Düşünce ve Kuram Dergisi

Devletin Oluşumu ve Politik Alana Hegemonyası

Çiçek Otlu

Platon’a göre devlet “büyütülmüş insan” iken, Thomas Hobbes “doğal olmayan yapay ama zorunlu bir cisim”, Hegel “kutsallığın veya ilahi fikrin yeryüzündeki yansıması”, Gramsci “sivil toplum ile siyasal toplumun, hegemonya ile egemenliğin diyalektik bütünlüğü”, Bakunin ise “ders çıkarılması gereken kötülük” diye tarif eder. Lenin de “tek uğraşı yönetmek olan ve yönetmek için de başka insanların iradesini zorla baskı altına alacak özel aygıt” olarak tanımlar. Devlet, sınıflar ve toplumlar üzerinde hegemonya kuran, baskı altına alan bir araç mıdır? Devlet, toplumun hizmetine sunulabilecek midir? Devlet mutlak ve sonsuz mudur? Devletin sönümlenmesi ve yok olması mümkün müdür? Devletin tanımı ve sönümlenmesi tartışmaları sosyalist hareket içerisinde geçmişten bugüne kadar tartışma konusu olmuş, devrim sonrası kurulacak devlet iktidarının niteliği birçok partinin programını, stratejisini oluşturur.

Devletin oluşumu ve biçimi konusu ilk defa Platon’un yazdığı “Devlet” eserinde yer alır. Platon’a göre beş insan çeşidi vardır. Her insanın karşılığında da bir devlet biçimi olduğunu belirtir. “Aristokrasi”, “timokrasi”, “oligarşi”, “demokrasi” ve “tiranlık”. Platon’u Hobbes, Hobbes’i de Hegel takip eder. Bunların felsefi idealizminin anlatışına göre devlet, herkesin herkese karşı savaştığı, belli kuralların olmadığı tutku ve içgüdülerin yönettiği toplum hiyerarşisi hakimdir. Devlet öncesi toplumlar insan aklına uygun olmayan ‘olumsuz’, ‘yabani’ bir aşamaydı. Devletin oluşumu ise toplumların ‘aklına’ uygun bir aşama olarak kabul gördü. Alman filozofu Hegel yazdığı “Hukuk Felsefesi”ndeki devlet modeli fikri; bireyin bütün maddi-ekonomik ilişkilerini içerdiği için devlet siyasal toplumun içinde kaybolmaktadır. Yani devlet, siyasal egemenlik aracı olan bir güç olarak değil, toplumsal-tarihsel evrimin nihai amacı olarak görülmekte ve bu durumda da mutlak ve sonsuz olma iddiası yüklenmektedir.

Hegel toplumu düzenleyenin devlet olmadığını devleti düzenleyenin toplum olduğunu iddia eder. Marx, Hegel’in toplum ve devlet ilişkisini anlatmaya çalıştığı bu düşünce tarzını “1844 Elyazmaları” ve “Alman İdeolojisi” kitaplarında tarihsel maddecilik teorisi yöntemiyle eleştirir. Marx’ın yönteminde ütopizm yoktur. Eski toplumun bağrından yeninin doğuşunu inceler ve pratik sonuçlar çıkarır. Marx, toplumsal işbölümünü, mülkiyet biçimlerini, sınıfları ve egemenlik sistemlerini, hukuk ve ideolojinin ortaya çıktığı koşulları maddeci tarih anlayışı içinde açıklar.

Günümüze kadar oluşan beş üretim biçimini (ilkel komünal toplum, kölelik, feodalizm, kapitalizm ve sosyalizm) nasıl ve hangi süreçler sonunda birbirlerinin yerine geçtiğini açıklamaya çalışır. Sonuçta bu üretim biçimleri birdenbire birbirini yerine geçmemektedir. Belli bir gelişim ve değişim süreçleri çözümlenmeli, yeniden üretim biçimleri tartışılmalı, geçiş dönemlerinin nasıl olduğu kavranmalıdır.

Marksist bakış açısına göre devlet; belirli bir gelişme aşamasında toplumun ürünüdür. Toplumun içinden doğan bu güç özel mülkiyet ilişkilerinin oluşmasıyla toplumun üstüne çıkar. Topluma yabancılaşır. Bu durum sınıfların kendi arasında çelişki içine girdiğini, uzlaşmaz karşıtlıklara bölündüğünün göstergesidir. Toplumun üstünde duran bu siyasi aygıt, sınıf çelişkilerini kendi belirlediği düzen sınırları içinde tutması gereksiniminden doğduğu için egemen olan sınıfın devletidir. Bundan dolayı gelişen sınıf çelişkilerini egemenler lehine çözme işlevine sahiptir. Egemen olan sınıfın çıkarlarını, egemenliğini koruyan ve sürekliliğini sağlayan, işçi sınıfı ve ezilenlerin saldırılarına karşı koruyan bir baskı aracıdır.

Tarihsel materyalist yönteme göre, toplumun üretici güçleri var olan üretim ve mülkiyet ilişkileriyle çelişirler. Bu çelişkili durum toplumsal devrimlerin oluşmasının önkoşulunu hazırlar. Devlet, nasıl ki belli koşulların oluşmasıyla ortaya çıktıysa; onu var eden tarihsel koşullar ortadan kalktığı zaman ortadan kalkacaktır. Bu bakış açısı, Hegel’in savunduğu mutlak ve sonsuz bir yapı olduğu fikrini baş aşağı etmektedir.

 

Sınıflı Toplumlar ve Devletin Ortaya Çıkışı

Marx ve Engels, insanlığın yazılı tarihi öncesi sınıf karşıtlıklarının ve devletin olmadığı “ilkel komünal” toplulukların olduğunu belirtirler. Kan, dil, örf, adet birlikleri üzerinden kurulan topluluklar göçebe halinde yaşamaktadır. İşbölümü aile içerisinde kadın-erkek arasında gelişmiştir. Klan sistemi egemendir. İlkel komünal toplulukta özel mülkiyet, sınıf ve devlet unsurları yoktur. Geçici olarak yerleşilen toprağın mülkiyeti topluluğa aittir. Hiçbir birey toprak üzerinde mülkiyet hakkına sahip değildir. Üretim komünün ihtiyacını ve varlığını sürdürmesi için yapılır.

Tarımsal üretime geçilmesiyle ve hayvanların evcilleştirilmesiyle mülkiyet ilişkileri ortaya çıktı. Bu toplumlarda işbölümü ve değiş-tokuşun gelişmesiyle ilkel topluluklardaki üretim ve toplumsal ilişkilerde çözülme yaşandı. Nüfusun bir süre sonra çoğalması sonucu ihtiyaçlar arttığından dolayı kabile reisleri ve şefler savaşlar ya da anlaşmalar yoluyla kendi içlerinde birleştiler. Özel mülkiyetin doğuşu ile yurttaşlar-köleler sınıfı oluştu ve devlet ortaya çıktı. Köleci üretim tarzının en somut örneği Antik Yunan ve Roma’da yaşandı.

Kentte, artık ürünün tamamı toprağın özel mülkiyetine sahip özgür üreticilerin ellerinde birikmekteydi. Artık ürünün birikimi, komün içinde iş bölümünün ve ürünlerin mübadelesinin gelişmesine yol açtı. Bu durum pazar için üretimi oluşturdu. Pazar için üretimin gerçekleşmesi için yaygın köle emeği kullanıldı. Oluşan zenginlik ve servet birikimi özgür yurttaşlar arasında bir hiyerarşi yarattı. Üretim ilişkileri temelinde toplum toprak/köle sahipleri, köleler diye keskin bir biçimde ikiye ayrıldı. Roma İmpartorluğu’nun fetihlerini artırması, fethettiği yerlerde köle emeğinin yaygın kullanılması inanılmaz bir servet birikimi yarattı. Toprak sahipleri ekonomik gücünü güvence altına almak için devlete bağlı merkezi düzeyde örgütlenmiş askeri bir güç kurdular.

“Kentin basit topluluklarını koruyan ‘silahlı halk’ devlet otoritelerinin hizmetinde halka karşı ‘kamu gücü’ kullanan ordulara dönüştü.”[1] Devlet, Latince “status” kelimesinden türemiştir. 13. Yüzyılda kullanıldığı anlamda status bir kişinin veya bir şeyin durum, pozisyon ve şartlarına işaret eden bir kavramdır. Giderek 16. Yüzyıldan itibaren ülkenin siyasal yönetim organizasyonunu tanımladı. Geleneksel devletten merkezi devlete kadar üretim ilişkilerinin belirlediği devlet yapıları oluştu. Devletin egemen bir güç olarak ortaya çıkmasının sebebi feodal sistemdeki lokal otorite olan güç merkezlerinin tek bir merkezde birleşmesiydi. Sınıfın bölünmesi ve tabakalaşması sonucu her çağda toplumsal üretim tarzı ve işbölümü oluşmuştur. Üretim tarzının ve işbölümünün köklü değişimi, sınıfların yapısı da değiştirir.

15. Yüzyıldan itibaren feodal üretimde, kentlerdeki lonca sistemi, yerini manifaktür düzene bıraktı. Üretilen ürünlere talebin artması sonucu, büyük ölçekli sanayi oluştu. Feodal sistemin çözülmesiyle birlikte serfler kırlardan kentlere gelmeye ve mülksüzleştirilen zanaatkârlar kurulan sanayi tesislerinde çalışmaya başladılar. Yeni kıtaların keşfi, denizciliğin gelişmesiyle birlikte dünya pazarı oluştu. Bu gelişmelerin sonucunda ekonomik gücü ele geçiren burjuvazi siyasi gücü de eline geçirdi. Üretim araçlarını ve mülkiyeti merkezileştirdi. Ulus-devletin merkezileşmesiyle egemen sınıflar çıkarları doğrultusunda tek bir gümrük tarifesi oluşturdular. Kapitalist sistemde üretim ve mülkiyet ilişkileri içerisinde sermayenin gelişmesiyle doğru orantılı olarak işçi sınıfı gelişti. Burjuvazi tarafından işçi sınıfı mülksüzleştirildi ve işçiler kurulan fabrikalarda kalabalık çalışmaya başlandı. İki toplumsal sınıf iki düşman kampına bölündü.

 

Devletin Politik Alana Müdahalesi

Politikanın en eski anlamı yönetmektir. Politika, ilkel komünal toplulukta hayatı örgütlemek, düzeni sürdürmek ve şeyleri yönetmekti. Komün topluluğu bilgeler, önderler ve şefler tarafından komünal bir şekilde yönetilmekteydi. Politika bu dönemde topluma yabancılaşan, dışsallaşan ve araçsallaşan bir olgu değildi. Kendi içerisinde bir hiyerarşi yaratmıyordu. Politika, toplumu yöneten değil, toplumun kendini yönettiği bir araçtı. İlkel komünal toplumda belirleyici olan komünal ilişkidir, sınıflı toplumlarda ise yönetme ilişkisidir.İnsanlığın toplumsal örgütlenmeden siyasal örgütlenme biçimine geçişini bir zorunluluk haline getiren temel unsur, özel mülkiyet olmuştur. Bu durum oluşunca politika toplumun kendini ve şeyleri yönettiği bir unsur olmaktan çıkmış, bir sınıfın üzerinde zora dayalı egemenliğinin yönetim biçimi haline gelmiştir.

Lenin, “politikayı devlet işlerine, yönetimine, devlet faaliyetlerinin biçim, görev ve içeriğinin belirlenmesine karışmak, belirlemek” diye tanımlarken, en kısa ve net bir şekilde “Politika ekonominin yoğunlaşmış halidir” der. Devlet, kendisini oluşturan “üst yapı” kurumları (hukuk, din, felsefe, sanat vb.) ile çıkarına hizmet ettiği belli sınıf ya da sınıfların diğer ezilen sınıflar üzerindeki zora dayalı aygıtıdır. Toplumun özel mülkiyet üzerinden sınıflara bölünmesi, devletler aygıtının ortaya çıkması vb. hepsi bu ekonomik temel üzerine şekillenir. Her politika açıktan ya da örtülü olarak ekonomik çıkarları yansıtır. Politikanın oluşumunda devlet/iktidar ilişkisi belirleyicidir. İktidar, yapısal kurumların toplum üzerindeki etkilerini, mücadele eden sınıflar arasındaki ilişkilerini, hegemonyasını anlatır.

 

Sermaye Birikimi Siyasal Gücü Yaratır

Kapitalist sistemde siyasal gücü özel mülkiyet ilişkileri oluşturur. Üretim araçlarını elinde bulunduran sınıf, siyasal gücün de sahibidir. Egemen sınıfın mülkiyet sahibi olmasını sağlayan durum sermaye birikimidir. Burjuvazi işçi sınıfının mülk sahibi olmasını ve kendi geçim araçlarına ulaşmasına engel olur. Üretim araçlarından yoksun bırakılan işçi, burjuvazi ile anlaşma yoluna giderek emek gücünü belli bir ücret karşılığı satar. İşçinin emek gücünün değeri ile sermaye sahibi adına çalışırken harcadığı emeğin değeri arasındaki fark artı-değeri oluşturur.

Marx, 1844 yılında kaleme aldığı “El Yazmaları”nda mülkiyet sahibiyle işçi arasındaki gizlenen emek sömürüsünü ortaya koydu. İşçi ürettiği nesneye yabancılaştı, kölesi oldu. Sermaye sahibi, işçinin yaşaması için çalışması gerektiğini gizler. İşçi sınıfına tanınan özgürlük ve eşitlik egemen sınıfın çıkarları esas alınarak belirlenir. İşçi sınıfı emeğinin karşılığında yaşamını idame edebilecek kadar ücret alır. Aldığı ücret yaşamasını sağladığı için çoğunlukla mülk edinmesi imkansız gibidir.

“İşçi ne kadar çok servet üretse, üretiminin gücü ve kapsamı ne kadar artsa, kendisi de o kadar yoksullaşır. Ne kadar çok meta yaratırsa, kendisi de bir meta olarak o kadar ucuzlar. Şeyler dünyasının artan değeriyle doğrudan doğruya orantılı olarak insanlar dünyası değersizleşir. Emek yalnız meta üretmez; kendini ve meta olarak işçiyi de üretir ve bunu meta ürettiği oranda gerçekleştirir.”[2]

İşçi hayatta kalmak için kölece çalışmak zorundadır. Zorun başladığı yerde işçi sınıfının, ezilenlerin özgürlüğü de biter. İşçi sınıfının özgürlüğünü oluşturan koşullar ancak mülkiyetin ortadan kalkmasıyla mümkündür. Sermaye ile işçi sınıfı arasındaki bu sömürü ilişkisi kapitalist toplumdaki iki sınıfın arasındaki çelişkinin derinleşmesini sağlar. Kapitalist sistemdeki üretim ilişkileri sonucu merkezileşen devlet yapısı sermaye birikim sürecinin koşullarının devamını egemen sınıflar lehine yasalarla güvence altına alır. “Emekçiler, proleterlere ve emekçilerin araçları da sermaye durumuna dönüştükten, kapitalist üretim biçimi ayaklarını yere bastıktan sonra emeğin bundan sonraki toplumsallaşması, toprağın ve öbür üretim araçlarının bundan sonraki dönüşümü, yani özel mülk sahiplerinin bundan sonraki mülksüzleştirilmesi yeni bir biçim alır. Şimdi mülksüzleştirilecek olan kimse kendi hesabına çalışan emekçi değil, birçok emekçiyi sömüren kapitalisttir. Bu mülksüzleştirme kapitalist üretimin kendi içinde taşıdığı yasaların işlemesiyle, sermayenin merkezileşmesiyle gerçekleşir.”[3]

Başka bir ifadeyle kapitalizmin doğası ve hareketin yasası gereği, artık değerin değerlenmesi, başka yerde üretilen artık değerin varlığını gerekli kılar. Birbiriyle ilişki ve çelişki halindeki birden fazla sermayenin rekabeti yatırım yapmayı zorunlu hale getirir. Bu durum sermaye birikimine neden olur. Sermayenin belli tekeller arasında merkezileşmesine yol açan bu ilişki durumu daha güçsüz, daha küçük sermaye gruplarını yok eder.

 

Burjuva Devletin Gerçek Yüzü

Devlet, sınıf çelişkilerini dizginleme, bastırma ihtiyacından doğduğu için toplumsal çatışmaların ekonomik olarak en güçlü ve egemen olan sınıfın devletidir. Bundan dolayı siyasetten de egemen sınıf haline gelir.

Devlet toplumsal sınıfların üstünde, tüm kesimlere eşit mesafede, bağımsız bir yapı olduğu fikri genel olarak kabul görmektedir. Devletin yürütmesi bütün burjuva egemen sınıfın genel işleri yöneten ve yürüten bir yapıdan başka bir şey değildir. Çünkü devlet yapısının sürekliliğini koruması demek kapitalist üretim ilişkilerinin ve sermayenin korunması demektir. Sınıflı toplumların ilişki biçiminden dolayı devlet özerk değildir. Sadece özerk görünümündedir.

“Özel mülkiyetin topluluktan ayrılıp kopmasıyla birlikte devlet, burjuva toplumunun yanı sıra ve burjuva toplumunun dışında tamamen ayrı bir varlık haline geldi. Ancak bu devlet, burjuvazinin hem içsel hem de dışsal amaçları nedeniyle, kendi mülklerini ve çıkarlarını karşılıklı olarak güvence altına almak için benimsemek zorunda kaldığı örgütlenme biçiminden başka bir şey değildir.”[4] Tarihin bazı dönemlerinde savaşan sınıfların birbirilerini dengeledikleri dönemlerde devlet erki görünüşte aracı olarak o an için her ikisine de karşı bağımsızlık kazandığı olmuştur. Örneğin; 17. ve 18. yüzyılın mutlak monarşileri, Fransa’daki 1. ve 2. imparatorluk Bonapartizmi, Almanya’da Bismarck, Rusya’daki Kerenski hükümeti böyleydi. Burjuva topluma özgü merkezileşmiş devlet erki, mutlakiyetin devrilmesi döneminde ortaya çıktı. Avrupa’nın burjuva devrimleri boyunca bu aygıt sayesinde köylülerin, zanaatçıların, tüccarların durumunu halkın üstüne çıkarmış, nispeten rahat, saygın görevler sağlayarak, burjuva sınıfın safına çekti.Kapitalist sistem, azınlık olan ezen/sömürücü sınıfın, ezilenlerin üzerindeki hegemonyasına dayanır. Bu hegemonyanın sürekli olması, sermayenin çıkarlarını koruması bakımından ordu ve bürokrasi gereklidir. Devlet işleri olarak adlandırılan kamu işleri burjuva düzenin çıkarlarını kollayan, yukarıdan aşağıya hiyerarşik bir piramit biçiminde örgütlenmiş daimi bürokratik kurumlar tarafından yürütülür.

 

Devlet Bir Baskı Aygıtıdır

“Modern devletin yürütme gücü, bütün burjuvazinin ortak işlerini idare eden bir komiteden başka bir şey değildir” diye tanımlar Marx “Komünist Manifesto”da devleti. Devlet iktidarı süreç içinde sermayenin emek üzerindeki ulusal iktidarı, toplumu köleleştiren örgütlenmiş ve merkezi bir güç, bir sınıfın egemenliğini koruyan aygıt niteliği kazandı. Sınıf savaşımlarında ilerleme gösteren her devrimden sonra devlet iktidarının baskıcı ve zor niteliği daha çok ortaya çıkar.

Devlet, geniş kesimlerin sisteme entegrasyonunu sağlayan hapishane, ordu ve polis gibi zor mekanizmalarının veya bastırıcı organların yanı sıra sistemle bütünleştirici manevi baskı aletleri eğitim, din ve parlamenter yapılara sahiptir. Toplumun sistemle uzlaşmasına ve uyumlu hale gelmesine yarayan bu mekanizmalar, devletin aynı zamanda toplumun karşısında yer alan bir baskı aygıtı olduğunu gizlemesine hizmet eder. Devletin halkı koruduğu, haklarını savunduğu genel olarak hakim bir düşüncedir. Devletin halka karşı işlediği suçlar, devletle ilişkilendirilmez. Daha çok “gizli, derinlerde” başka bir güç tarafından yapıldığı algısı yaratılır. Devlet halkın gözünde en değerli, kutsal varlık olarak kabul edilmesi istenir. Ona karşı, onun egemenliğini, bekasını tehlikeye atacak hiçbir toplantı, eylem, ifade ve örgütlenme yapılmasına izin verilmemektedir. Parlamento belli bir yıl içerisinde yapılan seçimlere dayanır.

Ezilenler seçme ve seçilme gibi demokratik haklara sahiptir. Bu hakkı kullanırken kendilerini diğer seçime kadar hangi burjuva veya faşist partinin yöneteceğine, boyunduruk altına alacağına karar verir. Lenin’e göre; “kapitalist sistemin varlığını sağlayan burjuva demokrasi çoğunluğun bir avuç azınlık tarafından baskı altına alınmasıdır.” 

Devletin ihtiyaç duyduğu kaynakların, bütçenin oluşturulması, vergiler, devletin borçlanması veya para basması kapitalist sömürü ilişkilerinden ayrı görülmektedir. Devletin gelirleri konut, elektrik, su, doğalgaz, internet, telefon, temel tüketim maddeleri vs. üzerinden bireylerin vergilendirilmesiyle toplanır. Bu oluşturan devlet bütçesiyle devlet mekanizmasını oluşturan bürokratların, memurların ücretleri ödenir. Savaş giderleri karşılanır. İşçiler bu yüksek vergiler nedeniyle alım gücü düşer ve asgari ücretine zam ister. Taleplerinin kabul edilmesi için sınıf mücadelesine girer. Sınıf güçlerinin dengesi devletin gelirlerinin artması için var olan manevra alanını belirler. Topluma hizmet aracı olarak doğan devlet aygıtı özerkleştikçe, egemen sınıflar kendi amaçları, çıkarları için zor, ideolojik aygıtları ve rıza üreten araçları toplumun karşısına diker. Devlet yönettiği topluma yabancılaşır. Emek, cins, doğa sömürüsü katmerleşir. Ezilen ulusların inkarı ve sömürüsü artar. Egemen sınıf kendi çıkarları doğrultusunda devletin ezilenler üzerindeki politikasını belirlemesini, yönetmesini ister. Siyasal iktidar, uzlaşmaz karşıtlığın ve çelişkilerin dışavurumudur. Toplumda yaşadığı koşulları, kendisine sınırlı tanınan hakları kabul etmeyen toplumsal kesimlerin bastırılması gereklidir. Toplumdaki sınıf karşıtlığı, cins ve ulusal çelişki uzlaşmazdır. Devletin işi, toplumdaki uzlaşmaz öğeleri zorla uzlaştırmaktır, bastırmaktır. Eylem, söz, ifade ve örgütlenme özgürlüğü gibi haklar kapitalist sistemde devletin egemenliğini ve sermayenin çıkarlarını tehdit etmediği sürece kullanılabilir haklardır.  Burjuvazi güvenliğini tehdit ettiğini düşündüğü andan itibaren bu hakları çeşitli engellerle kullanılmasını yasaklar. İşçi sınıfı ve diğer toplumsal kesimlerin mücadelesi yükseldiği dönemlerde ancak kaydedilen haklar yeniden kazanılır. Gerçekten de kapitalist toplumda seçme, seçilme, toplantı, eylem, söz, örgütlenme, grev, kadınların kazandığı hakların tümü büyük mücadeleler, emekler ve bedeller sonucu elde edilmiştir.

 

Proletarya Diktatörlüğü ve Devletin Parçalanması

Marx, “Bütün siyasal devrimler, bu makineyi kıracakları yerde, yetkinleştirmekten başka bir şey yapmadılar” diyerek durumu net bir şekilde açıklar. Marksist bakış açısına göre, devlet aygıtı mutlaka parçalamalıdır. Eğer devlet, sınıflar arasındaki çelişkilerin uzlaşmaz olduğu gerçeğinden doğduysa ezilen sınıf şiddete dayanan bir devrim olmadan özgürleşemez. Bu da yeterli değildir. Çünkü devletin egemen sınıf tarafından yaratılmış bulunan devlet bürokrasisi ve askeri aygıtı parçalanmadıkça özgürlük olanaksızıdır. Devlet, bir şiddet tekelidir. Bu sayede toplumu bir arada tutar, onu uzlaştırır.

Sınıf karşıtlığı geliştikçe, devlet erki işçi sınıfını daha fazla ezmek için bir kamu erki, bir sınıfın egemenliğinin mekanizması haline geldi. Sınıf mücadelesinde bir ilerlemeyi gösteren her devrimden sonra devlet iktidarının salt baskıcı karakteri gittikçe daha açık ortaya çıktı. Bu baskıcı aygıtı ortadan kaldıracak, yerine proletarya diktatörlüğünü kuracak olan işçi sınıfıdır. Bu aygıtın yerine kurulacak olan işçi devletinin özelliği çoğunluğun azınlığın üzerinde egemenlik kurulması, işçi-emekçi meclislerinin oluşması, proleter demokrasinin inşa edilmesidir. Ezen sınıf halkın çoğunluğu olduğundan dolayı özel bir baskı erki gerekli değildir. Lenin de sıradan insanların devlet mekanizmasını idare edebileceği, herkesin yönetime katıldığı, bürokrasinin, ordunun olmadığı bir işçi devletini tanımladı. Teknolojinin gelişimi devlet işlerini “işçi ücreti” karşılığında yapabilecek düzeye getirilmesi önemlidir. Bu tip önlemler işçi ve diğer ezilenler arasındaki çıkarları birleştirir. Sosyalizme giden köprü olur. Ama asıl önemlisi özel mülkiyetin toplumsal mülkiyet haline gelmesiyle ancak devlet proleterleşir. Lenin, “Nisan Tezleri”nde Komün’den 40 yıl sonra Rusya’da gerçekleşen 1905 ve 1917 devrimlerinde işçi sınıfının komün tipinde bir devlet kurduğuna işaret etti: “Artık kelimenin gerçek anlamıyla, daha şimdiden gerçek anlamda bir devlet olmayan devleti gösteriyorlar. Bu devlet, halktan ayrı ordunun ve polisin yerine halkın kendisinin doğrudan ve dolaysız silahlanmasını geçiren Paris Komünü tipi bir devlettir.”

Proletarya diktatörlüğünde henüz kapitalist sistemden devralınan yöneten-yönetilen ayrımı ortadan kalkmış değildir. Çünkü işçi sınıfı, burjuvazinin yöneten konumuna son verirken, kendisi yöneten sınıf haline gelir. Kapitalizm dünya ölçeğinde tasfiye edildiği bir mücadele dönemidir. Özellikle bu mücadele döneminde devlet bürokrasisi oluşturan parlamentarizmin kaldırılması önemlidir. Bildiğimiz tarzda olmasa da proletarya diktatörlüğünde de “parlamento” olacaktır. Sorun parlamentonun olması değildir, onun işlevi ve oynadığı rolüdür. Temsili organlarda gereksiz konuşmaların, çalışmaların yapılmadığı işçi sınıfı ve ezilenlerin çıkarlarının korunduğu bir çalışmanın yapılmasıdır. Parlamentolar yerine yargı ve tartışmaların özgür olduğu organlar kurulacaktır. Temsili organlar kalır ama yasama ve yürütme organlarının ayrılması yoktur. Bu parlamentonun olmadığı bir demokrasidir.

Bürokrasinin birden ortadan kalkmasının koşulu, onu ortaya çıkaran devlet mekanizmalarının ortadan kaldırılmasıyla mümkündür. Devlet memurlarının basit bir uygulayıcı, mütevazı bir ücret alan işçi haline gelmesi ile zamanla bu işlerin herkes tarafından yapılmasının sağlanmasıyla, kafa-kol arasındaki emek ayrımının ortadan kalkmasıyla devlet bürokrasisi de yok olacaktır.Geçiş sürecinde halkın temel ihtiyaçlarının karşılanması, mesela evlerin küçük bir para karşılığında ailelere verilmesi, bu paraların toplanması, belirli bir denetim ve evlerin tahsisinin belli kuralların konulmasını öngörür. Bunlar bir devlet biçimini gerektirir ama bürokratik, askeri bir aygıtı gerektirmez.

Evlerin parasız verilmesinin mümkün olacağı koşullara geçiş devletinin “sönüp gitmesiyle” bağlantılıdır. Engels, işçi sınıfının kapitalist toplumu ortadan kaldırmasıyla, bütün sınıfsal farklılıkların ve özel mülkiyeti oluşturan koşulların ortadan kalkacağını ve bunların sonucunda da devletin kendiliğinden sönümleneceğini anlatır. Artık baskı altında tutulacak hiçbir toplumsal sınıf kalmayınca, herkesin ihtiyacına göre üretim yapılınca, baskı altına alınacak hiçbir şey kalmaz, özel bir baskı gücü, yani devlet zorunlu olmaktan çıkar. Devlet iktidarının toplumsal ilişkilere müdahalesi, üretim araçlarına toplum adına el koyması gereksiz hale gelir. Kişiler üzerinde yönetimin yerini, şeylerin yönetimi ve üretim süreçlerinin yönetimi alır.

Dolayısıyla sınıflı toplum sisteminin devam etmesini sağlayan üretim ilişkileri ve devlet yapısı ortadan kalktığında, sınıfsız, halkların özgür ve eşit olduğu, sömürüsüz, kadın özgürlükçü yeni bir toplumun inşası sağlanacaktır.

 

[1] Friedrich Engels, Anti-Düring, Sol Yayınları, çeviren Kenan Somer, s.295-296.
[2] Kral Marx, Elyazmaları Payel yayınları, çeviren Murat Belge, s. 67. 
[3] Friedrich Engels, Anti-Düring, Sol Yayınları, çeviren Kenan Somer, s.229.
[4] Karl Marx, Friedrich Engels, Alman İdeolojisi, Evrensel Basım Yayın, çeviren Tonguç Ok, Olcay Geridönmez, s.65.

 

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.