Düşünce ve Kuram Dergisi

Çözümün Anahtarı Demokratik Zihniyettir

Kerim Nuda

AKP-MHP yönetimi altında Türkiye’deki faşist baskı, terör, sömürü ve katliam uygulamaları tarihte bilinen bütün faşist diktatörlükleri geride bırakmış durumda. Mevcut baskı ve sömürü altında işçi ve emekçiler kelimenin tam anlamıyla kan ağlıyor. Yokluk ve yoksulluk en üst seviyede seyrediyor. Başta Aleviler olmak üzere farklı inanç grupları üzerindeki baskılar her geçen gün artıyor. Kadına yönelik taciz, tecavüz ve katliam uygulamaları her yana yayılmış; neredeyse her gün birden fazla kadın katlediliyor. Ötekileştirme ve kendinden olmayana dönük her türlü hakaret adeta meşru kabul ediliyor.

Tabi tüm bu terör ve katliam uygulamalarının katmerlisi Kürtler üzerinde gerçekleştiriliyor. Kürtçe konuştuğu ya da müzik dinlediği için insanlar sokaklarda linç ediliyor. Kürt siyasetçileri ya tutuklanıp zindanlara dolduruluyor ya da sorgusuz sualsiz katlediliyor. Kürt gençlerine yönelik özel savaş uygulamaları son derece planlı ve örgütlü bir biçimde yürütülüyor; Kürt gençleri arasında fuhuş, uyuşturucu ve ajanlaştırma uygulamaları bizzat devlet tarafından örgütlü olarak geliştiriliyor. Kürdistan adeta yaşanılamaz bir alan haline getirilmiş durumda. Yıllardır köyler ve mahalleler yakılıp yıkılıyor, Kürtler yerlerinden ve yurtlarından zorla göç ettiriliyor. Yerlerine ise en son Suriye ve Afganistan olmak üzere onlarca ülkeden insanlar getirtilip yerleştiriliyor. Böylece Kürdistan’ın demografisi değiştirilmeye çalışılıyor.

AKP-MHP yönetimi sadece Türkiye Cumhuriyeti Devleti içindeki Kürtlere değil, sınır dışındaki ve dünyanın dört bir yanındaki Kürtlere de saldırıyor. Buralarda da Kürtlere karşı katliam ve işgal uygulamalarında bulunuyor. Dahası Kürtlerin sadece dirisine değil, ölüsüne ve tüm kutsal değerlerine de saldırıyor. Kürt militanların cesetlerini parçalıyor, mezarlıklarını tahrip ediyor, cenazeleri ailelerine vermiyor ve defin törenleri yaptırmıyor. Kürtlerin dirisine ve ölüsüne saldırdığı gibi doğasına da saldırıyor. Ormanlarını yakıyor, zenginlik kaynaklarını yağmalıyor, doğal güzelliklerini tahrip ediyor.

Kuşkusuz söz konusu uygulamalar daha da çoğaltılabilir ve böyle yüzlerce uygulama sıralanabilir. Ama buradaki amacımız için belirtilenler yeterlidir. Çünkü buradaki amacımız bu tür uygulamaları sıralayarak, AKP-MHP yönetimini teşhir etmek değildir; buradaki amacımız bu tür uygulamaları örnek göstererek, esasta bunlara yol açan zihniyet durumunu açığa çıkartıp ortaya koymaktır. Söz konusu zihniyet yapısının nasıl çelişkili, antidemokratik ve hastalıklı olduğunu göstermektir. Çünkü söz konusu faşist-sömürgeci uygulamalar kendiliğinden olmamaktadır; tersine tekçi, faşist, sömürgeci, hatta ırkçı bir zihniyet yapısının, düşünce durumunun uygulamaları olarak ortaya çıkmaktadır.

Bugün AKP-MHP yönetimi altında faşist baskı, terör ve katliam uygulamaları tarihteki tüm faşist diktatörlüklerin uygulamalarını aşar düzeye ulaşmışsa, bu durum AKP-MHP yönetimindeki faşist-soykırımcı düşünce yapısının da zirve yapmış olduğu anlamına gelmektedir. Gerçekten de Kürt, kadın, halk ve Alevi düşmanlığı AKP-MHP yönetimi altında zirve yapmış durumdadır. Kuşkusuz hepsinin merkezinde de Kürt düşmanlığı vardır. AKP-MHP yönetimi tüm iç ve dış politikayı Kürt düşmanlığı ve Kürtlerin yok edilmesi üzerine oturtmuş durumdadır. Tüm ideolojik, politik ve askeri faaliyetlerini bu çerçevede yürütmekte ve Türkiye’nin tüm imkânlarını buna seferber etmektedir. “Beka sorunu” diyerek AKP-MHP yönetiminin yaptığı budur.

Çok açık ki AKP-MHP yönetimi, Kürt halk varlığını inkâr edip imha edebilmek için her yönteme başvurmakta, her aracı kullanmakta ve tüm imkânları seferber etmektedir. Bunun için kapitalist modernite sisteminin binbir suratlı liberalizmini, yani milliyetçiliği, dinciliği, cinsiyetçiliği ve bilimciliği en ileri düzeyde kullanmaktadır. Bu temelde her türlü yalanı uydurmaktan, gerçekleri tersyüz etmekten, toplumun beynini yıkamaktan geri durmamaktadır. Adeta bukalemun gibi pragmatizmin ve demagojinin her türüne başvurmaktadır. Sanat ve edebiyat gibi toplumun en değerli varoluş alanlarını bu temelde saptırabilmektedir. Gerekirse Türk halk varlığını inkâr edebilecek bir düzeye bile düşebilmektedir. Yeter ki Kürt halk varlığının inkârına ve imhasına hizmet etsin! Bunun için her yöntemi ve aracı kullanmaktan, adeta Türkiye’yi bir felaketin içine sürüklemekten bile geri durmamaktadır.

Kuşkusuz bu durum Türk modernleşmesiyle, Türk milliyetçiliğinin şekillenmesiyle ve Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin oluşumuyla bağlantılıdır. Söz konusu sürecin 12 Eylül 1980 Askeri Darbesiyle son noktaya vardığı ve darbe rejiminin de esas olarak günümüzdeki AKP-MHP faşizmini ortaya çıkartıp onda somutlaştığı bilinmektedir. Bu son halkayı ifade eden 1982 Anayasası’nın Türk tanımı ise şöyledir: “Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ne vatandaşlık bağlarıyla bağlı olan herkes Türk’tür.” Anayasa’nın bu maddesi, “değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif bile edilemez” maddeleri arasındadır.

Dikkat edilirse, söz konusu Türklük tanımı tarihsel ve toplumsal açıdan yanlıştır, sakattır. Öncelikle yanlışlık şurdadır: Türklük gibi bir toplumsal gerçeklik, devlet gibi bir siyasi-askeri yapıyla tanımlanmaktadır. Böyle bir tanımlamanın hiçbir bilimsel değeri ve hakikat açıklayıcılığı yoktur. Diğer yandan söz konusu tanımlama, Türk halk ya da ulus varlığını Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin varlığına bağlamaktadır ki, bunun da yanlış ve de sakat olduğu ortadadır. Örneğin, eğer Türklük sadece Türkiye Cumhuriyeti Devleti’yle var oluyorsa, o zaman Türkiye Cumhuriyeti Devleti öncesinde ve dışında Türklük var olamaz. Bu durumda da “Orta Asya’dan gelen Türklük” ve “Orta Asya Türklüğü”, “Dünya Türklüğü” gibi sözler ve tanımlamalar bir hikâye olmaktan öteye geçmez.

Çok açık ki, böyle bir durumu ispat etmeye çalışmak bile anlamsızdır. Açıkça görülmektedir ki Türk varlığını Türkiye Cumhuriyeti Devleti’yle tanımlamak her bakımdan yanlıştır. Çünkü Türk varlığını sadece Türkiye Cumhuriyeti Devleti sınırları içine hapsetmektir ve Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin oluşumuyla başlatmaktadır. Yani Türkiye Cumhuriyeti Devleti öncesindeki ve dışındaki Türk varlığını inkâr etmektedir.

Açık ki burada şu soru ortaya çıkmaktadır: Türk milliyetçiliği, Türk resmi ideolojisi neden bu kadar basit ve kaba bir yanlışı yapabilmektedir? Neden Türk varlığını bu biçimde çarpıtmakta ve adeta inkâr edecek duruma düşmektedir? Kuşkusuz söz konusu soruların cevabı kısa ve kolaydır: Kürt halk varlığını inkâr edip imha edebilmek için! Cevap işte bu kadar açık ve nettir. Çok açık ki AKP-MHP faşizminin sadece siyasi ve askeri uygulamaları Kürt düşmanlığına bağlı değildir; aynı zamanda tüm zihniyet ve düşünce yapısı, tüm ideolojik şekillenişi de Kürt düşmanlığına bağlıdır. Kürt düşmanlığı, Kürt halk varlığını yok sayıp yok etme durumu Türk milliyetçiliğinde, TC yapılanışında ve AKP-MHP yönetiminde bir zihniyet ve ideolojik yapılanış olmaktadır. Tayyip Erdoğan’ın sık sık tekrarladığı ya da kendisine tekrarlatılan tekçilik işte bu durumu ifade etmektedir. Kürt varlığını inkâr edebilmek için neredeyse Türk varlığı inkâr edilir bir duruma düşülmektedir.

 

Türkçülük Devlet Yapımıdır

Kuşkusuz böyle bir zihniyet yapılanışı ve ideolojik şekillenme bir anda ortaya çıkmamıştır. Elbette bunun bir tarihsel oluşum ve gelişme süreci söz konusudur. Belki de böyle yanlış, sakat ve hastalıklı bir zihniyet ve ideolojik şekilleniş de söz konusu sürecin özellikleriyle bağlıdır. Türk modernitesinin Avrupa’ya özenti ve bağımlılık temelinde şekillendiği bilinmektedir. Yani özü itibariyle yerli değil, yabancıdır ve işbirlikçidir. Bunun düşünsel öncülüğünü de Jön Türkler Hareketi yapmıştır.

Bilindiği gibi, Jön Türklük öncelikle “Yeni Osmanlıcılık” akımı biçiminde ortaya çıkmış ve kendisini bu biçimde tanımlayıp geliştirmek istemiştir. Fakat kapitalist modernite sistemi ve Saray tarafından bunun gelişmesine fırsat verilmeyince, bu sefer hareket kendisini “Panislamizm” biçiminde ifade etmiştir. Arap toplumunda Osmanlı İmparatorluğu’ndan ayrılma eğilimi gelişince, bu sefer “Pantürkizm” tanımı öne çıkmıştır. Söz konusu gelişme İttihat ve Terakki Cemiyeti’nde “Türk-İslam Sentezi” biçiminde somutlaşmıştır. Bu temelde Türklük İslamlıkla birleştirilerek devletin resmi varlığı haline getirilmek istenmiştir.

Birçok hizipten oluşan İttihat ve Terakki Cemiyeti’nde de esas olarak Enverist ve Kemalist akımlar farklı süreçlerde yönlendirici olmuştur. Osmanlı İmparatorluğu’nun Birinci Dünya Savaşı’ndaki yenilgisi ardından Enver Paşa tarafından uygulanmaya çalışılan Turancı akım, tüm dünya Türkülüğünü birleştirme hedefini esas almıştır. Enver Paşa’nın Orta Asya’daki serüvenleri böyle ortaya çıkmıştır. Turancı akımın başarısızlığı ardından ve kurduğu Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin gücüne de dayanarak M. Kemal Paşa ideolojik dayanak aramaya çıkmış, 1930’larda “Güneş-Dil Teorisi” denen bir anlayışı geliştirmeye çalışmıştır. Kemalist milliyetçilik olarak da ifade edebileceğimiz söz konusu bu teoriye göre, Türklük Sümerlerden gelmektedir ve tüm diller ve milletler de Türklerden doğup var olmuştur. Yani bu biçimde Türklük tüm dillerin ve milletlerin doğuşunun temeline konmuştur. Sümerlerle başlatmak ise, Türklüğü devletle özdeş ele almayı ifade etmiştir.

Söz konusu anlayış 1924’ten itibaren anayasa dahil her alanda adım adım yerleştirilmiştir. 27 Mayıs 1960 ve 12 Mart 1971 askeri darbeleriyle de daha etkili ve hakim hale getirilmeye çalışılmıştır. Bu süreçte 12 Eylül 1980 faşist-askeri darbesi son bir durak olmuş, 1982 Anayasası söz konusu anlayışı devlete ve topluma hakim kılmak üzere şekillendirilmiştir. Şimdi bu Anayasa’yı uygulamak ve Kürtlere karşı uluslararası komployu başarıya götürmek üzere görevlendirilmiş olan AKP-MHP yönetimi, Türk milliyetçiliğinin Turancı ve Kemalist versiyonlarını yeni bir sentezde birleştirerek, güncellenmiş bir “Türk-İslam Sentezi” yaratmaya çalışmaktadır.

Kendilerini Kemalist olarak tanımlayan CHP’liler, özellikle de Bülent Ecevit ve Deniz Baykal hep Anayasa’daki söz konusu Türk tanımının bir “üst kimlik” tanımlaması olduğunu, Türklüğün bir ırkı veya milleti temsil etmediğini, dolayısıyla Türkiye’de herhangi bir milli sorunun gündemde olmadığını, “Kürt sorunu” denen şeyin aslında bir aşiretçilik ve feodalite sorunu olduğunu, “Doğu”da aşiretçi-feodal yapının aşılıp kapitalist modernitenin geliştirilmesiyle söz konusu sorunların aşılacağını savunmuşlardır. Bazı dönemler etkili olsa da söz konusu inceltilmiş Türkçülük fazla inandırıcı ve uzun ömürlü olmamış ve CHP’nin zayıf düşüp iktidarı kaybetmesinde temel bir rol oynamıştır.

Fakat CHP de dahil tüm Türk milliyetçiliğinin ortak olarak en çok dillendirdiği tanım şu olmaktadır: “Türk’ü, Kürt’ü, Arap’ı, Çerkes’i ve Lazı’yla hepimiz biriz ve sonuçta Türk’üz” denmektedir. 12 Eylül Anayasası’nın yukarıda ifade ettiğimiz maddesini savunurken böyle söylemektedirler. Özellikle Tayyip Erdoğan da söz konusu ifadeyi pek beğenmekte ve çok sık olarak kullanmaktadır. Aritmetik olarak düşünüp söz konusu ifadeyi bir denklem halinde değerlendirirsek sonuç şöyle olur: Denklemin iki yanındaki “Türk” kavramı birbirini dengeler ve dolayısıyla denklemin ilk yanındaki Kürt, Arap, Çerkes, Laz ve benzeri kavramların hiçbir hükmü kalmaz. Yani onlar aslında yok hükmündedirler. İşte Türk’ten başka milli kimliğin inkârı, yani yok sayılması böyle gerçekleşmektedir. Dolayısıyla söz konusu ifade bir demagojiden öte bir şey ifade etmemektedir. Aslında Türk milliyetçiliğinin ırkçı, şoven ve soykırımcı yanını gizlemek için kullanılan kavramlar ve de ifade olmaktadır.

Aslında Türk egemen dil ve üslubu böyle kavram kargaşasıyla doludur. Bu durum da bizzat devlet tarafından son derece bilinçli, planlı ve örgütlü olarak yapılmaktadır. Ya kavramların özü boşaltılıp anlamı değiştirilerek yanlış kullanılmakta ya da yeni kavramlar üretilerek dil dejenere edilmektedir. Bu biçimde konuştuğunu ve dinlediğini anlayamaz bir durum ortaya çıkartılmaktadır. Özellikle Türkçe’nin diğer dillerden çok fazla kelime almış olması, bu biçimdeki anlam bozmaya fırsat vermektedir. Örneğin başka bir dilden alınan bir kelime Türkçe anlama kavuşturulurken içeriği değiştirilmektedir. Tabi bu da Kürt, halk ve kadın düşmanı resmi ideolojinin doğrulanması temelinde yapılmaktadır. Bu anlamda Türkçe sözlükler genellikle yanlış bilgilerle doludur. Örneğin devlet ile ulus ve vatan kolayca aynılaştırılmaktadır. Arapça da farklı anlamlar içeren “uygarlık” ile “medeniyet” kavramları sanki aynı anlamdaymış gibi ifade edilebilmektedir. Bu nedenle Türkçe sözlüklerdeki bilgilere kuşkuyla yaklaşmak ve mümkünse başka dillere bakarak kavramların anlamını doğrulatmak en uygun olanıdır.

Peki, milliyetçi dil ve üslup bu tür çarpıtmaları niçin yapmaktadır? Başkalarını aldatabilmek için, kendi gerçeğini gizleme gereği hissettiği için bunu yapmaktadır. Tarihsel ve toplumsal gerçekleri çarpıtıp kendi ırkçı, şoven, inkârcı ve soykırımcı yapısını gizlemek, insanların beyinlerini yıkayarak kendi yalanlarına inanmalarını sağlayabilmek için böyle yapmaktadır. Bu temelde burjuva liberalizminin bozucu ve saptırıcı özelliklerini ustaca kullanmaktadır. Denebilir ki günümüzde küçük-burjuva liberalizminin en yoğun saldırısı bu temelde gelişmektedir. İçerik olarak iflas eden küçük-burjuva liberalizmi, kavramların özünü değiştirerek kullanıp dili anlaşılmaz hale getirmeye ve dolayısıyla insanlarda düşünce ve anlam gücü gelişemez bir durumu ortaya çıkarmaya çalışmaktadır. Kapitalist modernite liberalizminin günümüzde tüm demokratik modernite güçlerine, devrimci ve sistem dışı güçlere dönük en yoğun ve tehlikeli saldırısı böyle yaşanmaktadır. Kuşkusuz bunu en fazla da AKP-MHP yönetimi yapmaktadır. Unutmayalım ki, AKP-MHP yönetimi sadece siyasi ve askeri bir saldırı içinde değildir; aynı zamanda çok yoğun bir ideolojik ve felsefi saldırı içindedir de. Bu temelde her şeyi yeniden yorumlamaya çalışmakta, yeni bir dil, üslup, tarih, kültür anlayışı, ahlak, hatta din yaratmaya çalışmaktadır. Bunun için de bilimi, sanatı ve edebiyatı çok kötü ve yoğun bir biçimde kullanmaktadır. Faşist rejimin katliamlar yapan çeşitli çete örgütlenmeleri olduğu gibi, toplumun bilincini çarpıtıp beynini yıkamayı hedefleyen sanat ve edebiyat ordusu da vardır.

Örneğin belki de milyarlarca lira harcanarak yaptırılan yüzlerce bölümlük dizi filmler vardır. Peki, hiçbir ülkede bulunmayan bu tür filmler Türkiye’de AKP-MHP iktidarı tarafından niçin yaptırılmaktadır? Açık ki, bu temelde yeni bir zihniyete sahip toplum oluşturulmak istenmektedir de ondan. Yani Türkiye insanı ve toplumu o dizilerle eğitilmek ve yeniden şekillendirilmek istenmektedir. Kuşkusuz söz konusu dizi filmlerle de kendi ırkçı, şoven, tekçi, soykırımcı, milliyetçi ideolojilerini topluma özümsetmeye çalışmaktadırlar. Toplumu savaşçı bir toplum haline getirmek istemektedirler. Tarihi olayları çarpıtarak, işledikleri kırımları, Ermeni, Asuri-Süryani ve benzeri soykırımları gizlemeye veya tersyüz etmeye çaba harcamaktadırlar. Orta Asya’dan Anadolu’ya yeni bir tarih tezi oluşturmaya, Kürtsüz ve Kürt desteğinden uzak bir Türk tarihi yaratmaya çalışmaktadırlar. Türklüğü İslam’la ve devletle özdeşleştirmek için her türlü çabaya başvurmaktadırlar. Yüzyıllardır söylenen “at-avrat-silah” edebiyatını böyle güncellemek istemektedirler. Yeniden tam bir “ordu-millet” yaratmaya çalışmaktadırlar.

Türkiye’de son yıllarda yapılanlara ve yaşananlara bakınca, insan bunların görünen AKP ve MHP tarafından yapılamayacağını rahatlıkla anlamaktadır. Her şeyden önce, görünen AKP ve MHP’nin böyle bir ciddiyeti ve bütünlüğü yoktur. Ancak buna rağmen böyle topyekûn bir faşist milliyetçi saldırı yürütülmekte ve toplumda etkili de olmaktadır. Peki, bu nasıl gerçekleşmektedir? Demek ki bu tür işleri düşünen, planlayan ve yaptıran, ama görünmeyen gizli bir güç vardır. Türkiye’de “derin devlet” denen şey herhalde bu olsa gerek! Padişahlık ve Osmanlı hanedanından sonra Türk ulus-devlet şekillenişinin böyle olduğu daha iyi açığa çıkmakta ve anlaşılmaktadır.

Peki, Türkiye hep böyle mi olacak, bu durum hep böyle mi devam edecektir? Mevcut ırkçı, şoven, soykırımcı, tekçi faşist milliyetçi zihniyet ve ideoloji hep egemen mi kalacaktır? Devlet hep böyle kutsanıp yaşatılacak mıdır? Mevcut zihniyet ve ideoloji aşılamayacak mıdır? Devlet dışı düşünce, devletsiz yaşam düşüncesi gelişmeyecek midir?

Söz konusu sorulara elbette olumlu cevap verilebilir. Fakat bunun öyle kolay ve köklü değişimler yaşanmadan olacağını sanmak da doğru değildir. Türkiye’de devlet ve iktidar adeta kutsanır hale gelmiştir. Anadolu’da Türk uluslaşması zayıf gelişmiştir. Osmanlı kendisini Türk olarak görmemiş ve hanedanlıkla ifade etmiştir. İmparatorluk içindeki hemen bütün milliyetler de Türkmenlerden daha güçlü özellikler göstermişlerdir. Böyle bir ortamda Türk uluslaşması yaratmak zorla ve katliamla olmuştur. Anayasa maddesi olarak da ifade edildiği gibi Türk ulusu yaratmak devlet gücüyle ve şiddetiyle sağlanmıştır. Türkiye Cumhuriyeti Devleti kendini Türk ulusu olarak tanımlamış, sınırları içinde yaşayan herkesi Türkleştirmeyi, böyle yapamadıklarını da kaçırtmayı esas almıştır. Böylece toplum bitirilerek her şeye devlet hakim kılınmış, birey ve toplum devletleştirilmiştir. Devlet-birey ilişkisi adeta tanrı-kul ilişkisi gibi ele alınmıştır. Kuşkusuz tarihteki tüm devletler günümüzün ulus-devletleri gibi aynı özellikler göstermez. Sümerlerde ortaya çıkan iktidar ve devlet gerçeğinin, her ne kadar toplumun içinden çıksa da, bu gerçekleştikten sonra toplumun üstünde yer alan örgütlü bir baskı ve sömürü sistemi olduğu açıktır. Beş bin yıldır çeşitli adlar altında derinleşerek ve yayılarak gelişen bu sistem, son Yüzyılda tüm yerküreyi egemenliği altına alan bir hegemonik güç düzeyine ulaşmıştır. Günümüzün ulus-devlet yapılanmasına kadar bu sistem, hep toplumdan ayrı ve toplumun üstünde yer almıştır. Fakat ulus-devlet böyle değildir. Ulus-devlet adeta toplumun tüm gözeneklerine kadar inen, bireyi ve toplumu devletleştiren, böylece özgür birey ve demokratik toplumu yok ederek her şeye devleti egemen kılan bir yapıya ulaşmıştır. Türkiye’de ise bu gerçeklik en ileri düzeyde ortaya çıkmıştır.

Burada anlatmak istediğimiz ve birbirine karıştırılmaması gereken şey, devlet ile ulusun aynı olmadığıdır. Devlet, toplum üzerinde örgütlenmiş olan bir baskı ve sömürü çetesidir. Örgütlü bir siyasi ve askeri güçtür. Ulus ise tarihsel bakımdan gelişmiş bir toplumsal düzeydir. Klan, kabile, aşiret, boy, kavim, halk olarak gelişme gösteren toplumsal yapının çağımızda aldığı biçimdir. Dolayısıyla devlet ile ulus aynı kavramlar veya birbirine bağlı kavramlar değildir. Ne yazık ki çoğunlukla böyleymiş gibi yanlış tanımlanmakta ve de yanlış anlaşılmaktadır. “Kamu yönetimi olma” adı altında devletler kendilerini vazgeçilmez gösterip ulusla özdeşleşmeye çalışmaktadırlar. Bu yanlışlık en fazla da Türkiye’de yaşanmaktadır. Çünkü Anadolu’da çok zayıf ve parçalı olan Türklük, biraz da devletin gücüyle birleştirilmiştir ve geliştirilmiştir. Böylece devlet ile Türklük neredeyse iç içe geçirilmiştir.

 

Ulus-Devlet Çözümsüzlüğüne Alternatif Demokratik Ulus

Bu bakımdan, Türkiye’de devlet dışı düşünme durumu diğer alanlardan daha zor gelişmektedir. Fakat bu zorluk, söz konusu düşünce durumunun hiç gelişmeyeceği anlamına gelmez. Kolay olmayacağı, daha çok bilinçlendirme ve örgütlenme çabası isteyeceği anlamına gelir. Bunun için devlet ile toplumu ayırmayı bilen, tarihsel toplum gelişimini doğru anlayan, bu temelde devletçi Türk milliyetçiliğinin tüm yalan ve çarpıtmalarını teşhir eden bir bilince ve çabaya ihtiyaç vardır. Örneğin, AKP-MHP yönetiminin iddia ettiği ve topluma özümsetmeye çalıştığı gibi, Türkmen boyları öyle çok devletçi yapılar değildir. Tersine toplumsal özellikleri çok güçlü olan ve yoğunca komünalizmi yaşayan yapılardır. AKP-MHP iktidarının adeta devlet için yanıp tutuşur göstermeleri tamamen yalan ve de çarpıtmadır. Dahası Osmanlı hanedanlığının devletleştirme çabalarına karşı söz konusu boyların ne denli direniş gösterdikleri ve hep isyan halinde oldukları da bilinmektedir.

Fakat ne yazık ki söz konusu gerçekleri Türkiye toplumuna taşıyan ve toplumu bu temelde eğiten bilinçli ve örgütlü çaba çok azdır. Buna karşılık faşist-milliyetçilik ise, tüm devlet imkânlarına dayalı olarak topluma taşırılmakta ve adeta 24 saat Türkiye toplumu böyle bir teorik ve ideolojik bombardıman altında tutulmaktadır. Medya, sanat, edebiyat bu konuda AKP-MHP iktidarı tarafından çok kötü, ancak yoğun bir biçimde kullanılmaktadır. Bunlara karşı mücadele eden ve yanlışlarını ortaya koyarak etkisini kıran bir devrimci çalışmanın yürütülmesi durumunda Türkiye toplumunda da devletçi zihniyetin kırılması ve demokratik zihniyetin gelişmesi mümkündür.

Çok açık ki ulus kavramının tanımlanmasında tarihsel olarak önemli farklılıklar yaşanmıştır. Dolayısıyla herkes için aynı biçimde anlaşılan bir ulus tanımı bulmak zordur. Abdullah Öcalan bu duruma dikkat çekerek, tarih içindeki farklı ulus adlandırmalarını ifadeye kavuşturmuştur. Bu adlandırmalar ekonomiye, coğrafyaya, dil ve kültür birliğine, siyasi egemenliğe dayandırılarak yapılmıştır. Bunları yadsımamak, fakat doğru anlamak gerekir. Burada en yanlış ve de tehlikeli tanımlama siyasi egemenliğe dayanan tanımlamadır. “Ulus-devlet” ya da “devlet ulusu” denen yapılanma böyle ortaya çıkmıştır. Öyle ki adeta “her ulusa bir devlet veya her devlete bir ulus” anlayışı ortaya çıkmıştır. Bu da halklar arasındaki parçalanmanın ve çatışmanın temel etkenine dönüştürülmüştür.

Devlet tarafından ulus yaratmanın en tipik örneği Türkiye’dir. Önce Anadolu ile Yukarı Mezopotamya topraklarında “Türkiye Cumhuriyeti” adıyla bir devlet kurulmuş, sonra da bu devletin sınırları içinde kimlerin yaşadığına bakılmadan, “Burada yaşayan herkes Türk’tür” denilerek Türkleştirilmeye çalışılmıştır. Bu temelde Türk olmayan tüm kimlikler, dil ve kültürler yasaklanmış, soykırım yöntemleriyle yok edilme süreci içine alınmıştır. Ermeni soykırımıyla başlatılan bu süreç devam ettirilerek Kürt soykırımıyla tamamlanmaya çalışılmaktadır. Bu doğrultuda fiziki yok etme, sürgün, demografyayı değiştirme ve asimilasyon yöntemlerinin hepsi iç içe kullanılmaktadır. Bu durum geçen Yüzyılda Anadolu ve Yukarı Mezopotamya topraklarını kan gölü ve dil-kültür mezarlığı haline getirmiştir.

En katı ulus-devlet ideolojisi olan Türk milliyetçiliğinin son Yüzyılda yarattığı ve yaşattığı işte budur. Peki, bu neden böyledir? Çünkü tekçidir, kendini esas almakta ve sadece kendine yaşama hakkı görmektedir. “Tek millet, tek devlet, tek dil, tek bayrak, tek vatan” ve benzeri faşist tekçi nakaratına dayanmaktadır. Söz konusu değerleri sadece kendi hakkı saymaktadır. Dolayısıyla Türklükten başka bir kimliğe, dile ve kültüre yaşam hakkı tanımamaktadır. Bu temelde baskıcı, katliamcı ve soykırımcıdır. 21. Yüzyılın ilk çeyreğinde faşist Türk milliyetçiliğinin Kürtlere ve dünyaya dayatmaya çalıştığı işte budur.

Hâlbuki ulus-devlet milliyetçiliğinin bir 19. ve 20. Yüzyıl ideolojisi olduğu açıktır. Kürdistan’a dayattığı soykırımı çözümleyen Öcalan, gerçekleştirdiği paradigma değişimi temelinde “ulus-devlet” ya da “devlet ulusu” yerine “demokratik ulus” anlayışını geliştirmiştir. Düşüncede iktidarcı ve devletçi paradigmayı aşıp, ekolojiye ve kadın özgürlüğüne dayalı demokratik toplum paradigmasına ulaşması böyle bir yeni ulus anlayışı geliştirebilmesine yol açmıştır. Demokratik ulusu, zihniyet ve kültür birliği ulusu olarak tanımlamıştır. Ulus-devletin çözümsüzlüğüne ve sorun yaratıcılığına karşı demokratik ulus anlayışını tüm sorunların çözümü olarak ortaya koymuştur. Ulus-devletin tekçiliğine ve kendinden başkasına yaşam hakkı tanımayan gerçeğine karşı, demokratik ulusu çoğulcu, başkalarıyla paylaşımcı ve dayanışmacı, farklılıkların bir arada yaşamasını öngören, herkesin kendi kimliğiyle özgürce örgütlenip demokratik birliğe katıldığı bir gerçeklik olarak tanımlamıştır. Böylece alt ve üst ulus tanımlarına açıklık getirmiş, CHP’nin alt ulusları yok eden üst ulus anlayışına karşı alt ulusları yaşatan ve onların demokratik birliğine dayanan bir üst ulus anlayışını öngörmüştür. Söz konusu anlayışla iki yüz yıllık Kürt sorunu için herkese kazandıran bir çözüm projesini ortaya çıkartmıştır.

Demokratik ulus, bir zihniyet ve kültür birliği ulusudur. Her kimliğin özgürce örgütlenmesine ve demokratik katılımına dayanır. Burada öz güç, öz yönetim, öz savunma esastır. Çok açık ki, öz güç başkalarına dayanmadan özgürce ayakta kalmayı ve yaşamayı ifade eder. Öz yönetim gerçek anlamda yönetimlerin esasıdır. Yani demokrasi demektir. “Kamu yönetimi” adı altında devlet aygıtının her türlü aldatıcılığını, baskı ve sömürüsünü ortadan kaldırmayı ifade eder. Öz savunma olmadan özgürlük olmaz. Başkasının gücü altında özgürce varoluş ve yaşam gerçekleşmez; orada sadece egemenlik ve kölelik olur. Dolayısıyla özgürce var oluş ve yaşam ancak öz savunmayla, öz güvenlikle gerçekleşir. Bütün bunlar da demokratik zihniyetin yaşam bulması ve demokratik yönetimin gerçekleşmesi demektir.

Demokratik ulusta milliyetçilik olmaz, yurtseverlik olur. Sadece kendi varlığını ve yaşamını düşünen milliyetçilik, açık ki bir ulus-devlet ideolojisidir. Başkalarıyla demokratik birlik içinde özgürce ve kardeşçe var olmayı ve yaşamayı öngören ideoloji yurtseverliği tanımlar. Dolayısıyla milliyetçiliği aşan ve yurtseverliği yaratan bir hakikat devrimine, zihniyet ve ideoloji devrimine ihtiyaç vardır. Böyle bir yurtseverlik anlayışı ve tutumu bütün ulusal kimlikler için gerektiği gibi, bütün inançsal kimlikler için de gereklidir. Kuşkusuz bunun için de çıkara ve azami kâra dayanan yaşam ahlakının aşılıp, özgür birey ve demokratik komüne dayanan paylaşımcı bir yaşam ve çalışma ahlakının benimsenmesi gerekir.

Kuşkusuz gözünü kâr, çıkar ve aşırı maddi yaşam hırsı bürümüş olanlar için bu belirttiklerimiz boş bir laf, bir hayal gibi görünebilir. Fakat doğru bir ahlak ve politika anlayışı edinmiş, bunlarla bağlı olan toplumsal yaşam dışında güzel, özgür ve doğru bir yaşamın olmayacağını anlamış ve buna inanmış olanlar için böyle bir yurtseverlik anlayış ve tutumunun gelişmesini engelleyecek hiçbir neden yoktur. Bunun için doğru bilinç eğitimi önemli bir etken olurken, ırkçı-şoven faşist milliyetçiliğin yol açtığı çıkmazların ve çözümsüzlüklerin dersi de çok önemli eğitici bir etken olur.

Çok iyi biliyoruz ki toplumsal kuruculuğu yaratan kesinlikle devlet değildir. Bu iddia, devletçi paradigmanın hiçbir tarihsel gerçeğe dayanmayan yalanlarından biri ve başta gelenidir. Yüzyıllarca toplumların kulağına “tarihin devletlerle var olduğu ve devletsiz olunamayacağı” yalanı vaaz edilip durulmuştur. Bunun için her türlü tarihsel çarpıtmaya başvurulmuş, tarihi belgeler yok edilmiş, uydurma tarihi bilgiler icat edilmiştir. Oysa artık bu tür yalanlarla insanlığın aldatılması mümkün değildir. Hepimiz biliyoruz ki, devlet denen aygıt sadece beş-altı bin yıl önce Aşağı Mezopotamya’nın Uruk kentinde icat edilmiş bir insan yapımıdır. Oysa toplum ondan önce de vardır; bin yıl, yüz bin yıl, milyonlarca yıl önce de vardır. Yani devlet denen aygıt ne tarihin başlangıcıdır ve ne de bir tanrı vergisidir. Toplumsal tarihin yakın bir aşamasında kurnaz erkek tarafından icat edilmiş bir sapma durumudur. Asla toplumsal gerçeği de onun yönetimini de ifade edemez. Oysa devletten önce de tarihsel toplum gerçeği ve onun yönetimi söz konusuydu. Buna da toplumun kendi kendini yönetimi olarak demokrasi deniyordu. Toplumlar hiçbir zaman yönetimsiz kalmamış, bunun için başka bir güce muhtaç olmamıştı. Devletin yarattığı egemenlik, toplumsal yönetimden çok baskı ve sömürü yaratmayı ifade ediyordu. Bu gerçeği çözümleyen devrimciler, özgürlükçü ve sosyalist güçler, devletin aşılmasını, sönmesini, devlet olmayan bir yönetim sisteminin yaratılmasını öngörmüşlerdi. Bunu da “Demokratik Konfederalizm” olarak PKK Lideri Öcalan isimlendirdi ve toplumsal örgütlülüğün her aşamada bu temelde geliştirilmesi gerektiğini öngördü.

Açık ki demokratik ulus yönetimi olarak demokratik konfederalizm özgür birey ve demokratik komün çizgisini esas alıyor ve her düzeyde örgütlü topluma dayanıyor. Farklı kimliklerin özgürce örgütlenip demokratik katılımıyla gerçekleşiyor. Kadın özgürlüğünü ve ekolojik devrimi gerektiriyor. Komün, meclis, akademi ve kooperatif sistemi ile gerçekleşiyor. Üstten merkezi yönetimi değil, tabandan halkın öz yönetimini esas alıyor. Demokratik konfederalizm kuruculuğu toplumsal yaşamın bütün alanlarının demokratik birlik temelindeki özerk örgütlülüğüne dayanıyor. Demokratik konfederalizm özgür yaşamı ve demokratik birliği ortaya çıkartıyor. Her alanda esas aldığı demokratik özerklik sistemi tüm sorunların demokratik ve özgürlükçü çözümü için imkân sağlıyor.

Ulus-devlet vatandaşı aşırı bireycilik ve çıkar temelinde sadece kendini düşünür ve kendi dışındakine adeta düşmanca yaklaşırken, ırkçı-şoven milliyetçi hezeyanla öteki gördüğü herkese saldırıp linç etmeye çalışırken; demokratik ulus bireyi ve demokratik konfederalizm yurttaşı toplum olma bilinci ve sorumluluğuyla toplumsal yaşama aktif olarak katılıyor, tüm gücü ve yeteneğiyle çalışıp ihtiyacı kadar kullanıyor, herkese sevgi ve saygıyla yaklaşıp kardeşleşmenin en güzel örneklerini yaratıyor. Bugün AKP-MHP faşist milliyetçiliği altındaki Türkiye’de erkek egemen zihniyet ve siyaset tarafından kadınlar sürekli baskı altında tutulmakta ve katliamlara uğramaktadır. İşçi ve emekçiler, tüm gençlik, insanca bir yaşama kavuşamadığı gibi, kendisi için hiçbir gelecek de görememektedir. Kürt düşmanlığı tarihin hiçbir döneminde ve dünyanın hiçbir yerinde görülmemiş düzeydedir. Kürt bireyi ve toplumu sistematik olarak yok edildiği gibi, Kürt halkından geleceğe hiçbir iz bile bırakılmamak istenmektedir. Mevcut AKP-MHP yönetimi her şeyin önünü tıkatmış durumdadır. MHP AKP’yi, AKP ise Türkiye’yi bitirmektedir. Dikkat edilirse, sorun AKP-MHP iktidarı tarafından yaratılmakta, çözüm yöntemleri ise Kürt özgürlük hareketi ve devrimci-demokratik güçler tarafından geliştirilmektedir. Sorunun kaynağı erkek egemen, ırkçı-faşist Türk milliyetçiliği; çözümü üreten paylaşımcı demokratik ulus yurtseverliğidir. Bütün sorunlar TC ulus-devletinin eseriyken, çözüm yolu üreten demokratik öz yönetime dayalı demokratik konfederalizm sistemidir.

AKP-MHP yönetimi altında kriz, kaos ve çöküş had safhaya ulaşmıştır. Ne Türkiye toprakları ve ne de toplumu böyle bir durumu asla hak etmemektedir. Türkiye her bakımdan yaşanamaz bir ülke haline gelmiş durumdadır. Kuşkusuz tüm bu uygulamaların kaynağı faşist Türk milliyetçiliğidir. Tekçi, ırkçı-şoven, faşist milliyetçi zihniyet ve ideoloji yaşanan tüm kötülüklerin ve çözümsüzlüğün esas kaynağıdır. Çözüm için öncelikle bu zihniyet ve ideolojinin aşılıp demokratik zihniyete ulaşılması gerekir. Tüm sorunların çözüm anahtarı demokratik zihniyettir. Demokratik zihniyetin yaratıcısı da gerçekleşecek bir zihniyet ve ahlak devrimidir. Türkiye’nin her şeyden önce ve hemen böyle bir zihniyet devrimine ve demokratik zihniyete ulaşmaya ihtiyacı vardır.

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.