Düşünce ve Kuram Dergisi

Demokrasiyi Savunmak

Aydın Saka

Savaş sınırsızlaştı. Zamanı ve mekanı tanımaz oldu. “Biçimsizlik” savaşın temel tarzına dönüşmüş durumdadır. Artık savaş denilen ve savaş denilmeyen olguları birbirinden ayırt edebilmek oldukça zorlaşmıştır. Hâlbuki bir şiddet yüzyılı olan 20.yy’ın ardından yeni bir ‘şiddet dönemi’ne girileceği umuluyordu. Hannah Arendt, Engels’in ‘şiddet’ in araçlara bağımlılığı tespitine atıfla (özellikle silah teknolojisinin ulaştığı düzeye bakarak); “yıkım araçlarının mükemmelleştirilmesi işine girişenler nihayet öyle bir teknik gelişme düzeyine ulaşmışlardır ki, amaçları, yani bizzat savaş, ona hasredilmiş, ellerinin altında hazır duran araçlar yüzünden tümüyle ortadan kalkma noktasına gelmiş bulunuyor” demektedir.[1]

Gerçekten de pek çok filozof, benzer bir düşünüş ile, nükleer dengeler ve savaş teknolojisinin, ‘savaş’ı bir kazanma aracı olmaktan çıkardığını ve ‘caydırıcı’ bir unsura dönüştürüldüğünü düşünmekteydi. Çünkü mevcut teknolojik düzey Harvey Wheeler’in deyimiyle; “içlerinden birinin kazanması halinde, ikisinin de sonunu getirecek” bir noktaya varmıştır.[2]

Aslında ‘rasyonalite’ bunu öngörmüştür. Öyle ki savaşın ancak “dünyanın nükleer caydırıcılık kapsamına girmeyen bölümlerinde” (General Andre Beaufre) sürdürülebileceği varsayılmıştır. Fakat bu belirlenimciliğin doğru olmadığı kısa sürede açığa çıkmıştır. Clausewitz’in “bukalemun” diye tarif ettiği savaş gerçeği konusunda yanılmışlardır. Yanılgının iki temel sebebi vardır:

Birincisi; gerçekten de savaş teknolojisinin geldiği düzey klasik savaş tanımının pabucunu dama atmıştır. Günümüzde savaş da tıpkı bir bukalemun gibi, ‘ortama uyum’ sağlamayı bilmiş, 21. Yüzyılda azalmak veya sınırlanmak bir yana, sınırsızlaşmış, çeşitlenmiş, biçimsizleşmiş, ve tanımlamakta zorlanılan bir olgu haline gelmiştir. Dolayısıyla; “Atom gücünün stratejiyi hükümsüz bir hale getirdiği yolundaki varsayım temelsiz ve yanıltıcıdır. Atom gücü tahrip işini ‘intihar’ derecesine vardırmak suretiyle… dolaylı metotlara dönüşü teşvik edici ve çabuklaştırıcı rol oynamaktadır; savaşa, onu kaba bir biçimde uygulanışın üstüne çıkaran nicelikleri vermektedir.”[3]

İkincisi, savaşın iktidar ve devletle olan ontolojik bağı çözümlenmemiş, savaş daha çok devletler arasındaki ilişkileri düzenleyen bir araç olarak görülmüştür. Gerçekten savaş, “nihai ve amansız bir hakem” midir? Devletler arası ilişkinin düzenlenmesi (iktidar ilişkileri) bağlamında evet! Çünkü savaş bir iktidar pratiğidir. İktidar ise, toplum ve demokrasi karşıtlığıdır. Savaş esas olarak iktidar ve devlet güçlerinin toplumu daraltma ve kendisi olmaktan çıkarma saldırısının en “can alıcı” tarzı oluyor. Bu gerçeğin çözümlenememesi hem öngörülerin sakatlanmasına hem de mücadele konusunda yanılgılara yol açmıştır.

Bundan hareketle doğru bir mücadele bilinci ve doğrultusu için iktidarın günceldeki ‘saldırı’ durumunu ve toplumun ‘savunma’ perspektifini edinmemiz lazım:

  • İktidar; sürekli saldırı halidir. Sadece savaş yolu ile değil, yaşamın tamamına egemen olup toplumu daraltmak için her türlü aracı bu saldırısının malzemesi yapar. İktidarın temel eğilimi derinleşme ve yayılmadır. Günümüz iktidarın girmediği alan kalmamış gibidir. Bu anlamda “sistem içi”, “sistem dışı” gibi ayrımlar anlamlı olmaktan çıkmıştır. Zaten hegemonya ilişkisinden kastedilen de budur. Kimimizde az, kimimizde çok; iktidar ilişkileri “içimize” sızmıştır. “insan kalmakta ki” mücadelemizde bizi içerden vurmaktadır. Bu bir saldırı ve “savaş” halidir.
  • Toplum ise “direniş” halindedir ve “direniş, iktidara nazaran aslidir.”[4] İnsanın kendi kalmadaki ısrarıdır. İnsanın kendisi kalmak için geliştirmiş olduğu yöntem ve araçların tamamıdır. Direniş, tüm uygarlık tarihi boyunca “insanlıktan çıkmaya karşı doğal, insani bir tepki”dir ve “biçimleri bazen özgün olabilir ama genelde daha önceki biçimlerinden etkilenir.”[5] Biz buna “öz savunma” hali diyoruz.

Bu tarihsel ve siyasal okuma ışığında güncelde radikal demokrasi güçlerinin direnişi nasıl örgütlemeleri gerektiğine bakmak istiyoruz.

“Kendini Savunmayı Bil”

“Kendilik”, “savunma” ve “bilme” arasındaki bağ, bize ne için ve nasıl mücadele etmemiz gerektiğini öğretir. Bilmenin kendisi en temel savunma olmaktadır. Bunun tersi de doğrudur; bütün savunma fiilleri en ilkel halde bile (refleksif) olsalar da bir bilincin ürünüdürler. Bu evrensel gerçeği öznel kılan “kendilik”tir. Kendimizi savunmak, kendilik bilincimizin bir koşullanma olduğu gibi savunma refleksimizi öğretir ve örgütler.

Kendiliğimiz aynı zamanda bizim yerelliğimizdir. Çünkü kendilik bilincimizin içinde şekillendiği bir toplumsallık vardır. “Savunma”yı demokratik tutumun unsuru yapan da bu diyalektiktir. Savunma ile demokrasi arasında, pratikten teoriye; yerelden evrensele uzanan bir bütünlük hali vardır. Dolayısıyla “meşru savunmaya dayanmayan hiçbir ideolojik, siyasal akım demokratik değildir.”[6] Radikal demokrasi güçlerinin “tek” bir direniş halinden bahsetmiyoruz; aksine direnişin “çoklu” ve “demokratik” yapısına dikkat çekmek istiyoruz. Meşru savunma; sadece zihniyeti açıklar. Radikal demokrasi güçlerini diğer tüm “ara” kesimlerden (sistemle uzlaşma ve nemalanma ilişkisi içinde olanlar) ayıran temel noktaların başında meşru savunma zihniyeti ve direnişi gelir. Radikal demokrasi güçleri, direnişi iki ana başlık altında ve iç içe örgütlemek durumundadırlar.

 

a) Özsavunma:

“Toplum ya sömürgeleşmiş, eriyip çürümektedir; ya da direniştedir, ahlaki ve politik vasfını yeniden kazanmak ve işlerliğe kavuşturmak istemektedir. Özsavunma bu sürecin adıdır.”[7]

Ulus devletin inkar, imha, soykırım, asimilasyon ve her türden tekleştirici yönelimlerine karşı, radikal demokrasi; toplumun yeniden ahlaki ve politik vasfını kazanmasıdır. Radikal demokrasi toplumun özsavunma zihniyetiyle örgütlenmesini öngörür. Demokratik ulus bu örgütlenmenin “ruhu” olarak ifade edilmiştir.

Özsavunma radikal demokrasi güçlerinin kendisini oluşturma ve sürdürülebilirliğini sağlama tarzı olarak tanımladığımızda, sanılanın aksine, “zor/şiddet” gücünün en asgari düzeyde örgütlendirilmesi anlamını içeriyor. Hatta denilebilir ki, zor ve şiddetin önüne geçilebilmesi için her türlü tedbir ve örgütlenmenin geliştirildiği; zihniyet ve eğitim çalışmasının yapıldığı, ancak kaçınılmaz bir durum çıktığında ise (varlığını koruma ve özgürlüğünü sağlama) zor ve şiddetin “kontrollü” kullanımını ifade eder.

İnsan toplumu, doğa diyalektiğiyle sınırlandırılmayacağı gibi (oluşun bilincindedir, etkileyebilir) bundan azade de değildir. Varlığını bu diyalektiğe uygunluğa borçludur. Toplum, varlığını koruma sorununu çözümleyen formdur. Bu pozitif bir oluşmadır. İnsan böyle bir varlık kuşanmaktadır. Özgürlük bu oluş formunda anlam kazanmaktadır. O halde radikal demokrasinin özsavunmadaki ilk adımı, toplumun ahlaki ve politik temelde inşa edilmesidir diyebiliriz.

Biz buna inşacı özsavunma da diyebiliriz. Özsavunmayı sadece zorun örgütlendirilmesi olarak ele alırsak, iktidarcı/ devletçi geleneğin zor’u bir “oluş” diyalektiği haline getiren çarpıtmasına düşmüş oluruz. Dolayısıyla savunma görevini devletten bekleyen, “güç” ve “iktidar” olmaya endeksleyen bir duruşumuz olur ki, bu özsavunmanın ruhundan kopmak anlamına gelecektir. Onun için toplumsal varlık zemininde ve özgürlüğü sağlama hedefiyle perspektife kavuşmuş bir radikal demokrasi örgütlülüğü, özsavunmanın demokratik ulus zihniyeti ile inşa edilebileceğini görmüş olacaktır. Buna göre:

 

İdeolojik Özsavunma

Sistemin iktidar olabilmesi, zor ve saldırıyı (iktidar olma ile savaş arasında ontolojik bir bağ vardır) meşrulaştırabilmesi için zihniyet üzerinde etkili olması lazım. Toplumun zihniyet dünyası üzerine saldırı yürütmeden, iktidar ve sömürü düzenini “meşru”laştıramaz. Zor, bu ideolojik saldırının olmazsa olmazı olmakla birlikte, esas itibariyle ahlaki ve politik toplumu kendisine yabancılaştıran ve bu temelde hegemonik ilişki “düzeneği”ni oluşturan ideolojik saldırıdır. Günümüzde toplumun “varlığını koruma ve özgürlüğünü sağlama” ilkesine yaklaşımı karşısındaki yabancılaşmasına baktığımızda, ideolojik saldırının çok “şiddetli” olduğunu gözlemlemek mümkündür.

Bilinçlerde geliştirilen çarpıtma ile birey ve toplumun manevi değerleri (ahlaki ve politik yapısı) kontrol altına alınır, insanların “kendilik” bilinci köreltilir ve egemenlerin fikir dünyası ile yaşamaya başlarlar. Bundan sonrası ise kölelik ve hegemonik ilişkilerin bir dişlisi haline gelmektir. Yani toplumun öz bilinci çarpıtılmakta, saldırının nereden ve kimden geldiği muğlaklaştırılmaktadır. İktidar, toplumun iç mücadelesine dönüşür. Böylece egemen yapılar kendi anti-toplumculuğunu gizler ve oluşan diyalektiğini kendine bağlar, kendisini kurucu özne pozisyonuna getirir.

Bu saldırı düzeninin bize gösterdiği gerçeklik şu: özsavunma her şeyden önce bir bilinç edinme, ideolojik mücadele durumudur. Radikal demokrasi nedir, niçindir, nasıl var oluyor; iktidar, devletli güçler kimdir, nasıl yaşar, nasıl örgütlenir; bu iki güç arasındaki ilişki ve mücadele nasıl gelişir? Gibi sorulara vereceğimiz cevaplar bizlerin mücadele pozisyonunu belirleyecektir. “Birey ve toplum saldırıyı görecek, anlayacak, ona karşı tedbir geliştirecek düzeyde bilinçli olursa, saldırı boşa çıkarılabilir. Bu bilinci gösteremeyenler, saldırıyı anlamayanlar, saldırının nereden, nasıl geldiğini göremeyenler, bilmeyenler… savunma yapamazlar.”[8]

Günümüzde bilgi ve kaynaklara ulaşma, bilinç edinme imkanları sınırsızlaşmış olmakla birlikte adeta paradoksal bir hal alarak, insanların-toplumların öz bilincini neredeyse yok etme eşiğine getirmiştir. Sistem tarafından bir bombardıman tarzında ideolojik saldırı yapılmaktadır. İnsanların ruhu, duygusu ve düşüncesi çarpıtılarak özsavunma yapamaz hale getiriliyor. Yani kendisi olmaktan çıkarılıyor, tarihsizleştiriliyor, felsefesizleştiriliyor, siyasetsizleştiriliyor, kültürsüzleştiriliyor, düşüncesizleştiriliyor, toplumsuzsuzlaştırılıyor ve nihayetinde insansızlaştırılıyor. Böylelikle “yönetir” (daha doğrusu “idare” edilir) hale getiriliyor.

Radikal demokrasi güçlerinin buna karşı özsavunması büyük bir eğitim seferberliğidir. Yani yaşamın her anı ve mekanının ideolojik mücadelenin birer “mevzi”si haline getirilmesi, toplumun öz bilinç faaliyetlerinin örgütlendirilmesidir. Akademilerden kültür-sanat evlerine, mahalle okullarından spor komplekslerine, entelektüel çalışmalardan propagandaya kadar tüm zihniyet çalışmaları öz savunma bilincini oluşturmak ve bilinci özsavunma olarak geliştirmek zorundadır. Radikal demokrasi güçlerinin geliştireceği örgüt ve eylem ancak bu bilinç faaliyeti ile anlam kazanır.

 

Politik Örgütlenme Olarak Özsavunma

Politika alan, örgütlenme alanıdır. Devlet her türlü iktidar ve hiyerarşiyi tüm toplumsal yapıya içkin hale getirerek politikayı toplumsuz, demokrasisiz hale getirir. Halbuki toplum ontolojik olarak politiktir, bu toplumun-demokrasinin alanıdır. Devletçi iktidarcı güçler, bu alanı ellerinde tuttukları sürece sömürü ve iktidarcılık yapabilirler.

Devlet, geliştirmiş olduğu bilinç çarpıtmasıyla, politik alanı “kendisine ait” kılmıştır. Dolayısıyla politika, “devleti-iktidarı ele geçirme” faaliyeti olarak bilinmektedir. Halbuki politika toplumun kendi öz işidir, “öz yönetim”dir. O halde radikal demokrasi güçleri devlet ve iktidar olmayı hedeflemeden, toplumun öz yönetimini oluşturma temelinde, demokratik inşaya yönelmeyi bilmelidirler. Bu, toplumun yaşamın her anı ve mekanında kendi kendini yönetir hale getirmedir.

Kapitalist modernite günümüzde bir yandan tüm toplumsal örgütlenmeleri dağıtarak toplumu parçalara ayırırken, diğer yandan kendi örgütlülüğünü “çelik çekirdek”ler içine alarak adeta görünmez kılmaktadır. Özellikle ulus-devlet zihniyeti toplumu ve devleti özdeşleştirdikçe, var olan tüm örgütlemeler devletin ruhu olan bürokrasi, hiyerarşi, cinsiyetçilik ve merkeziyetçilik tarafından ele geçirilmektedir.

Radikal demokrasi güçleri bu saldırıya karşı, birey başta olmak üzere tüm toplumu kendi kendisine örgütler ve yönetir hale getirerek mücadele edebilirler. Öyle ki örgütsüz tek bir birey bırakılmamalı, her bir bireyin birden fazla örgütlülük içinde olması sağlanmalıdır. Komün, kooperatif, köy, mahalle, kent meclisleri ile örgütlenmiş bir toplum, devletten “kurtulmuş” bir toplumdur. Örgütlü toplum özsavunma halindeki toplumdur. Burada devleti “yıkmaktan” bahsetmiyoruz. Bu, devleti aşmaktır. Daha doğrusu, yönetim alanından, devleti çıkarmaktır. Radikal demokrasi, kendi özsavunmasını örgütlü toplumla yapmak durumundadır.

 

Eyleyerek İnşa etmek

Örgütlü toplum eyleyebilir. Radikal demokrasi eylemli olmak; eylemek ise örgütlenmektir. Çünkü örgüt eylemi, eylem örgütü oluşturur. Eylemeyen örgüt oportünist; örgütlenmeyen eylem ise popülisttir. Radikal demokrasi, bilinç ve eylem bütünlüğüdür.

Bilinç kazanmış ve örgütlenmiş toplum eylemle özsavunmayı pratik alana kavuşturur. Bilinç ve örgütten yoksun bir eylem, özsavunmayı değil, sapmayı ve her türlü tehlikeye açık hale gelmeyi ifade eder. Eylemi, klasik bir “kalkışma, yakma, yıkma, çatışma” olarak gören negatif anlayış, negatif sonuçlara yol açar. Halbuki inşa pozitiftir, insanın kendisi eylemdir. Bu durumda eylemi yerli yerinde tanımlamak önemlidir.

Bilinçlenme ve örgütlenmek de birer eylemlilik halidir. Bilinç alanında saldırı olursa oradan cevap verilir; örgütlülüğe saldırı olursa oradan özsavunma yapılır; fakat daha kompleks bir saldırı varsa sadece bilinç ve örgütlenme yetmeyecektir. İnşa edilmiş bilinç ve örgütlülük “pozitif” eylemlilikle buna cevap verir. Kendilerini radikal demokrasi içinde tanımlayıp ifade eden tüm örgüt, grup, kurum ve kişiler yapacakları eylemler ile “birileri çözsün” beklentisi içinde olamazlar. Aksine, eylem aynı zamanda kendi çözüm alternatifi ve örgütlülüğünü de oluşturmalıdır. Pozitif eylemler, saldırıyı karşılıyor ve boşa çıkarıyorsa, işlevlerini tamamlayan gerekli ölçü ve zamanda sonuca bağlanır. Burada şu iki durum açığa çıkıyor: Birincisi bu imkanlar varken, bunları kullanmadan negatif eylem alanına geçilmesi; ikincisi de bunların hiçbiri bu saldırıları karşılamamasına rağmen bunda ısrar etmek, hatta “geçici” bile olsa bunların gerisine düşmektir. Bu, özsavunmadan çıkmak anlamına gelir. Ve “güçlü” olanın daha çok saldırmasına yol açar. Doğru olan “demokratik direniştir.” Radikal demokrasi güçlerinin üzerine düşen görev bu demokratik direnişi örgütlemektir.

 

b) Meşru Savunma

“Kaçın, ama kaçarken yanınıza bir de silah kapın.”
 (G.Deleuze)[9]

“Şiddetin” ve “savaş”ın biyolojik veya evrimsel temellere, “doğa durumu” na dayandırılarak “bilimsel”leştirilmesi ve rasyonelleştirilmesi yönündeki her türlü ideolojik ve siyasi görüşü reddetmek koşuluyla şiddet ve savaş, eğer bir insan pratiği ise sebebini izah etmek gerekir. Sorun nedir? Ya da sorunun faili kimdir? Elbette “sermaye ve iktidar tekelidir.”[10]

Radikal demokrasi bilinci bize bunu öğretir. Uygarlık, iktidarcı-devletçi güçlerin topluma dönük yürüttüğü bir savaş ve şiddet saldırısıdır. Tüm diğer alanlarda olduğu gibi “zor” alanında da bir tekel kurmuştur. Bunun dışındaki tüm diğer zor kullanımları “yasadışı” ve “terörizm” şeklinde yaftalanır. İktidar, kendi zorunu meşrulaştırmak için bin dereden su getirir ve sürekli kullanıma hazır tutmak üzere elinde (eli arkasındadır!) tutar.

İktidarın en temel eğilimi derinleşme ve genişlemedir. Yani gelip duracağı bir nokta yoktur. Gerekirse işgal etmiş olduğu yeri birkaç sefer daha işgal edebilir. Ontolojik olarak duramaz. Mesela insan, iktidarın gelip dayanacağı bir nokta olduğunu bilse, noktanın ötesine geçer ve tabiri caizse hiç “yüz göz” olmaz. Deleuze’un dediği gibi “kaçar” zaten ilk “savunma” pratiği kaçmak olmuştur. Savaş ve şiddete yabancı olan doğal topluluklar kaçmayı bir savunma stratejisi olarak uygulamışlardır. Fakat iktidarın gelip dayanacağı “o nokta” hiç olmamıştır. Ve bir müddet sonra o kaçan topluluklar, hem kaçmaya hem de dönüp karşı saldırı geliştirmeye başlamışlardır. İktidar ve devlet saldırıları arttıkça “savunma stratejileri” de çeşitlenip genişlemiştir. Günümüzde radikal demokrasi bileşenlerinin, savunma stratejileri de bu özsavunma pratiğinin tarihselliğine dayanır. Biz buna meşru savunma diyoruz.

Radikal demokrasi güçleri açısından meşru savunma “varlığını koruma ve özgürlüğünü sağlama” ilkesi ve ölçüsüyle içeriğine kavuşur. Özsavunma anlayışımızın dışında değildir. Özsavunmanın yetmediği koşullarda devreye girer. Zor’un tümden reddi veya sadece devlete “mahsus” görülmesi, ya sonsuz kölelik ya da imha olmak demektir. Toplum buna karşı direniş halindedir.

Direniş esnasında kullanılacak zorun ölçüsü, sınırları, tarzı, miktarı gibi konuların radikal demokrasi güçlerince çok tartışılmadığı doğrudur. Ya tümden devlet ve iktidar araçlarına başvurulmakta ya da pasifizm tercih edilmektedir. Hiçbir devlet dışı oluşumun devletli uygarlık araçlarını kullanarak özgürlük ve eşitlik geliştirebileceği söylenemez. Ancak meşru savunma olmadan, geliştirilen her türlü pasifizm de uygarlık gerçeğini karşılamaktan uzaktır. Bu bakımdan yöntem arayışımızı ne devlet zoru, ne “devrimci şiddet”, ne de pasifizm karşılamaktadır. Açıkçası şiddet konusunda “genel” bir rasyonalizasyon ve formülasyon oluşturmak çok doğru gelmiyor. Çünkü saldırı çok boyutlu ve “değişik”tir. O halde savunma da öyle olmak durumundadır. Yani “yerellik” ve “özgünlük” kendi meşru savunma biçimini belirler.

Bu noktada iki ilke belirleyebiliriz: Birincisi, devleti ve iktidarı hedeflememek; ikincisi, varlığını koruma ve özgürlüğünü sağlama sınırları içinde kalmak! Çünkü “demokratik şiddet toplumu sadece savunabilir, yaratamaz.”[11]

“Sistem dışında” kalmanın çok zorlaştığını ifade etmiştik. Fakat bu, burada çakılıp kalacağımız anlamına gelmez. Radikal demokrasi güçlerinin bir görevi de sistemin dışına çıkıp, kendi demokratik sistemlerini inşa etmektir. “Çıkış, asla tamamen barışçıl ve uzlaşımsal olamaz… Her çıkış aktif bir direniş, hükümdarın gönderdiği takip birliklerine karşı bir savaş gerektirir.” [12] Radikal demokrasi açısından şiddet kullanımının kaçınılmazlığı kendini dayattığından, elbette bunun kabul edilebilirlik ölçüleri olmalıdır. Bu da “ahlaki ya da yasal bir a priori çerçeveye göre değil, a posteriori olarak, yani şiddetin sonuçlarına göre” [13] değerlendirmeye götürüyor. Yani meşruiyet elde edilecek sonucun ahlaki ve vicdani ölçülere uyması halinde sağlanmaktadır. Radikal demokrasi güçleri açısından böyle bir ölçü yanlış değildir. Yukarıda ifade ettiğimiz gibi yerellik ve özgünlük, kendi koşullarınca uygun formülasyonu oluşturur. Ama, günümüzdeki gibi toplumsal hareketlerin “isavari” bir tavrı esas almaları, ne sistem gerçeğini ne de demokrasi güçlerinin var oluş tarzını yansıtmaktadır. İsavari yaklaşım, devlet zoruna içerilen meşruiyet ortadan kaldırılmadan, demokratik eylem ve örgüt yaratma koşulları oluşturulmadan geçerlilik sağlayamaz. Her radikal demokrasi bileşeni mutlak olarak şiddeti esas almalı demiyoruz. Ya da şiddeti kutsama pozisyonunda değiliz. Ancak meşru savunma ile devlet şiddetini ayrıştırmamız gerektiğini, özsavunmanın ontolojik olduğunu, hele hele günümüz koşullarında özsavunma örgütlülüğünü geliştirmemenin, meşru savunmayı yapmamanın öldürücü etkilerinden bahsediyoruz. Tarih ve günümüz “şiddet karşıtlığı” adı altında özsavunmasından vazgeçmiş ve sonuçta ya sistemle birleşmiş ya da tam bir trajediyi yaşamak durumunda kalmış bir çok hareket ve direniş ile doludur.

“Zafer, savaşı istemeye istemeye yapanların olsun.”
Malraux

 

 

 

 

 

[1] . Şiddet Üzerine; H. Arendt, iletişim, s.11
[2] . A.g.e, s.10
[3] . Strateji, Dolaylı Tutum, B.H.Liddel Hart, doruk, s. 20
[4] . Çokluk, A.Negri-M. Hardt
[5] . Er-Tarihe Karşı, F. Perlman
[6] . Duran Kalkan, fotokopi
[7] . D.U.Ç, cilt 3, s. 180
[8] . Duran Kalkan, fotokopi
[9] . akt: Cogito, sayı 6-7
[10] . BHS s.12
[11] . Çokluk, s.13
[12] . a.g.e
[13] . a.g.e
Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.