Düşünce ve Kuram Dergisi

Öcalan’ın Esareti, Demokratik Kürtlüğün ve Türklüğün Ortak Esaretidir

Nasrullah Kuran

Hayat o kimsenindir ki, her gün onu yeniden kendinin eden,
Özgür bir toprakta, özgür bir halk arasında bulunmak istiyorum
O zaman, geçen ana dur, o kadar güzelsin ki diyebiliri
O zaman yeryüzünde geçirdiğim günlerin izi kaybolmaz. 
Goethe

 

Hayatın olağan akışı içerisinde insan varlığının yaşama karşı ” o kadar güzelsin ki, geçme dur” diyebildiği anlam, genelde nadir yakalanan anlamdır. Nadir olması, hayatın kendisinden veya güzel olmamasından kaynaklı değil, hayatı güzel ve anlamlı kılan özgür varoluşların dışarıdan müdahalelerle kuşatılması ve esaret altına alınmasıdır. Hayatın özgür akışının engellenmesidir.

Esaretle amaçlanan, özgür varoluşun eksik bir varlığa dönüştürülmesi, sakatlanması, kendine yabancılaştırılarak “başkası için” olmasının sağlanması, dolayısıyla bozuma uğratılarak çirkinleştirilmesidir. Bu zeminde özgür varoluş, özünde bir ruh ve bilinç mücadelesi, mücadelenin mücadelesi olma özelliğindedir. Çünkü burada özgür varoluş, esaretin çirkinliğini kuşananlar için söyleyecek fazla bir şey yoktur; zira onlar, kuşandıkları çirkinliğin kendisi haline gelerek esareti içselleştirdiler ve her türlü güzelleştirici özgür varoluş imkanını terk ettiler. Esareti sadece kendi için değil, tüm toplumu ve halklar için etik ve estetik yeniden özgür varoluşun imkânı haline getirme zorluğunu göğüsleyenler ise, kendilerini özgür varoluşun içinde eriterek, toplumsal özgürlüğün sözü ve eylemi haline dönüştürdüler.

Öcalan gerçeğini ve esaretini de bu kapsam çerçevesinde değerlendirmek gerekiyor. Çünkü burada Öcalan, esareti kendi ve toplumu için etik ve estetik yeniden özgür varoluşun imkanına dönüştürebilme yeteneği gösterebilen ender önderlerden biri, belki de en önde gideni olarak karşımıza çıkar. Esareti onun kadar etik ve estetik özgür varoluş imkanına dönüştürebilmiş ve halklara adanmış başka tek bir önderlik yoktur derken, tarihsel toplum geleneğinden gelen direniş önderlerine haksızlık veya saygısızlık yapmış olmuyoruz. Direniş, bu gelenekten gelen her gerçek önderliğin mayasında vardır. Çünkü ruh ve bilinç bunun üzerinden köklenmiştir. Ancak bir önderliğin, onca baskı, saldırı ve yıldırma çabalarına rağmen esareti bireysel direnişin de ötesine taşırarak, Demokratik Modernite kuramıyla Demokratik Sosyalist insanlığın ışıyan vicdanı ve ahlakı haline gelmesi, toplumuna taşırarak yeni bir yol açması ilktir. Öcalan’la bir anlamda “Önderliksiz toplum ve toplumsuz önderlik” kendiliğindenciliğinin olamayacağı, her ikisinin de birbirini koşulladığı gerçeği bir kez daha kendisini kanıtlamıştır.

Günümüzde ifadesini bulan toplumsal direnişlerin ve baharların neredeyse tamamının kısa sürede kesintiye uğratılması veya saptırılarak etkisiz kılınmalarından hareketle biliyoruz ki, öncüsüz ve önderliksiz, kapitalist uygarlık sistemine karşı mesafe almanın, ulus-devlet faşizmiyle baş etmenin imkânı yoktur. Nitekim M. Hardt ve A. Negri “Meclis” adlı ortak çalışmalarında bu konuya eğilme ihtiyacı duymakta ve günümüzün toplumsal eylemlerinde bir öncülük, önderlik sorununun bulunduğu tespitinden yola çıkarak yeni bir önderlik tanımına girişmekteler. Tıpkı Machiavelli gibi Gramsci de Prens’i, toplumsal örgütlülüğün vücut bulmuş hali olarak tanımlamaktadır. Önderlik olgusunu taktik uygulamaya indirgeyen ve stratejiyi toplumsal işlevselliğe mal etmeyi amaçlayan formüller, elbette ki üzerinde düşünmeye değer ve bu özgün bir tartışmayı gerektirir. Fakat, güncel küresel direnişler açısından öncülük ve önderlik sorunun bulunduğu tespitleri yerinde ve isabetlidir. Bu boşluk hızla doldurulup giderilmediği takdirde, liberal düşüncenin ve bakışın körleştirici optiğinden yansıyan anti önderlik yaklaşımlarının toplumları yenilgiden yenilgiye taşımaya ve çaresizlikten nihilizm devşirmeye yol açacakları açıktır.

Bu bağlamda Öcalan’ın önderliksel gerçekleşmesi -ki bu kurumsal bir gerçekleşmedir- ve Kürt Özgürlük Hareketi’nin varlığı, toplumsal direniş açısından bir farklılık yaratmaktadır. Denebilir ki Öcalan ve Kürt Özgürlük Hareketi somutunda Mezopotamya ve Anadolu halklarının bir öncülük ve önderlik sorunu bulunmaktadır. Zira, Öcalan’ın geliştirmiş olduğu demokratik modernite kuramı, demokratik ve sosyalist insanlığın arayışlarına bir yanıt olarak ve Demokratik Prens biçiminde somutluk kazanmıştır. Ancak fiili durumda, Öcalan esaretinin genelde halklara, özelde ise Kürt ve Türk halklarının ilişkilerine yönelik negatif yansımalarının bulunduğu bir gerçektir. 9 Ekim 1998’de başlayan ve 15 Şubat 1999’da Öcalan’ın esaretiyle yeni bir boyuta taşınan uluslararası komplonun 22. yılını bu çerçevede değerlendirme konusu yapmak, hem tarih ve şimdi ilişkisi içerisinde güncel gerçekleri bilince çıkarmak, hem de geleceğin inşasını doğru temellerde geliştirebilmek açısından önemlidir. Kürt ve Türk halklarının tarihsel ilişkilerine dair burada uzun bir girizgâh yapmaya ihtiyaç bulunmuyor. Yalnız şunu iyi biliyoruz, her iki halk ve halklar arasındaki birbirini tamamlayıcı ve bütünleştirici ilişki, son yüzyıllık tarihe damgasını vuran ulus-devlet faşizminin ret ve inkâr politikalarından daha uzun süreli ve derinlikli bir karaktere sahiptir. Türklük adına oluşturulan, ancak Türklük namına herhangi bir değer ve öz taşımayan imalata dayalı milliyetçiliğin hiçbir evrensel değerinin, estetiğinin ya da ahlakının olmadığı, bugün her zamankinden daha çok kendini göstermekte ve açığa vurmaktadır. Sorun ya da sorunların kaynağı halklara değil, Türk egemen sınıflarının beyaz, siyah ve yeşil tondaki faşizm türevlerine dayanmaktadır. Bu faşizmlerdir ki varlıklarını sürdürmenin yolunu halkların kırımında, Türk halkının ise milliyetçilik, şovenizm ve Sünni İslam faşizmiyle düşünemez ve sorgulayamaz hale getirilerek kullaştırılmasında, “vatandaşlık” sıfatı altında modern köleliğe yatırılmasında bulmuşlardır. Bu nedenle Öcalan üzerinden yürütülen esaret, özelde Kürt ve Türk halklarının, genelde ise Mezopotamya ve Anadolu halklarının üzerinde geliştirilen ulus-devlet stratejisine dayalı bir esarettir ve bu stratejinin bir ürünü olarak sürdürmek istenmektedir. Dolayısıyla, “Öcalan, T.C.’nin değil, uluslararası sistemin esareti altındadır” derken bir abartıya kaçmıyor, aksine bir gerçeğe işaret etmiş oluyoruz. Çünkü Öcalan’ın esareti Hafız Esad’a emperyalist saldırganlığa karşı Suriye, Irak ve Kürtlerin dahil olduğu bir Direniş Bloğu oluşturma önerisi götürmesi ve bu bilginin MOSAD ve CIA’ye ulaşması sonucunda alınan operasyon kararı sonucunda gerçekleşmiştir. Ortadoğu’ya müdahale öncelikle Öcalan’la başlatılmış, ardından Irak ve Suriye’ye yönelim gösterilmiştir. Öcalan, ” Türklük ne kendi adına savaşabilir ve ne de kendi adına barış yapabilir” derken de özünde bu noktaya, ulus-devlet mekanizmasına, kapitalist uygarlık sistemine bağımlılığına ve sistemden bağımsız hareket edemeyeceğinin yanı sıra, egemen Türk devlet ve iktidar yapılanmasının toplum dışındalığına ve yabancılığına vurgu yapar. Nihayetinde 2012-2015 yılları arasında “çözüm süreci adıyla gündemleştirilen, ancak sonradan açığa çıkan belgelerle “Diz Çöktürme” planının devreye konulabilmesi için koşulları uygun hale getirme projesi olduğu anlaşılan taktik yaklaşım sürecinin kendisi, mevcut iktidar ve devlet yapılanmasının bu konudaki profilini yeterince ortaya sermektedir. Öcalan’ın demokratik çözüm için hazırlamış olduğu yol haritası ve üç aşamalı eylem planı, kapitalist modern stratejinin “üst düzey terörizmle mücadele politikaları” kapsamında geliştirilen ” Ateşkes ve Müzakereler” taktiğiyle karşılanmış ve bir oyalama sürecine dönüştürülerek “Diz Çöktürme” planı için zaman kazanma, istihbarat toplama ve operasyonel hazırlık yapma fırsatına çevrilmiştir.

 

İttihatçı Zihniyet Komploculuğu

Demokratik Çözüm için Yol Haritası, Türkiye’nin ulusal bütünlüğü kapsamında tüm Ortadoğu Kürtlerini, Ermenileri, Süryanileri ve Türkmenleri kapsayan bir içeriğe sahipken ve Demokratik Ortak Vatan, Demokratik Cumhuriyet, Demokratik Ulus temelindeki yol ve çözüm önerileriyle bir anlamda 1924’te ulus-devletçe tek taraflı ihanete uğrayan Misakı Milli yeniden güncel hale getirilmişken, iktidar ve devlet yapılanması neden “Diz Çöktürme Planını” devreye koydu? Öcalan Anadolu ve Mezopotamya’nın tam demokratikleşmesi hedefiyle demokratik kurtuluş ve özgür yaşamı inşa sürecinin başlatılması çağrısında bulunurken, mevcut rejimin diz çöktürme planıyla karşılık vermesi elbette ki Türk iktidar aygıtlarının İttihatçı zihin yapısı ve komplocu akılla kendilerini (özünde uluslararası sistemi) 21. yüzyılda da sürdürme arzusundan bağımsız değildir. Kendi için olmayan bu zihin ve akıl, kendi varlık koşullarını başka halkların yokluğunda gördüğü içindir ki, her daim ve her koşulda -ister Rojava’da ister Afrika, Amerika kıtasında olsun fark etmez- özelde Kürt ve Kürtlük, genelde ise halkların düşmanıdır. Kürtlüğe olana bu düşmanlık, bu aklın homojen toplum yaratma sevdasının Kürtler tarafından boşa çıkarılmasından, başta Kürt halkı olmak üzere Mezopotamya ve Anadolu halklarına yönelik işlediği suçlardan, halkların, temelde de Kürtlerin birleşip demokratik bir güç haline gelmesi korkusundan kaynaklanmaktadır. Bu süreçle bir nevi 1.Dünya Savaşı koşullarında halkların ortak sözleşmesinin bir sonucu olarak somutluk kazanan Misak-ı Millînin, Kemalist öncülük ve önderliğin Britanya politikalarına yatmasıyla boşa çıkarılmasının bir tekrarı yaşatılmış oldu. Böylece devlet heyetinin bir görüşmede sarf ettiği, “R.T.Erdoğan, M.Kemal’i anlamak için yoğun bir inceleme içerisinde” tarzındaki cümleye daha da netlik kazandırılmış oldu. M. Kemal’in taktik yaklaşımı benimsenmiş ve devreye konmuştu.

Adaletsizliği ve gerçekleri tersyüz ve örtbas etmenin örtüsü olarak kullanıma sokulan ‘’Terörizm” yaftası da bu mantık örgüsünün yaratmak istediği illüzyonun bir sonucudur. Kürtçede ” Nave min li te, kümemin sere te” biçiminde ifadesini bulan bir deyim vardır. Türkçe çevirisini yapacak olursak, psikolojideki “yansıtma” kavramına karşılık gelir. Kişinin kendinde olan özellikleri başkası üzerinden ifade etme tutumunu, alışkanlığını tanımlar. Şüphesiz ortada bir terör ve terörizm gerçeğinin olduğu açık. Fakat bu açıklığı meydana getiren projektörün her defasında terörizmi toplum üzerinde bir strateji olarak uygulayan devlet iktidar aygıtlarını ve terör üreten şiddet tekellerini “polis, jandarma, istihbarat, vb.” şaşmaz bir şekilde gösterdiği de bir gerçek. Hiçbir tereddüt ve kaygı içerisine girmeden belirtmek gerekir, terör ve terörizm, ezilen ve sömürülen, kendilik mücadelesi veren toplumların, halkların değil, devlet ve iktidar organlarının varoluşsal bir yöntemidir. Toplumlar kendilerini savunurlar, devletler ve iktidarlar ise terör uygularlar.

Öcalan, herkesi birleştiren ortak sevinçli tutkular üzerine inşa edilecek bir özgür, eşit ve demokratik düzen projesi geliştirirken, ulus-devlet zihniyetinin, ortaklaştıran ve sevinci tesis eden inşaya karşı ayrıştıran ve düşmanlığı yayan faşist tutkularla hareket etmesi de tam manasıyla bir terördür ve terörizmin bir yönetim anlayışı haline getirilmesi yöntemidir. İktidar unsurlarınca terörün bir yönetim yöntemi haline getirilmiş olması, Türk-Kürt halkları arasındaki ilişkileri açısından da ciddi bir tehdit oluşturmaktadır. Bir ulus-devlet özel harp yöntemi olarak terör, günümüzde Kürtlüğün varlık bulduğu tüm alanlara yöneltilmiş olup, topyekûn savaş konsepti temelinde yürütülmektedir. Amaç, Kürt ve Türk halklarının ortak yaşam, dostluk ve dayanışma kültürünün parçalanması, halkların birbirinden yalıtılarak demokratik güç ve birlik oluşturmalarının engellenmesidir. Zira iktidar aklı, mutlak düşman yaratma stratejisiyle ve toplulukların parçalanarak kendileri için düşünce ve eylem üretemez, toplumsal akıl doğrultusunda örgütlenemez hale gelmeleri sayesinde bir güç unsuru haline dönüşebilmekte ve varlığına süreklilik kazandırabilmektedir. Özcesi, toplumsal akıl törpülendikçe iktidar akli güç biriktirmekte ve etkinlik alanını genişletmektedir. Bugün bu aklın Kürt siyasal, kültürel direniş öğeleri ve savunma güçleri üzerinde yürüttüğü soykırım politikalarının vardığı nokta, Kürtleri yeni bir tercihle karşı karşıya getirmiştir. Türk iktidar ve devlet aygıtlarının yaşattığı “terör” ortamında Kürtler, 1. Dünya Savaşı’nda Alman G. Kurmay stratejistlerinden E.Ludendorff’un kendi ulusu için kurmuş olduğu cümlelerin adeta bir benzerini yaşamaktadırlar, “Düşmanlarımız tüm düşünce ve hareketleriyle siyasetlerini güç ve şiddet kullanmaya ve savaşa göre tanzim ederlerken, bizimde bağımsızlığımızı, özgürlüğümüzü, refahı ve gelişme imkanlarımızı geri kazanmak ve düşmanlarımızın bizi uzun müddet savunmasız ve moral çöküntüsü içinde bırakmak ve bizi dünya tarihinden silmek niyetlerine mani olmamız şarttır”. Şiddet, mümkün olanı yapmaktan daha çok, gerekli olanı yapma sanatı olduğuna göre, her şeyi içine alan, her şeyi etkileyen ve dolayısıyla her şeyden etkilenen bu savaş gerçeğine uygun pozisyon almak, siyaset yapmanın başta gelen kuralıdır. Öcalan, bunun bilinci ve birikimiyle, bu bilinci oluşturduğu zihinle siyaset yaptığı içindir ki, en kördüğüm haline gelmiş sorunlarda dahi ya bir çözüm yolu bulmuş, ya da çözüm için bir yol açabilmiştir. Kürt Özgürlük Hareketi’nin tarihine ve mücadele sorunlarına taktik ve stratejik tıkanıkların yaşandığı süreçlere ve bu süreçlerin nasıl bir hamle gücüyle aşıldığına bakıldığında bu çok rahat görülür. Gerekli olanı yapma sanatı olarak siyaseti Türk ve Kürt halklarına uyarladığımızda Öcalan’ın nazarında güncel gereklilik, şimdinin ortak tarihsel hakikate bağlı kalınarak demokratik temelde yeniden inşası biçiminde belirir. Bu da tabi ki her iki halkın ve beraberinde diğer halkların politik özgürleşmeleriyle mümkün olabilecek bir durumdur. Politik özgürlük, yani farklılıklar temelindeki birlik, Hannah Arendt’inde belirttiği gibi, birlikte yaşamanın olanakları konusunda sürekli bir diyaloğa ve eylemselliğe girişilecek öznelliklerin aşılması anlamına gelir. Öcalan’ın varlığı bu doğrultudaki bir politik özgürleşme ve atılacak adımlar açısından önemli bir şansken, esareti engel oluşturma anlamında çifte bir olumsuzluk ifade etmektedir. Birinci olumsuzluk, Türk iktidar ve devlet mekanizmalarının Öcalan’ın esaretini kendi faşizan sistemlerinin ömrünü uzatma temelinde taktik bir araç haline getirme yönündeki ısrarlı pratikleşmeleridir. 1999’dan 2020’ye uzanan yirmi bir yıllık dönem içerisinde iktidarlar değişse de bu zihniyet değişmemiş, ateşkes ve müzakereler sorunu çözmenin değil, çözümsüzlüğü zamana yayarak çürütmenin ve kriz dönemlerini atlatarak güçlenmenin aracı haline getirilmiştir. Toplumsal tarihe ve halklar gerçeğine ihanet olarak değerlendirebileceğimiz bu yaklaşımların kendini hala sürdürebilmesinde, Türk halk gerçekliği ve demokratik sol örgütlülükler tarafından yeterli itiraz ve direnişle karşılaşmaması, daha doğrusu halkın örgütsüzlüğü ve demokratik sol yapılanmaların dağınık ve güç haline gelememe durumu, önemli bir sebep oluşturmaktadır. Toplumsal alanın ulus-devlet ideolojisi tarafından mühendislik anlayışıyla sürekli dizayn edilmesi, toplumsal refleksin sahte milliyetçilik doğrultusunda işler hale getirilerek devrede tutulurken, demokratik sol güçlerin sistematik saldırı altına alınarak hep hedef gösterilmesi şüphesiz önemli bir dezavantaj yaratmıştır. Dezavantaj ortamında sürü-kitle faşizminin toplumsal alanda tahakküm kusması, iktidar lehine ve iktidar aygıtının işlevi açısından avantaj sağlar gibi görünse de yalan, yandaşlık ve rant üzerine kurulmuş düzenin yarattığı yozlaşma ve çürüme azımsanmayacak bir düzeye varmıştır. Denilebilir ki tarihin hiçbir döneminde Türk iktidar ve devlet unsurlarının sahtelikleri, öne sürdükleri argümanların gerçek dışılığı ve tezatlıkları bu kadar deşifre olmamış, zayıf düşmemiş ve bu denli suçüstü yakalanmamışlardı. Açığa çıkan bu realitenin sunduğu fırsatların demokratik sol siyaset tarafından örgütlenmeye ve toplumsal direnişe dönüştürülememesi, sadece iktidar unsurlarının başvurduğu teröre dayandırılamaz. Demokratik sol siyasetin kendisinin müzminleşmiş hastalığı olan ulus-devlet modernitesine, parlamenter rejime bağlılığı ve toplumsal alan örgütlemesine olan yabancılığı bu konuda başat sorun olmaya devam etmektedir. Kaçınılmaz bir biçimde Öcalan’ın altını çizdiği Türk sol hastalığı, tespiti karşımıza çıkıyor. Söylemde emek ve sosyalizm öne çıkarken, pratik gerçekleşmede her yönüyle küçük burjuva siyaset anlayışı ve yaşam tarzı kendini konuşturmaktadır.

Günümüzde iktidar ve devlet yapılanmasının başlangıç ve gelişme sürecinde sahiplik ettiği ideolojik moral kaynağını yitirdiğini belirtmek yanlış olmayacaktır. Milliyetçilik ve Sünni İslam faşizmi biçimindeki argümanlar artık eskisi gibi etki etmede ve rıza oluşturmada belirleyici rol oynayamamakta, yerlerini, rüşvet, rant ve iş imkanları doldurmaktadır. İktidar, artık yaratılan geniş, orta sınıf ağıyla ve bu sınıfın desteğiyle ayakta kalmaya çalışmaktadır. Machiavelli’nin daha 16. Yüzyılda belirleyip Prens’te dile getirdiği paralı askerlik yerine halk ordusuna dayanma stratejisinin 21. Yüzyılda TC iktidar mantığı tarafından terk edilmesi, bedelli askerlikle zenginlerin ve orta sınıfın bu zorunluktan kurtulmasının yolunu açarken, işsizlikle yoksulların paralı askerliğe mecbur edilmeleri, yine aynı anlayışın bir sonucudur. Kürt Sorununu demokratik temellerde çözemeyen Kemalizm’in çözüldüğü koşullarda oluşan ideolojik kriz ve boşluk ortamında, uluslararası güçlerin ” Ilımlı İslam Projesi” kapsamındaki desteğiyle iktidara yerleşme olanağı bulan Yeşil Türk faşizmi de bugün aynı dertten mustarip halde çözüm sürecine girmiştir. Tüm bastırılma çabalarına rağmen Kürt sorunun yarattığı “YA ÇÖZERSİN YA ÇÖZÜLÜRSÜN” diyalektiği yeniden devreye girmiş, güç zehirlenmesine uğrayan iktidar sahipleri zemin kaybetmeye başlamıştır.

Tabi burada çözülmeyi sadece devlet ve iktidar yapılanmalarıyla sınırlı tutmak, bu yapılanmaların toplum içerisine sızmış ve tahakküm kurmuş kurumsal uzantılarının gerçekleştirdiği sosyal, siyasal, ekonomik ve hukuksal bozulmaya, yozlaşmaya ve çürümeye gözleri kapamak, bilerek ve isteyerek kendini kandırmak olur. Ulus-devletin iktidar oyunları sayesinde, bugün Türk toplumunun ahlaki ve politik varoluşsal özelliklerinin önemli ölçüde tahribata uğradığını görmek gerekiyor. Bir yandan iktidar ve devlet aygıtlarının ideolojik, politik, polisiye ve yargısal baskı ve zor yöntemlerine sürekli maruz kalmak ve diğer taraftan demokratik sol muhalefetin alternatif aydınlatma ve öncülük görevini yerine getirememesi ve bunun yol açtığı örgütsüzlük zemini, kitlelerin nihilizme sunulması ve biyolojik maddi yaşam kısır döngüsüne saplanıp kalmasını kolaylaştırmıştır. Toplumsal reflekslerin, dünyanın hiçbir ülkesinde görülmemiş düzeyde geliştirilen vergi ve zam yağmuru karşısında tepkisiz kalması, toplumsal sorunlara karşı gösterdiği umarsızlık ve artan kadın cinayetleri, aile içi şiddet, intihar vb. yansımalar, ahlaki-politik ve demokratik değerleri zayıflamış, lümpenliğin neredeyse her yere doluştuğu çöküş aşamasındaki arızi bir topluma işaret etmektedir. Faşizmin kitleselleşme özelliği gösterdiği bu koşullarda toplumsal yanılma, ayrışma ve bölünmenin giderek yoğunluk ve derinlik kazanması ulus-devlet faşizminin yararına görülse de, tarihsel belleğin Mussolini İtalya’sı ve Hitler Almanya’sı hatırlatmaları, süreçlerin benzer şekilde gelişmeseler de sonuçların benzer özellikler gösterebileceğine delalet eder. Netice de göstergeler çöküşün bütünlüklü bir hal kazandığını, ulus-devlet ve iktidar bloklarının yanı sıra kültürel, ahlaki, politik ve ekonomik toplum biçimlerinin de bundan paylarını aldıklarını bütün açıklığıyla sergilemektedir.

Yanlış tarih ve yanlış bilincin Türklüğü getirdiği nokta, başka halkların özgür varoluşlarını ret etmek adına kendi özünü, özerkliğini ve özgürlüğünü yitirmesi, kendine yabancılaşmasıdır. Yalnız bu yabancılaşmada sadece insanın insana yabancılaşması değil, aynı zamanda insanın doğaya ve evrensel işleyişin çoklu ve çoğulcu karakterine yabancılaşması da vardır. Aristoteles dostluktan bahsederken, “Dost, bir başka kendidir” der. Bununla anlatmak istediği, kişinin kendisiyle olduğu gibi bir başkasıyla da düşünceleri üzerine bir diyalog kurup sürdürebileceği ve dostluğu var edenin bu diyalog ve paylaşımın olduğudur. Türklük, bir başka kendilik olan Kürtlükle siyasal ve kültürel bağlamda kısmış olduğu tarihsel dostluk ve iletişim bağını yitirdiği içindir ki bugün gerçek manada bir diyalog kuramamakta, ya da diyalog adı altında kendisiyle bir monolog sürdürmektedir. Türkün Türk’le monoloğunun, bir başka kendilik olan dostluğu yaratamayacağı açıktır. İnsansal ve toplumsal tüm varoluşlar diyaloğa dayalıdır ve diyaloğun kurucu dinamizmi temelinde kendilerini gerçekleştirirler. Radikal kötülük aklın ve duyguların yozlaşması sonucu varlığın diyalogdan kopması ya da koparılmasıdır. Bir iktidar ve ulus-devlet aklı olarak radikal kötülüğün, Öcalan’ın esaretinden hareketle tüm Kürtlüğe ve Kürdi varoluşa yöneltilmiş olması, farkında olunsun ya da olunmasın diğer yönüyle Türklüğe yöneltilmiş ve Türklüğü sakat bırakmıştır. Kürtlüğün tüketilmesi üzerine kurulan ulus-devlet Türklüğü, Türklüğü kemirmeye ve tüketmeye başlamıştır.

 

Demokrasi Mi, Çatışma ve Çürüme Mi?

‘’Herkesin kendi kökeninden çıkıp açılabileceği alan beşeriyet alanıdır. Bu alana girenler birbirlerini tanıyabilirler, çünkü daha parlak bir ateşle yanan, sonra sönükleşip görünmezleşen ve bunu sürekli bir hareket içinde tekrarlayan kıvılcımlar gibidirler. Kıvılcımlar birbirini görür, her kıvılcım başkalarını gördüğü ve onlar tarafından görülmeyi beklediği için daha parlak bir alev olur.’’ (Hannah Arendt)

Öcalan’ın esaretinin yol açtığı ikinci olumsuzluk, Öcalan’ın anı anına siyaset yapan, öngörü içeren müdahalesiyle zamanı ve mekanı hedefleri doğrultusunda şekillendirmesini bilen, pratikte hep bir adım önde giden, seri ve akışkan, bütünlüklü bilinç ve eylem halinden bizlerin “önderlik diyalektiği” ” Kürt Özgürlük Hareketi Diyalektiği” dediğimiz vasfın, Kürt cephesinde giderek ağırlaşması, dönemsel farklılıklar, ivmeler gösterse de, aynı canlı ve dinamik yansımayı süreklileştirememesidir. Öcalan’ın 21. Yüzyıl sosyalizmi olarak belirlediği ve kavram-kuram-kurum ilişkisi içerisinde sergilediği yeni paradigma, özünde toplumsal alanın boydan boya özerk ve konfederal örgütlenme ağlarıyla örülmesi ve toplumun yerinde yönetimlerle belirleyici politik güç haline gelmesini sağlamaya yöneliktir. Toplumun kolektif vicdanı olan ahlakı ve ortak akıl olarak politikayı tüm yönleriyle ve entelektüel güçle yeniden ayağa kaldırmayı amaçlayan bu yaklaşımın aradan geçen yıllara rağmen hala dişe dokunur ve kendini görünür kılan bir örgütsel ağa kavuşturulamamış olması, devlet terörü ve faşizmin saldırılarının yarattığı etkilerden bağımsız olarak başlı başına örgütsel varoluşun varlık sebebi bağlamında değerlendirilmeyi gerektirmektedir. Nihayetinde faşist saldırganlık ve devlet terörü, özgürlük mücadelesinin her aşamasında kendini ortaya koymuş ve uluslararası destek açısından geçmişte daha geniş ve yoğun bir yardım görmüştür. Önderlik kültürü, bu türden yönelimleri bir gerekçe olarak öne sürmeyi kabul etmez. Sorun stratejik ve taktik yönetim gücünün, kadronun, önderlik diyalektiğini bütünlüklü işletme iddiası ve kararlığında, bu iddia ve kararlılığın denetim ve uygulama gücüne dönüşerek sonuç yaratma azminde, iradesinde düğümlenmektedir.

Bu düğüm, Öcalan tarzında çözülmediği sürece, ulus-devlet aklının projelendirdiği ve ilk kez 2007 yılında G. Kurmay Başkanı İlker Başbuğ tarafından dile getirilen ‘’örgütün başarı umudunu kırmak” hedefli psikolojik özel savaş harekâtı, örgütlü yapı, toplumsal yapı ve toplumsal yaşam alanları üzerinde etkinlik kurma çabasını sürdürecektir. Tarihsel bilincin bize hatırlattığı en temel uyarılardan biri “bir örgütün başarı umudunu kırmak, o örgütün yaşam bulduğu toplumun umudunu kırmaktır” gerçeğidir. Peki bir örgütün, bir toplumun başarı umudu nasıl kırılır? Genelde demokratik uygarlık tarihi, özelde ise Kürdistan tarihi bu sorunun yanıtlarıyla doludur. Bir toplumun başarı umudunu, o toplumun örgütlülük düzeyi, öncü güçlerinin gelişmişliği ve sahip olduğu önderlik gerçeği meydana getirir. Dolayısıyla toplumsal umut, bu güçlerin kırılması, dağıtılması ve toparlanamaz hale gelmesi durumunda başarı inancını yitirir. Ancak bu yitişin yok olma noktasına gelip gelmemesi, örgütlü varoluşun sahiplik ettiği mücadeleci ruh, coşku ve heyecanın korunup korunamamasına doğrudan bağlıdır. Ulus-devlet faşizminin bir taraftan Öcalan’ı mutlak tecrit koşulları altında tutarken, diğer taraftan Özgürlük Hareketi üzerinde tarihin gördüğü en yoğun saldırıları gerçekleştiriyor olması, öbür taraftan Kürt toplumuna yönelik baskı ve tutuklamaları had safhaya vardırması, tamamen bu amacı içeren bütünlüklü bir konseptin sonucudur. Başından beri uzlaşmazlığı ve çatışmayı geniş bir zaman erimine yayarak kadroda ve toplumda bir bıkkınlık, bezginlik yaratmayı ve böylece oluşmuş olan mücadeleci ruh, coşku ve heyecanı öldürmeyi, bununla “olmazlık” teorisinin öne çıkmasını sağlayarak başarı umudunun kırılmasını hedeflemiştir.

2000’lerin başında uluslararası güçlerin desteğinde açığa çıkan tasfiyecilik de böylesi bir role soyunmuş ve geride bırakılan mücadele süreci tümden mahkum edilmek istenmişti. Hazırlanan plana göre Öcalan’ın PKK’si mahkum edilecek ve KDP kıvamında ılımlı, işbirlikçi bir PKK yaratılacaktı. Günümüzde bu plan daha kapsamlı ve derinlikli bir strateji biçiminde uygulamaya konulmuş bulunmaktadır. Uluslararası güçlerle birlikte kararlaştırılan bu strateji, salt Öcalan’ın mutlak tecrit koşullarında tutulmasını öngörmüyor, bununla birlikte önderlik paradigmasının pratikleşmesinin de önüne geçilmek, boşa çıkarılmak istenmektedir. Hakeza, uluslararası güçlerin Kuzey Suriye’de sergiledikleri zikzaklı politikaları da tamamen bu stratejiyle bağlantılıdır. Legal siyaset alanında paradigmasal çalışmaların içten ve dıştan çabalarla neredeyse işlemez hale getirilmesi, seçilmiş milletvekili, belediye başkanı ve meclis üyelerinin sudan gerekçelerle zindanlara doldurulması, örgütlü iradenin işlemez hale getirildiği yerlerde polis-jandarma-istihbarat desteğinde Kürt gençlerinin uyuşturucu, fuhuş, hırsızlık ve mafya şebekelerinin piyonları haline getirilmeleri aynı özel savaş mantığının ürünüdür. Böylesi bir zeminle hedeflenen toplumda “Ne yapsak kar etmiyor, bir şey değişmiyor” düşüncesini ve çaresizliğini geliştirmek, insanların umarsızlaşmasını sağlayarak dar ekonomik yaşam döngüsüne hapsolmalarını ve güvensizlik duygusu içerisinde içe kapanmalarına yol açmaktır.

Özel savaşın bu yöndeki etkilerinin Kürt halk gerçeğinde iki türden bir uyarılmaya yol açtığı genel bir görünüm olarak kendini ortaya koymaktadır. Kürt orta sınıfı ve orta sınıf anlayışına mensup unsurlarda bu etkinin büyük ölçüde “olmazlık teorisi” şeklinde kendini ifadeye kavuşturup, liberal siyaset anlayışı çerçevesinde konumlanmaya ve pratikleşmeye yönelttiği bir gerçektir. Çözümü, Öcalan’ın yerine liberal sol imaj giydirilmiş sahte bir önderlik tipolojisi yaratma ve parlamenter sisteme angaje olmuş liberal bir sol partide bulan bu anlayışın sergilediği tutum, özünde ABD ve AB’nin Kuzey Kürdistan için devreye koyduğu stratejinin bir parçası ve uzantısı olmaktan ibarettir. Mevcut iktidar yapılanmasının Kürdistan’da orta sınıfın gelişmesi ve yayılması için gösterdiği çaba ve yine legal siyaset alanında Öcalan’ın kurucusu olduğu yapılanmanın boşaltılması ve ele geçirilmesi çabalarını da bu çerçevede okumakta yarar vardır. Orta sınıf dışında kalan Kürt toplumsal yapısına mensup bileşenlerde, özellikle de yoksul ve emekçi yurtsever kesimin önemli bir bölümünde ise “Ne yapsak kar etmiyor, bir şey değişmiyor” düşüncesinin gelişmesi daha farklı bir itiraz ve arayışı seslendirmektedir. Özgürlük Hareketi’ni sahiplenen bu kesimler, her şeyden önce TC parlamentosunda yer almanın ve belediye deneyimlerinin negatif sonuçlar ürettiğini, mücadelenin eski özünün silikleştiğini ve buna dönüşün gerekli olduğunu, Türklerle ortak vatan inşa etme arayışının karşılık bulamadığını ve bu nedenle söz konusu alanlardan çekilerek Kürdistan eksenli kopuşu sağlayarak daha radikal bir mücadele yürütmenin artık şart olduğunu vurgulamaktadır. Her ne kadar kendi içerisinde haklılık bildiren eleştiriler taşısa da, bu yaklaşımın “olmazlık” teorisinin bir başka yansıması ve Demokratik Modernite paradigmasının, Demokratik Ulus stratejisinin naifçe yadsınması anlamına geldiği açıktır. Oysa ortada, pratikte denenmiş ve sınanmış ne bir Demokratik Modernite paradigması ve ne de Demokratik Ulus stratejisi bulunmaktadır. Öcalan, Kürt Özgürlük Hareketi ve halk eksenindeki eleştiri ve çelişki, paradigmanın kavram-kuram-kurum bütünlüğü içerisinde bugüne kadar pratikleştirilmemiş olmasına yönelikken, çıkarsamanın bu kadar kestirmeden yapılması elbette ki etkileşimlerden bağımsız değildir, aksine bir sonucudur.

 

Demokratik Siyasette İttifaklar Meselesi

Kuşkusuz, burada negatif etkileşimleri tek boyutlu bir değerlendirmeye tabi tutmak, kendimizi kandırmak olur. Özgürlük ve demokrasi mücadelesinin uzun soluklu karakteri hiçbir kısa vadeli yanılgıya yer tanımayacak netlikte ve kesinliktedir. Hal böyleyken ve amaç-araç diyalektiğinin Demokratik Modernite kuramında nasıl işleyeceği her yönüyle açıklığa kavuşturulmuşken, farklı ele alışlar ve değerlendirmeler, basit yetersizlikler ve eksiklikler olarak değerlendirilemez. Örneğin milletvekili seçim süreçlerinin, yeterince belirlenmemiş bir propaganda ve ajitasyonla, her defasında adeta zafer yaratacağı, ulus-devlet faşizminin etkisizleştirileceği ve barışı getireceği havasında işlenmesi ne kadar isabetli olmuştur? Bu yaklaşımın kendisi, başlı başına toplumun sık sık beklenti içerisine sokulması ve parlamenter sistemden medet umar hale gelmesinde etkili olmamış mıdır? Beklentilerin tekrar tekrar boşa çıkarılması, şüphesiz toplumda rahatsızlık yaratacak ve rahatsızlık çeşitli biçimlerde (yakınma, şikâyet, boş verme, geri çekilme vb.) tarzda kendini dışa vuracaktır. Toplum psikolojisini bilen her örgütlü zekâ bunun ne ölçüde bilincindeyse, devlet ve iktidar aklı da o ölçüde bilincindedir ve psikolojik özel savaş harekatlarını da özellikle bu rahatsızlıklar üzerinden planlamaya özen gösterecektir. Önce, boşa çıkarmak için tüm terör yöntemlerini devreye koy, sonra da bu boşa çıkarılma hali üzerinden toplumun sinir uçlarıyla oyna, dizayn et ve rahatsızlıkları kendi kurgularının aracı haline getir, bu devlet aklıdır ve devlet aklı bununla kendini ayakta tutmaktadır. Yine belediye seçimleri ve belediyelerin Demokratik Modernite kuramındaki yeri bellidir. Somutla, ulus-devlet iktidarlaşması karşısında hem bir süreç ve hem de verilmesi gereken bir mücadele olarak milletvekili seçimlerinin de önündedir. “Doğrudan demokrasinin uygulandığı, antikapitalist, ekolojik ve her türlü tahakküme karşı olan bir toplum vizyonunun” inşa edildiği, Halk meclislerinin yönetim gücü olarak kendini ortaya koyduğu, komünal ve konfederal bir yapılanmadır. Peki onca yıl elde tutulmalarına karşın, kaç belediye bu mahiyette örgütlülük ve işlevsellik gösterilmiştir? Belediyelerin ulus-devletle sürekli bir gerilim içerisinde bulunmaları üstlendikleri mücadelenin doğası gereğidir. Ulus-devlet ve iktidar aklının kayyum atamalarında da şaşırtıcı bir yön bulunmuyor. Çünkü onlar açısından belediye, iktidarın çevresini beslemeye yarayan bir rant ve istihdam kaynağı alanıdır. Ancak Kürt siyasetinin, belediyelere paradigmasal doğrultuda asli misyonunu oynatmak yerine, “yolsuzluk yapmıyoruz” vb. gerekçeleri öne çıkararak, klasik belediyeciliği ve bürokrasisini tekrarlar pozisyona düşmesi kabul edilebilecek bir durum değildir. Eğer bu duruma düşülmemiş olursa, Kuzey Kürdistan’ın boydan boya komünal ağlarla örgütlenmemesi için hiçbir neden olamayacağı gibi, belediyeler bu kadar kolay ve rahat bir operasyon alanına dönüştürülemeyecektir.

Yerel seçimlerde geliştirilen ittifakları da benzer bir çerçevede irdelemek ve düzenlemek gerekiyor. Mesela yerel seçimlerde ittifak anlayışını belirleyen ilkeler nelerdir? Parlamenter sistem içerisinde yer bulan ve kendini demokratik olarak tanımlayan unsurların, Kürt varlığına yaklaşımlarının taktiksel olduğu ve yararlanmacı bir zihniyetle yaklaştıkları açık. Afrin, Serekani ve Gre Spi için gösterdikleri tutumla Libya, konusunda gösterdikleri farklı tutum ortada. Hal böyleyken ittifak tartışmaları neye göre yürütülmektedir? Klasik sistem belediyeciliğinin al-ver ilişkileri çerçevesinde bir paylaşıma göre mi, yoksa demokratik paradigma doğrultusunda belediyenin nasıl bir halk meclisleri ve komünler birliğine dönüştürülebileceğini gösteren projelere göre mi? Öcalan, Üçüncü Yol gerçeğini hatırlattığında, Kürt siyasetinin iktidar mücadelesi yürüten tarafların hesaplaşmasına angaje olmaktan ziyade, demokratik alternatif güç olma ve buna göre siyaset yapma sorumluluğuna vurgu yapıyordu. Hatırlatmanın özü, yaptığın siyaset “başkası için” olmaktan çok, kendi aklının ürünü ve kendi için olmalıdır, doğrusuna dayanmaktaydı. Bunun yolu da, Kürt siyasetinin ortak akıl olarak Demokratik Modernite kuramını her yönüyle özümsenmesinden geçmektedir. Bilinmeli ki bu bir dayatma değil, 21. Yüzyılda özgür ve demokratik toplumsal varoluşun başarı yolu ve yöntemidir. Çünkü Üçüncü Yol, “kendi için” stratejik ve taktik politik güç olmanın, sistemi demokrasiye duyarlı hale getirerek demokratik cumhuriyete evriltmenin yöntemi ve çabasıdır. Üstelik gerçek insanlığın başarma umudunun hedeflendiği bir çağda, bizatihi kendisinin umuda dönüşmesidir.

Çifte olumsuzluk tabirinden hareketle geliştirdiğimiz vurgu düzeyindeki değerlendirmeler, kuşkusuz bir gerçeğe işaret etmek içindir. O da Kürt ve Türk birlikteliği bahsinde Öcalan’ın temsil ettiği yerdir. Bundan yıllar önce, 80’lerin ortasında TRT de bir özel savaş programı olarak hazırlanan “Anadolu’dan Görünüm Programının” sunucusu, her program sunumunun sonunda şöyle bir çağrıda bulunuyordu, “Bir dakika da olsa Aposuz düşünün”. Uluslararası güçlerin geliştirdiği İmralı mutlak tecrit sistemi de bu amaçla kuruldu ve tepeden tırnağa diyalog insanı olan Öcalan’ı iletişimsizliğe ve sessizliğe mahkûm etti. Peki bu neyi değiştirmeye yetti? Öcalan’ı içermeyen bir düşünce ve Öcalansız geçen anlar kimin lehine işledi? Türklüğe ne kazandırdı? Yoksa kazanmaktan çok kaybedişlerin coğrafyası haline mi getirdi ve daha da getirecek mi? Türkiye, Kürdistan ve Ortadoğu genelindeki gelişmeler, Türk devlet ve iktidar yapılanmasının içerisine girmiş olduğu siyasal, sosyal, ekonomik ve diplomatik çıkmaz ve çürüme, bu soruya birden çok yanıt oluşturmaktadır. Tarihin ne büyük bir ironisidir ki, bir zamanlar Kürtlere “Bir dakika da olsa Aposuz düşünün” çağrısında bulunanların kendisi, bugün özgür ve demokratik bir Türkiye’nin ancak Öcalan sayesinde gerçekleşebileceğine inanmaktadır. Çünkü bilinmektedir ki Türkiye’ye gerçek demokrasi Öcalan ile gelecektir. Bu da Kürtlüğü ve Türklüğü aşan, bütün halklara yer tanıyan demokratik, özgür ve eşitlikçi bir varoluşun yeniden canlandırılması anlamına gelecektir.

Sonuç itibariyle Türk ulus-devlet sistemi, güncelde yaratmış olduğu terör ortamında Kürt halkını bir süreliğine baskılayabilir. Fakat unutmamalı ki, bu baskılama asla 1940-70’li yıllar arasında yaşanan sessizlik sürecine benzemeyecektir. 70’lerde Kürt Özgürlük Hareketi filizlendiğinde, tecrübe, birikim ve imkanlar sıfırın, eksinin altındaydı. Günümüzde ise her açıdan muazzam bir birikim, tecrübe ve imkânın yanı sıra azımsanmayacak düzeyde enerji de biriktirilmiştir. Mevcut haliyle Kürt Özgürlük Hareketi, uluslararası güçlerin hesaplarına uygun şekilde ciddi bir darbelenmeye uğrasa bile, bu özgürlük mücadelesinde bir gerilemeye yol açmayacak, kısa bir süre sonra daha çoklu, sofistike ve otonom örgütlenmeleri açığa çıkaracaktır. Tarihsel ve güncel sorunların çözümü bağlamında değerlendirildiğinde görülecektir ki Öcalan’ın varlığı, Kürtlüğün ve Türklüğün ortak bir şimdiyi ve geleceği kurmaları açısından büyük bir şanstır. Özgürlüğü ise, Türkiye’nin demokratik bütünlüğünün teminatı olacaktır. Kürtlük ve Türklük arasında oluşturulmuş gerilim hattının nasıl bir seyir izleyeceği, özde de, biçimde de Öcalan’ın özgürleşme durumuyla direkt bağlantılıdır. Çünkü biliyoruz ki Öcalan’ın özgürlüğü, aynı zamanda Kürtlerin ve Türklerin, Türkiye halklarının özgürlüğü olacaktır. O halde Türklük de, bir başka kendi olan Kürtlük gibi ulus-devlet faşizmine karşı sesini yükseltmeli ve Kürtlüğün yönelttiği “Demokrasi ve Özgürlük mü, Çatışma ve Çürüme mi?” sorusuna yönelik tercihi açıktan ortaya koymalı ve Kürtlükle omuz omuza sahiplenmelidir. Zira yarın, alışkanlık haline getirdiğimiz keşkelerimize zaman ve imkân vermeyebilir.

 

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.