenlerinden biri olmaktadır. Çünkü “cennete ulaşma” ve “cehennemden kaçma-kurtulma” düşüncesi, insanlığın toplumsal hafızasının koparılamaz bir tarihsel parçasıdır. Özellikle de yoksunluk ve yoksulluklarla dolu modern zamanlarda bundan kendini alabilmek artık çok zordur. Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan, “Canlı türü, insanın genleri nasıl oluşup benzer örneklere yol açıyorsa, toplumsal hafızanın da oluşan genleri vardır ve daha sonraki toplumlara yerleşerek benzer etkilere yol açar,” derken, bu hafızaya işaret etmektedir. Yani topluma mal olan düşünceler olumlu ya da olumsuz olabilir, ancak bir kez toplumsal hafızada yer edindi mi de onun daha sonraki dönemleri de etkileyeceği aşikârdır. Öcalan bu belirlenimini, “Tarih, günümüzde gizli, biz de tarihin başlangıcında gizliyiz,” özdeyişi ile pekiştirmektedir. Başlangıçta olup biteni çözdükçe günümüzde olup bitene de anlam verebiliriz ya da günümüzü çözdükçe tarihimizi de daha doğru anlayabiliriz. Bu doğrultuda, özellikle “ilkel” denilen ilk toplumsal devirlere, dönemlere bakmak çok önemlidir. Çünkü burada, bir nevi hafızamızın kök hücresini bulup inceleyebilir ve devamındaki oluşumları izleyebiliriz.

İnsanlık çok uzun bir zaman diliminde savaşsız, sömürüsüz yaşamıştır. Dikkat edilirse eğer, tüm cennet tasvirleri bu döneme ait mutluluğa, neşeye, sevince, huzura, güvene yer verir. Bunun karşısında, sınıflı-devletli dönemin ürünü olan cehennem ise korku, kaygı, güçsüzlük, şiddet, acı vb. temalara ağırlık verir. Bu cennet-cehennem ikilemi insanlığın inatçı ve ısrarlı yaşam mücadelesinde çok önemli evreler geçirdiğini göstermektedir. İnsanlık, uzun bir zaman aralığında yürüttüğü var olma mücadelesinde, IV. Buzul Devri’nin sona ermesinin ardından daha elverişli iklimsel ve çevresel koşullarla tanışmıştır. Bununla birlikte yüzbinlerce yıl, hatta milyon yıl süren klan yaşamından Neolitik evrilmenin de doğal koşulları oluşmuştu. Kürt Halk Önderi bu doğal gelişmeyle birlikte ortaya çıkan durumu şöyle ifade etmektedir: “Yerel şimdiki hal, salt bir tekrar olarak, bir gelenek olarak tarihi tekrarlamaz. Mutlaka kendi katkı farklarını, özgünlüklerini katarak tarihsel birikimde önemli rol oynar. Yani tarih, sadece bir tekerrür değildir; her mekânın ve zamanın katkısını biriktirerek tekerrür eder.”

Uygun hale gelen doğal koşullarla birlikte toplumsal doğada Neolitik aşamasına gelindiğinde müthiş bir özgünlük ve farklılık ortaya çıkmıştır. Gerek tarım-köy devrimi, gerekse Akeramik Neolitik’i ifade eden Göbeklitepe buluntularında, müthiş bir zeka ürünü olan bu farklılık bizleri hayretler içinde bırakacak denli göze çarpmaktadır. Hatta bu şaşkınlığını gizleyemeyen kimileri, bu eserlerin, “uzaylılar tarafından yapıldığını” dahi iddia etmekten kaçınmamıştır. O nedenle Gordon Childe bu sürece, farklı bir yorumla bakar ve haklı olarak “Altın Hilal’de yaşanan Neolitik Devrim” adını verir.

 

Neolitik Toplumun Yaşam Alanı: Köy

Neolitik incelendiğinde; savaşların olmadığı, mutlu, bereketli ve ana-kadın öncülüklü bir toplum karşımıza çıkmaktadır. Bu durumu Öcalan şöyle ifade etmektedir: “Yaklaşık 12 bin yıl önce gelişen bu devrim, toplumsallaşmanın en büyük adımıdır. Bu adımın, insanlığın gelişmesi üzerindeki etkisi, maddi ve manevi kurumları ile zihniyet yapısında sürüp gitmektedir. Bugün bile çok arzulanan doğal özgür yaşam zihniyeti, doğayla canlı dostluk, korkutucu tanrısal güçlerin hüküm sürmediği ve etkilemediği ruhsal yapı, güçlü analık duyguları, kadın-erkek eşitliği arzusu, tarım ve evcilleşen hayvancılığın bugün de Avrupa uygarlığını besleyen ürünleri ve araçları, bu ürünler ve araçlara dayalı ideoloji, düşünce ve dil yapıları ve kavramları, madenlerin keşfi ve kullanıma açılması başta olmak üzere uygarlığı sürekli ve halen besleyen ana unsurlarını yaratan şey, Neolitik köy devrimi ve buna dayalı olarak gelişen yerleşik kırsal toplum yapısıdır. […]Köy, Neolitik toplumun temel yaşam yeridir. M.Ö. 11.000-

3.000’lere kadar süren tarımsal devrimin kutsal mekânıdır. Komünal toplumla hiyerarşik toplumun uzun süre beraberliğini de temsil eder. Ağalık, beylik henüz yoktur. Evcil-ananın görkemli onur abidesidir. Çünkü eve ilişkin tüm değerler onun zihninden doğmaktadır. Etrafta evcilleştirdiği hayvanlarıyla kültürleştirdiği bitkiler, eşine rastlanmadık mucizevi bir yaşam sunmaktadır. Bu dönemdeki binlerce buluş, ana kadının eseridir. Dönem mucidi belli olmayan ‘kadın icatları dönemi’dir.”

Kürt Halk Önderi Öcalan’ın ele aldığı bu biçimiyle Neolitik’in, insanlığın en köklü cennet imgesi olarak ortaya çıktığı görülmektedir. Dolayısıyla Neolitik ile özdeşik olan “cennet” tasavvurunun karşısında cehennem fikrinin de uygarlığın ya da iktidar-sınıf ve devletleşme biçiminde kendisini kurumsallaştıran ataerkilliğin gelişimi ve yayılması ile birlikte ortaya çıktığı anlaşılmaktadır. Zaten devletçi uygarlık, Neolitik değerleri çalarak ve çarpıtma yoluyla kendini inşa etmiş ve savaşlı, sömürülü, zulümlü bir dünyanın da kapısını aralayarak günümüze kadar insanlığa cehennem azabı yaşamamış mıdır? Bu durumun kendisi insanlığı “yalan” dünyaya hapsetmiştir. Neolitik ise gerçek ya da öbür dünya olarak insanlık hafızasında yer edinmeye devam etmiştir. Bu nedenle de devletçi uygarlık, tüm temel insanlık kavramlarını çalıp istismar ettiği gibi cennet kavramını da çalmış ve ömrünü uzatmanın hizmetine koşmak için istismar ede gelmiştir. Bu istismar yoluyla bir yandan cennet vaat ederken bir yandan da bu vaat üzerinden yaşamı her geçen gün cehenneme çevirmiştir. O nedenle de devletçi uygarlığın cennet tasvirleri dikkatlice incelendiğinde orada cennetten uzaklaştırma ve aslında sinsice karalama görülmektedir. Mesela cennet tamamen maddi bir zenginlik olarak sunulurken, envai çeşit meyveden, her tarafta pırıl pırıl akan sulardan, onlarca huriden, güzel bahçelerden bahsedilmektedir. Diğer taraftan, bilgi ağacından da “meyvesi yenilmemesi gereken ağaç” olarak bahsedilerek, ibret alınsın diye Adem ve günahkar Havva anlatılmaktadır.

Bu şekilde, zulüm ve istismar yoluyla zihni ve maddi dünyası yoksullaştırılan topluma, “güzel cennet” anlatımlarıyla kadın ve erkek arasındaki eşitsizlik, dengesizlik kanıksatılmaya ve bu vesileyle yanlış ve adaletsiz olan bu durum sanki ilahi bir hakikatmiş gibi kabul ettirilmeye çalışılmıştır. Toplumsal cinsiyetçilik, cennet vaadi ve cehennem korkusuyla içselleştirilir; bu yolla toplum, efendili bir yaşama özendirilir ve itaate alıştırılır.

 

Bereket Ana Dönemi

İknanın derinleştirilmesi için mesela bir Lilith hikayesi anlatılır. Bu hikayeye göre bir Lilith vardır -ki tam bir beladır, iblistir. Günde yüz tane iblis doğurmaktadır. O, hikâyeye göre, bir baştan çıkarıcı ve günaha sevk eden yılandan başkası değildir. Çünkü o, eşit olmayı istemiştir. Daha da ileri giderek eşit olduğunu iddia etmiştir. Adem’in karısı olmayı kabul etmemiş, eş arkadaşı olduğunu iddia etmiştir. Bununla da, erkekler cennete gitmek istiyorsa eğer böyle kadınlardan uzak durmalı, onları iblis olarak görmeli; kadınlar da katiyen böyle bir iblis kadın olmamalıdır fikri öne sürülmüştür. Özetle; eşitlik istemek, eşit olduğunu düşünmek ya da iddia etmek, “İblis Lilith” olmak demektir. Ve çok ilginçtir ki Lilith’i karalamak için onun günde yüz çocuk (İblis’ten) doğurduğu söylenmektedir. Aslında Vera Zingsem’in de yorumladığı gibi, bu yüz çocuk, kadının her gün doğurduğu yüz yeni düşünce idi ve her gün öldürülseler de o yeniden yüz çocuk doğuruyor, bıkıp usanmadan buna devam ediyordu. Aslında her gün yüz fikir doğuran kadınla anlatılmak istenen şudur: Neolitik’i cennet kılan, her gün yeni bir şeyin farkına vararak yeni bir şey bulan kadın mucitler.

Böylesi bir tarihsel arka plana rağmen devletçi uygarlık boyunca kadının toplumsal ve yaşamsal hakikatle ilintili, bağlantılı herhangi bir fikri olduğunda alay edilir; kadın suçlanır ve dıştalanır. Aslında toplumda fikir üreten ve bunu yaşama kanalize etme iradesine sahip olan kadın, gerçekliğini yitirdikçe cennetini de kaybetmeye başlamıştır. Göbeklitepe kazılarını başlatan Klaus Schmidt, “Neolitik Çağ’ın tanımı; besin üreten toplum anlamına gelmesidir,” der. Ancak Göbeklitepe son avcı ve toplayıcı toplulukların tapınaklarıdır. Akeramik Neolitik olarak adlandırıldı. Akeramik Neolitik’te insanlar yerleşmekten ve üretmekten evvel tapınak inşasıyla uğraşmış ve ilgilenmişlerdir. Demek oluyor ki inanç, belki de insan toplulukları için temel besin kaynağıydı. İnanç demek de düşünce gücüydü aslında. Toplumu toplum yapan düşünce, inanç gücüydü. Görkemli tapınaklardan sonra da bolluk ve bereket ifade eden köy ve tarım devrimine geçildiğini gözlemliyoruz.

 

Neolitik Neden Bir “Cennet”ti?

Neolitik’te, sıçramalı yani devrimsel gelişmelere yol açan zihniyette yaşanan şey, özgürlük ve çeşitlenme, çoğalmaydı. Yani cennet fikri, sadece maddi zenginliği anlatmadığı gibi esas olarak manevi zenginliği, bilgi zenginliğini anlatmaktadır. İşte insanlığı bu fikre ulaştıran köy ve yerleşik yaşama geçiş koşullarıdır. O nedenle de Neolitik’i “hafızalardan silinmeyen cennet kılan” değerler; özgürlük, eşitlik, adalet, dayanışma ve komünalite ile demokrasi, ahlaki-politik toplum ve hakiki- kaliteli yaşamdı. Neolitik dönemdeki icatlara ancak 16. yüzyıl icatlar döneminin denk geldiğini belirtiyor Gordon Childe. O anlamda da Neolitik, özgürlük, çeşitlilik ve yenilikler anlamına geliyordu. Neolitik, ana-tanrıçanın egemenliksiz otoritesine dayandığı için bir cennetti.

Hâkimiyetin, hükmetmenin olduğu yerde cennetten değil olsa olsa cehennemden bahsedilebilir. Hafızalardan silinmeyen de hükmedenlerin olmadığı dönemi tarif eden cennettir aslında. O da ezenle ezilenin, ayrımcılıkla hilenin olmadığı, savaşların olmadığı, barışın hakim olduğu, yalan ve aldatmanın olmadığı, doğayla barışık-uyumlu yaşanılan bir yaşamdır. O yüzden devletli uygarlık dönemlerindeki düşünüşte bilgi ağacı uzak durulması gereken ağaç olarak tarif edilirken, Lilith de kötülenmektedir. Hâlbuki Neolitik, özellikle de kadın öncülüğündeki bilgi zenginliği sayesinde devrimler gerçekleştirdi. Çünkü yaşamla direk bağı olan kadın, evrensel ilkeyle uyumlu toplumsal inşada başarılıydı. Bayram coşkusuyla hayatın karşılanması kadındaki yaşamsal enerjinin evrensel enerjiyle buluşması ve topluma akması sayesinde gerçekleşiyordu. Bunca bolluk, bereket nasıl sağlandı? Tabii ki sevgi, şefkat, aşk gibi duygularla yönetilen toplum doğayla bütünleşmişti. Doğaya, onun sunduklarına saygı kadar, insana ve onunla ilgili olan her şeye saygı-sevgi, yaşamı da cennet kılmaya yetiyordu. Kadın ruhuna ve zekâsına anlam veren toplum yaşamı olan Neolitik Devrim, bunca zenginliği kadın ruhunun ve zekâsının baskılanmadan rahatça akmasından, enerjisinin sınırlandırılmamasından, sürekli yeni formlar bulabilmesinden ve böylece çeşitlenebilmesinden sağlayabiliyordu. Kadındaki enerjinin farklı bir enerji olduğu bilim tarafından da fark edilmeye başlanmış olabilir. Ancak ahlaki-politik formda var olan toplumsal doğa başından beri bunun farkındaydı ve bunun kutsallığını saygıyla kabullenmişti. Modern çağ neden kutsallarını yitirmiş durumda? Çünkü alabildiğine düşürülmüş bir kadın gerçekliği var. “Kadın Bedeninin Spiritüel Gücü” adlı kitabında yazar Hilary Hart, Aleut adalarında ve Alaska’nın bir bölümünde yaşayan Aleut halklarının yaşlılarından Merculieff’in bir değerlendirmesine yer verir: “Evrenin merkezindeki rahim nedir? Kadınların bedeninde nasıl yansıtılır? Sadece yansıtılmaz; birebir aynıdır. Bir kadının bedeni, evrenin merkezinde bulunan aynı enerji alanını içerir. Sonsuz bir potansiyel alanıdır. Şekilsiz bir boşluktur.”

Kuantum biliminin gelişimi sayesinde insanlık mekanik fiziğin sığ evren ve dünya yorumlarından kurtulmaya ve her şey daha farklı görünmeye başladı. Mesela, evrensel bütünlük ilkesi, kelebek etkisi vs. Aslında insanlık, bilimsel olarak ispatlanıp kanıtlandıkça inanılmaya başlanan bu hakikatlere kendi tarihinin başlangıcında zaten sahipti; bütünlüğün, kadınların gücünün temeli olduğunun da farkındaydı. Yine kadın enerjisinin sonsuz ve şekilsiz evren gibi olduğunun, akışkan olduğunun ve bu nedenle sürekli yeni şekillerin ortaya çıkmasına başka şekillerin ise dönüşmesine yol açtığının da farkındaydı. O nedenle kadın, yaşamın ve ölümün bilgesi, sorumlusu olarak görülüp kutsanıyordu. Bu sorumluluk ise doğadan, evrenden sapma gibi bir probleme yol açmıyordu.

Bugün dünyamızı cehenneme çeviren nedir? Tabii ki yaşam ve ölüm kararının, sorumsuz eril iktidarların elinde olmasıdır. Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan, Kürdistan’ın kimsesiz, unutulmuş dağlarının zirvelerine genç kızları ve erkekleri yeni bir yaşam arayışına sevk ederken, “Neden?” sorusundan ziyade daha çok “Nasıl yaşamalı?” sorusunu sordu. Bu, çağın ve hatta beş bin yıldır erkek egemenlikli iktidarlar, devletler altında geçen zaman diliminin de temel sorusudur: “Nasıl yaşamalı?”

 

“Yaşanacak Başka Bir Dünya Var”

Bu sorunun peşine takılırken bilimsel, felsefik bir arayışın bedellerini ödemekten çekinmemek gerekir. Çünkü, adeta özgürlük laboratuarları içinde, hakikat arayışçılığında canlı bir model oluşturmanın aslında bir şans ve fırsat olduğunu düşünerek incelemek-irdelemek bugünün temel insanlık görevi olmaktadır. O nedenle de yaşamın ve ölümün tanrıçası olan Ninhursag’ın yine İnanna’nın memleketinde bu arayışların yeniden boy vermesi tesadüf olmasa gerek. Her bitki kendi kökü üzerinde büyür. Özgürlük bitkisi de bir kez daha kendi kökleri üzerinde büyüyor. Cennetsiz yaşamak kader olmadığı gibi, eril cennetlerde yaşamaya da mahkûm değiliz. Tarihin başlangıcında olduğu gibi, ama kendi zaman ve mekân farklılığımızın özgünlükleriyle de güncelleyerek cennetimsi yaşamı inşa edebiliriz. Bilgelerimizin de söylediği gibi:

“Yaşanacak başka bir dünya var.”

 

 

 

 

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.