Düşünce ve Kuram Dergisi

PKK’nin Barış Diyalektiği

Amed Dicle

PKK çıkışı ve silahlı mücadele dönemi;

İkinci Dünya Savaşı sonucunda, faşist devletlerin yenilmesi, demokrasi güçlerinin zaferle çıkması, dünyada ulusal kurtuluş hareketlerinin gelişmesi için elverişli koşullar yarattı. Afrika, Asya ve Ortadoğu’da Ulusal Kurtuluş Hareketleri başladı. Birçok halk özgürlüğüne kavuştu. Klasik sömürgeci sistem tasfiye edici darbeler aldı. Klasik sömürgeciliğin yerini yeni sömürgecilik, İngiltere’nin yerini de ABD aldı. Kürdistan’ın tüm parçaları da bu yeni dönemden etkilendi. İngilizler Irak, Fransızlar Suriye’den çekilerek her iki parçada da yönetimi Araplara devretti.

Türkiye’deki Kürt gençliği de, Kürdistan’ın sosyoekonomik tahlillerini yaparak 1970’li yıllarda ulusal kurtuluş için, bu yok edilmeye karşı mücadele etmenin yollarını aramaya başladı. Bunlardan biri olan ve 27 Kasım 1978’de kurulan Kürdistan İşçi Partisi (PKK)’nin öncü kadroları, Kürdistan’da örgütlenmenin ve ulusaltoplumsal anlamda ilerlemenin bütün yasal yollarının tıkandığına, sömürgeciliğe karşı silahlı mücadele dışında bir yolla sonuç alınamayacağı kanaatini taşıyordu. Yine Kürt halkının sömürgecilik koşullarında parçalanıp yok edilmeye çalışılan kişiliğinin ancak kararlı bir direnişle yeniden kendi ifadesini bulacağına inandılar. Yaşam hakkının ve ulusal kimliğin reddedildiği bir ülkede legal yöntemlerle mücadele vermenin mümkün olmadığına inanan PKK, Kürt toplumunu yeniden diriltme, ayağa kaldırma ve yeniden inşa etme mücadelesine giriştiğini deklare etti. PKK, kurucusu ve teorisyeni Abdullah Öcalan etrafından şekillenen bir grup olarak mayalanma sürecini Ankara’da yaşadı. 1973 Mart sonu Nisan başında resmi bir grup olarak kendisini belli bir yapılanmaya kavuşturdu. 1975 1976 yıllarından itibaren grup varlığını Kürdistan’a taşırdı. Kürdistan’da geliştirdikleri kısa süreli pratik, Kürt toplumunun özgürlük düşüncelerine susadığını ortaya koyuyordu. Özgürlük düşünceleri toplumda, özellikle de başlangıçta gençlik kesiminde yankı buluyordu.

 

Türk devletinin yeni doğan PKK’ye yaklaşımı

Türkiye’de ‘68 dünya gençlik hareketinden esinlenerek gelişen sol eğilimli mücadele ve PKK ile birlikte hız kazanan Kürdistan Özgürlük mücadelesine karşı 12 Eylül 1980 yılında askeri darbe yapıldı. Bu darbeden çok kısa bir süre önce PKK genel sekreteri A. Öcalan kaçak yollardan Suriye ve oradan da Lübnan’daki Filistin kamplarına gitmişti. İçerde kalan önemli kadrolardan birçoğu ise yakalanarak Diyarbakır askeri cezaevine konuldu. Bu cezaevindeki yaşatılan işkence-katliam ve vahşet düzeyindeki baskılara karşı geliştirilen direniş, dışarıda Öcalan etrafında yürütülen gerilla savaşı hazırlıklarıyla birleşince, PKK halk nezdinde daha fazla dikkate alınmaya başladı. PKK, Diyarbakır zindanında direnen kadrolarının istemi ve dışarıda Öcalan’ın yaptığı hazırlıklar temelinde 15 Ağustos 1984 yılında ilk askeri eylemini başlattı.

İlk başta bu çıkışı ciddiye almayan devlet yetkilileri kısa sürede PKK hareketini bitireceklerini söylediler. İddia ettikleri gibi bir kaç yılda bitirilmeyince yeni yol ve yöntemlere başvuruldu. Kürtlerin mücadelesinin sistematik bir direniş olduğunu ve Kürt halkı nezdinde destek gördüğünü gören Türk devleti, 1987 yılı itibarı ile OHAL ilan etti.

Kuzey Kürdistan`da gelişen Halk Serihıldanlarına ve Avrupa’daki diplomatik mücadeleye paralel gerillaya katılımların ve eylemlerin artması Türk devletini ciddi bir sıkıntı ile karşı karşıya getirmişti. Yaşadığı sıkıntıyı gidermek için Türkiye, gerillanın yaygın olarak hâkim olduğu Botan, Dersim, Amed ve Serhat gibi bölgelerde operasyonlar düzenliyordu. Yine bu kapsamda Türk, İran ve Irak devletlerinin sınırlarının birleştiği üçgene 1991 yılından itibaren ‘güvenlik’ gerekçesi ile her defasında uluslararası hukuka göre yasak olmasına rağmen nerdeyse yılda iki üç defa sınır ötesi askeri operasyonlar yaptı. Son Operasyon Şubat 2008’de yapıldı. Yine 1990’lardan itibaren yapılan hava saldırıları 2007’den itibaren ise artan bir şekilde devam etti.

 

PKK’de dönüşüm başlangıcı ve tek taraflı ateşkesler

PKK artan politik gücünün ve halk desteğinden aldığı güçle yeni arayışlara giriyordu. Bu arayışlar kapsamında PKK ve devlet arasında 1993’te dolaylı diyalog başladı. Hem kendi arayışları hem de dönemin Cumhurbaşkanı tarafından gelen olumlu mesajları değerlendiren Öcalan, kamuoyu karşısına çıkmaya karar verir. Bu kapsamda Mart 1993 tarihinde Suriye-Lübnan sınırındaki Bar-Elias kasabasında tek taraflı ateşkes için basın toplantısı yaptı. 20 Mart 1993’te PKK ateşkes ilan etti. Bu aynı zamanda Turgut Özal’ın özel çabası temelinde de geliştirilen karşılıklı bir çözüm projesiydi.

Ateşkesin arkasından bir ay boyunca silahlar patlamamış ve her iki taraf çatışmasız bir ay geçirmişlerdi. Bu durum Türk ve Kürt halkı tarafından da olumlu karşılanmıştı. Bu süreci devam ettirmek için 1 ay sonra Öcalan ateşkesi uzatmak için ikinci basın toplantısı düzenledi. Öcalan bu toplantıda neden silahlı mücadeleye başladıklarını, dağdaki gerillanın amaçlarını ve yeni dönemde nasıl bir mücadele verilmesi gerektiğini açıkladı. Öcalan bu toplantıda şöyle diyordu:

“Her şeyden önce bu ateşkes girişimi önemli tarihi sonuçlara yol açmış bulunmaktadır, ilan ettiğimiz ateşkes, yeni bir süreci başlatmıştır. Bizden istenilen, bu sürecin biraz daha derinleştirilmesidir. Hiç şüphesiz sorumluluklarımız ağırdır. Kürt halkı tarihin en zor döneminden geçmektedir. Kürt halkı, tek taraflı olarak ağır baskılar altındadır ve soykırıma dek bu baskılar sürüp gitmektedir. Bizim öyle kendiliğinden ateş etme gibi bir durumumuz yoktur. Tüm yaptığımız, ulusal varlığımız için özgür gelişme yollarını açmaktı. Bu konuda bir imkân elde etmekti. Bu anlamda, bize başka bir yol bırakılmadığı için, biz silahlı mücadeleyi başlattık ve bu aşamaya kadar getirdik. Kürt meselesi esas itibariyle bir Kürt-Türk meselesidir. Mücadelemiz, Türk kamuoyunu ve Türk resmi çevrelerini Kürt kimliğini kabul ettirme noktasına gelmiştir. Kürt varlığını tanımakta ve kendisini sorunu çözmeye zorunlu görmektedir. Bu anlamda, bize başka bir yol bırakılmadığı için, biz silahlı mücadeleyi başlattık ve bu aşamaya kadar getirdik.

Biz sürecin daha da derinleştirilmesinden yanayız. Bazı koşullarla ateşkesin ikinci bir açıklamaya kadar süresiz uzatılabileceğini belirtiyoruz. Bunun koşullarını belirtiyorum; Ateşkes her şeyden önce tek taraflı olamaz. Bunun için imha amaçlı operasyonlar durdurulmalıdır. Halk üzerindeki yoğun baskı, tutuklamalara ve faili meçhul cinayetlere son verilmelidir… Dağdaki gerillanın indirilmesine ilişkin, hükümetin bazı istemleri vardır. Dağdaki kuvvetler siyasi amaçlar için her şeylerini ortaya koyarak dağda durmaktadırlar. Ulusal varlık ve özgür çözüm yolu için oradadırlar. Eğer bu amaçlar yerine getirilirse, inandırıcı bir biçimde bunun gerekleri yerine getirilir ve koşulları hazırlanırsa, dağdaki silahlı güçler meselesi hal yoluna rahatlıkla getirebilir.

Kısaca, Kürt diline serbestlik tanınmalıdır. Köylerinden kopartılan halkın tekrar gelip köylerine yerleştirilmesi ve zararlarının ödenmesini istiyoruz. Bu arada Olağanüstü Hal yönetiminin kaldırılmasını bekliyoruz. Köy koruculuğunun lağvedilmesini istiyoruz. Köy korucularına, biz de çözüme katkı olsun diye bir af ilan ediyoruz. Yani eğer silahlarını bırakırlarsa onlara dokunmayacağız. Kürt örgütlerine legalite tanınmasını istiyoruz. Serbest örgütlenme ve politika yapma hakkının verilmesi şarttır. Kısaca, acil olarak bunlar, yerine getirilmesi gereken ve ortamı daha da yumuşatacak olan beklentilerdir.”

 

1995 ateşkesi:

PKK’nin gelişip güçlenmesinin önünü alamayan Türkiye, Güney Kürdistan’daki Kürt örgütleriyle PKK’ye karşı 1992’dakine benzer bir planın peşine düştü. Bunun için ABD başta olmak üzere uluslararası güçlere yeniden baskı yapmaya başladı. 1995 yılında ABD ve İngiltere’nin denetiminde gelişen “Dublin süreci” bunun hazırlıkları temelinde geliştirildi. Dublin’de ABD ve İngiltere’nin siyasal desteğini alan Türkiye, KDP ve YNK’nin de askeri desteğini alarak PKK’ye yeni bir savaş açma kararını çıkartmayı başardı. Bu karar Türk devletinin istediği şekilde daha pratikleşmeden KDP ve PKK güçleri arasında Ağustos 1995’te üç ay süren çatışmalar başladı. Bu çatışmalar 11 Aralık’ta ilan edilen iki taraflı ateşkes ile son buldu. Bu ateşkes sürecini sadece Kürtler ile sınırlı tutmak istemeyen Abdullah Öcalan, ateşkesi Kürt sorununun siyasal çözümünün önünü açabilmek için Türkiye’ye karşı da tek taraflı bir ateşkese dönüştürdüğünü açıkladı. Bu ateşkes de sonuç almadan bitti. 1996 yılı bahar aylarıyla birlikte Kürdistan’ın genelinde çok büyük operasyonlar geliştirildi. Türk devletinin bu yaklaşımları ilan edilen tek taraflı ateşkesin cevap bulmadığı sonucunu ortaya çıkarıyordu. Özellikle 6 Mayıs 1996’da dönemin Türk Başbakanı Tansu Çiller ve ekibi Doğan Güreş’in Suriye’de bulunan Öcalan’a karşı suikast girişimi gerçekleşince PKK tarafında ateşkesi sürdürmenin imkânının kalmadığı görüşü hâkim oldu.

 

1998 Ateşkesi, Öcalan’a karşı komplo ve tutuklanma süreci

PKK, 1 Eylül 1998 yılında üçüncü sefer tek taraflı ateşkes ilan etti. Bu ateşkesin ilan edilmesi için Türkiye’den birçok kesimin PKK ile dolaylı yollardan görüştüğü sonradan açığa çıktı. PKK’den Türkiye başbakanı Necmettin Erbakan ve Genelkurmay Başkanlığı başta olmak üzere birçok kesimin tek taraflı bir ateşkes ilan etme istemini ilettikleri de çok sonraları öğrenildi. Hatta bu ateşkes sürecinin geliştirilmesi için bir mekanizmanın yaratılması önerisinin Türk tarafından geldiği, Kürt ve Türk kamuoyunun barışa hazırlanması gerektiğini bile dolaylı olarak PKK’ye iletildiği şimdi ifade ediliyor. Öcalan’a aktarılan bu görüşmeler 1 Eylül 1998’de tek taraflı bir ateşkese dönüştü.

Daha bu ateşkes sürerken Ekim ayı başlarında Türk Ordusunun kara kuvvetleri komutanı Orgeneral Atilla Ateş’in Suriye sınır hattı üzerinde yaptığı sert açıklamalar ve bir askeri tatbikat gerekçesiyle Akdeniz’de konumlanan ABD ve İsrail savaş gemileri Türkiye ile Suriye arasında bir savaşın sinyallerini veriyordu. Böylelikle Öcalan’a karşı uluslararası komplonun startı verilmiş oldu. Bu baskıların Öcalan’dan dolayı yapıldığını belirten Suriye yetkilileri Öcalan’a ülkeyi terk etmesi telkininde bulundu. Atina, Roma, Moskova arayışlarının arkasından Öcalan 15 Şubat 1999’de Kenya’dan kaçırılarak İmralı adasına götürüldü.

Öcalan ile İmralı’da yapılan görüşmeler ve PKK’nin yeniden inşası çabaları;

Öcalan, Türkiye’ye getirilince örgüt ile olan bağlantıları da kesildi. PKK ise “komplocuların beklentilerinin tersine; liderlerinin içerde olmasının, onu dinlemeyecekleri anlamına gelmediğini aksine kendisine daha fazla sahip çıkacağını” deklare etti. Öcalan’ın kaçırılıp Türkiye’ye verildiği dönemde 6. Kongre toplantısı halinde olan PKK, örgüte yeni bir lider seçmeyeceğini, Abdullah Öcalan’ı yeniden lider olarak seçtiğini açıkladı.

Bu süre esnasında Türk metropolleri başta olmak üzere, Türkiye’nin her yerine ve Kürtlerin yaşadığı bütün ülkelere sıçrayan çatışmalar, bir Türk-Kürt çatışmasına dönüşüyordu. Kontrolden çıkan çatışmaları durdurmak ve PKK’nin ilan ettiği topyekûn savaş kararını boşa çıkarmak için Türk devleti geri adım atmak zorunda kaldı. Devlet, Öcalan ile İmralı adasında görüşmeler yapmaya başladı ve sürece müdahale etmesi halinde kendilerinin de bazı adımlar atacaklarını belirttiler. Öcalan, sürecin iki halkın karşılıklı savaşına dönüşeceği ve zaten yapmak istediği değişim ve dönüşüme zemin hazırlayacağı inancıyla devletin bu yönlü yaklaşımına olumlu yaklaştığını daha sonra AIHM’e sunduğu savunmalarda açıkladı. Bu çerçevede Öcalan’ın devreye girmesiyle çatışmalar durdu ve yeni bir süreç başladı.

 

1999 Ateşkesi ve Barış Grupları

PKK, Öcalan’ın önerisi çerçevesinde 2 Ağustos 1999’da barış ortamını sağlamak amacıyla gerilla güçlerini Türkiye sınırları dışına çıkarma kararı aldı ve bunu 1 Eylül 1999’da hayata geçirdi. Ayrıca Öcalan’ın talep ve çağrısı üzerine bir iyi niyet göstergesi olarak 16 kişiden oluşan biri dağdan, biri de Avrupa’dan olmak üzere 2 ‘’Barış Grubunu” Ekim 1999’da Türkiye’ye gönderdi. Bu iyi niyetli adımda olumlu cevap bulmadı. İyi niyet göstergesi olarak silahları ile birlikte jest amaçlı Türkiye’ye giden barış grubu üyeleri tutuklandı ve her birine en az 10 yıl olmak üzere hapis cezası verildi.

Bu gelişmelere rağmen Öcalan yeni paradigma arayışını ve PKK’de değişim sürecini durdurmadı. PKK’ye de bu çerçevede kendisini yeniden inşa etmesini önerdiğini söyledi. “Devletten değişim beklemeden ilk adımları PKK’nin atması gerektiğini ve bunu salt bir adım olarak değil de stratejik değişiklik olarak yapması gerektiğini” belirtti. Nitekim “şimdiye kadar verilen mücadele tarzının ve paradigmanın ulaşması gereken hedeflere ulaştığını, çözümü sağlamak için yeni bir paradigmanın gerekliliğini” ifade etti. Ama Türkiye’deki MHP, DSP, ANAP koalisyonundan oluşan hükümet, 11 Eylül 2001 ‘ikiz kuleler’ saldırısıyla dünyada “teröre karşı” başlatılan uluslar arası konsensüsten yararlanmak istedi. Bunun PKK’yi tasfiye için gerekli olan dış desteği elde etmek için büyük bir fırsat olduğuna inanarak olumlu gelişebilecek süreci askıya aldı. ABD’nin başını çektiği bu yeni siyaset sayesinde dünyada PKK’ye karşı dış destekle bir ezme hareketinin geliştirilebileceğine inandı.

Türkiye’nin böylesi bir karar değişikliğine gittiğini bilen PKK, onu bu yanlış kararından caydırmak ve sorunu barışçıl yollardan çözmek için girişimlerini devam ettirdi. Nitekim PKK 7. Olağanüstü Kongresinde karar altına alınan Demokratik Barış Projesi” gereği çeşitli tarihlerde barış çağrıları ve diyalog arayışını sürdürdü, projeler sundu. Bu projeler; 20 Ocak 2000’de Barış Projesi, 4 Kasım 2000’de Demokrasi ve Barış için Acil Eylem Planı, 19 Haziran 2001’de yeni bir savaşın gündemleşmemesi ve çözüm sürecinin gelişmesi için acil talepler bildirisi, 22 Kasım 2002’de Acil Çözüm Bildirgesi ve 2000’in başında ve 2002’nin sonunda olmak üzere iki defa Cumhurbaşkanı, Meclis Başkanı, Başbakan, Genel Kurmay Başkanı ve tüm siyasal partilere Kürt sorununun çözümü konusunda düşünceleri ortaya koyan mektuplar gönderdi.

 

PKK’de resmiyet kazanan oluşumlar ve değişen temel politikalar

PKK’nin kuruluşu 1978’dir. O tarihte reel sosyalist sistemin var oluşu, Marksist-Leninist dünya görüşünün her tarafta rağbet görmesi, bu düşüncenin Türkiye ve Kürdistan gençlik hareketlerini büyük ölçüde etkilemesi, ulusal kurtuluş hareketlerinin büyük ölçüde bu düşünce doğrultusunda gelişmesi, PKK’nin şekillenmesinde de büyük rol oynamıştır. Hazır kalıplar vardı ve başarılı örnekler de çoktu. Dolayısıyla PKK de o dönemdeki jargonu ve ulusların kendi kaderlerini tayin etmesi ilkesinin Marksist-Leninist yorumunu esas aldı. Bu çerçevede nihai amaç olarak `Birleşik Demokratik Bağımsız Kürdistan` şiarı ile yola çıktı. Yani bir ulus-devlet hedefleniyordu. Siyasi ve askeri örgütlemesini bu doğrultuda yürüttü.

Reel sosyalist sistemin dağılması, dünya da yaşanan gelişmeler ve Kürdistan da yaşanan pratik, PKK’nin değişim arayışlarını hızlandırdı. 20. yüzyılın son çeyreğinde dünya devrimci hareketleri ile ulusal kurtuluş hareketlerinin zirveleştiği bir dönemde PKK ile başlayan Kürt Hareketi, 21. yüzyıla değişik bir stratejiyle girme arayışına başladı. Türkiye başta olmak üzere Suriye, İran, Irak ve dünyanın her yerine dağılmış Kürtleri uluslararası alana taşıyan PKK, 2000’li yıllarda dünya ve bölgedeki değişimleri yeniden değerlendirerek, 1990’larda başlattığı değişim ve dönüşüm tartışmalarını yeni stratejiler oluşturarak, kendisini Kürdistan, bölge ve küresel ölçekte yeniden tanımladı. 1993’te başlayan bu süreç 2005’te zirveleşti.

Nisan 2002’de toplanan kongrede PKK kendini fes etti. Yerine KADEK (Kongra Azadi û Demokrasiya Kurdistanê Kürdistan Özgürlük ve Demokrasi Kongresi) kuruldu. KADEK program ve işleyiş itibarı ile PKK’den farklıydı, ama yeterli görülmemişti. Değişim arayışı devam ediyordu. Durumu değerlendiren Abdullah Öcalan yeni tezler ortaya koyuyordu.

Değişim arayışı çerçevesinde 2003 yılında KADEK kendini fes etti. Yerine halkın demokratik iradesini esas alan KONGRA-GEL (Kongra Gelê Kurdistan Kürdistan Halk Kongresi) kuruldu. Önemli bir aşamaydı ve paradigma büyük oranda değişiyordu. Ayni dönemde Öcalan, ‘Bir Halkı Savunmak’ adlı savunmasını kaleme alıyordu. Kongra-Gel bu savunmada ortaya konulan düşünceye uygun bir yapı olarak tasarlanmıştı.

Kongra-Gel Öcalan’ın önerisiydi, ancak pratikte ortaya çıkan kendisinin istediği ve tasarladığı sisteme tam oturmuyordu. 2004’te PKK yeni kimliğiyle yeniden inşa edilmeye başlandı. PKK bu kimliğiyle sistemin ideolojik merkezi olacaktı ve öyle oldu. Bu çerçevede KKK (Koma Komalên Kurdistan Kürdistan Topluluklar Birliği) bir sistem olarak tasarlandı ve 2005 Newroz’unda Diyarbakır’da ilan edildi. Bir yıl sonrada adı KCK (Koma Civakên Kurdistan Kürdistan Topluluklar Birliği) olarak değiştirildi. Kürtçede bu deyim sistemin tarifi için daha uygundu. (Yine bu sistem, halkların demokratik-eşitözgür birlikteliği ve tüm toplumsal kesimleri kapsaması açısından da alternatif bir toplumsal model olarak uygundu.) Kongra-Gel bu sistemin yasama meclisi oldu. Sistem ideolojik, politik veörgütsel olarak yerine oturuyor ve gelişiyordu. Bu gelişme sürmektedir.

PKK’den KCK’ye değişim serüveni ideolojik ve politik olarak devrimseldi. Yıllarca “Birleşik Demokratik Bağımsız Kürdistan” ve buna ulaşmak için “uzun süreli halk savaşı” temelinde kendisini örgütleyen ve çalışma yapan bir hareketin bu stratejik hedefleri değiştirmesi kolay olmadı. Bu radikal kararı vermek ve Kürt sorununa yeni bir paradigma ile çözüm aramaya çalışılmasının ilk başta pek anlaşıldığı söylenemez. Başta bazı PKK kadroları olmak üzere PKK’yi destekleyen halk kitleleri bu yeni durumu anlamakta zorlandılar. Yanlış yorumlayanlar olduğu gibi bazı ileri gelen kadrolar amacını aşan yaklaşımlar da sergilediler. Diğer taraftan, PKK’yi benimsemeyen ve çelişki içerisinde olan diğer Kürt kişileri ve partileri bu sancılı geçiş sürecinden faydalanarak kendilerine halk nezdinde yer edinmeye çalıştı. PKK ve Öcalan’a yakıştırılmaması gereken ne kadar kötü sıfat varsa takarak kendilerinin alternatif olduğunu göstermeye çalıştılar. Ama başta PKK’nin omurgasını teşkil eden ana akım, yani eski ve orta kademe kadrolar ve gerilla, olmak üzere geniş halk kesimleri kısa sürede kendisini toparlayarak değişime ayak uydurmaya başladılar. Bunun için örgütsel bazda yapılması gereken oluşumları kurmaya başladıklarını ve bunun için yeniden inşa komiteleri kurduklarını kamuoyuna duyurdular. İşte daha sonra KCK sözleşmesi olarak açıklanan belge böyle ortaya çıktı.

 

PKK ve şiddet politikası

Dönüşüm sürecindeki PKK en büyük dönüşüm gerekçesini yeni dönem savaş tarzına yönelik yaptığını belirtmekteydi. PKK ilk çıkışında devlet ve iktidarı hedefleyen bir hareket olarak ortaya çıkmıştı. Bir de bu amaçlarına ulaşması için savaşı (silahlı mücadeleyi) bir yöntem olarak seçmişti. Yani kurtuluşa kadar savaş tezi, ulusal kurtuluş tezi bu anlama geliyordu. Yeni dönemde ise; savunma savaşının uygulanması kararı alındı. Çünkü dünya örnekleri aradan 70 yıla yakın bir süre geçtiği halde bu silahlarla özgürlüğün kazanılmadığı, aslında bu silahlarla devletçi uygarlık sisteminden kopmanın da çok mümkün olmadığı net olarak ortaya çıkarıyordu.

PKK’nin 1978’de kuruluşundan 6 yıl sonra, 15 Ağustos 1984’te gerilla örgütlenmesi olan Hêzên Rizgariya Kurdistan (HRK) birlikleri kuruldu. Bu birlikler ‘uzun süreli halk savaşı’ stratejisine göre örgütleniyordu. HRK, 1986’da Arteşa Rizgariya Gele Kurdistan adıyla ‘gerilla ordulaşmasını’ esas aldı. 1999 yılına kadar ‘gerilla savaşını’ yürüten ARGK, Abdullah Öcalan’ın uluslararası komployla Türkiye’ye teslim edilmesi ardından 2 Ağustos 1999’da alınan geri çekilme kararıyla Güney Kürdistan’a çekildi. Bu dönem, bütün PKK yapısında olduğu gibi ARGK güçleri arasında da hem taktik hem de stratejik düzeyde değişikliklerin gündemleştiği bir dönem oldu. 2001 düzenlenen 1. HPG Konferansı’nda alınan stratejik bir kararla ARGK, Hêzên Parastina Gel (HPG) adıyla örgütlenmeye başladı.

Bu karar çerçevesinde HPG güçleri, daha önce esas alınan ‘uzun süreli halk savaşı’ stratejisi yerine ‘meşru savunma’ stratejisini benimsendi. Buna göre de savaş, çatışma ve savunma taktikleri ile örgüt yapısında yapısal değişikliklere gidildi. 1949 Cenevre Sözleşmesi ve 1977’da eklenen Ek I protokollünü imzaladı. Ayrıca 18.07.2006 tarihinde BM tarafından desteklenen Cenevre Çağrısı Örgütü (GenevaCall) ile KONGRA GEL, Cenevre Hükümeti’nin garantörlüğünde, “Cenevre Sözleşmesi” gibi birçok tarihi anlaşmanın imzalandığı bu tarihi Alabama Salonu’nda , “Anti personel mayınları yasaklama” anlaşması imzaladı.

 

AB terör listesi ve Türk devletinin yaklaşımı

Değişimin hızla yaşandığı ve Öcalan ile İmralı’da bazı görüşmelerin yapıldığı bir dönemde AB devletleri 2002 yılında PKK’yi “terör listesine” aldığını duyurdu. Oysa PKK ile Türk devleti arasında yaşanan terörden ziyade silahlı bir çatışmaydı. Türk güvenlik güçleri ile PKK arasında 1984’ten beri aralıksız devam eden şiddet vardı.

PKK silahlı çatışmaya taraf olan bir gruptu. Türkiye’nin “teröre karşı savaş” argümanı çatışmaların yoğunluğu ve 1949 Cenevre savaş hukuku protokolünde savaşan taraflardan beklenen, gerekli örgütlenmeye ve bir askeri yönetim yapısına sahip olma kriteri PKK’de vardı. Yine PKK silahlı çatışma yasalarına bağlı kalacağına dair kararını ifade etmişti.

Türkiye’de yeni başa gelen AKP hükümeti de AB’nin PKK’yi “terör örgütleri listesine” almasından cesaretle savaşa yol verdiği gibi, aynı hatayı ABD’nin Mart 2003 tarihinde Irak’a yönelik başlattığı işgal döneminde de yaptı. ABD’nin bölgede Saddam’dan sonra Türkiye ile işbirliği yapacağını ve “teröre karşı ortak mücadele” esprisiyle PKK’ye karşı Türk devletinin yanında yer alacağını hesapladı. Hatta bu konuda yoğun bir diplomasi içerisine girerek bu politikasının onay göreceğine inandı. “Fırsat bu fırsattır” diyerek diyalog politikası yerine savaş politikasını öne çıkardı. Bu yanlış politikaların havasıyla birlikte, Kürt hareketi ve siyaseti üzerinde baskılar yoğunlaştırıldı. Bu koşulları değerlendiren PKK, 1 Haziran 2004 tarihinde, “Pasif savunma pozisyonundan, aktif savunma pozisyonuna” geçtiğini duyurdu. Bu tarihten sonra, Kürt sorunu çatışmalı boyutunda da birtakım değişiklikler yaratmış, çatışmalar 1990’lı yıllarda olduğu gibi sürekli bir şekilde değil, daha çok dönemsel etkili çatışmalarla gündeme gelmeye başlamıştı.

 

PKK’nin 19 Ağustos 2005 eylemsizliği;

Her gün can kaybının olması ve savaşın artık Türk ve Kürt halkı arasında iç çatışma aşamasına doğru gidiyor olması sivil alanda barış arayışların artmasına neden oldu. Bazen bu girişimler bazen de çatışmalar öne çıkmaktaydı. Çözüm-çatışma denkleminde bu yıllardan sonrası şekillenmeye başlayan Kürt sorunu eksenli gelişmeler, iç içe bir seyir izledi. 2004 yılı sonrasında yaşanan çatışmalarda da nitelik olarak yaşanan farklılık, toplumsal gerilimleri arttırdı ve çözüme olan talep artmaya başladı. AKP hükümetinin yanlış politik analizler sonucu savaşın tırmanmasına yol açtığı inancı, bazı aydın kesimlerde öne çıkmaya başladı. Bir yandan çatışmalar sürerken ve baskı yoğunlaşırken, öte yandan yeniden çözüm konuşulmaya başlandı. AKP içinde de bazı çevreler bu yaklaşıma destek vermekteydi. Bu nedenle Ağustos 2005 tarihinde Başbakan Erdoğan’ı ziyaret eden bir grup Türk ve Kürt aydın, Kürt sorununun demokratik çözümünü talep etti. Bu görüşmeden bir kaç gün sonra Diyarbakır’a giden Erdoğan, 12 Ağustos 2005’te Diyarbakır’da, “Kürt sorununu kabul ettiğini ve bu sorunun kendi sorunu olduğunu daha fazla demokrasi ile çözüleceğini” ilan etti.

Çeşitli çevrelerden PKK’ye de ateşkes çağrıları yapıldı. Bunun üzerine PKK 19 Ağustos 2005’te bir aylık tek taraflı eylemsizlik kararı aldı. Bir ay sonra bunu tekrar uzattı. Ancak bu süre boyunca ordudan yapılan açıklamalarda “tek bir fert kalmayacağına kadar askeri operasyonlar sürecek” deniyordu ve operasyonlar da artıyordu. Sert çatışmalar yaşandı ve bu şekilde eylemsizlik de sona erdi.

 

PKK’nin 1 Ekim 2006 ateşkesi;

2006 yılı bahar ve yaz ayları çatışmalı geçti. Sınır ötesi operasyonlar da tartışılıyordu. Sert çatışmalarla beraber, çözüm tartışmaları da yapılıyordu. Dışarıdan Irak Cumhurbaşkanı Celal Talabani ve Federe Kürdistan Bölge başkanı Mesut Barzani’n ateşkes çağrıları ile beraber taraflarla diyalogları da vardı. Yine ayni dönemde ABD dış işleri bakanlığından benzer çağrıları vardı. Yine içerde demokratik kitle örgütlerinin ateşkes çağrıları devam ediyordu. Bunu üzerine Öcalan örgüte ateşkes çağrısı yaptı.

Bu olumlu mesajlar, Kürt Hareketi’nde de karşılık buldu ve PKK 1 Ekim 2006 tarihinde yeni bir eylemsizlik kararı aldığını açıkladı. Bu pozitif yaklaşım, Kürt siyasetinin AKP ve hükümete karşı söylemlerine de yansımış, AKP’ye yönelik eleştirilerin dozajı da düşürülmüştü.

Bu çağrı ve olumlu hava Türkiye’de kısa süre sonra yapılması öngörülen genel seçim arifesinde yapılmaktaydı. Bu durum Kürt seçmeni nezdinde, “Kürt Hareketi’nin AKP’yi onayladığı” şeklinde yorumlanmaya ve AKP’nin bölgede güçlenmesine neden oldu. Nihayetinde 22 Temmuz 2007 yılında yapılan seçimlerde DPT’nin yanı sıra AKP bölgede çok büyük bir destek aldı. AKP Kürtlerden aldığı desteğinde etkisiyle, “bölgenin birinci partisi benim, halk beni destekliyor” gibi yeni bir yanlışa daha imza atmaya başladı.

Seçimleri kazanan AKP Kürt sorunu konusundaki söylemlerini değiştirmeye başladı. Hükümetin “demokratik çözüm niyeti” bir anda yerini “silahlı çözüm arayışlarına” bıraktı. 17 Ekim 2007 tarihinde Meclis’te askere sınır dışı operasyon yetkisi veren Başbakanlık tezkeresi AKP, CHP ve MHP’nin ittifakıyla geçti. Bunun uygulanması içinde uluslararası destek arayışları başladı. 5 Kasım 2007 tarihinde Başbakan Erdoğan’ın Washington’da ABD Başkanı Bush ile yaptığı görüşme, Kürt sorununda yeni bir dönemin başlangıcı olarak kabul edildi. Bu süreçten sonra Türk ordusu sınır içi ve dışında askeri operasyonlar düzenledi. Kürt gerillası ise buna cevaben daha büyük eylemler yapmaya başladı. Yaklaşık bir yıl süren bu karşılıklı şiddet ortamına dur demek için yeniden bazı arayışlar da hızlandı. Ve yeni bir ateşkes çağrısı gündeme geldi.

Aralık 2008’de sessizce başlayan, Nisan 2009’da ilan edilen ateşkes;

PKK bu toplumsal talepleri ve yerel seçimlerin ateşkes ortamında yapılması için, Aralık 2008 tarihinden yerel seçimlerin yapılacağı 29 Mart 2009 tarihine kadar eylemsizlik kararını sessizce yürürlüğe koydu. Böyle bir karar aldığını aracılar yoluyla karşı tarafa duyurdu. Böylece Türkiye seçim dönemine eylemsizlikle girmiş oldu ve bu dönemde TSK’da büyük oranda eylemsizlik kararına uyarak, operasyon yapmadı. Seçimden kısa süre önce 10 Mart 2009 tarihinde Türkiye Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Tahran’a giderken uçakta gazetecilere yaptığı açıklamada Kürtsorunuyla ilgili olarak ‘Önümüzdeki günlerde iyi şeyler olacak’ mesajı vermesi, Kürt sorununda çözüme dönük olumlu bir ortam yarattı.

Kürt hareketi 29 Mart 2009 yerel seçimlerinden başarıyla çıktı. PKK, seçim sonuçlarını da dikkat alarak, sessizce uyguladığı eylemsizliği 13 Nisan 2009 tarihinde kamuoyuna açıklayarak duyurdu. Herkes AKP hükümetinin ateşkes çağrısına olumlu cevap vermesini beklerken, karardan bir gün sonra, Eş başkan yardımcılarının da aralarında bulunduğu 52 DTP merkez yöneticisi tutuklandı. Daha sonra dalga, dalga geliştirilen operasyonlarla binlerce Kürt siyasetçi ve aktivisti tutuklandı. ‘Açılım’ tartışmalarına paralel olarak Kürt kurumlarına yönelik baskı politikaları pekiştirildi. Nitekim sürecin Kürtler aleyhine her geçen gün olumsuz ve belirsizliğe sürüklenmesini kabul etmeyen Öcalan’ın “eğer kısa sürede olumlu bazı adımlar atılmazsa 31 Mayıs’tan sonra çekiliyorum” sözleriyle yeni bir yaklaşım sergiledi. AKP hükümeti bu çağrıyı dikkate almayarak baskı politikalarına devam edince Öcalan 31 Mayıs’ta aradan çekildi.

1 Haziran 2010 da KCK yaptığı açıklamada “Önderliklerinin ve kendilerinin barış ve demokratik bir çözüm için attıkları bütün adımlarının AKP tarafından boşa çıkarıldığını, cevapsız bırakıldığını” belirterek AKP’nin bu adımlarını PKK’yi tavsife politikasına bir zemin oluşturma temelinde kullandığını ve bunun için de 13 Nisan 2009 tarihinde tek taraflı olarak ilan ettikleri eylemsizlik kararını sonlandırdıklarını açıkladı. Böylelikle güçlerini aktif savunma pozisyonuna geçirdiklerini ilan etti.

 

KCK’den 8. Tek Taraflı Ateşkes Kararı, 2010

70 günlük süre içinde hem Kürdistan hem Türkiye’nin her alanında çok kapsamlı çatışmalar yaşandı. Türkiye kamuoyunun temel gündemi bu çatışmalar ve bunun yarattığı ağır insan kayıpları oldu. Bu arada 12 Eylül 2010 da, hükümet açısından hayati derecede önemli olan bir anayasa referandumu vardı. Hükümet bu referanduma çatışmasız ortamda gitmek istiyordu. Hükümet bir yandan Öcalan’la görüşüyor, diğer yandan kamuoyuna mesaj vermeleri için birçok çevreyi teşvik ediyordu. Bu durum ve Türkiye’de yaşanan ağır savaş bilançoları karsısında STÖ’ler, Aydınlar, Demokratik Toplum Kongresi (DTK) ve Barış Demokrasi Partisinin (BDP) çift taraflı ateşkes çağrıları oldu. Bu çağrıları dikkate alan Öcalan yeniden devreye girebileceğini belirtti. Bu temelde Abdullah Öcalan, KCK’ye diyalog ve müzakere sürecine vesile olması için eylemsizlik surecinin başlatılmasını önerdi. KCK Yürütme Konseyi bu çağrılar ve önderleri Öcalan’ın önerisi üzerine geniş bir tartışma ardından bu talebi kabul etti.

KCK bu açıklamasında tek taraflı Ateşkes adımının çift taraflı olması için öne bazı şartlar sürmüştü. Bunları toplam 6 madde halinde duyuran KCK, bazılarını prensip maddeleri bazılarını da acil yapılması gerekenler olarak sıralamıştı. Böylelikle 13 Ağustos’tan 20 Eylül’e kadar güçlerinin herhangi bir eylem yapmayacağını, ancak kendilerine, halka yönelecek saldırı ve operasyonlar karşısında savunma hakkını kullanacaklarını belirtiler.

 

Devlet ve PKK arasında İmralı ve Oslo görüşmeleri

Bir taraftan baskılar devam ederken diğer taraftan da kamuoyunun sorunun barışçıl çözümü için her iki tarafa baskıları yoğunlaşmakta ve halkın referandumda çözümü istediğini oylarıyla ortaya koyduğu belirtilmekteydi. Yine birçok çevre ve aydın artık görüşmelere geçilmesi gerektiğini açık, açık yazmakta ve gizli bir şekilde sürdürülen bazı görüşmelerden haberdar olduklarını ve kamuoyu vicdanı olarak bu tür girişimlere destek verdiklerini belirtmekteydiler. Yıllarca yaşanan çatışmalı ortamdan barış ortamına geçmek için hem Kürtlerin hem de Türklerin destek verdiği açığa çıkmaktaydı. Bu gelişmelerden sonra nihayet, “görüşmem” inadı kırılarak, Öcalan ile ilk başta gizli daha sonra açık bir şekilde 2009 yılında “diyalog süreci” başladı. Bu sürece paralel olarak devlet yetkililerinin Norveç’in başkenti Oslo’da PKK yöneticileriyle görüştükleri de daha sonra kamuoyuna yansıdı. Devlet yetkilileri ile Öcalan arasında 1993’ten itibaren, çeşitli aracılar yoluyla, görüşmeler vardı ama bu seferki diyalog şimdiye kadar olanların en ciddi ve nitelikli olanaydı. Öcalan yakalanmadan önce ve yakalandıktan sonra kendisi ile yapılan görüşmelerin en uzun sürelisi ve somutu olması ve kamuoyu nezdinde onaylanması itibarıyla bu yeni süreç önemliydi.

Oslo ve İmralı’da paralel devam eden görüşmelerde Kürt tarafının sunduğu protokollere cevap verilmedi. 2011 Haziran seçimlerinden başarıyla çıkan AKP hükümeti, İran’la anlaşarak Kandil’de gerillaya karşı saldırıya girişti. İran, Suriye’deki gelişmelerde Türkiye’yi kendi tarafına çekmek için bu plana evet demişti. Ancak gerillanın cevap vermesi, Türkiye’nin Suriye’de Kürt statüsünün oluşmaması için arayışlara girmesi bu oyunu bozdu. Sonuç olarak savaş süreci bu tarihten itibaren yeniden başladı ve özellikle 2012’de son 20 yılın en şiddetli savaşı yaşandı. İmralı’da devam eden tecridin amacına ulaşmaması, Devletin Suriye politikasının kırılması, gerilla ve cezaevlerindeki direniş devleti diyaloga, PKK’yi ise 1999’den itibaren sistematize ettiği, ‘demokratik çözüm paradigması’ gerektirdiği politikalara yöneltti. Her iki tarafın bu zemine gelmiş olması çözüm umutlarını arttırdı.

Süreç Öcalan Newroz mesajıyla başlayarak 25 Nisan geri çekilme çağrısıyla ivme kazandı.

Ve mevcut durumda cumhuriyet tarihi boyunca çözüm fırsatı ilk defa bu kadar yaklaşırken Kürtler için de, son yüz yılda dört parçada statü elde etmenin imkân ve olanakları ilk defa bu kadar mümkün hale geldi.

 

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.