Düşünce ve Kuram Dergisi

Özgürlüksüzlük Hali Olarak  “Olumsuz Gruplaşma”

Aydın Saka-Ertan Yürek

 

“Özgürlük bu kadar avucunuzun içindeyken hala köle olanınız var mı?” 
Seneca

Cezaevi idareleri genel olarak eylem ve tavırlarımıza dönük açmış oldukları “disiplin soruşturmaları”nı tanımlamak ve bizleri “cezalandırmak” için “olumsuz gruplaşma” tabirini (ki bu tabir yönetmelikte de yer alır) kullanırlar. Olumsuz gruplaşma kapsamında değerlendirilen eylem ve davranışlarımız ise Arendt’in deyimiyle “kamusal”laşmanın zirvesinde seyrettiğimiz “özgürlük pratikleri”mizdir. Kendimizi görünür kılabildiğimiz bu politik öznellik hallerimiz bizim özgürlük eylemlerimiz olmaktadır. Hem cezaevi dışındaki özgürlük pratiklerine hem de cezaevinde özgür yaşama dahlimizi sağlayan, özgür olduğumuzu ve bunu “birlikte” gerçekleştirdiğimizi en çok hissettiğimiz ve heyecan duyduğumuz bu hallerimizdir. 

Yani bizim en özgür olduğumuz anlarımız “olumsuz gruplaşma” olarak tanımlanmaktadır. Olumsuz gruplaşma burada “düzen bozucu” bir pratiktir. Düzeni bozulan iktidar kamusallığıdır. Bizimkisi olumsuz bir gruplaşma olduğuna göre, varolan cezaevi düzeni ve dolayısıyla hizmet ettiği sistemik yapı kendisini pozitif veya doğal bir grup (toplumsallık) hali olarak olumlamaktadır. Tam da burada ters yüz etme ile karşı karşıyayız. Egemen akıl, bizim faillik halimizi kendi tanımı içine hapsederek bir depolatizasyon dayatır. Buna karşın, “fail olmak istiyorsak, yapacağımız ilk iş yaptığımız eyleme kendi tanımımızla bakmaktır”(!) Kuşkusuz bu sadece cezaevinde olan bizler için dikkat gerektiren bir durum olmanın çok ötesindedir. Bize belki disiplin soruşturmalarıyla açıkça hissettirilen bir nesnelleştirme ve teslim alma (depolitize etme) dayatmasıdır. Fakat bu özgürlüksüzlük dayatması egemen sistemin ontolojik yapısına içkin genel bir durumdur. 

 

Kölelik Kötüdür!

Gerek tarihsel olarak gerekse de güncelde kölelik üzerine çok fazla bir kafa karışıklığı ya da tanım sorunu olduğu düşünülmeyebilir. Ya da şunu soralım, neden kölelik olgusu çoğunlukla tanımlanabiliyorken, özgürlük somut bir tanıma kavuşturulamamakta veya üzerinde çok fazla uzlaşılabilen bir tanım çerçevesine ulaşılamamaktadır. Neden kölelik somut bazı hal ve psikolojilere karşılık gelirken; özgürlük daha dışımızdaki (uzakta ulaşmamız gereken ya da gelecek olan) ve aynı anlamda “iç”imizdeki bir soyutlama olmaktadır?

İronik olan ise hiçbirimiz köle olduğumuzu kabul etmediğimiz gibi özgür olmadığımızı hep söyler dururuz. Belki de bu, sanığımız anlamda bir dikatomi değildir. Fakat yaşamımızın (özellikle de kapitalist modernitede) bu ironi etrafında şekillendiği bir hakikattir. İşin aslı bu kabul edilebilir bir yanılsama değildir. Belki de bunu fazla sorgulayanımız yoktur. Ama bunun “çocukluk hayallerimize ihanet” ettirilmiş bir “hal” olduğunu bilmemiz gerekir. Yani faillik hallerimizin belirlenmiş olmasını kabul etme ve kendini belirlenmiş olana teslim etmedir. 

Sorun bu nesnelleştirmenin farkındalığının olmayışı veya çok az oluşudur. Köleliğin kötü olduğunu bilmeyenimiz ve kabul etmeyenimiz yoktur. Fakat “özgürlüksüzlük”ü kendisi için dert eden bir sorgulama konusu yapanımız da çok azdır. Halbuki öznelliğimizin belirlenmiş olması ciddi bir özgürlük yoksunluğudur. 

 

Ya Depolitizasyon?

Kapitalist modernite gerek yaratmış olduğu özgürlük yanılsaması gerekse de geliştirdiği depolitizasyon ile çağdaş bir kölelik dayatması içindedir. Yanılsama ruh halimizde başlar. Ezilenlerin, sömürülenlerin, alt sınıfların ruh hallerini kabul red ölçülerine, yaşadıkları ezilmişliği-sömürülmeyi algılama, yaşama biçimlerine dair çokça çözümleme ve değerlendirme yapılmıştır. Hem egemenlerin hem de ezilenlerin halkların aydın ve önderlerine ait çok kapsamlı bir külliyat meselesi vardır. Buna rağmen en devrimcilerimiz bile çok yaygın bir özgürlüksüzlük dayatması olarak depolitizasyonu kendi ortamlarımızda yaşatabilmekteyiz. Tam da burada gerçek anlamda “olumsuz gruplaşma”dan bahsedilebilir. “Tam” bir olumsuz gruplaşma olan iktidar kliği kişiliklerde yaratmış olduğu aşınmalarla kendisini ezilenlerin-sömürülenlerin yaşamında aktifleştirir. Kendisinin olmadığı ortamlarda bile aktif “mikro-iktidar akıncıları”nı bulundurur ve failliklerimizi sınırlayıp törpülemeye özgürlük pratiklerimizi azaltmaya çalışır. 

 

Özgürlüksüzlüğün Rasyonalizasyonu 

Yaşam (hele de devrimci yaşam) özgürlük alanımızdır. Bu alanda ne kadar fail olabilirsek o kadar varlığımızı korur ve özgürlüğümüzü sağlamış oluruz. Mikro-iktidar akıncıları bu direnişimizi ve inşamızı geriye çekmek, zayıflatmak için zihnimizde ve bedenimizde hep yer ararlar. Asıl ironi şu ki; zihnimize ve bedenimize üşüşen bu mikro-iktidar akıncıları kendilerini özgürlük etiketiyle sunarlar ve bizi en zayıf olduğumuz (özgürlük ideası) yerden kavrarlar; iş yapmama, emekten kaçınma, keyfiyet, tüketim, kendine görelik, bencillik, bireycilik gibi sayılabilecek pek çok özgürlükten kaçış pratiği yaşamımızda (politik alanımız) yer bulmaya çalışır. 

Nasıl ki özgürlük “başka”larıyla-ötekiyle birlikte paylaşılıp var edilen bir olgu ise özgürlüksüzlük de başkalarıyla birlikte yapıldığında çoğalır. Kişi kendisi için mikro-iktidar alanları açmak ister ama bunu “bir başına”; ya başkasından çalarak ya da başkalarını ortak ederek bu alanları oluşturabilir. Rasyonalizasyon iktidarın bu kendini çoğaltma pratiğinin en çok başvurduğu yöntem olmaktadır. Kişi, mikro iktidarını yaşamak için kendisini ortamda rasyonalize etmek durumundadır. Özgürlük çoğalmasındaki pozitiflik ve çeşitliliğin aksine bu arayış negatif bir taşıyıcıdır (olumsuz anlamda), “olmazcılık” etrafında dolanır ve tekleşmeyi yani herkesi kendi rasyonalitesinde birleştirmeyi esas alır. Alışkanlıklar ve rutinlik de bu arayışa zemin yapıldığında (kendini tekrar depoitizasyondur ve kişinin özgürlükle bağlarının zayıfladığının, paylaşımlarının azaldığını gösterir)özgürlüksüzlük kendi grubunu oluşturmaya başlar. Asıl olumsuz gruplaşma iktidarın bu mikro tarzdaki inşasıdır. Sanıldığının aksine bu tekil bir oluşma/varlaşma tarzı değildir. Bir toplumsallık biçimidir; iktidarla hastalanmış bir zihniyet durumudur. İktidar bir kere oluşmayadursun artık durmak bilmez bir makine misali çalışır, üretir. Kapitalist modernite ile birlikte bu rasyonalizasyon zirvesini bulmuş durumdadır. Bu kadar itirazsızlık ve mücadelesizliği aşmanın başka değişik nedenleri de olabilir. Fakat depolitize olmak herhalde ilk sırada yer alan nedendir. Eleştirel anlamda bu ilişkiselliğe hegemonya denildiğini biliyoruz.

 

Özgürlük Yanılsaması 

Hegemonik ilişkilerde bir tür “rıza” gözlemlenir ve bu tam da özgürlüksüzlüğün rasyonalizasyonu dediğimiz olumsuz (negatif) gruplaşmadır. Bu gruplaşmalar tıpkı hegemonik ilişkilerde gözlemlendiği gibi özne-nesne karşıtlığına dayanan bir karakteristik sergilerler. Dolayısıyla kapitalist modernite koşullarında, iktidarın neredeyse sızmadığı bir ilişkisellik kalmamışken kendini özgür sanmak veya tanımlamak imkansız değildir (tekil düzeyde mümkündür) belki ama çok zor olduğu da muhakkaktır. Elbette Foucault’nun ifade ettiği biçimiyle iktidarın görünürleştiği her ilişkisellikte özgürlük de vardır. Bu anlamda “mutlak özgürlüksüzlük” diye bir hal insanın ölümü olurdu. Evet, “insan” ölmemiştir. Fakat ne kadar sağ, ne kadar özgür ve ne kadar insan olduğu belirsizdir. Günümüzdeki depolitizasyon ortamında insanların büyük bir kısmının özgür olduğunu söyleyebiliyor olması yaşanan yanılsamaların çok katmanlılığını göstermesi bakımından çarpıcıdır. 

Bu yanılsama iki ana akım fikir etrafında gözlemlenebilir. Birincisi özgürlüğü bireysel/kişisel “iç” olgu olarak tanımlar. Bu durumda öznellik halimiz kişisel bir deneyime dönüşür ve esas itibariyle “insan” olma halimiz olan toplumsallığı görmezden gelmiş oluruz. Toplumsuz özgür olabileceğimiz fikri, özgürlüğün toplumla oluşma karakterini, daha doğrusu toplumsal insanın politikliğini görmezden gelir. böylece özgürlük “iradi” bir olguya indirgenir ve oldukça göreli bir karakter kazanır. Bu yaklaşımın temel sorunu “irade”yi keyfi bir biçimde tanımlamasıdır. özgürlük irade ifade edildiğinde, her şeyin üzerine çıkarılmış olur. İrade, her tür soyutluğun içine sığdırıldığı felsefi bir üst teori olarak mutlaklaşır. Mutlak olan politik olanın ölümüne yol açar. zira politiklik esneklik ve çeşitlilik ve aynı anda özgürlük demektir. 

Egonun mutlaklaştığı kapitalist modernite çağında özgürlüğün bu mutlaklığa hasredilmesi felsefenin bu tarz özgürlük yorumu ile ilişkilidir. Arendt, bu durumu şöyle eleştirir: “Felsefi geleneğimiz özgürlüğün başkalarıyla birlikte değil kişinin kendi etkileşimi içinde tecrübe edildiğini neredeyse oybirliğiyle kabul etmektedir.” Devamla, özgürlüğün bir “iç-sorun” olmadığını bu yaklaşımın özgürlüğü politik alandan çekip çıkarma olduğunu; buna karşın özgürlüğün ise “iç özgürlüğün…tam karşıtı” bir gerçekleşme olduğunu ifade eder. Aynı yaklaşımı I. Berlin de sürdürür ve özgürlüğün bireysel tarzda tanımlanmasını bir tür “kaleye geri çekilme” olarak değerlendirir. 

Kendisini bir “kale” olarak inşa eden birey, toplumdan soyutlanmışlık ve topluma rağmen gerçekleşme olarak yaşar. Bu, I.Berlin’in değişiyle “politikadan özgürlük” şeklinde güncelde karşılığını bulur. Haliyle bu duruş özgürlüğü toplumsallıktan soyutlar, kendisini toplumun dışında ve üstünde konumlandırır. Toplumun diğer bireylerinin de böyle düşünüp davranacağı varsayıldığında birer karşıt/potansiyel rakip olarak olumsuzlanırlar. Bu, kişiye sandığı gibi “istediğini yapabilme” özgürlüğü olmadığını hatırlatır. Ve kişiyi, iradesini sadece kendisi üzerinden değil, başkaları üzerinden de konuşturması gerektiği düşüncesine yöneltir. Kapitalist modernitenin ve liberalizmin özgürlük anlayışının geliştirdiği depolitizasyon bu tarz özgürlük anlayışının zihin okyanusunu oluşturur.

İkinci özgürlük yanılsaması da mutlaklığın bireysel değil, evrensel düzeyde algılanmasıyla yaşanır. Enki’den Zeus’a, Platon’dan Hegel’e uzanan egemen erkek aklı, dinsel ve felsefi mutlaklığı bir “zorunluluk” hali olarak inşa ederler ve elbette insan tüm bu zorunluluklar dünyasında “belirlenmiş” olduğu için, ancak bu zorunlukların bilincinde olur ve uyumlu hareket ederse “özgür” olabileceği ifade edilmektedir. 

Kuşkusuz nesnel yasalarla hareket eden bir dışsallık ve evrensellik var. Fakat dışımızdaki (ne kadar dışındaysak!) zorunluluklar dünyası bile sanıldığı ve iddia edildiği gibi bir mutlaklıklar-belirlenmişlikler diyarı değildir. Evrendeki esneklik, çeşitlilik, farklılık ve çoğullaşmaya baktığımızda, bunun zorunluluktan kaynaklı bir seyirden ziyade varlığın “zekalı” ve “özgür” oluş hali olarak tanımlanması çok daha mümkün bir hakikat görünümündedir. Hatta Ali Fırat, evrenin bu tarzdaki varoluş amacının özgürlük olabileceğini söyleyerek algılarımızdaki daraltılmış özgürlük tanımlarını yıkmış olur. Özgürlüğü sadece insanlar için değil, tüm evrende düşünüp anlamamız gerektiğini ifade eder.

Özgürlüğü “bilincine varılmış zorunluluk” olarak tanımlayan anlayışın temel sorunu, tarihsel toplumun seyrini, zaman ve mekanı gözardı ederek, bu mutlaklık ve zorunluluk başlığı altında anlamaya çalışarak var olan devletçi egemen yapıları meşrulaştırması ve tarihi bu egemen yapılar üzerinden yürüyen bir özgürlük yürüyüşü olarak tanımlamısıdır. Hegel bir yandan sarfettiği emek dolayımıyla köleyi, efendiye göre özgürlüğe daha yakın görürken, diğer yandan efendi-köle dikotomisini rasyonalize eder. Çünkü bu dikotomi’nin eninde sonunda kendisini evrenselde tamamlayıp başa dönmesini sağlayacak ve özgürleştireceğini söyler.

 

Egemenlik Özgürlüksüzlüktür

Hem mutlak evrenselci hem de göreli-bireyci özgürlük anlayışının yol açtığı sonuç, özgürlüğün egemenlik olarak kavranmasıdır. H.Arendt’e göre özgürlük egemenlik olduğunda; “ya insan özgürlüğünün inkarına… ya da başkalarının özgürlüğü (egemenliği) pahasına elde edebileceği kavrayışına götürür.” Halbuki genel olarak özgürlük, varlık olarak hem tartışma dışıdır hem de herkes içindir. Bununla beraber tanımı en çok muğlaklaştırılan ve nasıl yaşanacağına dair en çok tartışma yürütülen bir olgu durumundadır. Çünkü onu kendi dışımızda (iç-özgürlük anlayışı bile insanın ontolojik-toplumsallık-yapısıyla çelişerek özgürlüğü dışsallaştırır!) kavrarız.

Özgürlüğü insan dışılaştırmak, insanı özgürlüksüz bırakmak demektir. Bu durumda özgürlük peşinden koşulması gereken bir fenomene dönüşür. Peşinde koşulan ise sanıldığı gibi özgürlük değil, egemenliktir. Bu ister kişinin başkalarına dönük egemenlik arayışı olsun, ister kendisine dönük olsun; her halukarda açığa çıkan öznellik halinin “iktidar” olarak pratikleşmesidir.

Egemen akıl açısından çelişki yoktur. Çünkü kendi öznelliklerini bu şekilde gerçekleştirmektedirler. Özgürlük onlar için bu öznellik (tabi başkalarının nesnelleştirmesi temelinde) halinin katlanarak devamıdır. Yani özgürlük, iktidar ve sömürü özgürlüğüdür. İktidar olma ve sömürüyü gerçekleştirmek için “ötekinin” failliğinin olmaması kendisi için değil, egemen için oluşması/yaşaması gerekir. Bu da ancak depolitizasyonla mümkündür. Fakat bütün zihniyet çarpıtmalarına rağmen mutlak depolitizasyon mümkün değildir. Dolayısıyla iktidar aklı insanlara özgür oldukları veya olacakları duygusunu vermek için temel bir zihniyet çarpıtması yapar ve özgürlüğü somut bir hal olmaktan çıkarıp yaşam dışılaştırır. 

 

Belirlenmişlik Kimliksizliktir

Özgürlüğün yaşam dışılaştırılması, var olan iktidar ilişkilerinin normalleştirilesine yol açar. Yani başkalarının (egemenlik), biz istemeyip karşı dursak bile, bizim failliğimizi üstlenmesi, bizim adımıza düşünmesi, tartışması, karar alması ve “bize yaptırma”sıdır. Bu durumda bizim bütün eylemlerimiz belirlenmiş oluyor. Belirlenmişlik normalize olduğunda ruhumuza kölelik tohumları ekilmiş demektir. Kimimizde tohum olarak kalır (yer edinir), kimimizde filiz verir, dallanır-budaklanır. Çoğu zaman tohumları ayıklamaya, dal-budakları kırmaya çalışırız. Fakat bunu belirlenmiş tanım ve sınırlar içinde yaptığımız için bir türlü öznellik halimizi geliştirmeyiz.

Belirlenmişlik, kendisi olmaktan çıkmadır. Halbuki özgürlük tam da “kendisi olmak”tır. Ezilenler açısından temel sorun, kendisi olmanın da çok ötesinde, kendisi olmaya dair yaşadığı bilinç çarpıklığıdır. Olumsuz gruplaşmadaki eğilim buluşması veya normalizasyon bu çarpıklığın sonucudur. Belirlenmişlik nesneleşmeye takabül ederken, özgürlüğün öznellik kazanma/kimlikleşme ile bedenleşmesi vardır. Kimlikleşme, kendimize dair bilinç ve oluş halimizdir. Bu süreç özdeşliklerin buluşması ve farklılıkların öznellik kazanmasıdır. Bu, toplumsal yani başkalarıyla içine girilen ilişkilerden doğan bir süreçtir. Bu oluşum sürecinde bizi belirlemişlikten kurtaracak ve özne kılacak olan kimlik bilinci ve kimliksel oluşumdur. Bu hakikatte bilmek ve olmak bütün bir süreçtir.

Olumsuz gruplaşmada bilinç ikiye ayrılır. birincisi soyut ve hamasidir; eylemden kopuktur, kimlikleşme şoven/fanatik tarzdadır. İkincisi kaba ve güdüseldir; kendisini tekrarlar, kendisini üretir, kaba pratik söz konusudur, yüzeyseldir. Esasen her iki bilinç açısından da belirlenmiş olmaya razı bir nesnelleşmeye açıklık vardır. Ve egemenlere faillik kazandıran yaşamımızı depolitize eden bizlerin bu çarpıtılmış bilincidir. Bu sağlıklı bir şekillenme değildir. Sorun, bu sağlıksız şekillenmeden rahatsızlık duymamaktır. Halbuki “sağlıklı insan özgürlük yitimini, ölümden daha dehşet verici olarak görür.”

 

“Köleysen Dost Olamazsın”

Bir yandan özgürlüğü yanılsamalı olarak yaşayan, diğer yandan sürekli özgür olmadığından yakınan kapitalist modernite döneminin insanı, hastalıklı bir zihin ve eylem/oluş ile maluldür. Bu hastalık “kişisel”olmayıp, bulaşıcı bir niteliktedir. Zira “iktidarın hastalıklı kişilere ihtiyacı vardır ki, bunlar hastalıklarını sağlıklı kişilere geçirebilirler.”

Olumsuz gruplaşmadan kastımız tam da bu hastalıklı zihin ve oluş halidir. “Kölenin ahlakı olmaz” derler. Çünkü köle olmaya razı gelmek etik bir sorunsallıktır. Kuşkusuz “hemen hemen” hiç kimse “gönüllü” bir kölelik eğiliminde değildir. Ahlak bu noktada bir özgürlük ilkesi olarak hep devrededir. Fakat kölenin (serfin, işçinin ve nesne konumuna getirilmiş her birey ve grubun) içine hapsedildiği zihin habitatı, kendi köleliğini rasyonalizasyona kadar götürür. Kendi faalliğinden kuşku duyan ruh hali, olmazsa “güce yaranma” ve var olan pozisyondan “azami nemalanma” eğilimini sergiler. Ahlak insanın kendi özgürlükçü ruhuyla çelişme ilişkisidir. Çelişki başlarsa, olumsuz gruplaşma kendisini bir yaşama biçimi olarak gündeme koyar. Hem özgür olma iddiası zayıf olan hem de kölelik dayatmasının fırsatlarını kaçırmak istemeyen bir çarpıklık ortaya çıkar. Kişinin kendisiyle çelişik yaşaması anlamına gelen bu ruh hali, “oradan oraya savrulan kumlar gibidir, üzerine zafer inşa edilemez!”

Ali Fırat, bu kişiliğe dikkat çekmek için, çoğu çözümlemesinde, “hepiniz benden intikam alıyorsunuz. Yaşamınızı elinizden aldığımı düşünüyorsuz. Bana çok tepkilisiniz” der. Nesneleşmiş insan, özgürlüğü kendisine dert etmeyen, bezgin, yorgun ve yaşam coşkusunu yitirmiş insandır. Zaman zaman kendisine dair kimi dönemsel “heyecanlar” duyması, ahlaki ilkenin bir yıldız misali yanıp sönmesini andırır. Özgürlük belki bu yanıp-sönme anlarında akla gelebilir. Ama bu, çok soyut ve çok uzak olan bir ütopyayı andırır. Yaşamın geri kalanı ise ölgün ve heyecansızdır. Geriye kalan, özgürlükle alakası olmayan bu nesnellik halini “paylaşmak”(!) oluyor ki, bu da toplum ve devleti, iktidar ve özgürlüğü bir arada yaşamaya çalışma, kendi şahsında somutlaştırmadır. Yanılsamalı özgürlük bilincinin bize benimsettiği “kabul” budur. Bu kabul ile devrimci olmak bir yana, var olan insani değerlerden bile hep geriye doğru bir düşüş yaşanır.

 

Özgürlük Bu “Kabul”e Razı Gelmez

Ali Fırat’ın özgürlük adına yürütülen tarihsel tartışmaya ilkesel bir çözüm geliştirir: sürekli hakikati arayıp bulma ve onu başkalarıyla paylaşma! “Hakikat aşktır, aşk özgür yaşamdır” özdeyişi bu ilkeselliği ifade eder. Ali Fırat’ta hakikat, toplumsal yaşamdır. bu durumda özgür yaşam da, toplumsallaşma sürecine uygun olarak başkalarıyla birlikte var olma ve paylaşmadır. Böylece özgürlük hem kişisel bir iç deneyim, hem de soyut dışsal bir tahayyül olmaktan çıkar. Çünkü “insan” olmak bu koşula bağlıdır. Toplumsallaşma bu ilkesellik ile mümkündür. Somut olarak bu, ahlaki ve politik birimdir. H. Arendt’in paralel düşüncesi şöyledir: “Özgürlük aslında insanların politik bir örgütlenme içinde yaşamasının nedenidir. Özgürlük olmasaydı politik bir yaşamın anlamı olmazdı. Politikanın varlık nedeni özgürlük, deneyim alanı ise eylemdir.”

Bu yaklaşımın tutarlılığı teori-pratik bütünlüğünden kaynaklanır. Gerçekten de Ali Fırat’ta temel ilke, kendisiyle çelişmeyi ahlaki bir yaklaşım olarak tavizsiz uygulamadır. O, politikayı arama ve bulma paylaşma bütünlüğünde geliştirip “çocukluk hayallerine ihanet etmeyen” bir hakikattir.

 

Politikaya Çağrı

Özgürlük hareketi, bu önderliksel karakteri nedeniyle devrimci iddiada yeni bir soluktur. Hem kendi iç yapısındaki sürekli “özgürleştirici” yaşam pratiğiyle devrimi ve devrimciliği hakikate uygun bir “deneyim” sürecine koyar hem de devrimci mücadelede alternatif politik seçenekler geliştirme kabiliyetini devrimci iddiaya içerimler. Kuşkusuz her ikisi de birbiriyle bağlantılı ve diyalektiktirler. Bu özgürlük yaklaşımı politikaya çağrıdır. Ve “özgürlükten kaçış”ın tüm kapılarını kapatır. Yani bizi öznelliğimize/failliklerimize davet eder. Bu anlamda özgürlük görmeyeceğimiz, bilmeyeceğimiz, duymayacağımız ve yaşamayacağımız bir “şey” değildir. Tabir yerindeyse bu, “politikadan özgürlük”le tanımlanan özgürlüğün “ayakları üzerine” oturtulmasıdır. Zaten, “politikasız özgürlük istemleri vahim bir yanılgıdır… toplumsal politika geliştirmeyen her toplumun, bunun karşılığının özgürlükten yoksunluk olarak kendisine düzeneğini, bedelinin kendisine fatura edileceğini bilmesi gerekiyor”

 

Özgürlük İç-İktidardan Kurtulmaktır

Ursula Le Guin; “devrim yapamazsınız. devrim olabilirsiniz ancak devrim ya ruhunuzdadır ya da hiçbir yerde” der. “Olmak” aktif bir faillik ister. ama olmak istediğimiz özne ile çelişirsek ve kişiliklerimizde, ilişkilerimizde karşı olduğumuz mikro-iktidarı yaşatırsak, istediğimiz kadar özgürlük mücadelesinin militanı olma iddiasında bulunalım, eninde sonunda içten fethedileceğimiz tarihsel tecrübeyle sabittir

Özgürlük hareketinde “kopuş teorisi” tam da bu tarihsel gerçekten güç alır. Zamanla teorik veya yöntemsel sorunsallıklar gelişebilir. Bugünün gerçekleri yarını karşılamayabilir. Bu, gelişmenin diyalektiğidir/doğasıdır. Fakat hareketin ana teması “kopuş”tur. Önemli olan kopuştur. kopuş sistemiktir. Ali Fırat “sonsuz boşanma” dedi. Sonsuz boşanma, bir belirlenim hali değildir; deneyim halindeki öznellik kazanma/özgürleşme sürecidir.

Sancı, kopuşun zihinde ve duyguda tasarlanamamasıdır. Hareketin ortamında yer alan bizlerin verili olanlarla düşünüp, ezberlerle ve iktidar aygıtlarıyla yeni yaşamımızı kafada tasarlamaya ve bir nevi kopuşu yeni bir “model” içinde kavramaya kalkışmamız, olumsuz gruplaşmalara zemin açabilmektedir. Yeni yaşam bu modelleme içinde bir tür homojenleştirilmiş distopik yapıyı anımsatır. 

Fakat bunu eleştiriyoruz. Bu riski görüyoruz. içimizdeki mikro-iktidar odacıklarından kopmadıkça bu riskleri hep ifade edeceğiz. Bütün iktidar pratikleri “sadece” sisteme dayanarak gerçekleşmezler: “Bunlar bizim etrafımızda ve içimizde de varlık sürdürmektedir! Ve bizi en fazla felç ettikleri noktalara, yani kendi mikro-faşizmlerimizin kör noktalarına saldırmazsak bunları başka yerle çözümleme iddiasında bulunamayız.”

Bütün eksikliklerimize rağmen, hareketin süreklileşen ve deneyimle kendisini daha da özgürleştiren bir yaşam ortamı, anlam oluşumu var ve bu çok zengin bir deneyimle birlikte toplumsal bir devrimi oldurmaya doğru emin adımlarla yürümeye devam ediyor. İktidardan kaçmanın yeni bir iktidar olmak olmadığını deneyimleyerek öğreniyor ve yaşıyoruz. Bunu içimizdeki ve dışımızdaki tüm olumsuz gruplaşmalarla birlikte ve onlara rağmen yapıyoruz ve bu heyecan verici pratik dünya devrimi cephesine yeni bir soluk aldırıyor.

 

 

 

 

 

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.