Düşünce ve Kuram Dergisi

Politika ve Özgürlük İlişkisi Üzerine 

Zilar Bilmez

Politika ve özgürlük, ikisi de çok tartışma götüren iki kavram. Her iki kavram etrafında gelişen çok ciddi tartışmalar var. Ele alıp incelemek büyük dikkat ister. Çünkü ikisinin de toplumsal yaşam ve ilişkilerle çok sıkı bağları var. Her iki kavram da toplumsal doğanın temel özelliklerinin başında gelmektedir. 

Kavramlara yaklaşım önemlidir. Bazı köklü kavramları ele alırken, sadece sınıflı devletçi uygarlık sınırları dahilinde ele almak kavramsal hakikat açısından çok yetersiz kalıyor. Politika ve özgürlük kavramları da toplumsal hakikat açısından böyle köklü kavramlardır ve uygarlık mantalitesinin ötesinde, daha derinlerden ele alınıp incelenmeyi ve yorumlanmayı gerekli kılıyor. Bu temelde ele aldığımızda, her iki kavram da birer kavram olmanın da ötesinde, adeta toplumun varolma halini ifade ediyor.Ayrıca her iki kavramın birbiriyle de çok sıkı bir ilişkisi bulunuyor. Birbirini koşullayan iki kavram olduğunu rahatlıkla belirtebiliriz. Biri olmadan diğerini, ikisi olmadan da toplumsal yaşamı sürdürmek, neredeyse imkânsız gibi görünüyor. Konuya öncelikle her iki kavrama yüklenen anlamlarla başlayıp, sonra da hem birbirleriyle hem de toplumsal durumla ilişkilerini incelemeye ve yorumlamaya çalışacağım. 

 

Politika 

Politika kavramının yaşadığı serüvene baktığımızda resmi tarih bilimi, politikanın kavramsal çıkışını sınıflı devletçi uygarlıkla başlatıyor. Arapça karşılığı siyasettir ve siyaset kavramının “seyis”likten yani at bakıcılığı, eğiticiliği veya atların terbiye edilmesinden geldiği söyleniyor. Büyük ihtimalle, atların terbiye edilmesinden yola çıkılarak insanların da terbiye edilebileceği sonucuna varılmış ve küçük bir zümrenin, büyük toplumsal kesimleri çeşitli yol ve yöntemlerle dize getirip terbiye etmesinin sanatı olarak biçimlenmiştir. Yunan uygarlığına buradan taşınıp bazı eklemeler alarak daha da geliştirilmiştir. Yunan dilindeki “polis” kelimesinden türetildiği söylenmektedir. “Polis” Yunancada bildiğimiz “kent” ya da “kent devleti” anlamına gelir. Politika kavramı ise kent devletini “idare etmek” manasında kullanılmaktadır. 

Atina kent devleti incelendiğinde yaşanan toplumsal yarılmaların, burada gelişen Yunan felsefesinin teorik gücünü de arkasına alarak, daha da derinleştiğini ve kurumlaştığını görmekteyiz. Yaşam, zaten ilk defa kamusal alan ve özel alan olmak üzere tam ortadan ikiye bölünmüştür. Kentin yaşamı, geçimi, güvenliği ve diplomasisi hakkındaki her türlü kararın alındığı alan olarak belirlenen kamusal alanın yönetimi, kentin en varlıklı mülkiyet sahibi erkek zümresine verilmiştir. Geriye kalan ev ve aile yaşamı ise özel alan olarak tanımlanmış ve politik alanın tamamen dışına itilmiştir. Özel alan denilen bu alan, daha çok kadın ve çocukların oluşturduğu ve bir erkek efendinin yani “koca-baba”nın yönettiği alan olarak tanımlanmıştır.   

Genel geçer olarak kabul edilmiş bu tanımların ötesine geçtiğimizde ise, canlı yaşamın, insan formunda (toplum formunda) yaşanabilmesi için temel bir gereklilik olarak politikanın ortaya çıktığını görüyoruz. Ana kadın etrafında gelişen daha ilk klan topluluklarının, yaşayabilmek için yaşamın gerekli kıldığı birçok konuda politika ürettiklerini, yapılan arkeolojik kazılardan ve ortaya çıkan toplumsal tarih incelemelerinden anlayabiliyoruz. Dili geliştirenin de yine toplumun günlük yaşamsal politika faaliyetleri olduğunu belirtebiliriz. Bu gerçeklerden yola çıkarak; insan, politik bir varlık haline geldikçe toplumsallaştı ve insanlaştı diyebiliriz. 

O halde politikayı; yaşamın insan açısından zorunlu kıldığı maddi ve manevi, tüm ihtiyaçlarını karşılaması için geliştirdiği ortak grup örgütlülükleri (klan, kabile, aşiret, aşiret konfederasyonu vb.), bu grup örgütlülükleri içerisinde yürüttüğü özgür tartışmalar, tartışarak aldığı kararlar ve ortaya çıkardığı planlamalarla, bu karar ve planlamalarını eyleme dönüştürme süreci olarak tanımlayabiliriz. Dikkat edilirse, politikanın bu tanımı içerisinde özgürlük de var demokrasi de var. Çünkü toplumun hem ortak anlamlandırmalarını hem de ortak eylemlerini geliştiriyor. Kendi içinde tartışarak düşüncesini olgunlaştırıyor ve ortaklaştığı noktalarda kararlara varıyor. Ulaştığı karar ve sonuçları nasıl pratikleştireceğini tartışarak bir planlamaya ulaşıyor ve bu temelde eylemsel düzey kazanıyor. Demek ki politika sayesinde hem yaşamı sürdürmeyi imkânlı hale getirmenin koşulları yaratılıyor hem de tartışarak ve gücünü birleştirerek, yani kolektifleşerek zorlukların üstesinden geliniyor. Aslında bu çerçevede toplumsallaşmaya, demokratik politikanın eylemsel düzey kazanması da diyebiliriz.

Demek ki çokça söylendiği gibi politika faaliyeti, bir sınıflı devletçi uygarlık yaratımı değildir ve onunla başlamamıştır. Tersine sınıflı devletçi uygarlık, toplumsal politikanın üretilme zeminlerini ortadan kaldırarak, kendisini toplumun sırtında adeta bir kambur gibi yükseltmiştir. Toplumun politika yapma gücünü elinden alarak, toplumu adeta dişsiz bırakmıştır. Toplumun kendi yaşamını yönetme ve yönlendirme hakkını her bakımdan elinden almıştır. Kendi yaşamı hakkında söz söyleyemez ve karar alamaz hale getirmiştir. Toplumu yönetme ve yönlendirme tekeli olarak devlet aygıtını, binlerce yıldan beri politika yapma adına, bütün topluma adeta dikte etmiştir.Toplumsal tarihin en büyük yalanı, herhalde politikayı devlet yönetimiyle özdeşleştirme yalanıdır. O yüzden devlet ve iktidar işlerinin gerçek politika işleri olmadığını, dolayısıyla devlet idareciliği ile gerçek politikayı karıştırmamak gerektiğini kavramamız gerekmektedir. Çünkü resmi devletçi iktidarcı politika tanımları, toplumsal çıkarlara dayanarak geliştirilen gerçek politika ile büyük bir zıtlık içerisindedir. Toplumun maddi ve manevi olarak bir bütün yaşamsal ihtiyaçları ve bu temeldeki demokratik çıkarlarını ilgilendiren işler, politikanın ana gündemini oluşturur. Dolayısıyla politika faaliyeti toplumsaldır, kesinlikle devletçi ve iktidarcı değildir. Politik işler, devlet ve iktidarlar tarafında değil, demokrasi tarafında yer alması gereken demokratik siyaset kapsamına giren faaliyetlerdir. Devletçi iktidarlar toplumsal yaşamı, kitaplar dolusu donmuş, kalıplaşmış yasa ve kurallarla, kanunlarla yönetir. Bir de oluşturmaz, bir yenilik ortaya çıkarmaz, hazırda varolanın sırtından geçinir. Ama politika ise her an kendini yenileyen, akışkan bir yaratıcılıkla yaşamı hem inşa eder ve oluşturur, hem de yönetir ve yönlendirir. 

 

Özgürlük

İnsan canlısı açısından özgürlüğü söylemleştirerek mücadele konusu yapma ihtiyacı, insanın köleliğine yol açan uygarlık hegemonyasıyla başlar. Köleliğin olmadığı zaman ve mekanda, özgürlüğün tanımı da mücadelesi de gerekmez. Çünkü içinde bulunulan hal, zaten bir özgürlük halidir ve bunun tersi bir durum tanınmamaktadır. Nitekim uygarlığa geçilen ilk dönemlerde insanların düşünce ve duygu dünyalarında beliren özgürlük tanımı, köleleşme hali içine girmeden önceki duruma duyulan özlem olarak kendini ifade eder. Bu özlem, uygarlık öncesinde yaşanmış olan toplumsal düzene işaret eder. Bunu; verimli hilal coğrafyasında daha çok anakadın etrafında şekillenmiş ve daha sonra uygarlığın hegemonik bir düzey kazanmasıyla beraber ortadan kalkmış olan anasoylu komünal toplum yaşamına geri dönüş özlemi olarak yorumlayabiliriz. Belki de Sümerler bu yüzden özgürlük için, anaya ve doğaya dönüş anlamına gelen “Amargi” sözcüğünü kullandılar. Özgürlüğü, anaya ve doğaya duyulan özlem olarak ifade ettiler ve bu özlemlerini gidermek üzere belli bir mücadele arayışı içerisine girdiler. Erkek egemenlikli uygarlığın durmadan savaş, şiddet ve ölüm üreten sistemi karşısında anasoylu yaşama dönüşü, yani “Amargi” olarak özgürlüğü aramaya giriştiler. Ananın yarattığı mutlu ve özgür “dün”lere dönüşün hayalini kurdular ve bu uğurda belli mücadelelere giriştiler. 

Sümer toplumunun, uygarlık öncesinde yaşanmış olan anasoylu toplumsal düzene duyduğu özlemi bu şekilde dile getirdiğini, arkeoloji ve Sümeroloji çalışmalarının açığa çıkardığı çeşitli mitolojilerden öğreniyoruz. Uygarlığın henüz başında bulunan insanların, kendi özgürlük hayallerini bu temelde şekillendirdiğini ve dile getirdiğini görüyoruz. Abdullah Öcalan, “Kapitalist Uygarlık” adlı kitabında bu konuyu şöyle yorumlamaktadır: “… uygarlık derken, toplum etiği açısından bir yücelme ve gelişmeyi değil, düşüşü ve baskı altına almayı esas nitelik olarak yorumluyoruz. Uygar toplum eski komünal anacıl değer yargılarına, yani ahlâk anlayışına göre büyük bir düşüş anlamına gelmektedir. Bildiğimiz en eski dil olan Sümercede bu ilişki çarpıcı bir biçimde dile gelmektedir. Amargi kelimesi hem özgürlük hem de ‘anaya ve doğaya dönüş’ anlamına gelmektedir. Ana, özgürlük ve doğa arasında böylesi bir özdeşliğin kurulması, çarpıcı ve doğru bir algılamadır. Uygar toplumu ilk defa tanıyan Sümer toplumu Amargi kelimesiyle, henüz çok uzaklaşmadığı eski veya komünal anacıl topluma duyduğu özlemi dile getirmektedir. Bu toplumsal altüst oluşu, Sümer orijinalinde izlemek hem mümkün hem de çok çarpıcı ve öğreticidir…”

Demek ki, erkek egemenlikli sınıflı devletçi uygarlığa karşı daha ilk dönemlerinden beri bir rahatsızlık, bir kabullenmeme, bir isyan ve karşı duruş hep var olmuş. Bunun izlerini mitolojilerde, dinlerde, çeşitli düşünce ekollerinde, birçok felsefi akımda ve tüm bunların etrafında gelişen devrimci toplumsal kalkışlarda görmek ve günümüze kadar takip etmek mümkündür. Bu mücadele birikimlerini toplayıp bir araya getirdiğimizde, söz konusu uygarlığın hep ikili bir karakterde geliştiğini de ayrıca görmek mümkün olabiliyor. O zaman özgürlük kavramını değerlendirirken, özgürlüğü hâkim uygarlığın yol açtığı bir gelişme olarak değil, tam tersine hâkim uygarlığın karşısına yerleşmiş bir gelişme olarak yorumlamak, doğruya daha yakın bir değerlendirme olmaktadır. 

Özgürlük kavramına dair gelişen yorum ve tanımlara baktığımızda; her dönemin ortaya çıkardığı siyasal ve toplumsal koşullara paralel olarak, kendi içinde büyük değişiklikler göstermektedir. Metafiziğe bağlanmış yorumlarda özgürlüğün tanımı, yaradılıştaki çıkmaza gelip dayanmaktadır. Özgürlük, daha çok tanrısal varlıklara atfedilir. İnsanın var olup olmadığı, dolayısıyla özgür olup olamayacağı sorgulanır. Varılan yer, sınırlı özgürlüktür. Son olarak İslam’da bile tanrı için öngörülen “Külli (genel) irade” ile insan için belirlenen “Cüzî (kısmi) irade” söylemi, bu konudaki son halka olmaktadır. 

Felsefe dünyasındaki özgürlük yorumları, kendi zaman ve mekan koşulları içerisinde oldukça geniş tartışmalara yol açıyor. Platon’un “insanın kendi yapısını seçme imkânı” olarak ifade ettiği özgürlük, Aristoteles’te bilgi ve bilinç şartına bağlanmış bir “tercihte bulunma gücü”ne dönüşüyor. Daha sonra modern felsefecilerden Spinoza, bu tanıma karşı çıkıyor. “… salt kendi doğasının zorunluluğu sonucunda varolana ve eylemini sadece kendisi belirleyene özgür denir; başka bir şey tarafından varolmaya ve kesin olarak şu ya da bu şekilde bir şey yapmaya zorlanana ise zorunlu ya da daha doğrusu kısıtlı denir” diyor Spinoza. Dolayısıyla sadece tanrının özgür olduğuna hükmediyor ve “Etika” adlı yapıtında, “Özgür insan, yani sadece aklın buyruğuna göre yaşayan insan…” diyor. Kant ise, kendi felsefesinde özgürlüğü ret etmiyor ancak teorik düzeyde hakkında hüküm verilemeyen ahlaki koşullara bağlıyor. Özgürlüğü, ahlak yasasının varlık nedeni olarak görüyor. Yani ahlak yasasına bağlıyor. Özgürlük, Marks ile birlikte artık toplumsal ilişkilerle açıklanmaya ve toplumsal bir öz kazanmaya başlıyor. Felsefe tartışmalarında ilk kez politikanın temel bir amacı olarak özgürlük ele alınmaya başlıyor. Sosyalizm ideolojisini bu temel üzerinden biçimlendiriyor. 

Daha sonra Albert Camus’un görüşleriyle özgürlük; bir bakıma kişinin düşünce ve eylem belirleme potansiyeli olarak şekilleniyor ve Jean Paul Sartre’nin insanın varoluş hali olarak bir tanıma kavuşuyor. Sartre, “Varoluş özden önce gelir” diyor. Bir başka ifadeyle “Aslında biz, seçen bir özgürlüğüz, ama özgür olmayı seçmiyoruz; biz özgürlüğe mahkûmuz…” diyor. Yani Sartre’ye göre insan kendi özünü, kendi düşünce ve eylem gücüyle geliştiriyor, varoluşunu kendisi şekillendirerek kendine ait bir öz ortaya koyuyor. Nasıl bir insan olacağını, herkes kendi eylemiyle belirliyor. İyi bir insan mı yoksa kötü bir insan mı olacağını, kişinin kendisi belirlemiş oluyor. Başka bir ifadeyle belirtecek olursak, insan kendi yaptıklarının bir sonucu olarak şekilleniyor. Dolayısıyla varoluşçuluk felsefesindeki özgür insan tanımı da, ahlaki bir varlık olarak karşılık buluyor. Bu tanımın politikayla da bağlantısını kurmak mümkündür. 

Modern kapitalist dünya görüşünde tanrının yerini ulus-devletler alıyor. Özgürlüğün sınırlarını belirleyen, ulus-devlet iktidarları ve onu ayakta tutan ve en temel stratejik ittifak gücü olan sermaye sınıfı oluyor. Ortaya çıkan bu gelişmelere paralel olarak, özgürlük üzerine yürütülen tartışma ve yorumların yönü de giderek siyasal düşünceler kapsamında kendi kendisini yaratan insana kaymaya başlıyor. Temellerini John Locke, A. Smith ve S. Mill’in attığı ve günümüze kadar derinleşerek ulaşan ve daha çok sermaye sınıfının çıkarlarına hitap eden liberal ideoloji ile beraber, adeta tanrılaştırılan bireyin önü, böylece sonuna kadar açılmış oluyor. Özgürlük adına bireycilik, adeta bir hastalık derecesinde şişirilip devleştiriliyor.

Özgürlüğe anlam yüklerken, hem bireyi hem toplumu baz almanın daha doğru bir yaklaşım olacağını düşünüyorum. Çünkü ne birey ne de toplum, birbirinden bağımsız ele alınıp değerlendirilemez. Toplum ve birey, birbiriyle kopmaz bir bağ içerisindedir. Birey olmadan toplum, toplum olmadan da birey hem tek başına fazla bir şey ifade etmez, hem de insan tarzında yaşaması neredeyse imkansızlaşır ve ortaya bir “Tarzan” figürü çıkar. O yüzden özellikle de konu özgürlük olunca, birey-toplum ilişkileri bağlamından uzaklaşmamaya özen göstermek gerekir. Çünkü özgürlük, hem bireyle ama hem de toplumla ilgili bir kavramdır. Her birey, elbette kendi iç bütünlüğünü ifade eden bir biriciktir. Ancak toplumsal bütünlüğün taşıdığı anlam bakımından da her biricik birey, kendi toplumuyla sağladığı kaynaşma temelinde var olur. Birey nasıl varoluşsal bir varlık ise, toplum da bir varoluşsal varlık olarak anlamlanmayı hak ediyor. Çünkü insan toplumsallaşmasaydı, insanlaşmayacaktı. İnsanın insanlaşması, insanın toplumsallaşmasını koşullamıştır. Dolayısıyla insanın toplumsallaşması, insanın insanlaşmasıdır aynı zamanda. O yüzden toplum da varoluşsal bir oluşumdur. Bireyin de varoluşsal koşuludur. Dolayısıyla birey toplum ilişkisinde hak edilmiş anlamsal kaynaşma düzeyinin, mutlaka güncellenerek yeniden sağlanmasına büyük bir ihtiyaç vardır. İnsan yaşamında gereksizleşen bir şey aranacaksa, o da toplum değil ulus-devletçi sınıflı iktidar yapılarıdır. Ki sınıflı ulus-devletçi iktidar yapıları, kesinlikle varoluşsal bir nitelik taşımazlar. Birey ve toplumunun, kendi sırtında taşıdığı bir kamburun ötesinde, yaşamsal iyilik üreten herhangi bir işlevi yoktur.  

 

Yaşam Politikasız Sürdürülemez   

Özgürlüğü, tek başına bir kavram olarak değil de toplumla ilgili bazı kavramlaştırmalarla iç içe ele almak daha doğru bir yaklaşım olacaktır. Toplumla ilgili kavramlaştırmaların hemen hemen hepsi esasta özgürlükle ilişki içerisinde gelişmektedir. Özgürlükle ilişkili olmayan bir toplumsal kavramlaştırma, neredeyse yok gibidir. Çünkü toplumun varoluşsal açıdan sahip olduğu tüm özellikleri, özgürlük doğurur veya özgürlük düzeyi gerektirir. Özgürlüğün olmadığı yerde, gerçek bir toplumsallaşma yaşanmaz. İnsan toplumu, belki özgürlüksüz ortamlarda yok olmayabilir ama bu yok olmama hali kesinlikle biyolojik, bedensel bir sayısal toplum gerçeğini aşmaz. Bu şekilde özgürlüksüz hale mahkûm edilmiş bir toplumun, eli kolu bağlı oturması da ayrıca beklenemez. Toplum, sürekli özgürlüksüz halden çıkmanın arayışında olur, bu halden kurtulmanın yol ve yöntemlerini geliştirmenin çabasını geliştirir, bunun mücadelesini koşullara göre gizli veya açık bir şekilde yürütür. Böylesi özgürlüksüz bırakılmış toplumlar, sürekli bir direniş ve karşı koyuş içerisinde olur. Böyle toplumlarda özgürlük ve politika, müthiş bir iç içelik örneğini yaşar. Elli yıla yakın bir süredir özgürlük mücadelesi yürüten Kürt halk hareketi, bunun en büyük ve en güncel örneğini oluşturuyor. Kürtlerde özgürlük ve politika, büyük bir iç içelik örneğini yaşıyor. Kendi toplumuna ve toplumsal bireyine özgür yaşam koşullarını yaratmak için günlük olarak her türlü politikayı sistemli ve örgütlü bir biçimde üretiyor ve gerçekleştiriyor. Bu anlamıyla, toplumsal direnişleri ve kurtuluş mücadelelerini örgütlemeyi ve yürütmeyi, en büyük politik faaliyet olarak nitelemek mümkündür. Toplumsal yaşamı özgür kılmanın, dayatılmakta olan kölelik düzenine başkaldırmanın kendisi, en stratejik politikaları üretmeyi gerektirir. Toplumsal özgürlüğü sağlama mücadeleleri, politik işlerin en başında gelir. Yani politikanın en büyük işi, toplumsal yaşamı özgür kılma faaliyetleridir. Özgür yaşamın koşullarını yaratmaktır. Politikanın, özgür ve demokratik toplum merceğinden en isabetli tanımı, belki de bu şekilde yapılabilir. Bu anlamıyla özgürlük ve politika kavramları, et ile tırnak gibi kopmaz bir bağ içerisindedir. Biri diğerini adeta koşullamaktadır. Politika olmadan, politika yapmadan özgür yaşanmaz; özgürlüğün olmadığı yerde ise politika daralır ve politika gerçekleşmez. Özgürlüğün olmadığı yerde ancak sömürü olur, sömürgeci iktidar ve devletler olur. Her türden despotik iktidar ve hiyerarşi boy verir. Dolayısıyla yaşam, daha çok fiziki ve biyolojik sınırlarda seyreder.

Özgürlüğün politika ile bağını güçlü kurmak, yaşamı özgür kılmak açısından çok çok önemli bir konudur. Politika konusunda yanılgıya düşmemek gerekir. Politikaya yaklaşım konusunda günümüz toplumlarında büyük bir yanılgı yaşandığını, kendi kadınlık deneyimimden bilmekteyim. Başka bir inceleme konusu olduğu için sadece konuyla bağı açısından bir-iki şey belirtip geçeceğim. Hem yerel hem evrensel kadın mücadeleleri içerisinde politikaya yaklaşım, oldukça tartışmalı bir konu oluyor. Politika kavramının iktidar kavramıyla karıştırılmasının yol açtığı bir kafa karışıklığıdır bu. Kadınların, kendi önlerinde duran politika ve iktidar handikapını çözemediği müddetçe, özgürlükte yol almak konusunda ciddi sorunlar yaşamaya devam edeceklerini bilmeleri gerekir.  

Politika konusunda yaşanan bu kafa karışıklığı, sadece feminist hareketlerle sınırlı değildir. Aslında bir istatistik yapılırsa, günümüz toplumunun büyük bir bölümünün politika konusunda yanlış düşündüğü rahatlıkla görülecektir. Çünkü politikadan anlaşılan, ya devlet idareciliğidir ya da topluma yayılmış sömürgen iktidar otoritesidir. Özellikle de Doğu toplumuna göre genelde daha aydın olduğunu düşünen Batı toplumu, politika konusunda böyle bir yanılgıyla yüz yüzedir. Bunun sadece bir kanaat olduğu söylenebilir. Ama buna veri teşkil edecek bazı örnekler verebilirim. Mesela Batı ülkelerinde tüm toplumsal kesimlerin seçme ve seçilme hakkı artık varken, seçim süreçlerinde toplumun büyük bir kısmının seçimlere ilgisiz yaklaşmaları, konuya ciddi bir veri sunuyor. Yine insanların çeşitli demokratik örgütlere üye olma hakkı varken, bunu pek tercih etmemeleri de aynı konuya bir veri teşkil ediyor. 

Politikaya karşı böyle gözle görünür bir soğukluk, ilgisizlik ve sevmeme hali var. Çünkü politika yapmayı, daha çok devlet idaresinin ya da devletin idare koltuğuna oturmak için son derece iktidarcı çıkarlar güden siyasi partilerin işi olduğuna inanılıyor. Oysa hem ulus-devlet idareciliği hem de siyasi partilerin geliştirdikleri iktidar merkezli çıkar siyaseti, politika kavramını son derece bilerek bulanıklaştırıyor. Çünkü gerçekten politika yapan bir demokratik toplumsal yapıyı karşısında görmek istemiyor. Kendi içinde bilinçlenmiş, örgütlenmiş, günlük politika üretir duruma gelmiş bir toplum, sömürgen ulus-devlet iktidarlarına rağmen gerçek bir demokrasiye ve özgürlüğe açık bir yapısal irade anlamına gelecektir ve mevcut sınıflı devletçi kapitalist uygarlık sistemi, bunda kendi sonunu görüyor. Bu yüzden ulus-devlet iktidarları, gayet bilinçli bir şekilde toplumu apolitik bir düzeyde tutmanın sistemli programsal siyasetini uyguluyorlar.  

Doğu ülkelerindeki toplum ise daha çok mevcut despotik statükocu devlet yönetimlerinin ve toplumsal kılcallara yayılmış feodal otoritenin engelinden kaynaklı olarak kendi politikasını üretemiyor. Oysa Doğu’nun geçmişteki aşiret ve kabile yapıları, kendi zaman ve mekan gerçekliği içerisinde günlük olarak kendi yerel politikasını üreten ve yürüten yapılardı. Statükocu ulus-devlet iktidarlarının bir kısmını darmadağın ettiği, bir kısmını ise işbirlikçisi haline getirdiği bu yapılar, günümüze son derece gericileşmiş yapılar olarak ulaşmış durumdadır. Bu yapıların kendilerini, çok ciddi bir demokratizasyondan geçirmeye ve toplumun güncel politika ihtiyacını karşılayacak yeni bir düzenlemeye tabi tutmaya ihtiyaçları vardır. Bunu başarmaları ise yeni bir bilinç ve aydınlanma düzeyi yakalamalarına bağlıdır. 

Görüldüğü gibi dünyanın Doğu’sunda da Batı’sında da, güncel olarak toplumun çok ciddi bir biçimde politikadan uzaklaştırılma gerçeği ile karşı karşıyayız. Politikadan bu kadar uzaklaştırılmış toplumların, yakın dönemde gerçek özgürlüğünden söz etmek, pek mümkün görünmüyor. Doğu toplumunda, din ve devlet ideolojilerine bulandırılmış olan ahlaki ilke adına, neredeyse başını yerden kaldıramayan birey gerçeği yaşanıyorken; Batı toplumunda ise liberal ve neoliberal ideolojilerin özgürlük adına kendi toplumundan kopardığı, egoizm sınırlarında bireycileştirilmiş bir birey gerçeğinin, yönsüz savruluşu yaşanıyor. Her iki versiyonun da kendi içinde gerçek bir özgürlüğe yol açmadığını çok açık bir biçimde görmekteyiz.     

 

Özgürlük Nasıl Hayat Bulur?

Özgürlük, ancak toplumsal doğanın işler hale geldiği ve gerçek gücüne kavuştuğu koşullarda hayat bulabilir. Tersi durum ise dünyanın mevcut halini ifade eder ki bu durumda özgürsüzlük hali hüküm sürmeye devam eder. Öcalan; toplumsal doğanın iki temel niteliği olarak tanımladığı ahlak ve politikayı, “Demokratik Uygarlık Manifestosu” adlı beş ciltlik dev eserinde oldukça kapsamlı bir biçimde değerlendiriyor. Toplumsal varoluşun ahlaki ve politik temelde gerçekleştiğini, derin bir bütünlük içerisinde anlatıyor. Bu yazıda, toplumsal doğa kavramıyla vurgulamak istediğim, toplumun tam da bu ahlaki ve politik temeldeki varoluş tarzıdır. Yani ahlak ve politika, toplumu var eden iki temel özelliktir, niteliktir. Toplumsal varoluşun taşıdığı bu iki temel nitelik olmaksızın, toplum var olamaz. Varlıksal olarak toplumun kendisini sürdürdüğü her yerde bu iki temel nitelik, az olur veya çok olur ama mutlaka olur. Tümden yok olması demek, toplum olmaktan çıkma hali olur ki günümüz ulus-devletçi kapitalist modernite sisteminin topluma dayattığı tam da budur. 

Ulus-devletçi kapitalist sistem, toplumun ahlaki ve politik özelliklerini elinden alarak, güçsüz ve savunmasız bir toplum gerçeğine yol açmıştır. Toplumu; kendi yasalarını oluşturamaz, kendi kaderini tartışamaz, kendi maddi-manevi ihtiyaçlarını karşılayamaz, kendini yönetemez, eğitemez ve savunamaz bir durumun içerisine sokmuştur. Ulus-devlet, topluma adeta şunu söylüyor: “Geçerli yasaları ancak ben çıkarırım, kararları ancak ben veririm, politikayı ben yaparım, seni ben yargılarım, seni ve çocuklarını ancak ben eğitirim, ben doyururum, ben yönetirim, ben korurum, ben savunurum.” Yani “Senin hayatın benim ellerimde. Sen sadece bana ve benimle ittifak içerisinde olan sermaye tekellerine hizmet et, insan kaynağı yetiştir ve askerlik yap yeter” diyor.  Toplum, uygarlık öncesi süreçte tamamen kendi elinde bulundurduğu tüm haklarını, gelinen aşamada ulus-devlet iktidarlarına teslim etmiş bulunuyor. Ulus-devlet iktidarları toplumun tüm haklarını, kimi zaman zorla kimi zaman ideolojik hegemonyanın geliştirdiği yol ve yöntemlerle teslim almış ve kendi doymak bilmeyen obez tekelini, toplumun bu gasp edilen hakları üzerinden kurmuştur. Geçmişte toplumun elinde bulunan politik karar alma gücünü, ahlaki kural belirleme gücünü, kendini yönetme, kendini savunma gibi hayati güçlerini obezleşen tekellerine katmıştır. Toplumun en hayati ve devredilemez işleri olan bu işlerin tümünü kendi devlet idaresinin işleri arasında toplayıp merkezileştirmiştir. Günümüz dünyasında toplumsal yaşamın hemen hemen tüm alanlarında yaşanmakta olan kriz ve kaos halinin en açık göstergesi, toplumun tüm bu işlerine el konmuş olmasıdır. Yaşanmakta olan tüm toplumsal sorunların ve baş gösteren krizlerin ana kaynağı, bu gaspçı ulus-devlet ve iktidar tekelleri oluyor. 

Açık ki yaşanmakta olan bu kriz ve kaos ortamında bir toplumsal özgürlük düzeyinden bahsetmek pek mümkün olmaz. Toplumsal sorun ve krizlerini belli düzeylerde çözmüş ve kendi alternatif yaşam sistemini yeniden geliştirmiş bir toplumda ancak özgürlükten bahsedilebilir. Günümüz toplumunun yaşamakta olduğu bu krizli sorunları çözmek ise, bunları üreten ve yaratan temel kaynağın kurutulmasına bağlıdır. Temel sorun kaynağının ise ulus-devlet iktidar tekelleri olduğunu yukarıda belirtmiştik. O zaman temel toplumsal sorunların çözülebilmesi için sürekli sorun üreten bu ulus-devletçi iktidar tekellerinin etkisiz bir konuma doğru geriletilmesi gerekir. Sömürgen ulus-devlet iktidar tekellerini geriletmek, biraz zor görünebilir ama kesinlikle mümkündür. Çünkü sonuç itibariyle insan eliyle geliştirilmiş ve haksızlık üreten yapılardır. 

İnsan eliyle üretilmiş olan her şeyin değiştirilebilir, dönüştürülebilir, geriletilebilir veya ilerletilebilir, hatta istenirse ortadan kaldırılabilir ve yeniden inşa edilebilir şeyler olduğunu unutmayalım. Bu doğrultuda günümüz toplumunun, bireyi ile beraber özgürleşebilmesi için ulus-devlet tekellerine kaptırmış olduğu savunma ve ekonomik gücünü, kendini yönetme ve karar gücünü mutlaka geri almayı hedeflemesi gerekiyor. Çünkü toplumsal sorunları üreten ana kaynak olarak sömürgen ulus-devletçi iktidar yapıları geriletildikçe, toplum lehine ileriye fırlayacak olan yeni öğeler belirginleşmeye başlar. Bunların en başında da toplumun politika ve ahlak gücünün yeniden işlevine kavuşmaya başlaması gelir. Konumuz daha çok politika ve özgürlük ilişkisini irdelediği için daha çok politik toplum nitelemesini kullanıyoruz. Ancak politik toplumun, ahlaki ilkeyi de içerdiğini akıldan çıkarmamamız gerekiyor. 

Politik toplum; özgürlük eğilimi gelişkin, özgürlüğe açık bir toplumdur. Yaşamın tüm alanlarında ve her konuda sürekli politika yapma halini sürdürerek, önünde duran toplumsal sorunlara yaratıcı çözümler üretir. Toplumun ortak aydınlık vicdanı olarak ahlaki yapısını sürekli yenilemeye açık tutar. Gericileşmiş öğelerden arındırır ve özgürlüğe açık yeni bir ahlaki yapı geliştirir. Geliştirdiği özgürlük ahlakını, ulus-devletin donuk yasa ve kanunları karşısında daha güçlü işletir. Kendisini donmuş, katı yasa ve kanunlara mahkûm bırakmaz.  

Dikkat edilirse toplumsal politikanın boş bıraktığı, yeterince işlemediği yere, sömürgeci devlet iktidarları bazen rahatlıkla bazen de zor kullanarak gelip yerleşebiliyor. Bu durum, devlet ve iktidar güçlerinin bitmez tükenmez kudretlerinden ileri gelmez. Bu durum, toplumsal güçlerin kendilerini yeterince politik kılmamasıyla ilgili gelişen bir durum oluyor. Çünkü mevcut kapitalist moderniteyi ayakta tutan ulus-devlet aygıtları, hiç durmayan sistemli bir çark gibi her an planlı, programlı ve disiplinli bir biçimde iş yapan bir durum içerisinde bulunuyor. Kendi sömürgen devletçi iktidarcı sistem çarkını aralıksız bir biçimde çevirebilmek için ele geçirdiği toplumun büyük bölümünü kendi hizmetine koşturuyor. Ulus-devletçi sömürgen çarkın bir an bile durmaması için -zaten çarkın bir an durması bile sistemin çöküşüne neden olur- toplumun büyük kesiminin emeğini satın alıyor. Cüzi bir ücretle satın aldığı dev gibi emek ordularını, sendikacılık avuntusuyla oyalayıp duruyor. Kadını ucuz iş gücü deryası olarak görüyor ve bu temelde kadın emeğini giderek daha fazla sömürüyor. Bu yetmezmiş gibi, kadın bedenini ve cinselliğini de ayrıca metalaştırıp yüksek fiyatlarla satışa çıkarıyor. Adına da ideolojik sürme çekip “seks işçisi” ya da “seks emekçisi” deyip meşrulaştırıyor. Yani kadın cinselliğini bile metalaştırarak, tarihte görülmemiş düzeyde bir sömürü çarkına dahil ediyor. Vatandaşlık görevleri adı altında bireyi, her bakımdan tahakkümü altına sokuyor. İnsanları modern köleler olarak işçileştirdiği gibi, vatandaşlık görevleri adına da zorunlu askerlik yasasına tabi tutma, sayısız vergiler ödettirme, devletin çıkardığı kanun ve yasalara uymasını sağlatma vb. görevleri karşılaması isteniyor. Bu zorunlu görevlerini yerine getirmeyenleri, mahkemelerde yargılayıp hapislerde çürütmek ise ulus-devletçi iktidarların ortaklaştığı en temel yöntemler oluyor. Bunların yanı sıra, kişinin eğitim görme hakkından evlenme ve eş edinme hakkına kadar tüm vatandaşlık hakları ancak devlet iktidarının onay ve denetimiyle gerçekleşiyor. Kişiye bırakılan tek alan, Atina Polis’inden beri adına özel alan dediği, ev ve aile ortamı oluyor. Yani kişi, ulus-devlet vatandaşlığı adı altında, sömürgen sistemin adeta canlı bir dişlisi haline getirilmiş bulunuyor. 

O zaman bu sömürgen ulus-devlet çarkının dişlisi olmaktan kurtulmanın ve özgürleşmenin yolu, toplumsal güçlerin kendi politik yetenek ve örgütlülüklerini geliştirmekten ve sistemli kılmaktan geçiyor. Yirmi dört saat durmayan sömürgen bir çarka karşılık, demokratik toplumsal güçlerin kendi toplumsal sistemini inşa edip geliştirmesinden geçiyor. Hatta Öcalan’ın “Özgürlük Sosyolojisi” adlı kitabında büyük bir profesyonellikle formüle ettiği “demokratik modernite sistemini” geliştirmekten geçiyor. Yani gerçek bir toplumsal özgürlüğün yolu, kapitalist modernitenin sömürgen çarkına karşı, kendi demokratik modernite sistemini, bir başka deyişle demokratik toplum sistemini örgütleyip, her an işler hale getirmekten geçiyor. 

Mevcut durumda ister mavi yakalı ister beyaz yakalı olsun, ister vasıflı ister vasıfsız olsun, ister erkek ister kadın olsun, tüm işçi ve emekçi kesimleri, gece ya da gündüz demeden, zor ya da kolay demeden, kendini binbir parçaya bölüp birkaç kuruşla geçinebilmek için dönen bu kapitalist çarka hizmet ediyor. Meslek ve hizmet sektörleri de buna dâhildir. Mevcut durumda, neredeyse dünyanın her yerinde eline bir iş geçmediği için işsiz bekleyen, bir işsizler ordusu da ayrıca vardır. Buna ücretsiz emekçileri de dâhil edersek, dünyanın ortalama yüzde 70’ini oluşturan bir “çalışanlar ordusu” var.  O zaman dünya toplumunun yüzde 70’ini oluşturan bu “çalışanlar ordusu” biraz da kendi özgürlüğü için bir şeyler yapamaz mı, diye sormak gerekiyor. Kapitalist sistem çarkı için bu kadar çalışıp didinme, bu kadar kendini yorma düzeyi varken, kendi kurtuluşu ve özgürlüğü için neden kendini biraz zorlama gerçekleşmiyor? Neden kendi kaderini kendi ellerine alma gayreti yeterince gelişmiyor? Bu konuda gelişen ufak ufak çabalar, neden çok parçalı kalıyor ve büyümüyor? Yüzde 10’luk kapitalist zümre dışında kalan dünyanın tüm ötekileri, neden birleşmenin ve daha yaşanılabilir bir dünyanın yollarını geliştirmek için yeterince kafa yormuyor? Neden dünyanın bütün ötekileri birleşip, kendi özgür yaşam, özgür birey ve demokratik özgür toplum sistemini geliştiremiyor? Ya da neden bu sorular yeterince sorulmuyor? Bu kadar yaşamsal soruları, neden herkes kendine dert edip sorma gereği duymuyor? 

Bu konudaki cevabım; erkek egemenlikli sınıflı devletçi kapitalist modernitenin, toplumu kendi içinde suni sınıflara ayırarak, yetmiyormuş gibi bir de bireysel özgürlük adı altında tek tek kişiler halinde atomize ederek, devleşen bu egemen sistem karşısında bir başına güçsüz ve silahsız bırakmış olması ve bu durumunu fark etmeyecek kadar apolitik bir durumun içerisine sokmuş olmasıdır. O zaman bir an önce herkesin içinde bulunduğu bu apolitik durumdan kendisini çekip çıkarması ve bu soruları kendisine sorarak, kendisi açısından yeni başlangıçlara yol açması, çözüme önemli katkılar sunacaktır. 

 

 

 

 

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.