Düşünce ve Kuram Dergisi

Radikal Demokrasi ve Özyönetim Direnişi

Mahmut Balkaş-Ergin Atabey

 “Bizi tanımayan bir devletten barış istemiyoruz. Bizi tanımayan bir sistemden özgürlüğü istemiyoruz. Biz kendi özgürlüğümüzü inşa edebilecek bir iradeye sahibiz.”

Geleceği an’da değiştirmek için tarihi öğrenmek gerekiyor. Tarih, an, gelecek aynı oluş ve gerçekleşmenin iç içe olan süreçleridir. Özgür yaşam temelinde geleceği değiştirme derdi olanların tekrar tekrar dönüp tarihselleşmiş olandan öğrenmeleri bir tercih değil, bir zorunluluktur. Öcalan’ın “biz tarihin başlangıcında gizliyiz; tarih bizde gizli” özdeyişi bu topraklardaki özgür yaşam arayışçılarının karanlığı dele dele ortaya çıkarttıkları aydınlık geleceğin tarih, an ve geleceği aynı hakikatin bütünlüğü içinde ele alışından ileri gelmektedir. Bu bağlamda eğer tarihten öğrenilemezse tekrar karanlığı yaşamak zorunda kalınır. Bu durumda gelecek değiştirilmez ve katlanılmak zorunda kalınır ki, bu ölümden beter bir yaşam olur.

Şehir özyönetim direnişi üzerinden iki yıl geçti. Tıpkı “kelebek etkisi” gibi ülkenin dört parçasını ve Ortadoğu’yu etkiledi/etkilemektedir. Özyönetim direnişi salt o sürecin aktif direnişçisi ve inşacısının değil, hepimizin/herkesin yaşamını etkiledi ve etkilemeye devam etmektedir. Bu, toplumsal direnişlerin doğasında vardır. Her direniş, durgun göle atılan bir taştır. Taşın yarattığı dalgalanma salt kendi öznelerini etkilemez; o anla sınırlı kalmaz. Bir bütün olarak gelecek kuşakları da etkiler, etkisi altına alır.

Elbette şehir özyönetim direnişine gereken değeri verenler olmuştur. Ancak gelecek kuşakları da etkileyecek ve geleceğin şekillenmesinde belirleyici olacak dinamiklerden biri olan bir olgunun hak ettiği ölçüde ele alınıp değerlendirildiği söylenemez. Özellikle radikal demokrasinin ahlaki ve politik sorumluluğunu üstlenenler orta sınıfın etkisinde kalıp, hak ettiği değeri verip başarısı için doğru temelde konumlanmamışlardır.

Başlarken şunu ifade etmek gerekir ki, şehir özyönetim direnişi sağ ve sol liberal ideoloji ve onun politik ifadesi olan liberal demokrasinin parametreleriyle anlaşılamaz, anlamlandırılamaz. Özellikle demokratik siyaset alanının şehir özyönetim direnişi karşısındaki hakim duruşu ve yaklaşımı orta sınıfın sol liberal demokrasi anlayışı ve parametrelerine göre olmuştur. Bilindiği gibi orta sınıfın sistemden kökten kopuş diye bir derdi yoktur. Orta sınıf, sınıf çıkarları doğrultusunda soykırımcı-işgalci hukuk içine hapsedilmiş bir devletli-iktidarcı siyasetle var olur. Çünkü devrimci mücadele ve kopuş bedel ister. Edinilen unvanları ve bulunulan konumları da yok eder. Bu nedenle şehir özyönetim direnişi başladığında ilkin orta sınıf ve bu anlayışta olanlar “bu da nereden çıktı” deyip karşıt konumda yer aldılar. Sanki “diyalog süreci” işgalci-soykırımcı güçler tarafından bitirilmemiş, her şey yolundaymış ve birileri özyönetim direnişini ilan etmiş gibi bir yaklaşımla ele alındı. Orta sınıf çizgisi üretim ilişkileri ve yönetim merkezleri karşısında “meşruiyet” pozisyonunu korumaya çalıştı. Bu tutum radikal demokrasi stratejisinin meşru olma öznelliğini ortadan kaldırmıştır. Dahası radikal demokrasi kavramlarıyla siyaset yapılırken, işgalci-soykırımcı politikaların yeniden üretim-yönetim düşüncesi olan parlamentarizmle “siyasal temsiliyet” sorunlarının çözülebileceği “alternatif”i aslında geleneksel liberal demokrasi anlayışının “meşruiyet” çizgisi içinde savunulmuş oldu.

Bu nedenle kendi kendini yönetme iradesini ortaya koyan şehir özyönetim direnişi ancak radikal demokrasi felsefesi, kuramı ve parametreleriyle ele alındığında anlaşılıp anlamlandırılabilir. Bu eksende ele alındığında “nereden çıktı?” demek yerine, “neden tüm Kuzeye yaydırılmadı?” sorusuna cevap bulmak gerekiyor. Bunun dışındaki her yaklaşım işgalci-soykırımcı rejim karşısında canı pahasına direnenlere “ahlaki” söylem geliştirilerek sorumluluğuna sahip çıkmamak, ondan kaçmak anlamına gelecektir.

Girişte alıntıladığımız sözler bir kadın özyönetim direnişçisine aittir. Sur’dan yükselen bu sözler aynı zamanda radikal demokrasinin ruhunu özetlemektedir. Bu anlamıyla şehir özyönetim direnişi radikal demokrasinin birbirini tamamlayan direniş-inşa- meşru savunma boyutlarının iç içe geçen somutlaşmış halidir. Bu elbette sol liberal demokrasiyi aşan ve reddeden bir eyleyiştir. Bu düşünüş ve eyleyiş tarzı devrimci güçlerin prangası haline gelen protestoculuğu ve hak talep etmekle sınırlı kalmayı bir siyaset tarzı haline getiren zihniyet ve konumlanışın da aşılmasıdır. Bu yazıda radikal demokrasinin iç içe direniş, inşa ve meşru-savunma boyutlarını şehir özyönetim direnişi şahsında irdelemeye çalışacağız.

 

Direniş

Kapitalist modernite güçleri geliştirdikleri ideolojik hegemonyayla kendi liberal demokrasi anlayışlarını tek ve vazgeçilemez bir olgu haline getirmişlerdir. Liberal demokrasinin günümüzde hakim oluşu çözüm gücü kapasitesinden ve uygulama gücünden ileri gelmemektedir. Toplum tarafından doğal olarak kabul edilmiş olmasıyla da ilgili değildir. Tamamen arkasındaki ve önündeki ideolojik hegemonyacı devlet- iktidar oyunu ve zorbalık sonucu hakim hale gelmiştir. Elbette bunda özgürlük güçlerinin toplumsal hakikate dayalı radikal demokrasiyi bedenleştirememeleri de önemli bir etken olmuştur.

Oysa liberal demokrasi geliştirilmemişken, devlet dışı toplum demokratik değerler etrafında oluşup varlığını sürdürebilmiştir. Öcalan, demokrasinin ontolojisinin bu anlamıyla ahlaki ve politik niteliğe dayalı olduğunu belirtmektedir. Devamla devletin-iktidarın geliştirilmesiyle birlikte devlet dışı toplumun direnişini demokratik direniş geleneği olarak tanımlamaktadır. Bu anlamıyla radikal demokrasi oranı zamana ve mekana göre değişse de toplumsallıkla birlikte var olan bir geleneğe sahip olduğu gibi, aynı geleneğin direniş boyutunu da ifade etmektedir.

Radikal demokrasinin başladığı yerde, kapitalist Modernite güçlerinin zorbalığıyla kendisini “biricik” ve “vazgeçilmez” olarak dayatan liberal demokrasi biter. Bu anlamıyla radikal demokrasi ahlaki ve politik toplum düzleminde kendisini tanımlar ve konumlandırır. Devlet odaklı olmadığı gibi sınıflı da değildir. Devlet hukukunun sınırlarını esas almadığı gibi, ne burjuva, dinci ve ne de sosyalist devlet örüntüsüdür. Tanımı ve içeriği toplumun kendi iradesiyle kendi kendini yönetmesidir. Ancak, esas aldığı yönetim salt teknik yönüyle idare etmek değildir. Devlet-iktidar alanını daraltmak, toplumu özgür yaşar ve var kılmak için direnişi de esas alır. Devlete-iktidara karşı negatif bir duruş sergilenmeden özgür olunamayacağı gibi var olunamaz da. Bu anlamıyla radikal demokrasi protestoculuğu ve hak talep etmeyi aşarken devrimciliğin negatifliğini, reddedişini direniş boyutuyla geliştirir. Bu reddediş devleti yıkıp yerine yeni bir devleti inşa etmek değildir. Toplumun işgalci ve soykırımcı rejim kıskacından çıkarak özgürlük ve eşitlik temelinde yaşamasına alan açmayı hedeflemektedir. Başka bir deyişle toplumsal alanda eşitliğin ve özgürlüğün geliştirilmesidir.

Öcalan; “halklar için demokratik duruş ve yürüyüş öncelikle kendi kimliğini sahipleniş, özgürlüğüne bağlanış ve öz yönetime kavuşmadır. Kendi kimlik bilinci, tarihine ve toplumsal gerçekliğine dayanmaktadır. Bilinç örgütlendiğinde güce ve güç de özgürlüğe yol açmaktadır. Halklar örgütlenip güçlenmeden özgürleşemez. Özgürleştiğinde ise kendi öz yönetimine kavuşması zorunlu bir adımdır(…) demokrasiyi bu çerçevede tanımladığımızda, halk içinde daimi bir kimlik bilinci, her düzeyde örgütlülük çalışması ve bu sürece önderlik etme, bir bütün olarak demokratik eylemdir”[1] ifadeleriyle direnişsiz radikal demokrasinin var olmayacağını belirtmektedir.

Kaldı ki direnişsiz toplumun öz yönetimini inşa edip radikal demokrasiyi yaşamsallaştıracağına inanmak ve iddia etmek, en hafif deyimle işgalci ve soykırımcı rejimi tanımamak veya hakikat zemininden uzaklaşmak anlamına gelmektedir. Nitekim pratikte de ortayda çıktı ki işgalci-soykırımcı rejim bırakalım radikal demokrasinin uygulanmasını, iddiasını bile varlığına yöneltilmiş büyük bir tehdit olarak görmektedir. Bu gerçekliği görmeyip direnişin vazgeçilmezliğine inanmamak kendi kendini, varoluş gerekçesini yadsımayı ifade etmektedir. Bu bağlamda direniş, radikal demokrasinin neresindedir diye sorulacak olursa cevap, “beyni” ve “yüreğindedir.” Bu anlamıyla “dili ve eylemidir.” “beyni”, “yüreği”, “dili” ve eylemi” olarak direniş, radikal demokrasiden kopartıldığında geride kalacak olan radikal demokrasi değil, yerine ikame edilmiş sol liberal demokrasi olacaktır. Öz yönetim direnişini radikal demokrasiden kopartan, bu eksende ele almayan her anlayışın durduğu yer de karşı cephedir.

Elbette radikal demokrasinin direnişçiliğini esas almak tıpkı Mehmet Tunç, Asiye yüksel, Mehmet Yavuzel gibi büyük bir adanmışlık ister. Bu da belediye başkanı, milletvekili, meclis üyesi vb. konum ve statülerin elde edilişini odak alan orta sınıfın ötesinde bir demokratik siyaset konumlanışını gerekli kılar. Öcalan, “kişi veya gruplar (radikal) demokrasiye aşık olacak tarzda halk tabanında eğitim, örgütlenme ve eylem halinde olmakla demokratik sıfatını kazanabilirler. Demokratik sistem farklı bir yaşam paradigmasına sahip olup, felsefe uygulamasıyla bir bütündür(…) demokrasiyi esas almak halkın özgürlük ve onuru için sürekli bilinç ve örgütlülük halini ifade eder.”[2]

Böylesi bir konumlanışın işgalci ve soykırımcı rejimin hedefi olması doğaldır.. Bu durumda da ancak “direniş özgürlüğe, teslimiyet ihanete götürür” sözüne bağlı kalınarak Seve Demir, Pakize Nayır gibi radikal demokrat olunabilir. Onlar sözleri ve eylemleriyle “radikal demokrasi nedir? Direniş radikal demokrasinin neresinde yer alır?” sorularına en anlamlı cevabı verdiler. Radikal demokrasinin direniş ilkeleri ve ölçüleri bu anlamıyla Cizre, Silopi, Gever, Sur ve Nusaybin sokaklarında ete-kemiğe bürünmüştür.

 

İnşa

İnsan toplumu kendisini yönetir konuma getirdikçe varlığını koruyup sürdürmüştür. Bu anlamıyla inşa toplumun temel var oluş ve gerçekleşme niteliklerinden biridir. Toplum kendini yönetme temelinde inşa ettikçe maddi-manevi kültür değerlerini yaratmıştır; insan ve toplum olma niteliğini kazanmıştır.

Bu bağlamda direniş radikal demokrasinin devlete-iktidara karşı negatif yönüyken, inşa tamamlayanı olarak pozitif eyleyişliliğini ifade etmektedir. Devlet dışı toplum pozitif eyleyişle yaşamın tüm alanlarında varlığı korur ve özgürlüğünü sağlar.

Varoluşu toplumun kendi kendini yönetme gerekçesine bağlı olan radikal demokrasinin temel niteliğinden biri bu anlamıyla inşacılığıdır. Radikal demokrasi salt seçme ve seçilme kurallarını belirleyen bir olgu değildir. Salt kurumsal işleyiş ilkeleri de değildir. İşgal ve soykırım koşullarında toplumun kendi öz yönetimini inşa etmesini sağlamak var oluş amaçlarından biridir. Bu temelde çıkış noktası toplumu demokratik, ekolojik ve kadın özgürlükçü paradigma ekseninde ideolojik zihniyet, irade ve öz güç oluşturup yaşamın tüm alanlarında kendi kendini yönetir hale getiren temel örgütlenme ve eylem çalışmasıdır.

İnşa bilinen anlamıyla herhangi bir kurumsal yapılanma değildir. Radikal demokrasinin doğrudan eylemselliğini ifade eder. Tek tek bireylerden tüm devlet dışı toplumsal kesimlerin yetenek ve güçlerini öz yeterliliğe dayalı birleştirip alternatif yaşam ve sistemin örülmesidir. Mahalleden köye, ilçeden kentlere bir bütün olarak toplumun kendi kendini yönetme iradesi ve eyleyişinin açığa çıkartılmasıdır. Bunun somutlaştığı alan özyönetimdir.

Bu bağlamda radikal demokraside “yönetilme yoktur. Kendi kendini yönetme vardır. Egemenlik altında olmak yoktur; kendi kendine egemen olmak vardır..”[3] Bu nedenle öz yönetim inşasını esas almayan bir radikal demokrasi düşünülemez. Öcalan, radikal demokrasiyi “devlet dışı toplumun kendini yönetme hali”[4] olarak tanımlamaktadır. Bu nedenle felsefesinde, ahlaki ve politik ilkelerinde toplumu öz yönetimsiz bırakma yoktur. Hele hele işgal ve soykırım koşullarında kendisini salt yürüyüş, miting yapmak; birkaç yılda bir belediye ve vekil seçimleriyle sınırlamak; yapısallığı parti, sivil toplum örgütlerini kurmaya indirgemek ve oralarda yönetici seçmekle sorumlu görmek asla radikal demokrasinin çerçevesi ve uygulama alanı olarak görülemez. Tüm bunlar öz yönetim inşasını dışlayan devletçi-iktidarcı siyaset tarzının nitelikleridir. Toplumun öz yönetime kavuşması yerine toplumu devlete bağlar, devletten de rant devşirir. Böylece var oluş gerekçesi bir tarafa bırakılıp işgalci ve soykırımcı rejimin süreklileşmesini sağlamada rol oynar.

Bu bağlamda özyönetim inşası tam da radikal demokrasinin gereğidir. Özyönetim meşru bir hak olduğundan ötürü devletin-iktidarın “izni”ni beklemez. Kaldı ki radikal demokrasi yasallığı değil, meşruluğu esas alır. Her şart ve koşul altında özellikle işgalci ve soykırımcı hukukun egemen olduğu koşullarda doğrudan eylemin ve meşruluğun gereği olarak toplumun öz yönetim inşasını esas alır. Ekonomiden eğitime, sağlıktan, iletişime, diplomasiye ve öz savunmaya dek her alanda toplumsal iradeyi ve yönetimi oluşturmak temel ahlaki ve politik sorumluluktur. Bu anlamda inşa edilecek öz yönetimle toplum devlete bağımlı olmaktan çıkar; her türlü gereksinimini kendi karşılar ve sorunlarını çözer. Bu esaslar üzerinde irade ve güç olamayan toplumlar devlete bağımlı (köle) olmaktan kurtulamayacağı gibi kendi gereksinimlerini karşılayamaz, sorunlarını da çözemez. Öcalan “özyönetimden yoksun kalmış bir toplum sömürge olmaktan kurtulamayacağı gibi bunun doğal sonucu olarak asimilasyon ve soykırımla süreç içinde yok olması da kaçınılmazdır”[5] der. Toplum ancak komünlerini, meclislerini, ekonomi kooparatiflerini, eğitim, kültür, sağlık akademilerini ve kongrelerini geliştirip bu bütünlük içinde öz yönetimini kurarak yok olma kıskacından kurtulabilir. Kuzey özyönetim direnişi tam da bu temelde geliştirildi.

Özyönetim inşasında göz önünde bulundurulması gereken bir husus da salt bir toplumsal kesimi esas almadığıdır. Çünkü radikal demokrasi sınıfçı, milliyetçi, cinsiyetçi ve dinci değildir. Öncülüğünü kadın ve gençlik üstlense de esasında tüm devlet dışı toplum kesiminin öz yönetim inşasını esas almaktadır. “Her topluluk, etnisite, kültür, dini cemaat, entelektüel hareket, ekonomi birer politik birim olarak kendini özerkçe (özyönetimle) yapılandırıp ifade edebilir.”[6] Tek koşul devletçi-iktidarcı olmamaları, hegemonya peşinde koşmamalarıdır.

 

Özsavunma

İnsan toplumsallaşandır. Toplumsallığın kendisi de varlığını koruma ve sürdürme anlamında örgütlülüğünü ve örgütlenmeyi ifade eder. Örgütlülükten, örgütlenmeden kopmak toplumdan, toplumsallaşmadan kopmaktır. Toplumsal var oluşun gelişimini ve çoklu yapıya dönüşmesini sağlayan ahlaki-politik dokusudur. Bu dokunun saldırıya uğraması, çarpıtılması veya devlet-iktidar aracına göre yapılandırılması toplumsallığın parçalanması, geriletilmesi anlamına gelir. Devletçi- iktidarcı klik kendi var oluşu için toplumu en alt örgütlü birimden en gelişkin birliğine kadar saldırı altında tutarak hakikati çarpıtıp kendini inşa eder. Toplumların bütün form biçimleri olan klan, kabile, etnisite, cemaatler ve diğer bileşenlerin var olma koşulunun ilk adımı, kendi olma savaşımı olmuştur. Çünkü kendi olma arayışı ve niteliği toplumlar için varlık-yokluk meselesidir. Var olma ve özgür yaşama imkanları yoksa, devletçi iktidarcı kliğin egemenlik sınırlarının “dışına” çıkmak, tarihte olduğu gibi farklı olanın mücadelesini geliştirmek, inşayı yaşamın tüm alanlarında politikleştirerek dönüştürmek esastır.

Özyönetim/demokratik özerklik ile “devlet+ demokrasi” formülü, ilkelere dayalı ulus-devletle “uzlaşma”yı ifade eder. Söz konusu uzlaşma ulus-devletin imha ve inkar politikalarından vazgeçmesiyle, dönüşmesi, devlet dışı toplumun maddi manevi kültür değerlerini ve varlığını koruma, özgür yaşama göre anayasal düzenlemeyle garanti altına almayı esas alacaktır. Bu devlet -iktidar kliğinin devlet dışı toplumun demokratik ulus zihniyeti ve bedenleşmesi (özyönetim) temelinde kendini en küçük birimden genel koordinasyona kadar özgür yaşama koşullarına saygı duyması ve kabul etmesi anlamına gelir. Bu aynı zamanda radikal demokratik çözümdür. Öcalan bunu şöyle açıklar: “halklar ve kültürlerin tarihsel-toplumsal mirasına saygı gösterir. Bu mirasların kendini ifade etme ve örgütleme özgürlüklerini vazgeçilmez anayasal haklardan sayar. Demokratik özerklik (özyönetim) bu hakların temel ilkesidir. Bu ilkenin başlıca koşulları egemen ulus-devletin her türlü imha ve inkar politikasından vazgeçmesidir.”[7]

Bu şekilde devlet dışı toplum da, devleti hedeflemeden varlıklarını özyönetim temelinde sürdürür. Demokratik özerkliğin bu anlamda devletle ilgisi yoktur. Toplumun kendini örgütlemesi, yönetmesi ve konfederal sistemini kurmasıdır. Devleti hedeflemediği gibi yıkmaya da çalışmamaktadır. Devletin varlığı kabul edilmekte, devlet özyönetimi kabul ettiği için devlet hukukuna da bir ölçüde uymaktadır. Burada ulus-devletin özyönetimi ve toplumsal iradeyi tanıması esastır.

Bu durumda her şey bitmiş mi oluyor? Elbette hayır. Sadece her iki taraf çatışmadan “barış” içinde yaşamayı kabul ediyorlar. Ancak mücadele “şiddet” aracılığıyla değil farklı araçlarla yürütülecektir. Zaten “barış” da mücadelenin sonlandırılması değil, yeni evrede karşılıklı farklı araçlarla devam ettirilmesidir.

Ancak gerçekçi de olmak gerekiyor. Devlet silah kullanmamayı kabul etse de işgal ettiği ve iktidar olduğu alanlardan çekilmek istemeyecektir. Devleti topluma yaymak toplumu devlete bağlayarak varlığını sürdürmek isteyecektir. Devlet dışı toplum da buna karşı direniş- inşa mücadelesini esas alacaktır. İnşa ve direniş diyalektiğini yaşamın her alanında örgütleyerek toplumu devlete muhtaç olmaktan çıkarıp devleti işlevsizleştirerek aşacaktır. Bu, toplumun devlete karşı öz savunmasıdır. Özsavunma, direniş-inşa örgütlülüğüyle gerçekleştirilecektir. Devlet+demokrasi bunu da içeriyor. Bu aşamada mücadeleden vazgeçilmiyor. Mücadele yöntemi ve alanını değiştirerek varlığına ve özgür yaşamına anlam kazandırma sürdürülmektedir. Direniş-inşa iç içe geliştirilip pratikleştirilecektir. Birbirlerini hazırlayan ve tamamlayan olgulardır ikisi.

İkinci yöntem ise devlet iktidar kliği “devlet + demokrasi” yöntemini reddettiğinde ve işlevselliğini-etkinliğini yitirdiğinde devreye girer. Devletçi-iktidarcı klik “uzlaşmayı” değil de işgalciliğin ve soykırımın sürdürülmesinden yana tutum aldığında devlet dışı toplumun önünde özyönetimini tek yanlı inşa etmek dışında başka bir seçenek kalmıyor. Bu, radikal demokrasinin bir gereğidir. Kuzey’de de öz yönetim direnişi bu temelde geliştirildi. Ulus-devlet “diyalog süreci”ni sonlandırdı. Topyekun savaşı başlattı. İnkar-imha süreci derinleştirildi. Halkımızın varlığı daha derinleştirilmiş biçimde işgalcilik ve soykırım kıskacına alındı. Bu durumda, radikal demokrasi gereği meşru savunmaya göre direnmek dışında hiçbir seçenek kalmadı. Özyönetim direnişi topyekun imha saldırısına karşı varlığını koruma ve özgürlüğünü sağlama temelinde gerçekleşti. Hatta geç bile kalındı. Öcalan, paradigma değişimiyle birlikte devletten-iktidardan hiçbir şey beklemeden, “görüşmeler”in beklentisi içine girmeden radikal demokrasi güçlerinin yukarıda açımladığımız her iki yönteme göre hazırlıklı olunması, hatta direniş-inşa mücadelesi temelinde öz yönetimin geliştirilmesi gerektiğini sık sık vurguladı. “Kendi sistemimizi inşa edelim!” dedi. Ancak topyekun saldırıyla birlikte açığa çıktı ki, demokratik siyaset kurumları yeterince hazırlanmamış, toplumsal kesimleri örgütlemede yetersizlik yaşanmış, komün ve meclis çalışmalarının başarısızlığı, sağlık, ekonomik, diplomatik çalışmaların örgütlendirilmemesi nedeniyle, özyönetim pratiği gösterdi ki devletten “bekleme” siyaseti aşılamamıştır. Radikal demokrasinin en asgari çalışması yapılmamış, her şey “görüşme”lere bağlanmıştır. Yapılan çalışmanın da radikal demokrasi felsefesine tekabül etmediği, devletçi-iktidarcı yanlarının olduğu ortaya çıkmıştır.

Bu durumda irdelenmesi gereken olgu radikal demokrasi ve meşru savunma ilişkisidir. Radikal demokrasi ahlaki ve politik niteliği gereği meşru savunmayı dıştalamaz.

Bu temelde topyekun olarak topluma karşı bir saldırı varsa; demokratik siyaset olanakları ortadan kaldırılmışsa; demokratik kurumlar işletilmez haldeyse; öz yönetim iradesi tanınmıyorsa, varlığı tüm maddi-manevi kültür değerleriyle imhaya tabi tutulmuşsa; radikal demokrasi gereği halkların kendini korumak ve özgür yaşamak için meşru savunma araçları ve yöntemleri esas alınır. Bu bağlamda kır-şehir demeden geliştirilen meşru savunma egemenlik kurma, iktidar amaçlı değildir. Öcalan, meşru savunmanın amacını ve ilkesini, “dünyayı yenecek gücümüz olsa da hiç kimseye saldırmayacağız; bütün dünya birleşip üzerimize gelse de meşru savunma haklarımızdan asla vazgeçmeyeceğiz” biçiminde tanımlamıştır. Bu temelde özyönetim direnişinde devreye giren meşru savunma “kültürel soykırım, ekonomik sömürü ve askeri işgale” karşı geliştirilmiştir.

Bu, toplumun komünal gerçekliğinde edindiği yapısıyla ilgilidir. Toplum, komünal yapısını değişen koşul ve ihtiyaçlara göre savunacak nitel ve nicel öz savunma sistemini örgütlediği oranda koruyabilir. Öz savunmasını bu temelde geliştirmeden varlığını asla sürdüremez. Nasıl ki beslenme ve üreme olmadan canlı varlıklar “yaşamlarını” geliştirip sürdüremeyeceklerse, öz savunma güçleri olmadan toplum da varlığını koruyamaz, sürdüremez ve özgür yaşar kılamaz.

Radikal demokrasinin zorunlu eyleyişi gereği öz yönetim direnişinde meşru savunmanın devreye girmesi ideolojik, politik ve ahlaki ilke kadar toplumun maddi-manevi kültür değerlerini savunmayı esas almıştır. Ulus-devletin ideolojik zor aygıtlarına karşı ideolojik, örgütsel, politik ve ahlaki bir savunma biçimiyle cevap verilmiştir. Bu bağlamda geliştirilen meşru savunma dar anlamda askeri bir tanıma sığdırılamaz. Çünkü toplumsal yaşamın tümünü içeren bir konumlanmaya sahip olmuştur. Yine meşru savunma devletçi-iktidarcı savaşçılığa, meşru savunma güçleri de ulus-devlet ordusuna benzetilemez. Çünkü var oluş gerekçesi işgal ve sömürü olmadığı gibi, bunları esas alan savaşçılık da değildir. Meşru savunmanın esas sorumluluğu devlet dışı topluma odaklıdır. Özyönetim direnişinde korunmak istenen ve korunan toplumsal varlıktır. Kendine yeten bir toplumsal gerçekliği korumanın sorumluluğuyla ortaya çıkmıştır. Halklarımızın böylesi bir toplumsal düzeye ulaşmasının koşullarını oluşturmak istemiştir. Tarihsel ve toplumsal deneyimler göstermiştir ki bu kapsamda meşru savunma sistemini oluşturmayan toplumlar gerçek anlamda eşit, özgür ve demokratik toplum düzeyine ulaşamazlar, alternatif sistem inşa edemezler.

Bu bağlamda meşru savunma ancak radikal demokrasinin eşitlik ve özgürlük ölçüleriyle ele alındığında anlamlandırılabilir. Meşru savunma klasik “devrimci zor” tanımı içinde de ele alınamaz. Çünkü öz yönetim direnişinin varolan ulus-devleti yıkıp yerine yeni bir devlet kurma amacı yoktur. Ev ev, sokak sokak, savunulan özgür yaşam olmuştur. Tarihsel olarak doğal toplumdan günümüze dek devlet dışı toplumun direniş çizgisini esas almaktadır. Hedefi ise öz yönetimin savunulmasıyla demokratik konfederal sistemin inşasına yol açmaktır. Her türlü işgal, sömürü, baskı, devletçi-iktidarcı zihniyet, ilişki ve tutumun aşılmasını amaçlamaktadır.

Radikal demokrasinin gereği olarak özyönetim direnişi meşru savunmaya da bağlı olarak varlığını koruyacaktır. Demokratik siyasetin tüm boyutlarıyla önünün açılması, rolünü oynaması meşru savunmanın başarısına bağlıdır. Radikal demokrasinin direniş-inşa-meşru savunma boyutları iç içe yetkince geliştirip yaşamın her alanında hakim kılındıkça halklarımızın varlığı güvence altına alınır ve özgür yaşam koşulları oluşur.

Radikal demokrasi ekseninde şehir özyönetim direnişi, Çiyagerlerin anılarına bağlı kalma ve gerçekleştirme sorumluluğu gereği doğru değerlendirilmek durumundadır. Farklı biçimlerde de olsa süreç halen devam ettiğine göre, radikal demokrasinin ahlaki ve politik sorumluluğuna uymayan sağ-sol liberal anlayış ve tutumlardan arınarak Mehmet Tunçlar gibi katılım sergilemek radikal demokratlığın temel tutarlı ilkesidir. Bunun dışında ne radikal demokrat olunur ne de tutarlı eşitlikçi ve özgürlükçü.

 

 

 

 

 

[1] . Parastina Gelekî
[2] . a.g.e.
[3] . a.g.e
[4] . a.g.e
[5] . DUÇ, Cilt 5
[6] . DUÇ, Cilt 3
[7] . DUÇ, Cilt 5, s. 448
Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.