Düşünce ve Kuram Dergisi

Kant ve Spinoza Felsefesinde Özgürlük

Mehmet Erdem

“Liber” eski bir mitolojik tanrıdır. Liber, “özgür” anlamına geliyor; Roma’nın bereket, doğurganlık, tanrısıdır. Özgürlük üzerine düşünürken değinmeden geçemeyeceğimiz bir başka mitolojik tanrı ise Dionysos’tur. Dionysos, yaşadığımız bu güzelim coğrafyamızın batı kıyısı olan “İonya”nın ya da şimdiki adıyla söylersek, Ege’nin bir tanrısıdır. Dionysos, mitolojide üzüm, şarap tanrısı olarak geçer; sevinç, coşku neşeyi çağrıştırır. Liber ile Dionysos tanrılarını birlikte düşünmemize imkân veren şey, Dionysos şenlikleridir. İyonya, Yunanistan ve Roma coğrafyasında her yıl düzenlenen Dionysos şenliklerinin adı “liber” kökünden gelen ”Liberalia”dır. Liberalia’nın bir kadınlar bayramı olduğunu söylemek hiç de yanlış olmaz. Hatta kadınların Liberalia şenliklerindeki özgürlükleri Roma’nın “soylu” erkeklerini öyle rahatsız etmiştir ki sonunda şenliklerin yasaklanmasına kalkışılmıştır. “Liber” kökünden gelen “libertas” ise, özgür kişinin toplumsal statüsünü, bağımsızlığı, sözünü sakınmazlığı, konuşma özgürlüğü ve doğruyu söyleme cesaretini, hakikati söylemeyi, yani “parrhesia”yı ifade eder. Özgürlük anlamına gelen diğer bir kavram ise, “free” kökünden gelen “freedom”dır. “Free” sevgiden kaynaklı bağlılık, aşk, arkadaşlık dostluk gibi anlamlara gelir. İngilizce “friends”in kökü de “free”den gelmektedir.

“Liber”, “liberalia”, “libertas” ve “freedom” kavramlarını birlikte düşündüğümüzde, hepsinin taşıdığı ortak özellik; sevgi, aşk, dostluk, arkadaşlık, coşku, sevinç ve neşe; bir başka deyişle insanı anlamlı kılan yaşamdır. Bu bağlamda Özgürlük, pratik felsefedir.

Özgürlük kavramı üzerine felsefi düşünme ne yazık ki yukarıda bahsettiğimiz kısa edebi giriş kadar anlaşılır ve neşeli görünmemektedir. Özgürlük kavramı hiçbir tanıma sığmayan, her zaman bir yerlerden taşan ve düşünürlere göre farklılaşan zor bir düşünme işçiliğini gerektirmektedir. Her şeye rağmen özgürlük insanı sonsuz düşünmeye davet eden bir arzu pratiği olmaya devam etmektedir.

İki düşünür: Kant ve Spinoza. Sevelim ya da sevmeyelim, Kant ve Spinoza üzerine düşünmeden felsefe yapılamayacağını söylememiz –en azından benim açımdan- yanlış olmaz. Kant, modernitenin ve onun kurucu kavramı olan öznenin felsefesinin abide-i şahanesidir. Spinoza ise, ortaçağ felsefesinin bir eleştirisi olduğu kadar, erken bir modernite eleştirisi de olan alter-modernite felsefesinin prensidir. Kant, özne üzerinden “akıl”ı düşünürken Spinoza beden üzerinden “Akıl”ı düşünmüştür. Buna uygun olarak, Kant özgürlüğü “özne” üzerinden düşünürken, Spinoza özgürlüğü beden üzerinden düşünecektir. İki filozofun da aklı önemsemek bakımından benzerliği, aralarındaki, birinin “özne”, diğerinin ise “beden”i temel almasından kaynaklanan felsefi düzlem farklılığını silikleştirmemelidir. Bu düzlem farklılığını daha anlaşılabilir kılabilecek iki düşünür, Hegel ve Nietzsche’dir. Hegel, Kant’laşmış Spinoza, Nietzsche, Spinoza’laşmış Kant’tır.

Özgürlük açısından Kant ve Spinoza üzerine derinlemesine düşünmek bu makalenin boyunu aşar. Bu açıdan, bu makaleyi daha ziyade bir birlikte öğrenme çabası olarak düşünebiliriz.      

                               

Kant Felsefesinde Özgürlük

Kant, kuramsal akıl ve pratik akıl olarak iki akıl biçimi üzerine düşünmektedir. Kuramsal akıl için Salt Aklın Eleştirisi ve Prolegomena; pratik akıl için Ahlak Metafiziğinin Temelleri ve Pratik Aklın Eleştirisi kitaplarına bakılabilir. Kant, Pratik Aklın Eleştirisi’nin girişinde, kuramsal akıl ile pratik akıl arasındaki farkı koymaya çalışır: “Aklın teorik kullanılışı sırf bilme yetisinin nesneleriyle uğraşıyordu ve aklın, bu kullanılışı bakımından bir eleştirisi, aslında yalnız saf bilme yetisiyle ilgiliydi… Aklın pratik kullanılışında durum farklıdır. Bu kullanılışta akıl, tasarımların karşılığı olan nesneleri meydana getiren ya da kendini (doğal yeti buna yeterli olsa da, olmasa da) bu nesneleri meydana getirmek üzere belirleyen —yani kendi nedenselliğini belirleyen— bir yeti olan istemenin belirlenme nedenleriyle uğraşır.”

Kuramsal aklın sorusu “neyi bilebilirim?”dir. Bir şeyin bilgisi onu aklileştirmekten geçer. Bu nedenle kuramsal akıl iki önemli unsuru öne çıkartır: saf aklın bilme, anlama yetisi ve bu bilme yetisinin nesnesi. Kuramsal akıl için bilme yetisinin nesnesi fenomenler dünyasıdır ve numen dünyası bilinemez.

Kant, kesin bilginin metafiziksel olanaklarını ve buna bağlı olarak metafiziğin bilimleştirilmesinin koşullarını araştırır. Deney olmadan, bilgi nesnesi olmadan bilgi sentezlenemez. Dolayısıyla deney aklın değil, akıl deneyin koşuludur. Deney, fenomenlerin, aklın koşulunda sınırlanması, yani aklın laboratuvarında nesneleştirilmesidir. Bu bağlamda aklın koşulları dışında bilginin kaynağı olan kendinde bir varlık yoktur, varsa da bilinemez. Fenomenler, sezginin apriori formları olan zaman ve mekân koşullarında sınırlanır ve aklın laboratuvarında nesneleştirilerek deneyleştirilir. Akıl, fenomenleri nesneleştirdiği oranda özneleşir. Transandantal özne koşullarında özne, fenomenleri nesneleştirebildiği oranda kesin bilginin kurucusudur. Artık bilgi keşif olması bakımından analitik değil; icat olması bakımından sentetik aprioridir. Bilimselleşmiş metafizik, fenomenleri nesneleştirmek, nesneleşmiş fenomenlerin bilgisiyle nesneyi aşmaktır. Bilginin bilinç haline gelmesi, öznenin nesnesini aşkınsal olarak aşmasıdır. Özne nesne olmadan bilgiye, bilgi ise sentez olmadan bilince geçemez. Modern anlamda özne ve nesne ikiliğinin ve pozitivizmin dayanağı Kant’tır.

Kant için teorik akıl alanı zorunluluk alanıdır. Kant’ta zorunluluk iki boyut taşır: Birincisi, kendinde varlık ya da numenler bilinemeyeceği için Transandantal öznenin koşul olması ve ikincisi, bu koşula bağlı olarak elde edilen bilginin evrensel olmasıdır. Sonuç olarak kuramsal akıl, deney, doğa yasaları, nedensellik ilişkisi ve aklın saf anlama yetisi üzerine düşünür.

Pratik akıl, fenomenler dünyası değil numen dünyasıyla ilgilidir. Nesneleştirilecek bir fenomen yoktur; fakat nesneleştirilecek bir pratik vardır. Fenomen olarak bir objenin nesneleştirilmesi ile bir “obje”, bir “şey” olmayan pratiğin nesnelleştirilmesi arasındaki fark, teorik akıl ile pratik aklın arasındaki ayrımı anlaşılır kılar. Fenomenlerin nedeni yine bir başka fenomendir. Doğa yasası fizik dünyasıdır. Bir pratiğin nedeni ise yine başka bir pratik değildir. Pratiğin nedeni ilkedir.

Üzerinde düşünebilmemiz ve söylediklerimizi anlaşılır kılabilmek için bir özgürlük tanımı yapmamız gerekiyor. Özgürlük, nedeni kendinde varlıktır. Varoluş nedeni kendi dışında olan varlık özgür değildir, kölelik ya da zorunluluk dünyasının doğasındadır. Kant için doğa, fenomenler dünyası olarak zorunluluk alanıdır. Tanrı, bilinmeyeceği için, ontolojik bir neden olarak görülemez. Kant’a göre, özgürlük felsefesinin, nedeni kendisi olan bir varlık üzerinden kurulması gerekir. İşte Kant’ta bu varlık, öznedir. Özne dışsal hiçbir nedenin belirleniminde kalmadan kendi yasasını belirleyen, “nedeni kendinde varlık”ın da ötesinde “nedenini belirleyen neden”dir.

Kant için, Özgürlük, “nedeni kendisi olan” pratik değil, nedeni kendisi olan “akıl”dır. Nedeni kendisi olan “akıl” ile nedeni kendisi olan “pratik” arasındaki bu fark, Spinoza ile Kant arasındaki farkın da temelini oluşturmaktadır. Özgürlük alanı, bedenin pratiği değil aklın pratiğidir. Spinoza özgürlüğü arzu pratiği olarak düşünürken, Kant aklın pratiği olarak düşünür. Kantçı anlamıyla pratik, nesneleştirme etkinliğidir. Pratik, ilkenin nesneleşmesinin aracıdır. Bu bağlamda Pratik akıl, nesneleştirilmiş pratiği belirleyen neden üzerine düşünür. Böylece Kant, kendi ahlak anlayışının kapılarını sonuna kadar açar: 

“Ahlâk yasası, (…) yine duyular dünyasının hiçbir verisiyle ya da aklımızın kullanılışının sınırları içine giren hiçbir şeyle açıklanamayacak olan ve saf bir düşünülür dünyaya işaret eden bir olgu sağlar, hatta bu olguyu pozitif olarak belirler ve onunla ilgili bir şeyi, yani bir yasayı, bilmemizi sağlar.” “Genellikle akıl sahibi varlıkların duyusal doğası, bunların deneyce belirlenen yasalara bağlı varoluşlarıdır; bu da akıl için yaderkliktir. Öte yandan, aynı varlıkların duyular üstü doğası, onların bütün deneysel koşullardan bağımsız olan, dolayısıyla saf aklın özerkliğine ilişkin olan yasalara uygun varoluşlarıdır.” 

Ahlak yasası, bütün deneysel koşullardan, bütün duygu alanlarından bağımsız, duyularüstü saf aklın özerkliğine dayalı ilkelerdir. Ahlakın yasaları, ilkelerdir. İlke, bir pratiği belirleyen yasanın ya da öznenin pratiğini belirleyen yasanın yine aynı öznenin kendisi tarafından evrensel olarak kurulmasıdır. Bu nedenle özne, kendi pratiğini belirleyen yasa koyucu öznedir. Ahlak yasası, kendi pratiğini belirleyen öznenin evrensel ilkesidir. Teorik akıl, “neyi bilebiliriz?” sorusuyla doğa yasası ve saf aklın anlama, bilme yetisi üzerine düşünmüştü; pratik akıl ise “hangi ilkeye göre eylemeliyiz?” sorusuyla ahlak yasası ve “istem yetisi” üzerine düşünür.

“İstem”… Kant’ın özgürlük felsefesinde “istem” kavramı kurucu bir öneme sahiptir. Fakat bu kavramın Türkçeye “istem” şeklinde çevirisi anlamlandırmaya yetmemekte, okuyucuyu ezbere yöneltmektedir. “İstem”in İngilizce karşılığı “Will”; Almanca karşılığı “Wille”, Latince karşılığı ise “Voluntas”tır. “Voluntas”, istemek anlamındaki “volo” filinden gelmektedir. “Wille” Türkçede irade, istenç ve istem olarak karşılanmaktadır. Ancak Kant söz konusu olduğunda, “Wille”i Türkçeye istem olarak çevirmek Kant felsefesini dikkate almadan yapılmış düz bir çeviridir. Kant “Wille” kelimesine kendi felsefesini kurarken yeni bir anlam da katmıştır. Kant felsefesini dikkate aldığımızda “Wille”in Türkçe karşılığı “irade”dir. Bu makale “istem”i “irade” olarak düşünecektir.

“İrade” kelimesini “karar verme”, “seçim yapma” olarak düşünebiliriz; fakat bu da onu felsefi bir kavram olarak düşünmeye yetmez. Felsefi bir kavram olarak “irade”, belirleme yetisidir. İrade, zihnin belirleme yetisidir.

Kant, zihnin belirleme yetisi olan iradeyi otonom düşünür. Otonom, Türkçeye özerklik olarak çevrilmiştir. Özerklik, daha çok dışa bağımlı, içte bağımsız olarak düşünülür. Oysa “otonom” bundan oldukça farklı bir anlama sahiptir. Otonom, dışsal olarak bağımsızdır. Hatta bağımsızlık da yetmez, çünkü bağımsız olsanız da içsel etki gücünüz olmayabilir. Felsefi olarak otonom kavramı, hem bağımsız hem de içkin etki gücüne sahip olmayı ifade eder. Daha doğru bir ifadeyle, “otonom” içkin etki gücünü bağımsızlığından değil, tersine bağımsızlığını içkin etki gücünden alan etkin nedendir.

Kant özgürlüğü ikiye ayırır: negatif özgürlük ve pozitif özgürlük. Negatif özgürlük, iradenin apriori bağımsızlığıdır. Fakat bu bağımsızlık belirlenmeye açık bir bağımsızlıktır. Pozitif özgürlük ise bağımsız iradenin yasa koyma yetisi ve gücüdür. Negatif özgürlük olumsal, mümkün olabilirlik alanının önünü açar. Bu çerçevede, belirlenmeye açık olan negatif özgürlük, mümkün dünyalarda kendini belirleyen ilkeleri pozitif özgürlük yoluyla belirler. Kant için pozitif özgürlük, negatif özgürlük koşuluyla mümkündür. Kant için özgürlük felsefesinin özü, tözü, temeli bu soyutlamaya dayanır: iradenin otonomisi. İradenin otonomisi olmadan ahlak alanı ve yasası mümkün değildir.

 

Ahlakın Temelleri

“Benim burada yöneldiğim amaç ahlaksal dünya bilgeliği olduğundan, ortaya koyduğum soruyu şöyle daraltıyorum: acaba, sırf deneysel olabilecek ve Antropolojiye ait olan her şeyden tamamen arındırılmış saf bir Ahlâk Felsefesini geliştirmenin son derece zorunlu olduğu düşünülemez mi? Nitekim böyle bir Ahlâk Felsefesinin olanaklı olması gerektiği, sıradan ödev ve ahlâk yasaları idesinden de besbellidir. Herkesin kabul etmesi gerekir ki, bir yasa ahlâk yasası olarak geçerli olacaksa, yani bir yükümlülük nedeni olacaksa, mutlak zorunluluk taşımalıdır; ‘yalan söylemeyeceksin’ buyruğunun, sırf insanlar için geçerli olduğu, diğer akıl sahibi varlıkların ise ona aldırış etmeleri gerekmediği düşünülmemelidir. Gerçekten ahlâk yasaları olan diğer bütün yasalarda da durum böyledir; dolayısıyla yükümlülük nedeni burada insanın doğal yapısında ya da içinde bulunduğu dünyanın koşullarında değil, apriori olarak doğrudan doğruya saf aklın kavramlarında aranmalıdır.”

Gördüğümüz üzere, Kant bu açıklamasında hem kendi sorusunu hem de bu soruya hangi alanda yanıt üreteceğini net bir biçimde belirlemektedir.

Fizik dünyasında, yani zorunluluk alanında zihnin belirleme yetisi olan iradeyi belirleyen yasaları keşfederiz. Doğa alanında olan her şey bu yasalara göre olup bitmektedir. Özgürlük alanında ise her şey “olması gerekli” olana göre düşünülecektir. Zorunluluk, olandan, fenomenden; özgürlük ise olması gerekenden, “ilke”den çıkar. Zihnin anlama yetisi, “Nedir?” sorusunu; zihnin belirleme yetisi olan irade ise “Ne için?”, “Neye göre?” sorusunu sormaktadır. Kant’ın özgürlük felsefesinde “Nasıl?” sorusu içinden düşünme yoktur. Kant için özgürlük, olabilirlikler içinde olması gerekenin zorunluluğuna göre eylemektir. Olması gereken ise, “insanın doğal yapısında ya da içinde bulunduğu dünyanın koşullarında” bulunamayacak olan apriori aşkın ilkedir. Determinizm, yalnızca doğa yasalarına bağımlılığı ifade etmez; aşkınsal ahlak yasalarına uymayı “mutlak zorunluluk” olarak düşünmeyi de içerir. Determinizmin temeli, “akıl”ın evrensel, kesin ve zorunlu nedensellik ilişkisinin temel kaynağı olarak görülmesidir. Apriori, deneysel olmayan, akıldan kaynaklı kesin bilgidir. Septisizm ise, determinizme karşıt olarak, aklın kesinliğinden kuşkulanmaktır. Kant, Hume’un septisizminin reddi üzerinden aklın determinizminin yeniden inşasına girişir. 

Ahlak yasası, çıkarlardan, duygulardan, ihtiyaçlardan dolayı değil, saf “Ödev” den dolayı kendi mutluluğunu koruma yasasıdır. Ancak böyle yasaların ahlaki değeri vardır. Ahlaki değer ya da ödevden dolayı yapılan bir eylemin ahlaksal değeri, eylemin amaca ulaşmasında değil, eylemi yaptırtan, iradeye karar verdirten “ilke”de bulunur. Ahlaki değer, iradeyi belirleyen ilkeden gelir. Ödev, ahlaki yasaya saygıdan dolayı yapılan eylemin zorunluluğudur. Eylemin nesnesine eğilim gösterilebilir, fakat nesneye asla saygı gösterilemez: “Kendim için bir yasa olarak tanıdığımı, saygıyla tanıyorum. Bu da, duyularıma başka herhangi bir etkileme aracılığı olmadan, istememin bir yasa altında bulunduğu bilincinden başka bir şey demek değildir. İstemenin yasa tarafından belirlenmesinin ve bunun bilincinin adı saygıdır.” Saygı, iradenin, herhangi bir duygu, nesne ve amaca değil, ilkeye bağımlılığıdır. Saygıdan dolayı ilkesel ödev, ahlaki buyruktur. Ödevden kaynaklı eylem, her türlü eğilimden, istem nesnesinden ve eylemin amacından uzak ve bağımsız saf ahlaki yasa ilkesinin buyruğuna uymak, mutlak zorunluluktur. Ahlaki olan, yalnızca ve yalnızca yasaya saygıdır. İlke olarak ahlaki yasa, akıl sahibi varlık için geçerli olan nesnel ilke ve bu ilkeye göre eylemde bulunması gereken buyruktur.

Saygı duyulan, olması gereken bu ilke, ödev gereği buyruk ve mutlak zorunluluk olan bu yasa nedir? Kant için “kesin buyruk bir tanedir, hem de şudur: ancak, aynı zamanda genel bir yasa olmasını isteyebileceğin ilkeye göre eylemde bulun.” “Eyleminin ilkesini sanki senin iradenle genel bir doğa yasası olacakmış gibi eylemde bulun.” İşte bu ilkeyle birlikte, özgürlük ve ahlak evrensel olanda özdeşleşir.

Kant için söz konusu olan nesnel-pratik yasadır, dolayısıyla sırf akılca belirlenen iradenin kendi kendisiyle ilişkisidir; o zaman, deneysel olanla ilgili her şey kendiliğinden ortadan kalkar, çünkü akıl tek başına davranışı belirliyorsa bunu zorunlu olarak apriori yapmalıdır. Aklın kendi kendisiyle ilişkisinden doğan apriori buyruk, zaman ve mekânın dışında, her türlü duygulanımdan uzak, ezeli ve ebedi olmalıdır. Kant için ahlaki ilke olarak evrensellik, zaman ve mekânın dışına çıkmaktır. Mutlak zorunluluk tarih dışı evrenselliktir.

Ahlaki yasa eşdeğeri olmayan bir değer olmalıdır. Eşdeğeri olan değerler birbirlerinin yerine ikame edilebilirler, oysa eşdeğeri olmayan değer ikame edilemez ve mutlaktır. Aynı zamanda ahlaki değer, amacı kendinde olan amaçtır, ne nesnesi ne de ereği vardır. Bir dolayım, bir süreç değildir. Duyguların, çıkarların eyleminde erek, nesne ve dolayıma bağlı araçlar vardır. Ve bunlar sonludur. Ahlak yasasının evrenselliği ise bütün bunları yok sayar. Buyruk, aklın kendisiyle ilişkisinde mutlak amaçtır. Böylesi bir buyruk ilkesine, saygıyla, ödev gereği mutlak zorunlulukla boyun eğilmelidir.

Aşkınsal buyruğun bütün bu özellikleri, buyruğun belirleme gücü altında eyleyen iradenin kendisine aittir. Mutlak itaat eden irade olarak kul, mutlak yasayı belirleyen tanrı öznedir. Tanrı kendi belirlediği yasaya kul olarak uyar. Özgürlük her iki boyutta da çalışır. Yasayı yapma özgürlüğü ve mutlak saygıyla eyleme özgürlüğü. Bu bağlamda, “amacı kendinde amaç”, “zaman ve mekân dışı evrensellik” ve mutlak zorunlu buyruk “İNSAN” kavramının ta kendisine denk düşer. İnsan, kendisini amacı kendinde, eşdeğeri olmayan değer, zaman- mekân dışı evrensellik ve mutlak zorunlu varlık olarak görmelidir. Bu nedenle Modernizmin tanrısının adı, “özne”dir.

Kant, özgürlük ve ahlak anlayışından politik sonuçlar da üretmiştir: “amaçlar krallığı.” Kant için krallık “çeşitli akıl sahibi varlıkların ortak yasalar aracılığıyla kurulan sistematik birliği” anlamına gelir. “Ama akıl sahibi bir varlık, bu amaçlar krallığında genel yasa koyucu olarak bulunduğu, ayrıca da bu yasalara kendisi de bağlı olduğu zaman, bu krallığın bir üyesidir. Yasa koyucu olarak başkasının hiçbir iradesine bağlı olmadığı zaman ise, bu krallığın başıdır.” Böylece“bu yasa koyma, her akıl sahibi varlığın kendisinde bulunmalı ve iradesinden çıkabilmelidir. Bu iradenin ilkesi de şudur: genel bir yasa olmayla bağlaşabilen ilkeden başka hiçbir ilkeyle eylemde bulunmama; iradenin ilkeleri aracılığıyla kendisini aynı zamanda genel yasa koyucu olarak görebilecek şekilde eylemde” bulunmaktır.

Akıl sahibi varlık olan “insan”ın amaç olabilmesini sağlayan tek koşul, ahlaklılıktır. Amaçlar krallığının yasaları ahlaki yasalardır. Amaçlar krallığında ahlaki olan, insanın içinde bulunduğu duyusal dünyadan bağımsız, duyularüstü pratik aklın ilkeleri olan “hukuk ”tur. Bu bağlamda ahlakın politik karşılığı hukuktur. Kant için Politik olan hukuktur ya da tersinden söylersek, hukuki-politik toplum politik olandır. Böylece doğadan, duygulardan bağımsız, apriori Özgür bir irade, iradenin otonomisi politik olanın temeli olarak hukukun da temelidir. Ahlak, özgürlük ve hukuk iradenin otonomisinde özdeştir.

Şöyle der Kant: “Her defasında insanlığa, kendi kişinde olduğu kadar başka herkesin kişisinde de, sırf araç olarak değil, aynı zamanda amaç olarak davranacak biçimde eylemde bulun. ” İnsan, Kant’ın aynasına baktığında kendisini görür; bu bağlamda herkes bir parça Kantçı’dır. Tanrının yerine kendimizi koyduk, fakat hiçbir şey değişmedi. Tanrıda, doğa yaratılandı. Öznede ise doğa, aklın hükmettiği bir nesnedir. Sonuçta beden her zaman küçümsendi. Özne üzerinden İnsanı, doğanın hâkimi, yaratılanlar içinde en değerli varlık olarak görme ve duyguları küçümseyip aklın doğadan bağımsızlığı üzerinden düşünen bir özgürlük felsefesi artık tıkandı. “Akıl”ı, bedenin, doğanın ve arzunun bir parçası olarak düşünebilir miyiz? “Arzu” kavramı, “akıl” kavramını doğanın, bedenin bir parçası; insanı ise doğanın içinden bir doğa olarak düşünmektir. Özgürlük bir arzu pratiği ve bir arzu makinesi olan doğadır. Özgürlük, insanın özü olan arzunun farkı, farklanmasıdır.

 

Spinoza Felsefesinde Özgürlük

“Fusis”… “Fusis”, Yunancada “var olan”a denir. “Fusis” kelimesinin anlamı, bir gülün açması gibi “kendinden hareketle yetişeni, kendini açan gelişimi, böyle bir gelişimde görünüşe çıkanı ve bu görünüşte tutunmayı, kalmayı kısaca yükselip açılarak duraksayan işleyişi” ifade eder. “Var olan” varlığın kendisidir. “Bundan dolayı fusis, kökensel olarak, hem gökyüzü hem de yeryüzünü, hem taşı hem de bitkiyi, hem hayvanı hem de insanı, insan ve tanrıların eseri olarak insanlık tarihi”nin hepsini işaret etmektedir. Bu yükselip açılarak duraksayan işleyişte “oluş” ve “varlık”, “ile birlikte” var olur. Bu derin anlamlı “Fusis”, Latinceye “Physis” olarak çevrilmiştir. “Physis”, “doğa” kavramını “obje”, maddi doğayla sınırlar. “Fusis”in, fizik olarak düşünülmesiyle birlikte, doğa kavramının anlamında önemli bir kırılma meydana gelmiştir.

İkinci önemli kırılma, “dışı” ile “ötesi” arasındaki anlam farklılığının görmezden gelinerek, “ötesi” anlamının “dışı” anlamına indirgenmesidir. “Fusis” kavramının anlamının obje, maddi “şey” olarak anlaşılarak fiziğe indirgendiğini biliyoruz. “Meta”… Yunancada “meta”, bir şeyin ötesi/nde, öte tarafı anlamına gelmektedir. Metafiziğin sorusu, “ meta ta fusika”, “var olanın ötesi” sorusudur ve “metafizik” kavramının anlamı budur. Fakat “fusis”, fizik olarak düşünüldüğünde, metafizik de “fizik dışı” anlamına gelmiştir. Metafizik, “fusis” ile “ötesi” olarak doğa içinden düşünülürken, doğanın “fizik” olarak anlaşılmasıyla birlikte, doğa “dışı” olarak düşünülmeye başlanmıştır.

Doğa maddi dünya, obje, bir “şey” olarak düşünüldüğü ölçüde, psişik olan, ruh, düşünce, akıl ve canlı olan da fizik “dışı”, doğa “dışı” olarak düşünülmüştür. Oysa önceden bu fizik dışı, “canlı olan” fusis ve doğa içinde düşünülüyordu. Bu kırılma “meta ta fusika”nın, yani fusis ötesi olanın, “meta ta physis” (fizik dışı) olarak düşünülmesine neden olmuştur. Böylece metafizik, teolojinin etkisiyle “fizik dışı” olarak anlamlandırılmıştır. Metafizik, fizik ötesi varolan materyalizmdir; doğanın dışında değil, doğanın içinde doğanın ötesindeki “doğa” yı görebilmek ve doğanın içkinliğinde “akıl”ı düşünmektir.

Fusis ve physis; dışı ve ötesi arasındaki fark, bizi üçüncü bir ayrım olarak “ile” ile “ve” arasındaki farka götürmektedir. Metafiziğin fizik dışı olarak düşünülmesi “ve”yi üretmiştir. “Ve” ilişkisiz bir karşılaştırmadır, fenomen ilişkisiz bir belirleniştir; iki şey arasındaki nedensellik ya da ilişki ancak akıl aracılığıyla eşdeğerlilik, temsil üzerinden kurulabilir. Böylece “ve”, düşünmeyi aklın anlama gücünün aşkınsal kuruculuğuna götürmektedir. “İle” ile düşünmek ise, iki şey ya da şeyin ilişkisini aşkınsal akılla değil, “şey” in “birlikte birbirlerine ait olma” içkinliğinde düşünmektir.

Bu konu başlı başına önemli bir konudur; bu makalenin üzerine düşündüğü özgürlük kavramının anlaşılması açısından da çok önemlidir. Duns Scotus’un tek anlamlılık ya da içkinlik düzlemi içinden düşünebilmek için, anlaşılması zorunlu olan bir meseledir. Ne yazık ki böylesi önemli bir konuyu bu makalenin sınırları içinde ele almak mümkün olmadığından, burada sadece şunu vurgulamakla yetinelim:  Mesele “akıl” ve “düşünme”yi, artık fizik dışı ve “doğa”yı “ve” ile düşünen aşkın ya da aşkınsal bir alan olarak değil; “ile” ile “birlikte birbirine ait olma” içinden düşünebilmek meselesidir. Böylece felsefe tarihinde iki damardan bahsedebiliriz. Birinci damar “fizik”, “dışı”, “ve” ile; ikincisi ise “fusis”, “ötesi” ve “ile”yle düşünmektir. Kant, fizik damarının önemli bir temsilcisidir. Spinoza ise “fusis” damarından gelmektedir.

Spinoza felsefesinde özgürlük kavramı üzerine düşünmek, Kant’ta özgürlük üzerine düşünmekten daha zordur. Spinoza’da özgürlüğü düşünmek, Spinoza ontolojisini boydan boya katetmeyi gerektirmektedir. Bundan dolayı, okuyucudan bu makalenin Spinoza bölümünü okurken sabırlı olmasını rica ediyorum.

 

Özgür Neden

Özgür neden, kendi nedeni kendi olan ve kendini, kendinde ve kendi aracılığıyla kavrayan doğaya denir. Kendi nedeni kendi olmak, özü varoluşunu gerektiren zorunluluktur. Töz, varoluşu gerektiren öz olarak zorunluluktur. Varoluşu olmayanın özü, doğası ve zorunluluğu yoktur. Bu bağlamda var olmak tözün doğasına özgüdür. Töz için var olmamak imkânsızlık; varolmak ise imkânlılıktır. Tözün doğası, ezeli ve ebedi var olmaktır. Doğanın “varoluşu ve özü bir ve aynı şeydir.” Spinoza için “varlık” ve “varoluş” ikiliği yoktur; varlık, varoluşun doğası, nasıl’ı, tanımı, özüdür ve zorunluluktur. Varlık, varoluştur ve pratiktir. “Doğa”nın ne “içi” ne de “dışı” vardır; doğanın içkinliğinden, sonsuz etkinliğinin zorunluluğundan başka hiçbir şey yoktur. Doğa bir kudret ve kudret ilişkisidir. Kudret derecesi artıkça var olma imkânı da o oranda artacaktır. Özgür neden, doğanın sonsuz var olma kudretidir. Kudret, var olma gücünün zorunluluğudur. Bu bağlamda, özgür neden zorunluluktur; aşkın belirleme değil sonsuz bir içkin üretim gücüdür.

Gerek Spinoza karşıtı olan, gerekse Spinoza’yı önemseyen kimi düşünürler Spinoza felsefesinin özgürlük felsefesi olmadığı, bir zorunluluk felsefesi olduğu görüşündedirler. Oysa Spinoza felsefesi, başından itibaren özgür neden içinden düşünmektir. Spinoza için doğa, “özgür nedendir” ifadesiyle başlar. Özgür neden, zorunluluk varoluşa içkin olduğundan başından itibaren pratik bir felsefeye işaret eder. Zorunluluk, özgür nedenin kendisidir. Spinoza’da özgürlük, güç ve güç ilişkileri pratiği içinden düşünmektir. Mümkün olabilirlik ve varoluşu imkân olarak düşünmek, güç ve gücün artırımı içinden düşünmek demektir. Bu bağlamda Spinoza’da özgürlük başından itibaren etiktir ve etik güce içkin bir pratiktir. Kant, ahlakı ve özgürlüğü aklın bağımsızlığı üzerinden “ilke”ye dayalı pratik olarak düşünmüştü; Spinoza ise, etik ve özgürlüğü bedenin kudretine, güç ilişkilerine içkin bir pratik olarak düşünür. Tam da bu sebeple, Kant felsefesini “özgür irade”ye oturturken, Spinoza “özgür neden”e oturtur. Özgür neden, bir ilke olarak “özgürlük” değil, bedene içkin bir “nasıl”, bir pratik olarak “özgürleşme”dir. Özgürlük, etkinliktir ve bir özgürleşme pratiği olarak eylemektir. Özgür neden, devrim değil sürekli ve sonsuz bir pratik olarak devrimciliktir. Devrim, devrimciliğin yanında yıkılması gerekendir.

Spinoza zorunluluk kavramını iki farklı anlamda kullanmıştır: “Salt kendi doğasının zorunluluğu sonucunda var olan ve eylemini sadece kendisi belirleyene özgür denir; başka bir şey tarafından var olmaya ve kesin olarak şu ya da bu şekilde bir şey yapmaya zorlanana ise zorunlu ya da daha doğrusu kısıtlı denir.” Birincisi, zorunluluğu “doğasının zorunluluğundan dolayı var olmak”, özgür neden olarak düşünmek; ikincisi ise “bir başka şey tarafından var olmaya zorlanan olarak” düşünmektir. Birincisi, kendi içinde ve dışında kendisini belirleyen ve sınırlayan hiçbir kuvvetin olamadığı ve olmayacağı bir güç olarak doğa; diğeri ise kendi dışında da kendisini belirleyen ve sınırlayan güçler ilişkisi olarak doğa. Spinoza’da özgürlük, nedense zorunluluğun birinci anlamı değil de ikinci anlamı açısından düşünülmüştür. Halbuki Spinoza, ikincinin içinden birinciyi özgürlük olarak düşünmüştür.

Töz ve onun kiplerinden (halleri) başka hiçbir şey yoktur. Doğa, nedeni kendinde ve kendisi aracılığıyla kavranabilen özgür nedendir. Kipler ise, özgür nedende ve özgür neden aracığıyla var olan ve kavranan “zorunlu neden”dir. “Zorunlu neden”, “özgür neden”in zorunluluğunun ifadesidir. Kiplerin iki varoluşu vardır: özsel ve kipsel varoluş. Özsel varoluş, özgürleşme pratiğidir. Kipsel varoluş ise köleliktir. Özsel varoluş güç ilişkileri içinde güç ve varoluş imkânının artırımını; kipsel varoluş ise güç azalımını ifade eder. Kölelik güç azalımı ilişkisidir. Kölelik, özgür neden bilgisi dışında bulanık fikirlerin pratiğidir.

Var olan her şey, doğada vardır ve doğa aracılığıyla kavranmalıdır. Bu bağlamda doğaya kendinin nedeni ya da her şeyin nedeni demek bir ve aynı şeydir. Yaratan doğa ile yaratılan doğa bir ve aynı şeydir. Doğanın varoluşu ve özü bir ve aynı şeydir. Bu bağlamda doğa her şeyin aşkın değil içkin nedenidir.

Spinoza’ya göre, “iradeye özgür neden denemez, sadece zorunlu neden denebilir.” “Hiçbir istek başka bir nedenle belirlenmedikçe ne var olabilir ne de bir eyleme zorlanabilir.” Dolayısıyla “iradeye özgür neden denemez, zorunlu ya da kısıtlı neden denebilir.” “Pratik akıl” ve “irade” Spinoza için aynı şeydir ve özgür neden olan yaratan doğa değil, yaratılan doğa içinde düşünülmelidir. Pratik akıl ve irade tözün özünü ve özün ifadesi olan tözün sıfatlarını içinde düşünülmez. Bir başka deyişle, sonsuzluğun kendisi olarak değil ancak sonsuzluğun içinde ve aracılığıyla kavranan haller, kipler içinde düşünülebilir. Kant felsefesinde özgür neden olarak düşünülen özgür irade, Spinoza’da zorunlu nedendir.

Özgür neden, içkin neden, etkin neden, zorunlu neden ve edilgin nedene göndermelerinde de gördüğümüz gibi, “neden” kavramı Spinoza’da kurucu bir öneme sahiptir. Neden kavramı, iki şey arasında bağı, ilişkiyi ifade eder. Spinoza felsefesi, ilişki, karşılaşma ve “nasıl” içinden düşünen bir pratik felsefedir. “Neden” kavramı Spinoza için tam da bu bağlamda çok önemlidir. Neden kavramının, mutlak ve zaman-mekân dışı bir evrensel yasa üzerinden düşünülmesi Spinoza açısından yanlıştır. Kant “şey”i nedensiz bir fenomen olarak ele aldı ve fenomenler arası nedensel ilişkiyi apriori sezginin zaman ve mekân formları üzerinden kurdu. Spinoza ise “şey”i bir fenomen olarak değil, bir ilişki, kudret ilişkisi, birey ve beden olarak görür. Spinoza için “şey” ya da doğa, içkin bir ilişkisel etkinliktir. Spinoza, neden kavramı üstüne, mümkün olabilirlikler içinden mümkün “olan” üzerinden değil “olabilir olan” her şey üzerinden düşünmüştür. Mümkün olabilirlikler dünyası doğadadır ve doğadır. “Her şeyin nedeni vardır” söylemi, özgür nedenin sonsuz yaratma ve olabilirlik kudretinden gelmektedir. Bu bağlamda neden kavramı ilke değil “güç”tür. Mümkün olabilirlik dünyası, özneye değil güce, bedene içkindir.

Zihnin Doğası

Töz, sıfat ve tözün halleri olarak kipler… Spinoza, felsefesinin içkinlik düzleminin mimarisini bu üç alan üzerinden kurmuştur. Töz sonsuz sıfatlara sahiptir. Bu sonsuz sıfatlardan ikisi insanın doğasını ifade etmektedir: düşünme ve uzam sıfatları. Cisimler ve düşünme biçimleri dışında hiçbir şeyi hissetmeyiz, algılamayız ve kavrayamayız. Spinoza’nın felsefeye en önemli müdahalesi düşünme kavramı üzerinden olmuştur ve bu müdahale Spinoza düşüncesini anlamak açısından da çok önemlidir.

Sıfatlar tözün özünün ifadesi, kipler ise bu ifadenin halleridir. Bu bağlamda düşünme biçimleri, düşünme sıfatına sahip olan tözün doğasını ifade eden hallerdir. “Haller” “nasıl”ın, pratiğin ve edimin içinden tekillik olarak aktüelleşmedir. Spinoza’ya kadar düşünme “fizik dışı” kavram formu üzerinden düşünülmüştür ve kavram temsili bir düşünme biçimidir. İdea, fikir temsili bir düşünme biçimi olarak kavramdır. Spinoza ise “düşünme” kavramını, fikir ve kavram üzerinden düşünmeye ek olarak duygu olarak da düşünmemizi ister. Spinoza için “duygu” bir düşünme biçimidir. Düşünmenin dışına atılan duygu Spinoza’da düşünmenin hallerindendir. Duygu temsili olmayan düşünme tarzıdır ve “arzu” bir düşünme formudur. Kavram olgu değil duyguda olaydır.

Düşünme biçimleri fikir ve duygu olarak ikiye ayrılır. Doğru fikir nesnesine uygun olan fikirdir. Nesnesi olmayan bir fikir yoktur. Uzamsal olanın fikri, fikrin nesnel gerçekliği, uzamsal olamayan fikrin nesnesi ise yine bir fikir olarak fikrin biçimsel gerçekliğidir. Bütün düşünme biçimleri, fikirler zihnin yetisi üzerinden düşünülür. Zihin, yer kaplama sıfatı olan uzamın değil düşünme sıfatının bir halidir. Beden ise yer kaplama sıfatı olan uzamın bir halidir. Düşünme ve uzam sıfatının özü aynı töz olduğundan zihnin ve bedenin düzen ve bağlantısı bir ve aynıdır. Bu bağlamda zihin ve beden birdir ve bedenin zihin üzerinde ya da zihnin beden üzerinde hiyerarşik bir üstünlüğü yoktur.

Zihnin ilk fikri, nesnesi olan tekil bedendir. Zihnin yetisi bir bedende olup biten her şeyi algılamaktır. Bir beden edilgin değil de etkin bir etkileşimi ifade eden ilişki ve karşılaşmalar içinde ne kadar çok bulunursa, zihin de o kadar güç sahibi olacaktır. Antik dünyada deney, çıplak gözle gözlemdi. Kant için deney, laboratuvarda özne-nesne ilişkisidir. Spinoza içinse deney, bir yaşantılama pratiğidir. Kant için aklın sonsuz düşünme gücü vardır ve bu sonsuz düşünme gücünün sabuklamalarına karşı metafizik bilimselleştirilmelidir. Spinoza içinse, bir bedenin ne yapabileceği bilinemez. Zihin bu ne yapacağı bilinmez bedenin etkinliği içinde kendisini kavrayabilir.

İnsanın özü, düşünme ve uzam sıfatlarının tavırlarından, hallerinden yani düşünme biçimlerinden ibarettir. Zihnin düşünme biçimleri fikrin biçimsel gerçekliği, bedenin düşünme biçimleri ise duygular, duygu halleridir. Her şey, zihne ilk düşen tekil bedenin biçimsel gerçekliğiyle başlar. Bedenin halleri duygular, beden fikrinin kudretiyle zorunlu hallerdir. Bu bağlamda önce nesnesi olan fikir gelir.

İnsan zihin ve bedenin birliğidir ve bedenin var olması, zihnin bedeni tanımasıyla mümkündür. Bedenin doğası, ölümü düşünmez; ölüm bedene dışarıdan gelir. Beden, kudretini artıran ilişkileri artırdığı ve kudretini düşürdüğü ilişkilerden uzak kaldığı oranda var olur. Zihin, yaşantılama ilişkileri içinde kendini ve bedeni ne kadar tanırsa bedenin var olması da o kadar mümkün olur. Zihnin anlama yetisi bedenin sonsuz pratiğine göre sonsuzdur, fakat tekil bedenlerin varoluş sürelerini bilmekte yetersiz kalır. Çünkü zihin, bedenlerin bilgisine yeterince sahip değildir. Bu bağlamda tek olumsal alan budur. İşte özgürlük tam da bu olumsal alan içinden düşünülmelidir. Kant için, kendinde varlık yoktur, varsa da bilinemez, böylece Kant epistemolojik alanda kalır. Spinoza içinse, doğadan başka bir şey yoktur, doğa bilinebilir; böylece Spinoza ontolojik alanda kalır. Bilmek mümkündür, fakat bu mümkünlük olumsallığın içinde sonsuz pratik ve yaşantılamayla mümkündür. Özgürlük, güç ilişkileri içinde bedenin var olma gücünü koruma ve artırmanın sonsuz etik-politik pratiğidir.

 

Duyguların Doğası ve Esareti

“Duygular ve insanların yaşam tarzları hakkında eser kaleme alan çoğu düşünür doğanın ortak yasalarından kaynaklanan doğal şeylerle değil de, doğanın dışında olan şeylerle ilgilenmişe benziyorlar. İnsanoğlunu doğada krallık içinde bir krallık olarak görmüşler adeta. Çünkü insanın (….) kendi eylemleri üzerinde mutlak bir denetim gücü olduğuna ve kendi eylemini kendisinin belirleyebileceğine inanıyorlar. (…) Ama bildiğim kadarıyla hiçbiri ne duyguların doğasını, kudretini belirlemiş ne de bir zihnin bunları denetim altına almak için yapabileceklerini.”

Duyguların gücü iki yöne de çalışır; zihnimizi ve bedenimizi esaret altına alarak köleleştirebildiği gibi aklın gücüyle özgürlüğümüzün bir kuvveti haline de gelebilir. Duyguların doğası ve gücü tanınmadan duyguların düzenlenmesi de mümkün değildir.

Duygu, “bedenin etki gücünü çoğaltan ya da azaltan, bu güce yardımcı olan ya da onu engelleyen bedenin değişik hallerini ve aynı zamanda bu haller hakkındaki fikirleri” ifade eder. Duygular üç ana başlıkta tanımlanmaktadır: sevinç, keder ve arzu. Sevinç insanın yetkinliğinin daha düşük seviyeden daha yüksek bir seviyeye, keder daha yüksek seviyeden daha düşük seviyeye geçişidir. Arzu ise insanın doğası olan var olma çabasıdır. Bu var olma çabasına Spinoza “conatus” demektedir.

İnsan ilişkisel bir varlık olarak dış bir nedene bağlı ve bu nedene göre oluşan duygular içinde bir etkinlikte bulunuyor ise edilgin; davranışının nedeni kendinden kaynaklanıyorsa etkin nedendir. Edilgin neden, duygunun bilincinde olmamıza karşın nedenini bilmediğimiz, upuygun olmayan bulanık fikirlerdir. Etken nedene bağlı fikirler ise upuygun fikirlerdir.

Zihin bu upuygun fikirler ve upuygun olmayan bulanık fikirler ilişkisi içerisinde belirsiz bir süre içinde varlığını sürdürme conatusunda bulunur. Var oluşun sürdüğü bu süre boyunca gösterilen çaba, bu conatus, yani arzu, yetkinlik derecesine ve nedenlere göre değişken ve etkindir. Zihnin bu çabasına irade, bedenin çabasına iştah, zihnin ve bedenin birlikteliğinin bilincindeki çabaya da arzu diyebiliriz.

Zihnin özünü oluşturan ilk şey, fiili olarak var olan tekil bedenin fikridir; buna bağlı olarak da zihnin en önemli çabası bedenimizin varlığını olumlamaktır. Bu bağlamda bedenin varoluşunu dışlayan bir fikir zihne aykırıdır. Zihin bedenin duygulanımları ve duygu fikirleriyle kendini tanır ve kavrar. Zihnin özü, bedenin ve duyguların bilgisine vardıkça etkindir. Bu bağlamda zihin nedenini bilmediği bedenin bir etkinliğinin sonucunda upuygun olmayan bulanık fikirlerin etkinliğinde kalarak edilginleşir. Upuygun olmayan bulanık fikirler nedeni dışarıdan gelen bedenin duygulanış fikirleridir. Zihnin bulanık fikirlerle hareket etmesi imgesel düşünmedir. İmgesel düşünme, “ben” ve “bilinç” üzerinden etkinliktir. Ben ve bilinç üzerinden edilgin zihnin etkinlikleri, dış nedene dayalı, nedeni bilinmeyen sonuç duygularının esareti altında hareket etmektir. Dış kuvvetlerin kudreti altında kudretsizliğin arzu pratiği, tutkulardır. Köle, kudretsiz arzu pratiğinin tutkuları altında eyleyen kişiliktir.

İyi, “iyilik”, kötü, “kötülük” olarak aşkınsal bir ilke değildir. Spinoza için iyi ve kötü duygudur; iyi sevinç, kötü ise kederdir. Bir şey bizim dışımızda iyi olduğu için biz onu arzulamayız; arzuladığımız için o şey bizim için iyidir. Bu bağlamda “iyi” ve “kötü” ne “ilke” olarak aşkınsal, ne de bir “nesne” olarak aşkındır; aksine ikisi de duygu olarak içkindir. Dışımızdaki bir iyiyi arzu nesnesi olarak evrenselleştirmek arzunun eksikliğini, kudretsizliğini üretmektir. Korku, arzunun eksiklik üretimidir. Temsil eksik arzunun nesnesidir.

Edilgin duygular tutkular düzleminde sevinç, keder ve arzuyu düşünmektir. Etkin olduğumuz sürece de başka türlü sevinç ve arzu söz konusudur. Zihin etkin olduğu sürece neşe düzleminde sevinç ve arzudan başka bir duygu yoktur.

 

Özgürlüğün Doğası

Doğa “tarafından meydana getirilen şeylerin özü varoluşu içermez,” “çünkü doğası (kendi başına düşünüldüğünde) varoluş gerektiren şey kendisinin nedenidir ve doğasının zorunluluğu sonucunda vardır.” Spinoza için doğadan bağımsız nedeni kendinde bir varoluşu gerektiren özgür irade, insanın doğasını içermez. Bütün tekil varlıkların özü ve varoluş nedeni özgür nedendir ve tekil bedenler doğada ve doğa aracılığıyla kendini anlayabilir ve kavrayabilir. Bu bağlamda insanın özü doğanın özünün bir parçasıdır. Tekil bedenler ancak kendi özünün pratiğiyle,  doğayı ve doğanın parçası olan kendisini bilebilir.

İnsan bir tekilliktir ve nedeni kendinde bir varlık değildir; özünün nedeni de dışsal değildir. İnsanın özü kendini olumlar; dışsal bir neden olmadan bu olumlama yok edilemez. Böylece insanın özü kendini olumlama pratiğidir ve kendinde kendisini yok edecek ve olumsuzlayacak hiçbir şeyi barındırmaz. Birbirlerini yok eden iki şey, doğaları farklı olan iki şeydir. Beden kendi doğasını yok edecek, kendi doğasına uygun olmayan başka bir doğayı barındırmaz. Bundan dolayı bedene ölüm içerden değil dışarıdan gelir. İnsanın özü içkinliktir ve yaşamı olumlama pratiğidir.

Spinoza ile Hegel arasındaki fark, antagonizma teorisindeki bu temel farktan kaynaklanır. Hegel’de ölüm içerden gelir ve antagonizma içkin çelişkiye ve olumsuzlamaya dayandırır. Spinoza’da ise içkinlik, insanın doğası olan olumlama pratiği olarak varlığını koruma çabasıdır. Spinoza için bilinç, nedeni bilinmeyen sonucun bilgisidir ve bulanık fikir olarak çelişki üretme kaynağıdır. Çelişki, nedenin bilgisine dayanmayan, sonucu neden olarak alan bilincin devinimidir.

Spinoza’da antagonizma doğrudan dışarısı ile çatışmadır. Doğamızla ortaklığı olmayan farklı doğaların çatışmasının zorunluluğudur. Olumsuzlama dışarıdan gelir. Olumlama farktır ve fark antagonizmanın kudretidir.

İnsanın özü, doğanın özünün bir parçası olarak var olma çabası, kendini olumlama pratiği, nedeni kendinde varlık olmadığından varoluşu ilişkiselliğe bağlıdır. Bedenin varoluşu sonsuz değil ilişkiselliğin içinde sonludur. Fakat bu süre bilinemez. Özsel varoluş bu bilinemez süre içinde kendini olumlama çabası iken, kipsel varoluş dışsal güçler tarafından sınırlanmıştır.

“Doğada hiçbir şey yoktur ki, bir başkası ondan daha güçlü ve daha cesur olmasın. Var olan şey ne olursa olsun onu yok edebilecek kadar güçlüsü de vardır.” “İnsanın varoluşunu sürdürmesine yarayan kuvveti sınırlıdır; dış nedenlerin kudreti ise ondan sonsuz derecede üstündür.” Spinoza’da özgürlük, var olma doğası bu düzlemde düşünülmelidir.

Bir bedenin kendi kudretinden daha güçlü başka kudretlerin varlığı, bir bedenin kudretinin içkin yetersizliği, eksikliği ve sınırlılığı anlamına gelmemektedir. Bu alan mutlak değil olumsaldır. Dışsal bir kudretin güçlülüğü aynı zamanda doğamızla uyumlu tekilliklerle bedenleşerek daha üstün bir güç oluşturabilir ve dışsal sınırlar aşılabilir. Bu olumsallık sonsuz yaşantılama pratiğinin önünü açar. Özgürlük, sonlu varoluşun sonsuz yaşantılama pratiğinin olumsallığıdır. Bu bağlamda insanın doğası, yani özgürlük, doğadan bağımsız değil doğanın ilişkiselliği içinde sonsuz fark, değişim ve farklanma pratiğidir.

 

Özgürlük

Birinci tür bilgi nedeni dışarıdan gelen, bilinmeyen ve upuygun olmayan bulanık fikirlerdir ve zihnin imgelerle düşündüğü edilgin haldir. Bir beden kendi doğasının kudretiyle hareket ettiği sürece etkin ve upuygun bilgiye dayalı doğru fikirlere sahiptir. Dış kudretler tekil bedenin kudretinden çok daha güçlüdür. Edilgin bir bedenin hali dış nedenin gücünü ifade eder. Bu edilgin hal ve duygu, tekil bedenin kendi gücünü ve imkânlarını düşürebilir ya da aşabilir. Bir bedenin çelişkileri ve tutarsızlığı bu edilgin durumdan kaynaklanmaktadır. Edilgin duyguların esareti altında dış gücün kuvvetinin gücü haline geldiğinde, tekil beden kendi doğası ve kudreti dışında farklılıklar, değişimler, çelişkiler ve tutarsızlıklar içinde özneleşir. Edilgin duyguların esareti tekil bedenin doğasını ve gücünü dağıtır. Özgürlük, kendi doğasına, gücüne ve buna bağlı olarak, nedeni kendisi olan etkin duygulara göre eylemektir.

Doğalarında ortaklık bulunmayan tekillikler birbirlerinin nedeni olmazlar ve birbirleri aracılığıyla da anlaşılamazlar. Etkin neden, doğasıyla ortaklık bulunan doğalarla bedenleşen ve bireyleşen pratiklerdir. Edilgin duygulardan çıkıp etkin duygulara göre eylemek; doğamıza ve doğamız ile ortaklıklara sahip doğalarla bedenleşmemizi sağlayan ve kudretimizi artıran aklın buyruklarına göre hareket etmektir. Akıl, ortak doğalara sahip güçleri örgütlenme yetisidir.

Erdem ve güç bir ve aynı şeydir. Erdem, tekil bedenin kendi doğasına, kendi gücüne göre eyleme kuvvetidir. Erdem, ikinci tür bilgi olan upuygun bilgidir ve duygulanış fikri olan imgelerden ortak nosyonlara geçmektir. Erdem, insanın özü olan arzunun ikinci tür bilgideki formudur; kudretini düşürmeyen, aşmayan ve kudretini başka bedenlerle artıran özdür.

Tekil bir beden, özü gereği varlığını koruma çabasını, dışındaki şeylere gereksinim duymadan gerçekleştiremez. Bir beden doğada ve doğa aracılığıyla anlaşılabilir. Aynı doğaya sahip iki insan gücünü birleştirirse iki güçten daha büyük bir kuvvete sahip birey olur. İnsanın doğasına en yakın varlık yine insandır. Bu bağlamda tekil bir bedenin kendi varlığını koruma çabası, herkesin kendi varlığını beraberce koruma çabasını içerir. Bu nedenle, aklın buyruklarına göre hareket eden insanlar, kendileri için istemedikleri şeyi bir başkası için de istemezler. Spinoza’da altını çizerek vurgulanması gereken şudur: Tekillik, ortak olanda değildir, ortak olan tekilliğe içkindir; ortak olan tekilliğin içkin doğasıdır ve zorunlu üretimidir. Var olma çabası ve “herkes kendisine yararlı olanı arar” ilkesi erdemin etik ilkesidir.

Kant’ın ahlakı, evrensel ilkede özdeşlik olarak farktır. Etik, tekillikteki ortak olanın çokluğunda fark ve farklanmadır. Spinoza’da var olma çabasına içkin “kendine yararlı olanı arama” hakkı asla devredilemez. “Kendine yaralı olanı arama” kendi doğana uygun doğalar ile bedenleşmenin sonsuz pratiği ve yaratımıdır. Özgürlük, bir özgürleşme pratiği olarak etik-politik bir yaratım ve üretimdir.

Spinoza’da doğa sabitliğe dayalı bir etkinlik değildir; bizzat etkinliğin kendisidir. Etkinlik bir şeyi uygulamak bağlamında teknik bir boyut değildir. Etkinlik sonsuz bir yaratım ve üretim pratiğidir. Doğa yaratım, üretimdir ve olumsallığın zorunluluğudur. Bu bağlamda özgürlük pratiği, aklın buyruklarına göre bedenin kendi gücüyle eylemeyi şart koşar. Edilgin duygulardan özgürlük çıkmaz.

Edilgin duygulara göre hareket eden insanların doğal anlamda uyuştukları söylenemez. Doğal anlamda uyuşmak, bedenlerin güç bakımından uyuşması anlamına gelmektedir. Edilgin duygularla birleşmek ve uyuşmak, güçsüzlerin güçsüzlüğünü güçlendirmektir: “Siyah ve beyazın kırmızı olmadıklarından dolayı uyuşuyor diyen biri, siyah ve beyazın hiçbir bakımdan uyuşmadığını kesin olarak kabul ediyor demektir.” Olumsuzlamaya dayalı fark, tekilliği ve tekilliğin gücünü ıskalaması itibariyle, özdeşliktir. Yoksulluğun, yoksunluğun tutkularından özgürlük pratiği çıkmaz. “Anti”ye dayalı fark kurucu değildir. Kudretlerin özörgütlülüğü özgürlüktür. Özgürlük, şey’i “örgütlemek” değil, “ile”yle birlikte “örgütlenme” pratiğidir.

Evet!.. Bu yorucu okumadan sonra, Spinoza’nın hepimizin kudretini artıracak o gülümseyen neşesini aktararak metnimizi burada noktalayalım: “Özgür insanın en az düşündüğü şey ölümdür; onun felsefesi ölüm üzerine değil, yaşam üzerine tefekkürdür.”

 

 

 

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.